Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Madam Vio

Sayfa: 1 [2]
16
Genel Kültür / Ucube Bilgiler Kenti
« : 27 Ocak 2011, 18:26:17 »

UCUBE BİLGİLER KENTİ’NE HOŞGELDİNİZ!

Şimdilik SoulSucker, black_helen ve Borealis113 üyelerinden oluşan bir kadroyla yürütülecek olan birbirinden zevkli projelerin yer alacağı bu kulüp, araştırmacı ve meraklı gençlerimizin zevkle katılımda bulunacağını umduğumuz yegane yer; Ucube Bilgiler Kenti’dir!

Ayrıca grubumuz özverili çalışmalar sunabileceğine inanan ve en önemlisi “İstediğin o olsun, ucube bilgi ben de bol!” diyen herkese açıktır!

Aşağıda belirtilen kurallara mümkün mertebede uyulduğu sürece kulübümüzün uzun ömürlü olacağına inanmaktayız. Bu süreç içerisinde, katılımın bol olması dileğiyle...

Şimdiden iyi eğlenceler!

--KURALLAR--

1) Bölüm içerisinde bulunulacak yorumlarda düzgün Türkçe kullanımı zorunludur.
2) Üyelerin bilgi paylaşımı yapmadan önce yazılarını görevli kadrosunda bulunan herhangi birine göndermesi zorunludur. Her paylaşımın teftiş edilmesi ve ihtiyaç olunursa düzeltilmesi gerekmektedir.
3) Araştırma ve haber içeren paylaşımlarda yazıların ancak bir kısmı alıntı olabilir. Bu alıntılar için kaynak belirtilmesi rica olunur.
4) Herkes belli konularda belli sınırlar içerisinde istediğini söyleyip, istediği yorumu yapabilir; ancak her mesajın altında art niyet aranmaması, tartışmalı konularda iğneleyici, saldırgan ya da ateşleyici sözler edilmemesi ve direk olarak şahıslara yönelik hakaretlerde bulunulmaması önemle rica olunur.

------------------------------------------------------------------------------------------------------

--ETİKETLER--

Genel Kültür Dükkanı: Günümüzün popüler kültürünü barındıran ve bilim&teknoloji alanlarındaki alışılagelmedik, ilginç bilgi ya da haberlerin paylaşıldığı konular etiketi.

Eğlence Sokağı: Eğlence ve mizah ağırlıklı öğeler içeren konular etiketi.

Soru Durağı: Muzip sorular ve bilimsel cevaplarının yer aldığı bölümler.
[Bu etiketi taşıyan bölümlerde -soruluyorsa- kısa cevaplar vermeniz uygundur.]

17
Kurgu İskelesi / Hortlak Prenses
« : 29 Aralık 2010, 16:57:48 »
HORTLAK PRENSES

Bölüm Bir: Dertli Peder
   

   Sarayın parlak ve göz alıcı zemininde çıplak ayaklarla gezinirken, bir prensesin sürekli giymek zorunda olduğu o abartılı topukluların rahatsız edici çınlamasını duvarlar arasında yankı bulurken işitmemek, gerçekten de hoş bir duyguydu. Peşinde birilerinin koşuşturup durduğunu hissetmemek de öyle... Çünkü küçük bir dükkana girdiğinizde "Size nasıl yardımcı olabilirim?" sorusuna "Sadece bakıyorum..." diye cevap vermenize karşın hala arkanızda dolaşarak sizi takip etmekte olan dükkan görevlilerinden dolayı yaşadığınız aynı bıkkınlık ve bunalma hissini veriyordu bu sadık hizmetliler bana, her saniye vereceğim emirleri hazır olda beklerken. Üstelik kendimi baskı altında da hissediyordum. Sürekli hareketlerine dikkat etmesi gereken, bir nezaket budalası gibi...

   Belki de, sadece, bu cafcaflı saraydan ayrılmak o kadar da kötü olmayabilirdi.

   İhtişamlı ve son derece şatafatlı balo geceleri, ukalaların ve hayat felsefesi "Zeka seviyemi en aza indirgedim, beynim yok ama mutluyum."dan ibaret olan züppelerin davetli listesinde en başta yerini aldığı büyük yemekler, kokteyller, ziyafetler...

   Belki de bunların hiçbirini istesem de bulamayacağım, sade bir yaşama ihtiyacım vardı, kim bilir?

   "Pekala prenses, sizce de bugün her zamankinden de fazla dinlenmiş olmanız gerekmez mi? Niye sizi sabahın bu saatinde sarayda başıboş gezinirken buluyorum?"

   Geçiştirmek ister gibi (ki kesinlikle istiyordum) kafa sallayarak "Tabi ya... Haklısın."
dedim. "Heyecandan uyku tutmayınca biraz dolanmak istemiştim ama senin buna bile karışacağını tahmin edemedim. Özürdilerim!"

   Şaşkınlıkla açılan gözleri bir anda alevlendi.

   "Prenses! Bu söz sizin on sekiz yıllık saray dadınıza söylemek için seçtiğiniz ne kadar da kaba bir söz! Uslubunuzu hemen değiştirmelisiniz yoksa beni Ahlak ve Konuşma derslerinizi tekrarlamanızı istemek için babanızla konuşmak zorunda bırakmış olacaksınız..."

   "Bla bla bla. Kötülük krallığı prensesinin dadısıyla düzgün konuşmasını kim bekleyebilir ki? Herneyse. Gidip yatacağım. Belki o zaman susarsın."

   Homurdanır gibi anlaşılmaz birşeyler söyledi ve -yatağa döneceğimi ümit ederek- "Fevkinde geçen sabahlar olsun prenses!" dedikten sonra yarı kızgın bir tavırla dönüp gitti. O gider gitmez odama geri dönmeye karar verdim ve uzun bir süre için akşamın, penceremin ardındaki kara toprağı kucaklayış gösterisini seyre daldım.

   Gizemli mor rengiyle beraber gece daha da korkutucu bir duruşa soyunmuştu. Ve sanki yağmur durmadan yağdığı halde hiçbir yeri ıslatmıyormuş gibi sessizce bırakıyordu ılık taneciklerini kara ağaçların dallarına... İşte yağmuru sevmememin bir nedeni de buydu. Hiçlikle boğuşur gibi ölü görünen herşey sessizken, sadece o ürpertici sesler canlı kalıyordu. Uzaktan gelen uğuldamalar, anlaşılmaz iniltiler... Belki de bir kısmı benim özgün hayalgücümün gerçekçi eserleri. Ancak kim bilir, hala paslı bir salıncağın gıcırdamasını andıran sürekli bir ses çalınıyor kulağıma. Ben burada; kendi düşüncelerimle başbaşa aklımın istenmeyen yönlere kaymasını ve gözlerime ulaşabildiğinin ötesini görmeyi yasaklamışken bile sert rüzgarın esintisine eşlik eden ağaçların narin dansı başka aleme, bu fısıldaşan ağaçların dallarına tüneyen yırtıcı kuşların keskin çığlıkları bir başka aleme aitmiş gibi geliyor. Bütün bu tezatlıkları anlamdırmaya ve bu garip, bir o kadar da esrarengiz dünyaya bir ad bilemeye uğraş verirken pek de uyumaya çalıştığım söylenemezdi. Zaten Pola ile Yodym gelene kadar da uyumayı planlamıyordum ve onlar, tam da geleceklerinden ümidi kestiğim bir anda odamın kapısında belirdiler.

   Pola ahşap kapıyı ardına kadar açtığı ve çoktan odaya girdiği halde kapıyı tıklattı, Yodym'i de sertçe itekledikten sonra yatağımın süslü tülünü çekiştirerek başucuma kadar ilerledi.

   "Dahiyane planımızı duymak için sabırsızlanıyorsundur prenses. Bu nedenle çabucak anlatmaya başlayacağım..."

   Yodym bön ifademi sezince gözlerini devirdi. "Sabırsızlanmıyorsan bile neden biraz heyecanlı görünmeye çalışmıyorsun? Böylece bizi şu tehlikeli ve bir o kadar da ‘abuk’ malumatı yerine getirmek için heveslendirmiş olurdun."

   Pola da sarı saçlarını savurarak onaylayan bir bakış attı ve "Doğru." diyerek yeniden söze girdi. "Bunu ne de olsa senin için yapıyoruz."

   "Pekala, şu evlilik olayının babamın kendi menfaatleri doğrultusunda gerçekleştirdiği bir zımbırtı olduğunu biliyoruz. Yani pek de küçük kızını düşündüğü söylenemez… Fakat Cycel-on ve Belrune krallıkları arasında bir barış anlaşması niteliği taşıyan bu evlilikten kaçmak sizce de bir 'son dakika' kazığı olarak abartılı bir kötülük sayılmaz mı?"

   Yodym kafasını sallayarak yine o ukala tavrını takınmıştı. "Elbette düğün bozulacak ve baban çok kızacaktır, fakat (en azından krallığı genişletme derdinde olan pederin dışında) hiçbirimiz iyilik ucubeleriyle barışmayı ve senin onların baş soytarısı Rolen ile evlenmeni istemeyiz. Eğer baban sadece konseyin kararıyla anlaşma imzalamakta bu kadar kararlıysa, bırak da bunu başarabileceği başka bir yol bulsun."

   Yüzümde gayri-ihtiyari bir tebessüm belirdi. "Hem bu kadar fena olmayı hem de herkese kocaman bir iyilik yapıyormuş gibi görünmeyi nasıl beceriyorsun?"

   "Ah bu yetimi babamdan almışım..."

   Yodym korkumu ve endişemi almak için bana bir iyilik ucubesiymişim gibi gülümsedi. "Seni öldürmeyen herşey seni daha güçlü yapar değil mi? Bugün bunu yapmayı göze alırsan, yarın sana ne kadar kızarlarsa kızsınlar inandığın şey adına hareket etmiş olacaksın... Ve gerisinin önemli olmadığını iyi biliyorsun."

   Sonra o gönül çelen, çarpıcı bakışlarıyla bana bir mesaj vermek ister gibi ikinci kez gülümsedi. Fazlasıyla yakışıklıydı, ve Pola'dan çok daha cazibeli. Konuşmasa bile sözlerinin yerini alan hareketleri işliyordu beynime. Bir şekilde yine zihnimi kontrol eder gibi istediği düşünceleri aklıma sokuyordu.

   Hafifçe kafamı salladım. "Peki... Saat iyice geç olmadan biraz olsun uyumalıyım. Zaten onları düğünü karanlık çöktüğü vakit başlatmaya zor ikna ettik, bir de bu süre zarfında uyurgezer gibi dolanırsam eminim ki azarlanmayı hak etmiş o-”

   Hey! Ben kendi düğünümden kaçmıyor muydum? Uykulu olduğum için azar işitmekten korkmam ne kadar da akıllıca!

18
Oyunlar / Silent Hill: Shattered Memories
« : 25 Aralık 2010, 19:04:30 »


Wii'nizi açıyorsunuz ve ilk olarak ekranınıza yansıyan şey oyunun uyarı yazısı oluyor.

Psychology Warning

This video game psychologically profiles you as you play.
It gets to know who you really are then uses this information to change itself.
It uses its knowledge against you, creating your own personal nightmare.
This game plays you as much as you play it.

Elinize konsolunuzu almadan ve yerinize yerleşmeden önce kendi kendinizi "Sonuçta bu bir oyun. Benim zayıf noktalarımı tespit etmekte ne denli başarılı olabilir ve kendini bu bağlamda değiştirerek olabileceği en korkunç şekle nasıl girer?" gibi bir yargıda bulunmaktan alıkoyamayabilirsiniz önceleri. Oysa Silent Hill serisinin meraklılarındansanız bu uyarıyı dikkate almanız gerektiğini çok iyi bilirsiniz. Çünkü Konami yapımcıları oyuncunun psikolojisine girmeyi iyi bilir... Şöyle ki:

Silent Hill 4: The Room'da, olayların ev ve tuvaletinizin duvarında açılmış bir deliğin ulaştırdığı farklı yerler arasında gidip geldiğini bilirsiniz. Dışarıda hiçbirşeye benzetemediğiniz solucan misali yaratıklar ve dehşetengiz bir atmosfer yaratan kan lekeleriyle bezenmiş duvarlar vardır ve siz bu duvarlar arasında cirit atan çirkin ucubelerle elinize aldığınız az kurşunlu bir silah ya da basit bir demir sopayla boğuşmak zorundasınızdır. Yine de hepsinden kurtulup geriye döndüğünüzde -en azından oyunun ilk bölümlerinde- eviniz her zaman için güvenlidir. Ancak oyunun ilerleyen kısımlarında salonunuzun duvarından mumya kılıklı bir herifin, ağzından salyalar saçarak içeriye sarktığını gördüğünüzde, evet işte orada ödünüz münasip bir yerlerinize karışır... Artık ne evde, ne de dışarıda 'güvendeyim' dediğiniz bir yer yoktur.

İşte bunun gibi oyunun zihninizi ele geçirdiğini iyiden iyiye hissettirdiği ve böylece yapımcıların kıvrak zekasını gözler önüne serdiği sahne çoktur. O yüzden olmaz demeyin, olur.

Homecoming'in yaşattığı hayal kırıklığından sonra oyun atmosferine oldukça sıkı çalışan yapımcılar, yine pek çok Silent Hill klişesi kullanmış. Örneğin yine etrafta bolca yer edinen yırtılmış, parçalanmış ya da kirlenmiş afiş, tabela ve reklam panolarının yazıları altında geçen numaraları arayabiliyoruz. Bu kez gaipten gelen sesler yerine, daha orjinal bir şekilde; "Şuanda teknik bir arızadan dolayı size yardımcı olamıyoruz. Daha sonra yeniden deneyin." gibi saçmalıkları tekrarlayan kayıtlar çıkıyor karşımıza. Siz küçük kızınız Cherly'ı bulmakla uğraşırken bir sigorta şirketinin reklam panosunda geçen numaları tuşladığınızda kaydın "Şuanda size yardımcı olamıyoruz ama, siz daha sonra tekrar deneyin. O zamana kadar, ailenizin güvende olduğundan emin olun." dediğini duyunca yapımcılara -bunun gibi ayrıntılara önem verdikleri için- içinizden bir tebrik gönderiveriyorsunuz. Hele de bu sözleri kulağınıza dayalı bir konsoldan işitiyorsanız.

Ayrıca baş kahramanlarımızın korkunç el çizimleriyle belirlenmiş haritalarını anlamaya çalışmak, farelerin sığamayacağı deliklerdeki kağıtları ortaya çıkarıp uzun uzadıya giden yazıları ve mektupları okumak zorunda da değiliz artık. Çünkü mesajları alabileceğimiz ve GPRS'ini kullanabileceğimiz, hatta bazı görüntüleri belirginleştirmek için fotoğraflar alabileceğimiz bir telefonumuz var artık! Bu telefon olayı atmosfere ilginç bir orjinallik katıyor; o kadar ki oyunu kaydetmek için bile telefonumuzu kullanmak zorundayız. Tek eksiği, çekmediği için arama yapamıyoruz... Ancak dert etmeyin! Çevrede -hiçbir zaman cevap vermeyen 911 servisini aramak için kullanabileceğimiz- ankesörlü telefonlarımız var!

Kilişelerden söz etmişken tatlı tavşanımızı atlamak olmaz tabi. Henüz oyunun tamamını oynayamadığımdan dolayı ileriki bölümler için pek de net bir yorum yapamayacak olsam da, seksi polis kızımızın arabasında yolculuk ettiğimiz bölümde sağa bakmayı akıl edenler için -apartmanlardan birine asılmış panoların tekinde- yine bir tavşancık figürünün beklediğini belirtmek isterim. Bakmaya pek fırsatımız olmadığı için emin olamıyorum tabi...

Bu arada Silent Hill temasında geçen bu 'tavşan' figürünün anlamı olduğunu öğrendim bir -Donnie Darko sever- arkadaşımdan. Tavşan figürü; asosyal kişilikli, çevresindeki insanlarla iletişim kuramayan veya psikolojik bozukluklara sahip insanların otistik benzeri hareketlerinin tavşanların hareketlerine benzetilmesi ile ortaya çıkmış bir olgudur ki, bu figürün karşıladığı tanımın Silent Hill serilerinin kahramanları için ne kadar uygun bir tanım olduğunu farketmişsinizdir.

Daha önceden bahsettiğim gibi -Silent Hill serisinin genelinde- ucubelerle boğuşmak için sade bir demir sopa kullanmak zorunda kalabiliyorduk. Shattered Memories'de artık o da yok. Çünkü ucubelerimiz bu kez ölmüyor ya da yaralanmıyor. Onlardan kurtulabilmek için tek yapabileceğiniz onları savurmak ve bu da konsollarla dans etmekten farksız. Peki ucubeleri ölümsüz kılarken yapımcılarımız neyi amaçlıyorlardı acaba? Tabiki de korku, gerilim ve çaresizlik hissini sağlamayı... Kaldı ki bu ucubeler yalnızca 'nightmare' boyutuna girdiğimizde çıkıyorlar karşımıza. Olur da bu durumu aynı The Room'daki gibi tersine çevirirler, orasını bilemem.

Şahsen bana "Bütün oyunu elinde bir fener, etrafı aydınlatarak oynuyorsun." dediklerinde biraz önyargıya kapılmıştım. Oysa bir konsolda ilerleme-koşma tuşlarına aynı anda basarken ve diğer konsolda feneri doğru tutmaya çalışırken bile kombinasyonu çok kolay sağlayabiliyorsunuz. Zamanla telefon,kapı vs. açma işlemleriniz hızlanıyor. Tek gereken bilek bükme hareketlerini doğru yapmak.

Shattered Memories hakkındaki incelememi burada bitirirken belirtmek isterim ki sırf bu oyun için wii alınır. Ben de, oyunu arkadaşımda oynarken gözlemleyebildiğim kadar sizlere aktarabildim ve oyunun yüzde beşine bile tanık olamadığımdan eminim. Tümünü oynama şansı bulduğumda kurgu-vs. daha ayrıntılı bir inceleme yapabileceğimi umuyorum... Ayrıca oyunu henüz edinememiş ya da başına oturma fırsatı bulamamış arkadaşlarımızı düşünerek Shattered Memories ile ilgili bahsedilebilecek pek çok şeyi şimdilik gizli tutuyorum; çünkü vereceğim ayrıntılar oyundaki pek çok tatlı sürprizi kaçırabilir. Tavsiyem, siz siz olun psikoloğunuzda geçirdiğiniz bölümleri dikkatli oynayın. Unutmayın ki:
"This game plays you as much as you play it."



19
Düşler Limanı / Cennetin Anahtarları
« : 14 Aralık 2010, 19:42:55 »
CENNETİN ANAHTARLARI

   Hepimiz bir diğerinden habersiz, kendi dünyamızda yaşıyoruz bir ölçüde... Fakat böyle bir yargı kimin yaşama hakkını elinden almaya yeter ki? Hele de sizi ölüme çarptıranlar haksız menfaatleri uğruna katlanılamaz gaddarlıklara imza atan ve hiçbir zaman bu zalimliklerden vazgeçmeyecek olan bir grup 'papaz' ise, bu son daha da katlanılmaz, belki de intikam arzusunu coşturan ve sizi hayat boyu hissedebileceğinizden daha da güçlü bir hırsla yaşama bağlayan bir hal alır elbette...

   Sonuçta, onu bir daha göremeyecek olma düşüncesi bile içimi titretmeye yetiyordu. Onun açısından herşeyi ve herkesi bir anda kaybedecek olmak, kimsenin kendini onun yerine koyamayacak kadar cesaretsiz kılan ne acı, ne iç burkucu bir gerçekti...

***

   Hüznü hissetmiş gibi görünen bulutlar acımasız rüzgarın iniltisi eşliğinde gitmeye hiç de hevesli olmadıkları bir yöne doğru sürükleniyordu. Meraklı kalabalığı oluşturan insan öbekleri lacivert kabarcıklı denizin gümüş sahilleri kucakladığı bu sonsuz kumsalın ortasına dikilmiş tek bir ölüm mekanizmasının arkasında toplanmışlardı. O vakit tümüyle lanetlenmiş gibi görünen bu köyün sakinleri her zamanki umursamaz tavırlarıyla dehşet dolu bir sahneye şahitlik etmek için birbirlerini ezme meşguliyetindeydiler... Ben de ilk saniyelerde artık her hafta tekrarlanan bir tiyatroyu izlemeye gelmişim gibi onların arasına katıldığım halde, bu sefer asılacak olanın kim olduğu düşüncesinden kaynaklanan bir tedirginlik içinde, sarsak adımlarımı sabit tutmakta zorlanmıştım... Zaman ilerledikçe zihnimde daha çok yer edinen soru işaretleri sabrımı zorlamaya başladı. Sır perdesinin aralanmasını beklerken kafasına kese kağıdı geçirilmiş bir adamın tahta basamağa çıkarılmasıyla kuru kalabalıktan ortaya atılan dedikodular da çürümeye yüz tuttu…

   Sakince beklemeye devam ettim. Hayatına son verilecek olan kim olursa olsun, bunu hak etmediğinden emindim. İşte sürekli düşlerimin kaynağı olan bu korkulu sahne, kendim için yazdığım bir senaryonun da ortak sonuydu... Kendimi onun yerine koymak, acımın kat kat arttığını, üzerimde dayanılmaz bir ağırlık yaratıp, bana acıyla işkence ettiğini hissettiriyordu.

   Sonunda beklenen oldu, papaz mazlum kurbanın başından kese kağıdını çıkarırken nefesler tutuldu. Ve sonra o yüzü gördüm... Bilindik, zihnimde bir flaş gibi patlayan anılara sebep olan... O an için, ne düşüneceğimi pek kestiremedim. Beynim donmuş bir halde, herhangi bir tepki göstermeme izin vermedi. Fakat pek az bir zaman sonra akıp gidenleri kavramaya başladım. Gerçekliğe geri çelikmiş zihnim ani gözyaşlarını tetikledi ve zapt etmekte zorlandığım bir inilti gırtlağımı parçalayarak dışarıya fırlamak üzereyken benileyerek kendime geldim.

   "Sakın ağlama!"

   Sesin geldiği yöne bakmak istememe rağmen uzaklarda ve oldukça derinlerde yolculuğa çıkan gözlerim kendinde bunu yapacak yeterli gücü ya da cesareti bulamadı her nasılsa. Bir anda yorgun, işe yaramaz bir ceset gibi hissetmeye başlamıştım. Nasıl susabilirdim, haykırmak ve avazım çıktığı kadar çığlık atmaktan beni ne ya da kim alıkoyacaktı? Göğüs kafesim ciğerlerimi sıkıştırıp nefesimi böylesine kestiğinde, bana o son soluğu kim geri verebilirdi ki? Canım acıyordu... Dertli sızlanmalarımı dışarı vurma gibi bir lüksüm bile yokken, sustum, ve bütün ağlama hissine karşın yapmam gerekenleri hatırlayıp sakinleşmeyi bekledim...

   "Biliyorsun, bir damla bile gözyaşı akıtırsan onun yanında yerimizi alırız."

   "Canımı alıyorlar Patric.” dedim hüzün içersinde, oldukça sessiz… “Onu öldürecek olamazlar! Birşeyler yapmalıyız. Onu buradan kaçırmalıyız... Bana yardım et; buradan kaçarız, gerisi önemli değil… Lütfen... Yalvarırım... Yoksa bu acı dayanılmaz olur..."

   Bana bir süre cevap vermedi. O can alıcı bir süre boyunca soluduğum hava ağırlaşmış, derin nefeslerimi daha da zorlayıcı kılar olmuştu… Dört bir yanım havayla çevriliyken nefes almanın bu kadar zorlayıcı olduğunu hatırlamıyordum oysaki… Zaten boğuk ve nemli hava yeterince baskı yapıyordu üzerime. Zaten grinin bin bir tonuyla bezenmiş gümüş hava yeterince kasvetli ve hüzün vericiydi. Belirsiz, neredeyse hayali bir sis bulutunun üzerine çöktüğü kederli köyün gölge gölge yansımalarından fazlasını görmüyordum işte bu yüzden. İs, leke ve asi rüzgarın gözden ırak bir kaç unutulmuş köşede biriktirdiği küller ve diğer toz duman, ama fazlası değil. Sadece ortada o nihayetsiz nefretimin odak noktası bir katedral vardı şeytan ve melek figürleriyle bezenmiş duvarlar ötesinde. İşte güneş görmeyen bu tepede her nasılsa ışığa maruz kalmaktan renklerini yitirmiş, solgun köy evlerine diz çöken bu kumsal, o mazlumun son nefesini verdiği yegane yer olacaktı...

   "Olmaz... Bunu yapamayız. Eğer o da bizden bir yardım istiyor olsaydı, çoktan bunu yapmış olurdu. O yüzden böyle bir hataya düşme. Sadece sabır, sadece bir süre için bu acıya katlanman gerek..." diyerek beni sakinleştirmeye devam etti Patric.

   Gözlerimi kapadım ve düşünebildiğim en olumlu sahneyi gözümde canlandırmaya çabaladım. Yine de hiç tatmin edici değildi. Boynuna bir yılan gibi dolanan o ipi kesmek belki de saniyelerimizi alacakken can dostumun ölümünü izlemek... Hele de sonrası. Ölüm onu bir kez alacaktı, ben ise her gün ölecektim... Onsuz, uğruna savaştığımız şeylerin; bu davanın hiç bir getirisi olmayacaktı... Onu bulduklarına göre, bizi de bulacaklardı… O öleceğine göre, biz de ölecektik...

   “Bir asinin ibretlik sonuna şahitlik etmek için toplanın! Toplanın ey halk. Toplanın ve tanrının istekleri doğrultusunda hareket etmeyen günahkarların sonunu görün. Onlar ki, tanrının elçilerine; bizlere baş kaldırdılar, nihayetsiz bir işkence tadacaklar… Haydi kör fani, haydi… Kızgın alevler baki bir acı tattırmak için tütmekte…”

   Yüreğime korku salan sözlerle dolu o tehditkar sesin giderek azaldığı saniyelerde gözlerim hala kapalıydı. Bekledim… Bekledim... Sonra anlamsız bir ölüm fısıltısı gibi duyulan o kısık inilti geldi kulağıma. Yavaşça, gözlerimi araladım. Gözyaşlarımın sebep olduğu bulanık perdenin arkasından görebildiğim tek şey onun boşlukta benliksizce sallanan zavallı bedeni olmuştu. Ve ardından göğsümün ağırlığa daha fazla karşı koyamayıp yere doğru çekildiği bir anda, güçlü bir çift el tarafından yeniden yükseltildiğimi hissettim. Ayakta olduğumu biliyordum, fakat ayaklarımda ve ellerimde bunu gösteren hiç bir his yoktu. Boşluğa atılmış gibi, hissiz ve bilinçsizdim. Gözlerime kara bir perde inmiş, ruhum bana ait olmayan bir bedene hapsolmuş gibiydi. Yeniden ellerimin titrek hareketini hissettiğimde, gözlerimi bir kez daha kasvetli, basık ve sıkıntı dolu bir yerde açmıştım. Odadaki loş ışık yüzünden şekillerin keskin hatları gölge içinde kalıyor ve eşyaları seçmemde gözlerimi amaçsız kılıyordu. Sonunda, hatırladıklarımın az önceye kadar içinde bulunduğum bir kabusa değil de tüm iç burkucu gerçekleriyle yaşanmışlığa ait olduğunu kavrayacak kadar kendime geldiğimde, başrahip ağır bir hava içersinde konuşmaya başladı.

   “Seni suçlamak gibi bir niyet içerisinde değilim. Lakin hata ediyorsun çocuğum, her kim ölürse arkasından kimsenin tutmadığı yası tutuyorsun… Hiçbir şey kendini böylesi üzmeye, böylesi işkence ettirmeye değmez. Zaman her şeyin ilacıdır. Acını öylesine kalbine gömmek zorunda olman bile çok büyük bir haksızlık, biliyorum… Ancak her şeyin düzeleceğine tüm benliğimle inanıyorum. Tanrı yardımcınız olsun…”

   Başrahibin söylediklerini ağlamaklı bir şekilde dinlerken, ayağa kalkmaya yeltendim fakat oldukça afallamış bir kafa işlevini görmekte zorlanıyordu. Dengesini yitirmiş bir zihin ve çelimsiz bacaklar da yürümeme pek yardımcı sayılmazdı zaten... Yine de Patric’in kendimi zorlamamı engellemek için yaptığı tüm girişimleri görmezden gelip yataktan doğrulmam saniyelerimi almıştı. Öylece, söyleyebileceğim birkaç cümleyi toparlayabilmek için düşündüm. Oysa dudaklarımı bile aralayamamıştım. Soyut bir yumru, boğazımda düğümlenip konuşmamı imkansızlaştırıyordu. En azından bana konuşmaya bile yeltenirsem ağlamaya başlayacağım hissini veriyordu…

   “Evet, haklısın rahip… En azından onu yakarak öldürme girişiminde bulunmadılar, Patric ve ben de samanlarını toplamak zorunda kalmadık diye şükretmeliyim değil mi? Çünkü, öbür türlü, bunu reddetmek durumunda kalırdım… Hani olur da beni de yakalarlar ya… Değil mi rahip? Önemli olan davamız…”

   “Laurene! Rahibin üstüne gitme!”

   “Bırak içini döksün Patric. Bu hepimiz için üstlenmesi güç bir savaş halini aldı. Sanırım sizin de kendinizi kurtarma zamanınız geldi. Kimse daha fazla acı çekmek zorunda değil. Kiliseyle birkaç genç ve yaşlı bir adam başa çıkamaz. Papazların geri düşünceler ve saptırılmış bilgilerle dolu zihinlerini de değiştiremeyeceğimize göre, evet, istemeyerek sizden yolunuza devam etmenizi rica edeceğim…”

   Patric hırçın bir tavırla yerinden fırladı. “Ne demek vazgeçin? Rahip, bu zalimlikleri onların yanına bırakır mıyız? Onlar inanç kaynaklarımızı değiştirecek, bize istemediğimiz şeyler yaptıracak… Yasaklar koyacak, yasaklara uymayanları; istemediklerini öldürecek, biz de seyirci kalacağız öyle mi? Kütüphaneden yasak kitabı ‘çalmış’ diye babamı öldürdüler rahip, bunun öcünü almayacak mıyım?”

   “Kindarlık ve öç bize yakışan olgular değil oğlum… Elbet herkes hak ettiğini bulacak. Ama aceleci davranıp öfkene yenik düşersen, kabahatın sadece sana daha fazla acı getirecektir. Hele ki bizim karşımıza aldığımız sadece birkaç kilise papazı değil, bu halka göre koca bir din. Hatta halkın kendisi de… Lütfen daha fazla insanın hayatını feda etmeyelim… Sizden son kez huzuru bulacağınız bir yer aramak için buradan ayrılmanızı istiyorum…”

   Zihnimin gururlu yanımı ortaya çıkarma konusunda yarattığı karmaşaya rağmen derinden gelen en mantıklı sesi seçtim ve pes edercesine kafa salladım… Patric’in yaşlı bir dostun bizden yerine getirmemizi istediği son dileğini kabul edip etmediğini görmek için kafamı kaldırdığımda onun çoktan rahibi son bir kez kucakladığını görmüştüm.

***

   Rahibin arkasından dışarıya süzülür süzülmez kaynağı sonsuz gibi gelen nahoş bir yanık kokusu burnuma doldu, fakat kaynağı belliydi... Birkaç kuru samanın yarattığı alevler tarafından durmaksızın tazelenen koyu dumanın kokusu değildi bu havada asılı kalan. Yine dumandandı, ancak yananın kendisi farklıydı. İdrak etmem uzun sürecekti belki de, ama küller bir zamanlar onları bir arada tutan yerden dışarı savrulmaya ve suratıma yapışmaya başlayınca neyin yandığını anladım. Bu, onun cesediydi…

   Rahibin bizi duyamayacağı kadar uzaklaştığını hissettiğimde alevleri izleyen Patric’i dürttüm. “Gerçekten de pes mi ediyoruz? Şehirdekilere ne diyeceğiz? Onları yarı yolda bırakmak istemiyorum… Gerçekten istemiyorum!”

   “Biliyorum…” dedi. “Bu yüzden yola devam edeceğiz… Rahip bunu bilmeyecek. Ben Raimond’la beraber şehre ineceğim, orada diğerlerinin yerine birkaç bildiri yayınlayacağız ve geri döneceğiz. Tabi bir olay patlak verir de yakalanmazsak…”

   “Raimond mu? Onu yanına alamazsın! Çok tehlikeli! Bu işi beceremez!”diye haykırdım istem dışı bir tepkiyle.

   Güldü. Bu işi becerebilecek biri varsa o da saklanma yeteneği ve içgüdüsüyle ortaya çıkan Raimond’dı elbet. O da ben de karşı çıkarak ortaya sürdüğüm şeyin uyduruk bir bahane olduğunu biliyorduk ve bu Patric’in fikrini değiştirmeye yetmeyecekti…

   “O zaman ona sormaya ne dersin? Eğer isterse, benimle şehre gelecek…”

   “Eğer seninle şehre gelirse sağlam dönmesi gerekecek… Aksi takdirde sen de dönme!”

   “Sana canımın üzerine yemin ederim Laurene, onun kılına zarar gelmeyecek…”

   Sahilin berisindeki barınağa doğru yürümeye başladık. Barınağa girer girmez Raimond yanıma koştu ve bana henüz haberi olmaması gereken şehre gitme planlarından bahsetti. Ben de bu fikir hakkında yeni bilgi sahibi olmuş gibi aynı haşin tepkiyi verdim ve açıkça “Olmaz!” diyerek direttim. Fikrini celp etmek oldukça zordu, aynı Patric’de olduğu gibi. Ve çabalarım bir kez daha sonuçsuz kalmıştı.

   “Yarın gideceğiz.” dedi. “İsyan çıkarırsak bastıracaklar. İşimizi ses çıkarmadan yapmalıyız. Ve asla yakalanmamalıyız…”

   “Ben de geliyorum!” dedim. Amacım gençlik ateşimin etkisiyle bir anda verilmiş kararlara yenik düşmek ve hayatımı feda etmek değildi tabi. Fakat biricik sevgilim tehlikenin kalbine doğru yürüyorken arkasından el sallıyormuşum gibi hissettiren o utanç verici hissi bırakırdı bana eğer yanında olmazsam… Kabul etmez ise, yine şehre onunla birlikte gidecek ancak herkes için bir engel teşkil ediyor sayılacaktım. Onun genç ruhunu benden uzaklaştıracak her şeyin önünde duracaktım. Ve tabi ki, öleceksek, yine beraber ölecektik…

   Tartışma yarım bir şekilde kaldığında kafamı kaldırıp çevreme göz atma şansını buldum. Barınağın yosun kokulu atmosferinin ortasında dolanan, fakat acının eseri bir yorgunluk üzerlerinde, ayakta duramayacakmış gibi görünen fakir insanlar, ve sefilliklerini gördüm... Cılız bedenlerini sarmalayan, ve geçmişin acısını taşıyan izlerin onlar için umursanmayacak derecede eskiye dayanmasına rağmen öylesine can alıcıydı ki, bu görüntü; çaresizliğimizin dipsiz bir batak olduğu ve bundan kurtulamayacağımız fikrini daha da pekiştiren, işe yaramaz bir düşünceden fazlasını ortaya koyuyor sayılmazdı. “Bitecek! Hepimiz için ‘mutlu’ bir son hala var…” sözlerinin sonu yoktu belki de... “Ve başaracağız!” Ancak kaderin bir araya topladığı bu masumlar için geleceğin daha parlak, en azından daha yaşanılabilir olması için çaba sarf etmesi gereken kişiler bizlerdik ve maalesef biz, bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceğimiz kadar güçlü de değildik… Çünkü rahibin de dediği gibi biz, sadece bir köy ahalisini değil, onlarca bütün bir dini de karşılarına almış günahkarlardık... Çünkü insanların refahını, saadetini, güvenini sağlaması ve onları iyiye yöneltmesi gereken dinimiz eziyet ve baskı sever ruhban sınıfına ait kilise mensuplarınca sapkınlaştırılıyor, kişisel çıkarlar adına ilahi şeklinden uzaklaştırılıyorken biz bu duruma seyirci kalmak yerine müdahale eden asilerdik…

   Bahsi geçen kimseler tarafından giderek daha da sapkın bir hal alan bu köyde artık samandan çok insan yakılmaya başlanmıştı ve bu barınakta, karşımda yatan yüzler de aynı kilisenin eseriydi…

   Birkaçının bedenleri verem, sıtma gibi çirkin hastalıkların sancılarıyla kırılırken, yan yana yatmaları, sonuç olarak benzer illetlerin diğerlerine de bulaşma ihtimali kimseyi rahatsız ediyor gibi gözükmüyordu. Biz de kıvrıldık ve tekimizin ancak sığabileceği döşeklere üçer beşer yerleştik. Sabahı zor edeceğimi düşünüyordum ama beklediğim gibi olmadı; üzerime çöken yorgunluk beni derin uykulara düşürmeye yetti.

   Ertesi sabah güneş perdenin arasından geçirebildiği bir tutam ışık demetini gözüme gözüme sokup benim tatlı uyanma merasimimi baltalarken yavaşça doğruldum, ve bir kez daha tanıdık bir yerde uyanmanın verdiği garip hisle barınağa bakındım. Gözlerimin beklentilerimi karşıladığını söyleyemeyeceğim; ortalıkta Raimond’dan eser yoktu... Hatta dün yaşadığımız olaylarla ilgili çelişkiye düşmemi sağlayacak bir biçimde arkasında iz bırakmamıştı genç sevgilim giderken. Bir süre, hemen onu aramaya koyulmak yerine prensiplerimin ötesine geçerek olur da geri döner diye onu beklemeye karar verdim…

   Ancak burada durmuş onun çıkagelmesini beklemek hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonuçta Raimond gittiyse, hele de bunu yapmış olma potansiyelinin çok yüksek olduğunu düşünürsek, asla beni almak için geri dönmeyecekti... Bu yüzden toparlanmalı ve arkama bakma hatasına düşmeden aynı yoldan devam etmeliydim. Eğer daha fazla oyalanırsam, zamanında şehre varma şansım kalmayacaktı ve ben de bunu hiç istemezdim… Dolayısıyla birkaç sıkı dostumla vedalaştım ve çok az bir kıyafeti de yanıma alarak barınaktan dışarı fırladım.

   Durup nerden gideceğimi kestirmek için düşünmem sadece bir kaç kısa saniyemi almıştı. Oysa durduğum anda hiç de nazik olmayayan iki el birden omzuma uzandı. Bu arkamdakiler papazların işbirlikçileri muhafızlardan yalnız iki tanesiydi. Bir tanesi elimi tuttu ve kıvırdı, arkamda birleştirerek bir iple bağladı… Diğerinin direnişime müdahale etmemesi bile bir mucize…

   “Nedir bu iş?” diye haykırdım bir anda. İçime nahoş bir sezgi doluyor ve cılız bedenimi titretiyordu. “Neden tutuklanıyorum siz muhafızlar?”

   İçimi rahatlatabilecek bir cevap alabilmek için yüzümü iyice muhafızlara doğru çevirmiştim ki burada görmeyi beklemediğim bir suratı gördüm. Bana umutsuzca bakıyor, oysa beni kurtarmak için hiçbir faaliyette bulunmuyordu… Olacakları görmek niyetiyle orada durmayı, çırpınışlarıma bir son vermek için beni muhafızların elinden kurtarmaktan daha cazip kılan şeyin ne olduğunu düşünürken içime bir korku düştü ve benim ondan yardım dileyen gözlerime bakıp da harekete geçmediği her saniye içimdeki korkuyu büyüttü... Beni Patric’in yakalatmış olabileceği ihtimali o kadar canımı yaktı ki, masum olduğuna dair o ufak umut kırıntısını taşıyıp hapisanede şüpheyle kıvranarak geçireceğim uzun ve bitmek bilmez günleri, gerçekle yüzleşmek zorunda kaldığım şu ana binler defa tercih ettim… Eğer aklımı çelen bu şüphe gerçekse, dostum diye bildiğim o yüzün bizi teker teker avlatan bir muhpire ait olduğuna mı yanardım, yoksa aynı yüzün ben sıramı beklerken sevgilimi de infaza götürecek olmasına mı yanardım bilemiyorum…

   “Sen ne yaptığını çok iyi bilirsin… İnkar etmekle kendini yoracağına zorluk çıkartma da bir an önce seni hapishaneye ulaştıralım…” dedi muhafızlardan teki sabırsız bir şekilde.

   “Hani bizim ‘arka taş’ımız, can yoldaşımızdın…” diye bağırdım Patric’a doğru beni duyabildiğini farzederek. “Oysa sen, onun; dostunun kuyusunu kazıyordun… Senin emelin bana onun ölüm haberini getirmek değildi; oysa sen, Raimond’u koruyacağın yerde bize ne belalar getirdin! Buna bir son ver! Bana canının üzerine yemin ettiğin şeyi yerine getir!”

   En sonunda pes etmiştim ve Patric’ın suratına bakmaya gücüm yetmediği zaman iki muhafızın beni sürükleyerek köyün aşağısındaki hapishaneye götürmelerine izin verdim…

***

   Beni ellerindeki sümüklü bir mendili fırlatır gibi parmaklıkların arkasına doğru iti verdiler. Bir süre boyunca tek yapabildiğim herhangi bir şey düşünmeksizin dikilmek oldu... Nihayetinde durumu kabullendim ve ileriki altı gün için tekrarladığım şeyi yaparak duvarın kenarına atılmış eski bir peşkirin üzerine oturdum. Beş gün sonra değişen hiçbir şey yoktu… Hala o eski peşkirin üzerinde oturuyor, ve hala önümdeki o bayatlamış yemeğe bakıyordum. Ardından o gün beni yakalayan iki muhafızdan biri, arkasında bir papaz parmaklıkların kilidini açı verdi… Ayağa kalktım ve anlayıştan yoksun, verilmesi gereken bir cevap bekleyen gözlerle papaza baktım.

   “Yazık yazık… Neden yaptın bilmiyorum ama kilise camlarının hepsini taşlamışsın… Eskiden sadece asiydin, şimdi çevrene de zarar veriyorsun… Bilmem farkında mısın ama kilise bağışlarının içinde babanın da parası vardı. Gerçi o cennetlikti… Kızının büyüyüp nasıl da günahkar, cehenneme laik biri haline geldiğini görseydi çok üzülürdü…”

   Muhafızın araladığı parmaklıklardan sıyrılıp özgürlüğüme kavuşurken, “Yapma rahip…” dedim. “Babam o bağışlar karşılığında sizden bir çift altın anahtar da almıştı… Unuttun mu? Bende de cennetin anahtarlarından var; yani benim o sizin bir türlü mükafata laik görmediğiniz naciz ruhum da cennete ait...”

   Bir cevabı olmadığını biliyordum bu yüzden herhangi bir şey söylemesini beklemedim. Hapishaneden çıktım ve yarı bilinçsiz bir halde köyün arkasındaki tepeye doğru uzanan yolu takip etmeye başladım. Katedralin yanından geçerken tuzla buz olmuş renkli cam parçalarını gördüğümde aklım bir kez daha neler olup bittiğinden hala emin olamadığım gerçeğine kaydı. Aslında sorulacak birçok soru vardı… Henüz kurtulmuş olduğum hapishaneye nasıl düştüğümden başlayarak, en önemlisi; Raimond’un nerede olduğuyla son bulan…

   “Ben… Üzgünüm…”

   Sesin geldiği yöne dönmek bir anda çok yorucu geldi. Hayır, içimde sevdiklerimin ve bu zamana kadar diretip ayakta tuttuğum davamın intikamını almaya, en azından bize yapılan bu haksızlığın hesabını sormaya dair en ufak bir arzu yoktu… Dönüp de ne işitecektim? “Siz kafirleri diğerlerini de günaha koymaktan başka nasıl alıkoyabilirdik?” sözlerini mi? Hayır, benim başka bir merhametsizin daha lafını dinlemeye mecalim kalmamıştı…

   “Biliyor musun, ne ettiysen kendine kalsın… Çünkü umurumda değil… Sadece beni yalnız bırak! Ben burada sevgilimi bekleyeceğim… Olur da bir gün genç yari gelir aklına, o güzel diyara beni de götürmesini bekleyeceğim…”

   “Ah Laurene…” dedi ve sığ uçurumun kenarına, yanıma oturdu. “O gelemez… O artık bizi bir daha göremeyecek…”

   Yüzünde bana yönelemeyecek kadar utanç içinde yanan gözler bulma ümidimi de kaybettikten sonra intikam alır gibi, oysa aynı ümitle uzanan ellerimle suratını kavradım. “Onu sen öldürttün değil mi? Peki neden beni de öldürtmekte bu kadar geç kaldın?”

   “Onu öldürtmek mi? Ah Laurene, ah… Ruhum kanıyor, canım acıyor… Tıpkı sana olduğu gibi... Ama onu ben öldürtmedim ki. Sana yemin ederim elimde değildi. Onun ölümüne mani olamadım…”

   “Ya ne oldu Patric? Sen o muhpir değil misin? Beni hapse attıran değil misin? Raimond’ımı kim öldürdü?”

   Gözlerime bakacak gücü yoktu belki de, böylece bana cevap verirken gözleri çok uzaklara kaydı. Belki de bakışları sonsuzluğa uzanan ufuk çizgisi boyunca dolanmaktaydı sadece ama o gözlerin derinlerinde çok farklı düşünceler yattığını hissediyordum ve acı çektiğini fark edecek içgüdüye ancak o zaman kulak verebildim. Aslında en başından beri Patric’in bize bunu yapmayacağını biliyordum, oysa görünenler inanmak istediklerimden farklıydı ve bana pek de bir seçenek sunmuyorlardı. Zaten bu zorlu hayat yolculuğunda bana, ruhuma anlam bahşedecek manevi kaynağım; sevgimin ve aşkımın sahibi genç yarimin benden ayrılıyor olma düşüncesiyle her an yas tuttuğum şu sıralarda gerçekle hayali ayırmak bile pek bir zor geliyordu bana…

   “Onu durdurmaya çalıştım. Ama kendini ortaya çıkarmak hiç umurunda değilmiş gibi düşünmeden fırlayıvermişti aralarına... Kımıldayamadım. Onun en iyi dostlarından birinin infaz gösterisine katlanmayacağını bilmeliydim bu kez. Tanrıya şükürler olsun en azından Edmundo kurtuldu. Ama ben onu kurtaramadım Laurene… Kurtaramadım…” diyerek ağlamaya başladığında ben de kendimi yeniden zayıf birine dönüşmekten alıkoyamadım... Gözyaşlarım irademin dışında, göz pınarlarımdan haykırırcasına boşalmaya başladı. Ben onu istiyordum... Tek istediğim sevgilim, ve hiçbir zaman bana ait olmayan özgürlüğümüzdü…

   Birden bir ses duydum. Gözlerimiz onları bulmadan bize kilise mensuplarının geldiğini gösteren konuşmaları gelmişti kulağımıza. “Bulduk! Buradalar!” diyerek bağırıyorlardı…

   Patric yüzüme baktı. “Bu zevki onlara bırakmayacağız değil mi?” diye sordu.

   Lakin, cevabından emin olduğum halde bu sorusunun altında yatan teklifi yerine getirebileceğimden şüpheliydim; “Ruhumun Raimond’ın cennetine ait olduğundan emin değilim. Korkuyorum…”dedim dokunaklı bir ses tonuyla.

   Yüzünde aptal bir gülümseme belirdiğinde ne söylemek üzere olduğunu merak etmiştim.

   “Unuttun mu? Sende de ‘cennetin anahtarları’ var…”

   Ben de güldüm fakat arkamda giderek yükselen sesler yüzümde yer bulacak en ufak bir tebessüme bile maniydi.

   “Eee?” dedi, “Gelmiyor musun?”

   Evet, gidecektim… Zira huzurumuzu bulacağımız bir yere gitmemiz başrahibin en başından beri bizden yerine getirmemizi istediği bir dileğiydi… Dolayısı ile elimi tutmasına izin verdim, ve beni ruhum üzerinde mutlak irade sahibi kılan o son hamleye geri sayımında zihnimin duvarları arasında yankılanan sesine eşlik etmekten zevk aldım…

   “Üç…”

   “İki…”

   “Bir!”

***

   Aniden, öyle ki hala daha kavramakta güçlük çektiğim bir zaman diliminde nurlu bir ruhun fısıltısını işitmiştim. Rüzgar uğulduyor sandım önce, bir ot hışırtısıdır dedim, her ne iseydi, geldi ve geçti…

Ölümün eşiğinde, o kader yarası almış gözlerin derinine bakıp da uzaklaşırken, senin kimedir kinin? Yaşananları olduğu gibi kabul edip yaslarını ertelemekten usanmışsın, oysa aldığın her darbe ile hayata karşı tanıdığın şanslar da azalıyor ve sonunda, ta ki üzüntü ve keder hayatın tadı sayılsın, ağlamaya devam etmekten başka var mı yapılacak? Sen hala bilemiyorsundur ne demeye getirir o insanlar. Birkaç kuru baş sağlığı bu, tebrik değil ki sevinesin… Nedeni hatırlatılmadan yasını bile tutamaz olursun, acını paylaşmak isteyenler bile sadece bir tutam daha tuz dokur kanayan tenine. Ne çare, her suçun bir bedeli ve iyiliğin mükafatı var buyurup, sana ‘Bu bir sınama’ denilmiş. Ya dünü bugün gibi yaşatan, unutmaya çalıştıkça daha da netleşen hatıraları silmeyi göze alırsın zihninden ve bir nebze suçluluk duygusu yerini alır hüznün, yahut gözlerinde hiçbir yaşam pırıltısı kalmayana dek bitirirsin, ölmeden öldürürsün kendini…
Seçim senin, yolcu olan sensin…

   İşte o nağmeler, belki okuduğum kadim bir kitabın parçası, belki unutulmuş satırların bilinçaltımın şekil verdiği haliyle bir bütünü idi, ben bilemedim… Kulağıma fısıldandı sanmıştım önce, evet… Ancak hayalden uyanınca bana ait olduklarını sezdim. Hoşnutsuz gözlerim göğe çevrildi önce… Ne olduğunu anlamak için. Nerede olduğumu anlamak için… Semanın çıplak tenine yapışan buharları ve bu çiğ taneciklerinin yarattığı pırıltıları görünce pek bir sevindim. Az önceye kadar intihar etme eğiliminden hiç de vazgeçecekmiş gibi görünmeyen benliğime yaşıyor ve hayatı tatmaya devam ediyor olma düşüncesi bile kafi gelmişti her nasılsa. Belki de demin işittiğim nağmelerdendi, ben yine de bilemedim…

   “İyi misin?” diye sordu latif bir ses. Bu okyanus misali pürüzsüz tını ancak Raimond’a ait olabilirdi… Gerçekten onun olduğuna karar kıldığımda, o mahmur gözlerine bir kez daha bakma arzusu beni hemen kendime getirdi. Zihnimdeki bilinmezlik perdesi çekildi ve erimiş bir görüntüye ait hatlar yeniden belirmeye başladı. İşte o tutkuyla bakmaktan kendimi alamadığım gözler yine karşımdaydı…

   “Raimond… Bir dokunuş uzaklıktaki şu görüntün sahi mi? Bu nasıl bir hayaldir seni karşıma getiren?”

   “Ne hayal, ne de kabus… Her şey bitti güzel sevgilim… Bak, barınaktasın. Şimdi derin uykulara dal ki, dinlenesin ve çabuk iyileşebilesin…”

   Göz kapaklarım tüm yanma hissine rağmen kapanmamak için direndiler. Ona bakmaya doyamıyordum. Yanık teninde kaybolmaya, nefesine karışmaya… Sonra beyhude uğraşımdan vazgeçtim ve bıraktım onun hayali siluetiyle bezenen tatlı uyku beni benden alsın. Uykulara tez teslim olayım ki tez uyanayım…

***

   Başak kokuları rüzgarla yitip kayboldu. Güneş artık güne hükmetmiyor ve bu yüzden gözlerimi sabaha değil akşamın ılık karanlığına açmışım bu kez. Bir müddet daha dinlendim Raimond’ı beklerken ve tahmin ettiğim gibi beni şu aciz halimde yalnız bırakması uzun vakit sürmedi…“Uyandın mı?” diye sordu aynı eski günlerdeki gibi düşünceli bakışlarını üzerimde gezdirirken.

   “Uyandım…” dedim. “Ve iyiyim…”

   Ancak aklındaki düşünceleri açığa vurup vurmamakta tereddüt ettiğini fark ettim ve ona söyleyeceklerini toparlaması için biraz daha zaman tanıdım.

   “Bana kızgın olduğunu biliyorum, çünkü bütün bu çirkin mevzuatlara netice veren yalnız ve yalnız benim gamsız hareketlerimdi. Farkındayım… Ancak benim de sana ne kadar kızgın olduğumu bilemezsin… Hani her daim mutlu olmak için birbirimizi kendimize en iyi şekilde bakmakla vazifelemiştik? Hani olur da hayat tekimize çirkin bir oyun oynarsa diğeri canına kıymayı aklından bile geçirmeyecekti? Ne oldu sana Laurene? Canın çok mu yandı?”

   Cevaplayamadığım sorunun yerini bir başkası aldı; Patric’e ne olduğunu soracakken o, zihnimden hızla geçen sahneleri görmüş gibi karşılık verdi;

   “Patric… O iyi…” diyerek söze girdi ve bilmediğim ayrıntılarıyla beraber tüm geçmişi bir kez daha önüme seriverdi. Başrollerinde oynadığım bütün sahneler yeniden anlam kazanıp gözümde canlanırken, bizi bu raddede çıkmaza sokan olguların ne olduğunu daha iyi yargılayabilir hale gelmiştim.

   Hatalar zincirini bir araya getiren ilk adımı Raimond atmıştı. Arkasından gelmekte direteceğimi bilecek kadar iyi tanıyordu beni… Kilisenin camlarını kırıp, sahte göz tanıklığı yaparak muhafızların beni yakalamasını ve hapishanede tutmalarını sağlaması da şehre gidişimi engellemek adına kurduğu planların birer parçası idi.

   Ve sonra şehirde olanlar vardı… Bu noktada işler hiç birimizin istemediği bir yönde gelişmiş ve gerek kilisenin gücünü azaltmaya çalışarak bildirimler yayımlayan gerek propaganda amaçlı mitingler düzenleyen herkes gibi Raimond, Patric ve diğer köylüler yakalanmıştı. Mitinglere katılanlar asılırken, kimliklerimizi ifşa eden muhpir ile aynı kişi olması muhtemel bir bayan tarafından ele verilen Raimond ve Patric’in hapishanede tutulması kararı alınmış; başta kilise mensupları, şehrin kıdemli yöneticileri ve zengin zümreye ait olmak üzere kimse ‘adalet adına’ bir muhakeme yapmaya dair hiçbir girişimde bulunmamıştı… Sonuç olarak Raimond arkadaşlarının infazını engellerken kendisininkini doğuran bir hata yapmıştı ve Patric için bu bir sondu. Patric buraya, köye döndü ve gerçekten emin olmadan bana Raimond’un ölüm haberini verdi.

   Ve ne yazık ki bütün uğraşlarımızı yıkan ve bizi çıkmaza sürükleyen muhpir her kimse içimizden biri olma ihtimali hala o kadar yüksek ki, kaçışımız sonlandı demeye gücümüz yetmiyor; başrahibe olanları anlatmaya bile yüzümüz yok… Hele de vaziyet böyleyken, onun öğüdü aklımızdan çıkacak gibi değil…

   Buradan uzaklara kaçmak, bir dağ başına çıkmak ve dışarıda bir yerlerde hala iyi din adamlarının olduğunu düşlemek de yeterince tatmin edici bir seçenek gibi duruyordu. Başka bir seçenek de yoktu oysa… Gitmek, nesillerimin toprağına karıştığı bu köyü terk etmek, insanlarına karşı beslediğim bütün hınca rağmen zordu… Oysa gecenin kimi zaman azgın dalgaları kimi zaman sütliman gelgitleri içinde boğuldu bu denizi, güneşin arkasına saklandığı o silik ufuk çizgisini yaran ve bin bir nezih renkle bezenmiş şu koca göğü kucaklayan tepeleri ve boynu bükük çiçeklerin yeşerdiği kömür karası toprak üzerine kurulu bu güzellikleri yüzüne bakıp da haykırmamak için kendimi zor tuttuğum; gafletteyken bu denli pervasız kalan insanlara bırakmak da ayrı bir zor geliyordu.

   Raimond da aynı fikirde olabilirdi, ancak böyle bir kararı almak için aceleci davranmayacaktık… “Hadi, senin daha iyi hissetmen için biraz hava alalım... Sahile gidelim mi?” diye sorduğunda kendimi yokladım ve yürüyebileceğimden kuşkum kalmayınca onunla birlikte barınaktan dışarı çıktım. Beraber belki de son bir kez daha sahile doğru yürümeye başlamıştık fakat bu sefer, içimde çok daha az umursayan ve çok daha az yakaran bir ben vardı…

   Sahile vardık… Ben ıslak kumun üzerinde otururken ve büyük maviyi seyre dalarken dudaklarımda bakilik kazanan o buruk gülümsemenin yüzümde yer etmesi pek bir kısa sürmüştü yine... Elimi püsküllü elbisemin cebine attım, ve babamın ölümünden beri yanımdan ayırmadığım bir çift altın anahtarı ortaya çıkarttım. Kısa bir süre için anahtarların parlak yıldızların altındaki güzel ışıltısını hayretle izledikten sonra onları denizin derin kısmına doğru olağan gücümle savurduğumda içimde garip ve tarif edilemez bir his belirdi. Yine de bu duygudan memnundum ki mazlum gülümsememin yerini muzip bir sırıtış almayı başarmıştı.

   “Ne oldu Laurene? Artık cennete inanmıyor musun?” diye sordu bana Raimond.

   “Hayır.” dedim, çünkü sesli söyleyebilecek kadar iyi hissediyordum;

   “İnanmadığım cennet değil Raimond, anahtarlar... Cennetin anahtarları.”

20
Şişedeki Mısralar / Özgürlük
« : 04 Kasım 2010, 22:27:34 »
Spoiler: Göster
Arkadaşımın onun adına yayınlamak istediğim ilk Türkçe şiir denemesi... Bir ilke göre gayet iyi. Umarım beğenirsiniz...


Özgürlük... Dünyaya geldiğim o ilk saniye, senin için ağladım ben...
Yanlış anlamış onlar...
Ben ciğerlerime dolan oksijenin beni yakmasıyla değil,
Ruhumu hapseden bir zindanda uyanışımla öğrendim acıyı.
Ben senin için attım o, zindanlarımı yıkıp, parçalayan çığlığı...
Ama sen... Sen hain sevgili... Sen hiç orada değildin...
Kaybettim seni.

Sen gittin ya...
Bana ismimi o, etle kemiğe bürünmüş, ruhları çoktan kaybolmuş varlıklar verecek.
Bana beni unutturacaklar, nasıl ağlamam her saniye?
Nasıl dayanırım da haykırmam bir kez daha özgürlük diye?

Sana da bak, ne dedim...
Bana böyle öğrettiler.
Hiç mi canın acımaz seni "özgürlük" diye çağırınca...
Seni hissedemeyenlerin, seni çoktan unutanların, seni hiç bilemeyenlerin sana verdiği isim.
Öyle ya... Ben seni çağırmanın başka yolunu öğrenemedim hala,
Belki de biraz da bu yüzden kızgınsın bana...

21
Radyo Kulesi / Gökçe İle Beş Çayı
« : 26 Ağustos 2010, 22:53:49 »
     Evet, Gökçe ile Beş Çayı'nda ne yayınımla karşınıza günde beş defa çıkmak ne de sizinle Güzin Abla muhabbeti yapmak niyetindeyim. Ama size sunmak niyetinde olduğum birşey varsa o da uzun zamandır forumda görmek istediğiniz fantastik müzik yayınıdır!

     Özellikle orta çağa uygun müzik içerikli, Blind Guardian, Ayreon, Blackmore's Night, Opeth, Nightwish, Within Temptation, Leaves Eyes, Apocalyptica, Moonspell, Arch Enemy, Heloween, Kamelot, Lacuna Coil, Lamb Of God, Metallica, Portishead, Pain Of Salvation, Dream Theater, Symphony X, Stratovarius, System Of a Down, Tarja Turenen, Inon Zur, The Exies ve bunun gibi Power, Gothic ve Folk Metal çalan pek çok grubun şarkılarını yayınımda sizlere sunmaktan mutluluk duyarım.

     Fantastik müzik meraklısı bütün dinleyicilerimi cumartesi geceleri 19:00 - 22:00 saatleri arası radyo yayınıma bekliyorum. Herkese şimdiden iyi eğlenceler...  ;)

22
Kurgu İskelesi / Küçük Jo
« : 23 Ağustos 2010, 18:38:39 »
Küçük Jo

“Sakın!  Sakın bir adım daha atma!” bağırırken çatlayan sesimi olabildiğince ikna edici çıkarmaya çalışıyordum fakat kız acının verdiği yorgunluk yüzünden ayakta duramayacak kadar bitap düşmüştü ve harcadığım nefesler bir türlü karşılığını alamıyordu. Sayısız kesik vardı küçük bedenini sarmalayan. Kanla yıkanmış gibi, alabildiğine kırmızıydı teni. Babasının ona giydirdiği sürtük kıyafeti parçalara ayrılmıştı ve onu öylesine sefil gösteriyordu ki, kızı bu çaresizlik içinden çekip çıkaramayacağımı düşünmeye başlamış ve bu korkunun bana getirdiği ürpertiyle titremiştim. Yine de bağırıyordum. Belki de yüzüncü kez  “Dur! Yapma!” diyordum... Ancak hayata ve kaderine şans tanımanın işe yaramadığını, hatta sadece daha fazla acı getirdiğini haykıran yaralı vücudu ve masum yüzü onu intahar etmekten alıkoymama olanak vermiyordu.

“Uğraşma yolcu. Sen var git yoluna. Ben artık  zavallı bir insanım, yaşamak istemem. Neden böyle bir yaşam sürmek isteyeyim? İntahar etmiş bile olsam, beni burada olduğundan daha iyi bir yaşamın beklediğine inancım sonsuz. Lütfen aşağıya in ve yoluna devam et...”

Elbette kızın teklifini yerine getirebilir ve hiçbir sorumluluk almadan yoluma devamedebilirdim. Hanın aşağısına iner ve babasına kızın hayatına son verdiğini söyleyebilirdim. Belki de üzülmezdi. Onun için sadece bir para kaybı olurdu küçük kızının ölümü. Yerine yeni bir orospu bulur ve onu yolcuların odasına gönderip para koparmaya çalışırdı. Tabi yerine bu kadar saf ve güzelini bulabilir miydi bilemiyorum. Hoş çoğu yolcu için bu da pek önemli değil ya... Halbuki çirkin ve değersiz yaratıklar her biri. Nasıl ya da neden bu yola girdiklerinin hiç bir önemi yok. Para için de olsa, zevk için de olsa, kaybetmeyi haksız ve çirkin bir kazanca tercih etmeli her insan. Şeref ve şan için yaşamaz mıyız? Ya bu baba ne için yaşıyor? Hangi akla hizmet kızını böyle birşeye zorluyor?

“Ben sana dokunmayı hiç düşünmedim. Neden çözüm aramak yerine kolay yola kaçıyorsun? Hiç mi kendine acımıyorsun? Daha yaşayacak nelerin var oysa...”

“Acımak mı?” Alaylı fakat acı bir gülümsemeyle devam etti.  “Bunu zaten kendime acıdığım için yapıyorum... Acıya son vermek, kurtulmak için...”

“Lütfen elindeki bıçağı bırak ve balkondan uzaklaş. İşimi zorlaştırmazsan seni buradan uzaklaştıracağıma söz veriyorum. Seni koruyacağıma şeref sözü veriyorum! Duyuyor musun?”
  
“Bana zarar vermeyeceğini nereden bilebilirim yolcu? Sana nasıl güveneyim?”
  
“İnsanlara karşı bir güven sorunun olabilmesini anlıyorum. Bundan ötürü benden güvence de isteyebilirsin fakat az önceye kadar kendine zarar vermeye çalışan sendin. Senin zarar görmeni isteseydim, canına kıymana izin verirdim...”
  
Buruk bir gülümsemeyle yüzüme baktı ve bir an için tereddüt ettiğini farkettim. Fakat sonra keskin bıçağı olduğu yere bıraktı ve kendi de benim gibi rahatlamış bir şekilde diz çöktü. Oturduğu yere şimdi daha çok kan bulaşmıştı. Zaten her yanı kandı. Her yanı kesik. Ter ve göz yaşı, feri gitmiş ancak yine de büyüsünü kaybetmemiş gözlerinin altında yollar açmıştı. Dudakları susuzlukla çatlamış, uzun saçlarının uçları kanın rengiyle gerçekliğini kaybetmişti. Aslında tenini kaplayan bütün bu uğursuz sıvılar bile güzelliğini gölgelemek için yeterli değildi. Parlak kumral saçları, donuk mavi gözleri ve onu büsbütün karşı konulmaz kılan kıvrımlı vücudu da belli ki pislik herifin işini kolaylaştırıyordu. Böyle bir güzelliğin o domuzdan geldiğini düşünmek de oldukça şaşırtıcıydı doğrusu. Lanet şey.

***

"Neden bana yardım ediyorsun? Doğanın kanunu haline gelen zalimliğin herkesçe benimsendiği bu şehirde, Sodiac'dan gelme bir yolcu, neden yoluna devam etmek yerine sefil bir kıza yardım etsin? Neden başına hiç kendini ilgilendirmeyen bir nedenden dolayı bela sarsın?"

Sordukları zihnindeki karmaşık bir bilmecenin parçalarını oluşturduğundan olsa gerek, o merakla sorularını sıralarken koridorda yankılanan sesinin handan gizlice sıvışma planımız için pek de bir getirisi olmadığının farkında değildi. Tanrıya şükürler olsun ki en azından mumlar söndürülmüştü ve hanın girişinde ortalıkda gezinen babasını atlattıktan sonra kendimizi soğuk sokakta bulmuştuk bile. Dışarıya çıkınca kıza paltomu verdim. Hatta bir ara içinde kayboldu ve paltomu tanıyana kadar kızı aramak zorunda kaldım. Sonra aslında nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim olmadığı halde kıza beni takip etmesini söyledim. Öylesine yürümeye başlamıştım işte. Sanki kızın benim ona gösterdiğim yerden başka bir yere gitme şansı vardı da...
  
"Harika! Sanki senden yardım isteyen benmişim gibi şimdi de sorularıma cevap vermiyorsun. Eğer benimle uğraşmak istemiyorsan söyle yabancı. Böylece şehir merkezinden daha fazla uzaklaşmadan kendime bu gece kalabileceğim bir yer bulurum."
  
Ona bu kadar can sıkıcı olmayı nasıl başardığını sormayı isterdim. Fakat her dişi gibi ağlamaya başlayacağından ve - intahar etme eylemini göz önünde bulundurarak- kendine zarar verme eğilimine gireceğinden korkuyordum. Bu nedenle sustum ve onun daha geniş çaplı kuruntular üretişini izledim. Başka bir hana varınca bu kez karşılık vereceğimi umarak sordu:
  
"Sanırım yanlış bir yer seçtin. Bu hanın parasını kim ödeyecek?"
  
"Lilinim çok ama iki ayrı odaya birden harcayacak param yok. İstersen bu gecelik benimle aynı odada kalmaya ve yerde yatmaya katlanabilirsin, yahut balkon seni bekler."
  
Şaşırmasına rağmen kafasını pencereden uzatıp soğuğa katlanabilme ihtimalini zihninde tartmaktan geri kalmadı ve titreyerek dolaptaki battaniyeleri yere attı.
  
"Yerde yatarım!"
  
Güldüm ve bütün gece bu klişe olay (bir erkek ve dişinin "zorunlu" olarak aynı odada kalma durumu) için onu küçük fakat akıllıca bir hareketle uslu bir kıza çevirmiş olmanın verdiği zevkle sırıtmaya devam ettim...

Sayfa: 1 [2]