Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Raisor

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6
46
Düşler Limanı / Anılar
« : 10 Haziran 2011, 16:02:49 »
Yaşlı bir kadın, yerinde doğrularak tahta masanın altındaki kahverengi kasayı kendine doğru çekti. Kırk sekiz senedir, yani on altı yaşından beridir kimseye içindekilerden bahsetmeyen ve sanki söylerse birilerinin ölmesine sebep olacakmışçasına kasanın varlığını gizleyen kadının gözlerinde bir damla yaştan başka bir şey yoktu. Bu bir damla yaş, onun mutluluğuydu aslında.

Kasayı kucaklamaya çalıştı, ama başaramadı. Bunun üzerine orta yaşlı bir başka adam, kenardaki karyolanın üzerine gelişigüzel yatmış oğluna çağırdı: “Jason! Gel ve babaannene yardım et.”

Jason somurtarak karyoladan kalktı. Henüz ergenliğin ortasında genç bir oğlan için bile aşırı somurtkandı. Zaten o, evde kalıp “Ogame” falan oynamak istemişti ama, her ne hikmetse annesi ona tehditvari bir biçimde arabaya binmesini emretmişti. Karyoladan kalktığında, kendisine anlamsızca bakan bir anne, sinirli bir ifadeye bürünmüş bir baba ve her zamanki gibi onu iyi hissettiren bakışıyla babaannesi duruyordu.

Kasayı rahatça kaldırdı. Sonra alaycı bir “onu nereye bırakayım?” bakışı attı. “Şuraya, şuraya, masanın üzerine” dedi büyükanne. Jason kasayı tahta masanın üzerine bırakarak kalabalığa döndü. “Çok da ağır değildi. Bunu babam da kaldırırdı” dedi.

“Hiç kuşkusuz kaldırırdım ama bunu senin de görmen gerek” dedi bay Wayne ve annesine döndü. “Bu kutuda yıllardır sakladığın şey nedir anne?” dedi. “Bizi buraya onu açacağını söyleyerek çağırmıştın. Seni bekliyoruz.”

Yaşlı kadın, cebinden bir anahtar çıkararak eski kasayı açtı. Herkes, kasanın içindekilere dikkat kesilmişti. Oysa kasanın içinde sadece birçok fotoğraf vardı.

Fotoğraf 1: Uçsuz bucaksız bir tarlada, kucağı kırmızı lalelerle dolu bir kadın fotoğraf makinesine gülümsüyor.

Fotoğraf 2: Aynı tarlada, yine aynı kadın kucağında lalelerle duruyor. Bu kez yanında bir de oğlan çocuk var. Çocuğun elinde bir lale.

Fotoğraf 3: Çınar ağacı ve bu çınar ağacının üzerinde iki oğlan çocuğu oturuyor.

Fotoğraf 4: Adolf Hitler’den bir resim. Resmin arkasında “Köpek” yazıyor.

Fotoğraf 5: Beatles gurubunun imzalı bir fotoğrafı.

Fotoğraf 6: Yaşlı bir adam şu anda içinde bulundukları odada oturmuş, elinde klasik bir gitar var.

Fotoğraf 7: Bir manzara fotoğrafı. Güneşin batışı.

Fotoğraf 8: Bir başka manzara fotoğrafı. Güneşin doğuşu.

Fotoğraf 9: Orta yaşlarda bir kadın, güler yüzlü bir biçimde, elinde bir tepsi ile mutfakta fotoğraf çekinmiş. Tepsinin içinde büyük ihtimalle tatlı var.

Fotoğraf 10: Tahta bir masada üzerine yedi tane mum dikilmiş bir pasta duruyor. Pastanın etrafında orta yaşlı bir kadın, hasta olduğu yüzünden belli olan bir adam ve 7 yaşlarında bir çocuk var.


47
İşte size çocukluğum:

Spoiler: Göster
- Dede, bulaşıkları yıkayım mı?

- Erkek adam dediğin bulaşık mı yıkarmış?


İşte size Gençliğim:

Spoiler: Göster
- Şu bulaşıkları yıkar mısın artık?

- Dede en son ben yıkamıştım ya…


   Evde bir kadın olmadığından ve ben okula gittiğimden dolayı, bizim evin içinde yürümek için önünüze gelen çöpleri ayağınızla sağa sola itmeniz gerekiyor. Aksi takdirde yürümek, sizin her an bir teneke kutuya takılarak yere düşmeniz ve kafanızı bir başka konserve kutusuna çarpmanızla faciaya dönüşebilir. Aranızda bir konserve kutusuna ayağının takılmasını ve bunun sonucunda ölmeyi hayal eden birkaç kişi mutlaka vardır. Onlara buradan sesleniyorum, bizim eve davetlidirler.

   Bir de bilgisayarın bu işte emeği var tabi ki. Beyninizin yazıyla on sekiz (rakamla 18) yerden erimesine ve salaklaşmanıza neden olan o garip cihaz. İşte o cihaz yüzünden şu an saat 4:30 a.m olmasına rağmen ayaktayım ve karşınızda saçmalıyorum. Sınavlarda sorunsuz bir biçimde başarısız olmama ve özellikle de matematik dersinde uyumama neden olan bu şey, aynı zamanda evi bir düzene sokmamı geciktiriyor.

   Geciktiriyor mu dedim? Engelliyor demem lazımdı. En son ne zaman dedeme yardım ettim? Hatırlamıyorum.

                                                            The Shawshank Redemption

   Okul. Büyüklerimizin hayatımızı kurtarmak ve iyi bir geleceğe sahip olmak için gidilmesi gerektiğini ısrarla ısrar ettikleri, ama aslında ömrünüz boyunca hiçbir işinize yaramayan o diplomatik alan. Bir düşünsenize? Logaritma ya da trigonometriyi öğrenmek yerine hayatımızda cidden işimize yarayacak şeyleri öğretebilirlerdi. Örneğin balık tutmak, avlanmak, parasız kaldığınız zamanlarda nasıl banka soyulur ve Karate dersleri. İşte bunlar cidden öğrenilir.

   “Oysa ne cahiller gördük üniversite mezunudur.” der kimisi. Hakikaten doğrudur.

   Ve işte bu saçma sapan okuldaki saçma sapan öğretmenler, onlardan da saçma öğrenciler:

Spoiler: Göster
- Hocam şu matematik sizce de saçma değil mi?
- Evet.  Ama ekmek parası işte.
- (WTF?)


   Duygusal çöküntü yaşayan bir gurup öğrenci ise, düzenli olarak okulun arka bahçesinde yürür değil mi? Bu arka bahçenin sonunda ise - biz öğrencilerin orman dedikleri - bir ağaç kümesi vardır. Şu ana kadar gittiğim hiçbir okulda orman olmadığını anımsamıyorum. Artık nasıl bir fanteziyse. Bkz:

Spoiler: Göster
- Hocam, sanırım ormanda sigara içiyorlar.
- Öyle mi? Markası neymiş?


   İşte o arka bahçede yürüyen, duygusal çöküntü yaşamış bir gurup öğrenci arasında ben de varım. Neden mi? Spor iyidir. Her defasında yürümekten bıktığınızı söylersiniz ama her gün de orada yürürsünüz. Ya da çayırların ortasında bir yere oturmak istersiniz ama oturduktan beş dakika sonra yürümeye aç bir hale gelir, ayağa kalkar, yürümeye devam edersiniz. Uzaktan bakıldığında sizin anormal olduğunuzu düşündüren bu davranışların tek sebebi ise, aslında evdeki huzursuz ortam ve okulda olmama isteğinizdir. Bu da derslerdeki cehaletinizden de belli olur zaten. Bkz:

Spoiler: Göster
- Neydi ya… Neydi… Hatırlıyor musun şu ihtilali?
- Ne ihtilali?
- Fransa’daki ihtilal…. Neydi adı… Allahım öleceğim şimdi. Aklıma gelmiyor adı…
- Fransa’da olan ihtilal derken? Fransız ihtilali mi?


   Genellikle bu tip insanlar normal konuşmaları yapamazlar. Herkes ya futbol, ya güzellik malzemeleri, ya yakışıklı oğlanlar ya da güzel kızlardan konuşurken, onlar Paralel Evrenler, uzaylılar var mıdır, En korkunç filmler, Silent Hill oynadınız mı?, Yüzüklerin efendisi gibi konularda konuşurlar. Çünkü onlar hayatlarını istedikleri gibi yaşayamazlar ve istedikleri gibi bir hayat yaşamak için onların tercihi fantazyadır. Hayal dünyası onlar için tek kurtuluş yoludur. Gandalf’ı babalarından daha iyi tanırlar. Arwen onlar için zavallı bir elfdir. Ona kendilerinden daha çok acırlar.

   Hepsinde de aynı amaç vardır. Tüm yasaklara rağmen özgür olmak:

Spoiler: Göster
- Hamburger çağıralım mı?
- Ama okulda yememiz yasak.
- Biliyorum. Çağıralım mı?
- Olur.




48
Kurgu İskelesi / Esaret
« : 30 Mayıs 2011, 01:57:17 »


                                                                           Esaret

İyi dost sandığı ama kötü yola sapmış bir arkadaş çevresi edinmişti ki bu, onu içgüdülerinden uzak kalmış, varlıksız, kimseye güvenmeyen bir kadın yapıyordu. Hiçbir zaman siyah renk dışında bir şey giydiğini görmedim. Vücudunun en zarif yeri olan boynundaki altın kolye, vücudu ile öyle bir ahenk oluşturuyordu ki, hiç kimse o kolye asla o boyundan çıkmasa bile bundan sıkılamazdı. Zaten o kolye hiçbir zaman da o boyundan çıkmıyordu. Yapay güzellik malzemelerini de pek sevmezdi oysa. Özellikle de sırf kadınların kendilerini daha güzel göstermek için kullandıkları, ama bu konuda kusursuz bir biçimde başarısız oldukları şu renkli makyaj malzemelerinin para tuzağı olduğunu düşünüyordu. Ara sıra kendi de ucuz siyah göz kalemi sürmüyor değildi ama, bunu kendi dışında pek de fark eden olmamıştı henüz. O sadece takılara hayrandı ve bu değiştirilemez bir gerçekti.

Bomboş, karanlık spor salonunda şu an için var olan tek eşya, dedesinin yaşadığı zamanlara ait bir tahta masaydı. Spor salonu ona babasından kalan belki de en pahalı şeydi, ama o bir eğitmen ya da müdür olamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. O yüzden yine babasının evinden buraya bir tahta masa taşımış, geceleri mum ışığında kağıtlara korkunç hikayeler yazıyordu. Minik bir mum ışığının böylesine büyük bir spor salonunu aydınlatamayacağını kendisi de biliyordu tabi. O sadece yazdığı kağıdı görmek istiyordu.

Yazdığı hikayeler karşısında Agatha Christie merhametli sayılırdı. Çünkü Agatha Christie en azından hikayelerini korkunç yaratıklarla donatmıyor, suçluları cezasız bırakmıyordu. Ama spor salonundaki kadının yazdığı hikayelerde suçlular bulunamayacak, bulunduğu zamanlarda ise baş edilemeyecek kadar güçlü ve kötüydüler. Hiçbir hikaye birkaç yapraktan uzun olmasa da, karanlığın tüm cezp edici ve korkunç yaratıkları bu birkaç yaprağa kusursuzca sığdırılıyordu yazar tarafından. Dünya’daki iblis nüfusunun, insan nüfusundan fazla olduğu bu hikayeleri yazarken, kadın korkmak yerine ağlıyordu kendi tercihinde olmadan. Hikayeler ardındaki her kusursuz gerçeği ve her bir iblisin gerçekteki insan kişiliğini bir tek kendisi biliyordu çünkü.

Hiçbir zaman bu spor salonunda iki saatten uzun süre kalmamıştı kadın. Çünkü iki saat dolmadan önce, benliğindeki tüm hücreler intihar etmeye yoğunlaşmış, vücudundaki her nokta kesilmeye ve işkence edilmeye aç bir hal alıyordu. Bu garip psikolojik baskı kadının elinde değildi. Yazmadığı geceler de rahat uyuyamıyordu. Kaleminin, zarif bir kıvrımla hikayesinin son kelimesini de kağıda yazmasının ardından, kadın inanılması zor gelecek kadar kısa bir sürede kalem ve kağıtlarını dosyasının içerisine koyarak, attığı her adımın yıllardır yürümeye bedel hissettirdiği bir halde spor salonunun çıkış kapısına doğru yürüdü. Boğazında düğümlenmiş bir garip acı, yüreğinden her an fırlayabilecekmiş kadar birikmiş bir hiçlik duygusu ve asla her şeyin düzelemeyeceği umutsuzluğu içerisinde kapıdan çıkarak, arabasının karşıdaki park yerinde olduğunu bilmesine rağmen sağına soluna bakarken, küçüklüğüne dönüp en az o zamanki kadar masum olmayı samimi bir biçimde hayal ediyordu. Ama az önce yazdığı hikayesindeki son cümlesinde de belirttiği gibi, “bazen tek bir erkek, ya da erkek görünümüne bürünmüş tek bir iblis bile, bir kadınının tüm hayallerini ve dünyasını  yıkabiliyor.”



49
Düşler Limanı / Tebrik ediyorum
« : 29 Mayıs 2011, 02:43:34 »


                                                                        Tebrik


Şu küreselleşen Dünya'da insanların artık daha bilinçli, daha uyumlu olduğunu düşünüyorum. İnsanlar git gide birbirlerine ısınıyorlar, kimse artık kimseyi dışlayamıyor. Herkes işini yapıyor. Kimse eskisi kadar fahişelerin işini yadırgamıyor artık. Ya da Başbakanlara mualefet yapmıyor. Babalar anneleri dövmüyorlar ve kan davaları artık olmuyor. Kimse kimseyi incitmiyor çünkü. Artık karıncaları bile incitmiyoruz.

Ormanları yakmayı bir kenara bırakıp, insanlar yeşilin içinde huzur bulmaya başlamış. Sınırlar neredeyse kaldırılmış. Amerika, ırak vatandaşlarına "Arap" gözüyle değil, "İnsan" gözüyle bakıyor artık. Ha bir de söylemeyi unuttum, uçaklar rotar yapmıyor. Gideceğimiz yere şap diye ışınlanıyoruz sanki. Uçaklar oldukça modernize edilmiş, çünkü "Savaş uçağı" değil, "Yolcu uçağı" üretiyoruz artık...

Üstteki iki paragrafta kaç yalan söyledim bilemiyorum. Ama yalandan da olsa tebrik ediyorum insanları. Bütün bu özverili çalışma, insan sevgisi ve huzur gözlerimi yaşartıyor. İnsanlık yaşama değil, yaşatma arzusuna sahip olmaya bağladığı için gurur duyuyorum onlarla.

Günümüzde bazı kesimlerde, bazı zenginler yaşamaktadır. O kadar zengindirler ki, bin beş yüz metre kare beton evlerini kağıt para ile doldurabilirler. Çoğu da sadece oturarak kazanıyordur ya o parayı, neyse... İşte bu zengin insanları evlerinde sabah kahvaltısı yaparken düşünün. Bir ellerinde olabilecek en pahalı kahve, masa çeşit çeşit kahvaltılık malzeme ile donatılmış, 148 ekran LCD televizyonda sabah haberlerini izliyorlar. Zaten sadece masaya konmuş yemeklerle, bütün şehir doyar neredeyse. Çoğu da çöpe gider o yemeklerin sonradan. Bu insancıkların üstündeki kıyafetler daha  yeni giyilmiştir. 2 saat sonra da atılacaktırlar çöpe.

Bu insanlar işte bu güzel kahvaltıyı yaparlarken haberlere gülüyorlardır, değil mi? Diyelim ki konu Afrika'daki aç insanlardır. Oradaki kemikleri sayılan çocukların görüntüsü, işte bu adamlara komik geliyor. Güleceğine yemeğini gönderse olmuyor sanki... Öyleleri vardır ki, bir günlük maaşı ile Afrikadaki herkesi bir ay doyurabilir. Ama onlar, bunu tercih etmiyor. Çünkü o parayı kazanana kadar çok ter döktüler. Sabah kahvaltısından sonra lüks limuzinlerine bindiler, onbeş dakika boyunca trafikte uyalanıp şirkete vardılar. Orada  birkaç saat oturup beş-altı belge imzaladılar ve tüm gün kahve ısmarladılar. Sonra aynı yoldan geri döndüler evlerine, ertesi gün aynı şeyleri yapmak için.

İşte bu manzarayı tebrik etmemek elde değil. Sonuçta sağduyu, tebrik edilecek birşey değil midir?

Nobel diye bir kimyager vardır. Kesin biliyorsunuzdur, günümüzde Nobel ödüllerine ismini vermiş bir dehadır kendisi. Dumansız barutu ve dinamiti keşfetmiştir Alfred Nobel. Tabi eski zaman, adam nerden bilsin icatlarının ikinci Dünya savaşında kullanılacağını? Bununla ilgili bir makale okumuştum geçenlerde, "Nobel'in kemiklerini sızlatıyoruz" diye bir başlık altında.

Gerçi artık adamın kemiklerini sızlatmıyoruz. Çünkü dinamit kullanmıyor artık insan oğlu...

Makineli tüfekler var! Ve atom bombaları...

Amerika'nın şu aklına bakınız. Sırf petrol, yani dolaylı yoldan para için Irak'ı bombalayıp duruyordu. Silaha o kadar para harcadı ki, parası bitti. Ekonomik kriz ortaya çıktı. E demek ki bu adamlar sandığımız kadar akıllı değil? Başka bir kaynak sömürme hırsı yüzünden kendi kaynakların tüketilir mi?

Dedemin bana anlattığı ve herzaman aklımda olan bir Sakıp Sabancı hikayesi vardır. Onu anlatayım size bir de...

Sakıp sabancı ölmeden önce bir vasiyet bir de mektup yazmış. mektubu saklamış, vasiyeti de o öldükten sonra okunsun diyerekten avukatına vermiş. Adam ölünce, vasiyeti açılmış tabi ki. Vasiyetinde, beni toprağa gömerken çoraplarımı sakın çıkarmayın demiş. Bırakın çoraplarımla gömüleyim. Mektubun yerini tarif ederek, kendisi gömüldükten sonra mektubun açılmasını ve okunmasını söylemiş.

Tabi vakit gelmiş, Sakıp sabancı gömülecek. Hoca hiç bırakır mı adamın ayaklarında çorabı? Günahtır diyerekten çorapları çıkartmış. Ardından da Sakıp sabancı gömülmüş tabii. Sakıp sabancı gömüldükten sonra da, vasiyeti üzerine mektubu açılmış. Mektupta ise sadece tek bir cümle yazıyormuş:

"Gördünüz mü dostlarım? O kadar param vardı şu fani Dünya'da amma, bırakın servetimi, bir çift çorabı bile götüremedim öteki Dünya'ya."

Bu hikaye de aslında çok şeyi anlatıyor gibi?

Sadece para üzerinden giderek insanlığı anlatmışım ama, İnsanlık para olmuş, para insanlık. Ha gerçi, kendimize insan demek büyük hakaret oluyor ama, başka ne desek de olmuyor... Tebrik ediyorum... Devam edin...


50
Düşler Limanı / Alışmak
« : 23 Mayıs 2011, 02:36:12 »
                                                                     Alışmak

- Oğlum, neden üzgün görünüyorsun?

* Öyle olduğum için, anne.

- O halde soruyu değiştiriyorum oğlum. Neden üzgünsün?

* Çünkü, artık onu bulamıyorum anne. Gittiğim her yerde beni takip eden, baktığım her yerde gördüğüm o şey, gitmiş.

- Giden nedir, oğlum?

* Alışmak. Alıştıklarım gidiyor anne. Alışkanlıklarım bir bir gidiyor. Bu yüzden alışmak istemiyorum artık. Beni üzen şey bu, evet.

- Neden alışkanlıkların gidiyor?

* Bilmiyorum anne.

- Peki sence alıştıkların geri gelebilir mi?

* O konuda hiç ümidim yok. O yüzden üzülüyorum ya. Ümit yok anne. Ümidi olmayan tek şey, alıştığın bir şeyin gittikten sonra yeniden dönmesi. Dönmüyorlar anne. Gidiyorlar. Aynı şeye ikinci kez alışma şansı asla verilmiyor.

- Belki ümit vardır? Belki dönebilirler?

* Sen dönebilir misin anne?

- Dönemem oğlum...

* Sana da alışmıştım. Bak sen de gittin. Belki bir daha asla rüyama gelip benim dertlerimi dinlemeyeceksin. Tüm alıştıklarım gibi, sen de gittin. İkinci bir şans olmayacak.

- Olacak oğlum, seni bekleyeceğim.

* Ben şimdi istiyorum anne! Ve ilerde bir gün, geriye dönüp baktığımda, alıştıklarımı kaybettiğim için alışmaktan korkmam ve başka bir şeye alışmamam benim en büyük vicdan azabım olacak. Çünkü kendi mutluluğumu kendimden çalmış olacağım. Bunların tek sorumlusu da siz, alıştıklarım olacaksınız. Hiç üzülmüyor musunuz? Hiç mi anlamıyorsun anne?

- O halde, kendi mutluluğunu kendinden çalmamak için başka şeylere, başka birilerine de alışacaksın.

* Ama gün gelecek onlar da gidecek...

- O halde alışma, başka şeylerde mutluluk ara.

* Alışmadığın bir şeyle nasıl mutlu olabilirsin ki anne?

- O halde alışacaksın ve mutluluklarının bedelini ileride acıyla ödeyeceksin. Hayatın kanunu budur çocuğum.

* Kanunları kim yazıyor? İnsanlar mı?

- Yaşanmışlığın kanunları bunlar oğlum. Yaşamanın getirdiği bedel.

* O halde insanların bu kanunlara uymak istememesi, yaşamaktan vaz geçmesi neden yasak?

- Sana alışanların senden mahrum kalmamaları için. Onların mutluluklarını kedere dönüştürmemen için.

* Peki benim mutluluğum? Benim kederim?

- Neden yaşamak istemediklerini başkasına yaşatasın oğlum? Bu hırsızlıktır. Birinden mutluluk kaynağını çalmaktır.

* Ne yapmalıyım?

- Alışmaya, mutlu olmaya ve sonra bunun bedelini acıyla ödemeye devam etmelisin. Kim bilir, belki acıya da alışırsın. Şimdi gitmeliyim. Zaman doluyor.

* Gitme, Anne...

*...

*... Anne?

*...

*.

Ve Annesinin sesini bir daha hiç duymadı...

51
Filmler / Eksik Sahneler
« : 21 Mayıs 2011, 00:57:18 »
Yüzüklerin Efendisinin kitaplarını okumadım. Sadece filmlerini izlemiştim. Sayısını hatırlamadığım kadar.

Bugüne kadar, Yüzüklerin efendisini hep Türkçe Dublaj olarak izlemiştim. Geçenlerde bir arkadaşın bilgisayarında ingilizce olarak tüm bölümlerinin olduğunu fark ettim. Tabi içimde birden bir merak oluştu. Dedim "Onlarca kez izledim, birde orjinal olarak, ingilizce izleyeyim."

İşte, izledikten sonra fark ettim ki, Birçok sahne, Türkçe Dublaj yapılırken atılmış. Özellikle ikinci bölümünde toplamda 30 dakikayı bulan kısım, filmden atılmış Türkçeye çevrilirken. "İyi ki ingilizcesini izledim" dedim. Filmi inanın daha bir benimsedim o kısımları da izleyince.

Gerçi adamlar da haklı. Oldukça uzundu filmler, ama keşke o sahneler silinmeseydi demeden de edemiyorum.

52
Kurgu İskelesi / Farax
« : 18 Nisan 2011, 19:18:49 »
                                                             


                                                              Farax


Kuzguni yaratık gökyüzünde kanatlarını açmış, tiz bir çığlıkla zerafetini, gücünü ve saygınlığını kanıtlamaya çalışıyordu adeta. Kanatlarını açabildiğine açtığı zaman, yuvarlak ve büyük bir cisim gibi görünüyordu. İlk başlarda çok büyük bir kartal sanılsa da, o aslında bir kartaldan çok daha fazlasıydı. Gökyüzünün tanrısı bile denebilirdi ona. Ya da bir tanrı olamasa bile, bir kuş da değildi işte. Fazlasıydı. Çok daha fazlasıydı.

Ne yetişkin bir ejderha kadar büyük ne de yetişkin bir kartal kadar küçüktü. Görüntüsü de ne bir kartala, ne bir ejderhaya benzemiyordu. Onun adı Erokles’di.


***

“Bu da nedir?” diye sordu Joshua, masmavi gözbebekleri daha da büyümüş bir halde. Jordan vadisini Yuk dağına bağlayan patikanın üzerinde, ritmik bir hıza ulaşmış yürüyüşünü durdurarak, gökyüzünde süzülen garip yaratığa büyülenmiş bir halde bakakaldı. Siyah düz saçları, meltemin etkisiyle bir sağa bir sola savruluyordu. Ve genç oğlan, uzunca bir süre boyunca gökyüzündeki yaratıktan gözlerini alamadı. Hava çok sıcaktı. Beyaz bir atlet giyiyordu ve içinden gelse pantolonunu da çıkarıp vadinin yürüyerek geride bıraktığı bomboş, kurumuş ve neredeyse çöle dönecek olan toprağı üzerinde bırakıp yoluna devam edecekti. Fakat burası her ne kadar sakin ve bomboş görünse de, her an bir yabancı ile karşılaşabilirdi ve böyle bir durumda üzerinde sadece iç çamaşırları olması hiç de hoş olmazdı.

Havada süzülen şey, gözden kaybolana kadar ona öylece seyre dalan Joshua, sonunda yaratık Joshua’nın da tırmanmakta olduğu dağın ardında kaybolduğunda, kendine geldi. Ardından, yanındaki dostuna bakabildi. Görünen o ki, dostu da yaratığı tüm o süre boyunca izlemişti.

“Beos?” dedi Joshua. “Beos o da neydi? Atalarından biri mi yoksa?”

Beos kırmızı tüylerini kabartarak sahibine baktı. Hiçbir fikri olmadığını söylercesine kafasını sallayarak; güzel, tiz bir ses çıkardı. Tüm vücudu bir köpeğinkini andıran tüylerle kaplıydı, ama onunkiler kızıl renkteydi. Ayakları çok uzundu. Kuyruğu alevden yapılma uzun bir dokunaca benziyordu ve sinir bozucu derecede şirin bir yaratıktı. Yüzünde hep bir mutluluk ifadesi vardı. Üzüldüğünü pek görmezdiniz, ama üzüldüğünde yüzünün aldığı o ifade sizi o kadar etkileyebilirdi ki, ona herşeyden daha çok acıyabilirdiniz. Hafif çekik yanakları, neredeyse belli olmayacak kadar küçük bir burnu ve üzerindeki tüm kızıl renklerle büyük bir tezat oluşturan mavi gözleri vardı. O bir Beos’du. Boyu neredeyse On yedi yaşındaki sahibi kadardı ve inanılmaz bir varlıktı.

Joshua, kolundaki ince, kırmızı yara izine baktı. Yaptığı şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu bir kere daha hatırlayarak, Beos’a iyi davranması gerektiğini artık benimsemişti. Ama bunu anlayabilmesi için neredeyse kolundan oluyordu.

“Demek sen de bilmiyorsun, ha dostum?” dedi. “O halde yürümeye devam etmeliyiz. Varacağımız yere bir an önce varmak istiyorum.”

Aslında bilmiyordu ki, varacakları yer, şu an çıkmakta olduğu dağın ardındaydı. Suyu bitmişti, çok az ekmeği kalmıştı ve ekmek de küflüydü zaten. Öleceğine neredeyse emindi. Fakat yine de direniyordu. Şimdi vazgeçemezdi.

Güneşin yakıcılığı, Güneş tam tepeye ulaştığından artık sabredilemez bir boyuta varmıştı. Bir an geldi, cehenneme gittiğini bile düşündü Joshua. Ama dağın zirvesine ulaşıp, dağın ardını görmeden ölmek de istemiyordu. Belki dağın ardı, varması gereken yerdi. Belki de sonunda Jairi şehrine ulaşıyordu.

Her ne kadar başaramayacağını düşünmüşse de; Joshua zirveye ulaştı. Eğer Beos onu sırtında taşısaydı üç gün önce buraya varmış olurlardı. Ama her ne kadar Joshua Beos’a yalvarsa da; Beos Joshua’yı taşımamıştı. Ve burada söylemeyeceğim tüm diğer zorluklara rağmen, varacakları son zirveye vardılar sonunda. Az önce bir çölde olduğunu anımsayan Joshua, çöle hiç de benzemeyen bir yer görünce şok geçirmiş gibi oldu. Az ileride bir deniz, denizin gerisinde bir liman, limanın da gerisinde muazzam bir şehir. Binalar, çok büyük binalar, telefon kulübeleri, sokaklarda yürüyen insanlar, kafeler, yemekhaneler gördü. Ve daha da geride bir park…

Joshua başta tüm bunların bir serap olduğunu düşünmüşse de, Beos’un yüzündeki sevinci fark etmesiyle bunların gerçek olduğunu anladı. Her şey bitmişti! Ya da yeni mi başlıyordu? Bunu o da bilmiyordu. Ama hiçbir şey patikayı hızla inip şehre doğru koşmasına engel olamadı. O ve Beos, bilinmeyene doğru hızla yaklaşıyordu.

***

“Efendi Jao! Dışarıda sizi görmek isteyen biri var efendim! Tüm şehirde sizin adınızı sormuş. Guvadin şehrinden geliyormuş sanırım.”

Efendi Jao, Jairi şehrinin en iyi, tüm Dünya’nın ise en ünlü faraxlarındandı. Her yıl birkaç öğrenci kendisine yollanır, her yıl birkaç öğrenci ise tarafından mezun edilirdi. Tabi bu öğrencileri çalıştırması karşılığında ufak bir maaş alıyordu. Kahverengi kıvırcık saçları uzundu ve onları siyah bir maşa ile bağlar, varlıklarından da gurur duyardı. Ela renk gözleri, sivri bir yüzü ve zayıf bir bedeni vardı. En fazla kırklı yaşlarda gösteriyordu.

Öğrencileri ile sınıfta sohbet ettiği bir anda, kapı bile çalmadan içeri girip konuşmasını bölen son sınıf öğrencisi Cersar’a kötü bir bakış atan usta Jao, sakin bir sesle:

“Gördüğün gibi yeni gelen öğrencilerimle konuşuyorum; Cersar” dedi.

Cersar gözlüklü, aşırı kilolu olmasa da şişman denilebilecek bir tipti. Kısa saçları açık kahverengi hatta kumsala kaçan bir renkteydi ve gülüp eğlenmeyi çok severdi. İki senedir efendi Jao onu eğitiyordu ama buna rağmen okulun en berbat ‘farax’ adayı idi. Bu kez telaşlı bir hali vardı.

“Ama efendim!” diye itiraz etti Cersar. “yanında bir yavru Beos var!” hızlı konuşuyordu.

Efendi Jao, hala daha oldukça sakin görünüyordu. Elinde tuttuğu bir tomar kağıdı tahta masanın üzerine koyarak; kapı eşiğinde duran Cersar’a baktı.

“Şakaların artık can sıkıyor Cersar. Madem böyle bir şaka yapacaktın, destekli bir yaratık adı söyleseydin bari. Örneğin bir Ferini... Bilirsin Feriniler küçük yaratıklardır ve doğada sık sık bulunur. On senedir bana gönderilen hiçbir Farax’ın bir beosu yoktu.”

Farax, ‘yaratık eğitimcisi’ anlamına gelen bir kelimedir. Hemen hemen herkesin bir yaratığı bulunur, ama herkes Farax olmaz. Faraxlar, yaratıkları ile zihinsel olarak bağ kurabilir ve her yıl sadece birkaç genç öğrenci bu güce sahip olabilir. Bu güce sahip olanlar da, daha deneyimli faraxlar tarafından eğitilir. Bu gücün nereden geldiği ise bilinmemektedir.

“Doğruyu söylüyorum. Gelin ve gözlerinizle görün!” dedi Cersar.

Efendi Jao, tahta sandelyesinden kalktı. Zaten odada tahta bir sandalye, tahta bir masa ve yere oturup onu dinleyen bir gurup öğrenci dışında bir şey yoktu. Öğrencilerine döndü ve “burada bekleyin” dedi “hemen döneceğim.” Sonra Cersar’ın yanına gelerek elini onun omzuna attı ve “Beni ona götür” dedi. “On beş senelik eğitici hayatımda hiçbir öğrencime tokat atmadım, ama yalan söylüyorsan, bırak tokat atmayı, seni öldürürüm Cersar. Draghnit’imin seni pençeleri ile ezmesine izin veririm.”

***

Joshua uzun bir süredir dışarıda, Efendi Jao’yu bekliyordu. Şehre gelir gelmez ne yemek, ne su düşünmeden her tarafta onun adını sormuştu. Beosu gören çoğu insan, cevap bile vermeden kaçmış, sonunda farax olduğunu iddia eden şişman ve salak bir tip ona, onu Efendi Jao’ya götürebileceğini söylemişti. Joshua da ona inanmıştı tabi ki. Nede olsa bu şişman tipin yanında bir Gutranm vardı. Şimdi hata mı etti diye düşünüyordu.

İşte bu tip düşüncelere dalmışken, içeriden şişman oğlanın ve orta yaşlarda bir adamın çıktığını gördü. Adam kolunu şişman gencin omzuna dayamış, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Şişman oğlan, eliyle Joshua’yı gösterdi. Orta yaşlı adam kafasını oğlanın gösterdiği yere doğru döndü ve anında şok olmuş bir ifade ile duraksadı. Elini şişman oğlanın omzundan indirdi ve koşar adımlarla Joshua’ya doğru yaklaştı. Tam da Joshua’nın önünde durdu ve “Lanet olsun!” dedi. “Lanet olsun! Bu gerçekten de bir beos!”


53
FRP Arşivleri / Savaş Günlükleri
« : 16 Nisan 2011, 13:59:02 »
                                                          Savaş Günlükleri



                                                                 Tarihçe

Elfler, insanlar ve son olarak cüceler, yüzyıllardır birlikte uyum içinde yaşamışlardı. Ama bundan 250 yıl önce İnsanlar; cüce ve elflere karşı savaş açtılar. İnsan diyip geçmeyin, insanların bazıları normal insanlardan daha farklıydı. Bildiğimiz normal insanların dışında, fiziksel olarak normal insanlardan daha güçlü olan ‘savaşçılar’ adlı bir gurup ve büyü yapabildikleri için normal insanlardan daha güçlü olan ‘büyücüler’ adlı bir gurup vardır.

Elfler ve cüceler ile birlik olmayı reddedip, onlar üzerinde hakimiyet kurmayı amaçlayan İnsan kral IV. Harriot, bundan 250 yıl önce, Orkların da yardımını alarak cüce ve elfleri itaat edip hakimiyet altına almaya zorlama amacı neticesinde büyük savaşı başlattı. Fakat iki taraf da birbirleri üzerinde üstünlük sağlayamayınca, yeni bir plan uygulanmak zorunda kalındı. Yaşadıkları ülke Farriway; ‘doğu Farriway’, ‘batı Farriway’ ve ‘yeşil bölge’ olarak üçe ayrıldı. Doğu Farriway’de insan ve orklar, Batı Farriway’de cüce ve elfler yaşarken, Yeşil bölgede ise (ki oldukça küçük bir bölgedir) savaşı istemeyen herkes uyum içinde yaşamaktaydı. Fakat kral IV. Harriot’tan sonra gelen bazı insan kralları da, batı Farriway’i ve hatta Yeşil bölgeyi istila etme amacındaydılar. Bugün bile bu amaç hala sürmektedir. Yeşil bölgeyi Batı Farriway desteklemiş, Yeşil Bölge bunca yıldır Batı Farriway’in desteği ve koruması altında ayakta kalabilmiştir.

                                                               Hikayemiz

Hikayemiz Yeşil bölge’de başlıyor. 250 yıldır süre gelen savaşı artık sonlandırmak amacıyla bir araya gelen bir gurup, (1 cüce, 1 elf ve 3 insan) sonunda harekete geçerler. Peki ne kadar başarılı olacaklardır? Savaşı durdurmanın yolu nedir? Bunlar henüz bir sır tabi ki.

*** FRP, toplam 5 kişilik bir kadroya sahip olacaktır. (Maximum sayı. Daha fazlası kesinlikle olmaz) 1 kişi normal insan, 1 kişi büyücü, bir kişi savaşçı, 1 kişi elf, 1 kişi de cüce olacaklardır. İlk gelen rolü kapar.
*** FRP’ye katılmak isteyen arkadaşlarımız, az sonra vereceğim ırk özellikleri’ne göre karakter kartını doldurmalıdır. Oyuna devam edildikçe, ırk özellikleriniz gelişim gösterebilir.

Irk özellikleri

Elfler:

Can: 4
Zihinsel saldırı gücü : 3
Zihinsel savunma gücü: 3
Fiziksel saldırı gücü: 2
Fiziksel savunma gücü: 2

Cüceler:

Can: 4
Zihinsel saldırı gücü: 0 (Sabittir)
Zihinsel savunma gücü: 2
Fiziksel saldırı gücü: 4
Fiziksel savunma gücü: 4


İnsanlar:

Normal insanlar:

Can: 6
Zihinsel saldırı gücü: 0 (sabittir)
Zihinsel savunma gücü: 3
Fiziksel saldırı gücü: 2
Fiziksel savunma gücü: 3

Savaşçılar:

Can: 4
Zihinsel saldırı gücü: 0 (sabittir)
Zihinsel savunma gücü: 1
Fiziksel saldırı gücü: 5
Fiziksel savunma gücü: 4

Büyücüler:

Can: 4
Zihinsel saldırı gücü: 5
Zihinsel savunma gücü: 4
Fiziksel saldırı gücü: 0
Fiziksel savunma gücü: 1

* Her ırk toplamda 14 Irk puanıyla oyuna başlar.
* Zihinsel saldırı gücü: Büyü yapabilme kapasitesi, zihinsel savunma gücü: büyüye karşı savunmadır.
* Oyuna başlayan her oyuncunun karakterine göre farklı silah ve kalkanları olacaktır. Her oyuncu düşük seviye silah/kalkanlar ile oyuna başlar. Oyun ilerledikçe yeni silah ve kalkanlar oyunda kendisine verilir. Silahlar ve kalkanlar şunlardır:

Silahlar

Yay ve oklar: Elf ve normal insanlar için uygundur. Uzaktan saldırılarda önemli bir etkiye sahiptir.

1)Ateş yayı: +5 fiziksel saldırı gücü. Düşük seviye bir yaydır.
2)Su yayı: +7 fiziksel saldırı gücü. Orta seviye bir yaydır.
3)Ölümcül yay: +10 fiziksel saldırı gücü. Yüksek seviye bir yaydır.
4)Katliam yayı: +15 fiziksel saldırı gücü. Çok nadir bulunan, oldukça güçlü bir yaydır.
5)Normal ok: +2 fiziksel saldırı gücü. Düşük seviye ok.
6)Ölümcül ok: +4 fiziksel saldırı gücü. Yüksek seviye ok.
7)Katliam oku: +7 fiziksel saldırı gücü. Sihirli bir ok olduğu düşünülür. İnanılmaz bir zarar verme mekanizması vardır. Bu ok ile vurulan birinin yaraları, ancak merhamet suyu ile iyileştirilebilir.

Kılıçlar: Tüm ırklar tarafından kullanılır.

1)Su kılıcı: +10 fizikselsaldırı gücü. Düşük seviye kılıç.
2)Ölüm kılıcı: +13 fiziksel saldırı gücü. Orta seviye kılıç.
3)Katliam kılıcı: +16 fiziksel saldırı gücü. Yüksek seviye kılıç.
4)İşkence kılıcı: +25 fiziksel saldırı gücü. Çok nadir bulunan bir kılıçtır. Tarihçesi pek bilinmez.

Asalar Elf ve Büyücüler tarafından kullanılır.

1)İlüzyon asası: +8 zihinsel saldırı gücü, +3 zihinsel savunma gücü. Düşük seviye asa
2)Paranormal asa: +5 zihinsel saldırı gücü, +6 zihinsel savunma gücü. Düşük seviye asa.
3)Lanetli asa: +10 zihinsel saldırı gücü, +5 zihinsel savunma gücü. Orta seviye asa.
4)Kızıl asa: +7 zihinsel saldırı gücü, +9 zihinsel savunma gücü. Orta seviye asa.
5)Katliam asası: +13 zihinsel saldırı gücü, +7 zihinsel savunma gücü. Yüksek seviye asa.
6)Siyah asa: +9 zihinsel saldırı gücü, +11 zihinsel savunma gücü. Yüksek seviye asa.
7)Kırmızı katliam asası: +20 zihinsel saldırı gücü, +15 zihinsel savunma gücü. Çok nadir bulunan mükemmel bir asadır.

Baltalar: Savaşçılar ve Cüceler için uygundur.

1)Yıpranmış balta: +10 fiziksel saldırı gücü. yavaş bir silahtır. Düşük seviye silah.
2)Paslı balta: +13 fiziksel saldırı gücü. yavaştır. Orta seviye balta
3)Siyah balta: +15 fiziksel saldırı gücü. Normal hızdadır. Yüksek seviye balta
4)Kırmızı balta: +20 fiziksel saldırı gücü. Hızlı bir baltadır. Çok nadir bulunur. Hızının kaynağı bulunamamıştır. Öyleki bir kılıçtan bile hızlı ataklar yapılabilir

Kalkanlar

Elfler ve büyücüler dışında her karakter tarafından kullanılabilir. 3 kalkan vardır:

1)Altıgen kalkan: +5 fiziksel savunma gücü. Düşük seviye kalkan
2)Siyah kalkan: +8 fiziksel savunma gücü. Orta seviye kalkan.
3)Altın kalkan: +10 fiziksel savunma gücü. Yüksek seviye kalkan.

Not: Oyun ilerledikçe farklı kalkan ve silahlar oyuna eklenebilir. Oyuna başlayan Irklar aşağıdaki silahlara sahip olacaktır:

1)Elfler: 1 adet su kılıcı veya 20 adet normal ok + 1 adet ateş yayı. Karakter kartınızda hangisini istediğinizi belirtiniz.
2)Büyücüler: 1 adet ilüzyon asası veya 1 adet paranormal asa. Karakter kartınızda hangisini istediğinizi belirtiniz
3)Cüceler: 1 adet paslı balta veya 1 adet yıpranmış balta + altıgen kalkan. Karakter kartında belirtiniz.
4)Savaşçılar: 1 adet paslı balta + altıgen kalkan veya 1 adet su kılıcı + altıgen kalkan. Karakter kartında belirtiniz.
5)Normal insanlar: 1 adet su kılıcı + altıgen kalkan veya 1 adet ateş yayı + 25 normal ok

Karakter kartı:

İsim:*
Soyisim:*
Yaş:* (16 üzeri bir yaş olması gerekmektedir)
Irk:*
Başlangıç bölgesi: Yeşil bölge, Verai şehri (sabittir)
Özgeçmiş:*
Fiziksel özellik:*
Zihinsel özellik:*
Ekstra:
Zorluk:*
Silah:*

* Yanında ‘*’ olanların doldurulması zorunludur.

Zorluk seviyesi: Her oyuncunun kolay, orta, zor ve çok zor şeklinde zorluk seviyesini belirtmesi gerekmektedir.

Notlar:

1)  Oyuncuların aynı yaşlarda olması, FRPnin gidişatı açısından önemlidir. Tercihen aynı yaşlarda olunması rica olunur.
2)  Oyuna ne kadar yüksek bir yaşta başlarsanız, FRP ilerledikçe kazanacağınız ırk puanı o kadar düşük, bilgi seviyesi o kadar fazladır. Örnak: 50 yaşında bir cücenin fiziksel gücünün artması, 20 yaşında bir cücenin fiziksel gücünün artmasına göre daha az bir orana sahiptir.
3)  FRP, 5 kişilik oyuncu kadromuz dolduktan sonra, kendilerine ve bana en uygun zaman kararlaştırılıp, haftada bir devam edilecektir.
4)  Zorluk seviyeniz ne kadar zor ise, her oyunun sonunda alacağınız Irk puanı o kadar fazla olur.
5)  Karakter kartınız oyundaki kişiliğinizi yansıtmalıdır. Karakter kartları oyundaki gelişmeleri doğrudan etkileyecektir.

Oyuncu Kadromuz

Kran stoman - Cüce - KoyuBeyaz

Zrillaon Leovrael - büyücü - Vega

Zama Kafaeden - elf - Wanderer

Lyzer Talius - savaşçı - Fizban

Soleir Telrunya - insan - SoulSucker


Spoiler: Göster
Birçok FRP tecrübesi edinmeme rağmen, ilk kez DMlik yapmaktayım. Dolayısı ile umarım oyun sırasında acemi bir DM olmam. :D Ayrıca zar sistemine de karşıyım. Aldığım bazı notlar ile zar sistemi uygulamadan oyunu oynatmayı düşünmekteyim. Böylece sizi fazla sınırlamamayı planlıyorum.




54
Düşler Limanı / Bir katilden Günlükler
« : 13 Nisan 2011, 15:23:40 »
                                                          Bir katilden Günlükler

“Yaşarken öldürdüklerim, ölünce beni yaşatacaklar mı?”

Veronica on dokuz yaşında bir kızdı. Ailesiyle bir problemi vardı sanıyordum. Ama sonradan işin aslını öğrenecektim.

Şişman bir kızdı. Üniversiteye yeni başlamış, zeka seviyesi yüksek bir karakterdi. Ya da bana öyle gelmişti, bilmiyorum. Sarı bir mont ve mavi bir kot pantolon giydiği gün, ölüme hazır gibiydi. En güzel ayakkabılarını giymiş, en güzel takılarını vücudunun her yerine zarifce takmıştı. Onu gözetlediğim iki buçuk aydır, onu ilk kez bu kadar güzel görmüştüm. Belli ki heyecanlı bir buluşma yaşayacaktı. Ama hayır. Buna fırsat vermedim. O buluşma hiç olmadı.

Hammingway caddesinde kızı vurdum…

Üç numaralı tabancamı kullandım. Tenhaydı, kimse yoktu ve ben kızı vurdum. Vurmaya artık alışmıştım. Sorun değildi. Ama kurbanlarımın o öldürücü darbeyi aldıktan sonra yüzlerinde gördüğüm o hüzüne bir türlü alışamadım. Sanki daha yaşamak istediği çok şeyleri varmış, bir şey yarım kalmış gibi bakıyorlar. Öldürdüğüm hiçbir yüzü unutmadım. Hiçbir zaman…

Hiçbir şey olmamış gibi sırtımı dönüp uzaklaşmaya başladığımda ve gözden kaybolduğumda, bir gurup çığlık duydum ama her şey için çok geçti. Daha önceki her olay gibi, bu da esrarlı bir biçimde katili bulunamadan kalacaktı.

Peki neden? Neden o kızı vurmuştum? Çünkü ailesi ile problemleri vardı ve ölmek istiyordu. Onun günahını ben çaldım. Oysa yenile öğrendiğime göre, kızın sorunu ailesiyle problemleri değilmiş. Onun problemi, problem yaşayacak bir ailesi olmamasıymış.

Ölmek istediğini biliyordum, arkadaşlarına ölmek istediğini söylerken onu duymuştum. Fakat öldükten sonra onun yüzünde yaşama isteğini simgeleyen bir bakış vardı. O gün buluşacak olduğu kişi, onun için yeni bir yaşama sebebiydi. Tüh. Boşuna öldürdüm kızı.

Ona iyilik yapmak istemiştim. Ama olmadı. Acaba bu öteki dünyada beni affedebilmesi için bir sebep mi? Ben olsam kendimi affetmezdim. Ama sadece ona yardım etmek istedim…

***

James küçük bir çocuktu. Onun bir annesi yoktu. Evet, bu kabul edilebilir bir durum. Ama onun bir babası da yoktu. Bu da kabul edilebilir bir durum. Fakat her ikisi de olmayınca, bu durum kabul edilemez oluyor.

Çocuk sadist yetişiyordu. Onu gözetliyordum. Bulduğu her böceği eziyor, bulduğu her ota zarar veriyor, her şeyi mahvediyordu. İlerde bir katil de olurdu bu çocuk. Yooo hayır, benim olduğum gibi biri olursa, benim gördüğüm gibi ömrünün sonuna kadar o cesetleri rüyasında görürdü ve asla uyuyamazdı. Uykusuzluk o kadar kötü bir şey ki…

Onun katil olmasını engellemeliydim. Ve bunun tek bir yolu vardı.

Kaldığı yurdundaki bahçede oturmuş bir şeylerle uğraşırken, ona 7 numaralı tabancam ile ateş ettim. Çocuk anlamsız bir ifade ile ses çıkaramadan öylece yere düştü. Yüzünde bir mutluluk vardı çocuğun. Annesine ve babasına kavuşmanın sevincini yaşıyor olmalıydı.

‘Harikayım!’ dedim. ‘İlk kez elime yüzüme bulaştırmadım!’

Lakin tam o sırada çocuğun yerde otururken uğraştığı şeyi gördüm. Dün söktüğü çiçeği yeniden ekmeye çalışıyordu. Onun arkasında durduğum için görememiştim. Demek ki zarar verdiği için pişmandı, ya da çocuk aklıyla çiçeğin yerini beğenmemiş ve değiştirmek istemişti. O böcekleri çiçeğe zarar veriyor diye mi öldürüyordu yoksa? Bu çocuk o otları çiçeği ferahlatmak için mi kesiyordu? Bu çocuğun tek dostu o çiçek miydi?

Çocuğun yüzüne bir daha baktım. Mutluydu, çünkü çiçeğine bir şey olmamıştı… Mutluydu, çünkü o çiçek hala yaşıyordu…

Şimdi anlıyordum. Burada hastalıklı tek insan bendim. Öldükten sonra James’in yüzündeki mutluluk, beni Veronica’nın yüzündeki mutsuzluktan da fazla sarsmıştı. Geldiğim gibi tellerden atlayarak gittim.

***

Aidan, her zamanki gibi barda oturmuş, çocuklarını, torunlarını ve ölen karısını düşünüyordu. Artık her şey için çok yaşlı ve güçsüz hissediyordu. Kendini yalnız hissedip acı çekiyordu ama yılmadan yaşamak istiyordu. Ve ben buna bir son verecektim.

Bardan çıktığında onu evine kadar takip ettim. Gecenin bir yarısıydı ve başım ağrıyordu. Ama bu gece de acı çekmesine izin veremezdim. Kendisini artık arayıp sormayan bir ailesi olduğu için yalnızlıktan resmen işkence çekiyordu.

İçeri girdi. Işık yandı ve çok geçmeden söndü. Ve benim sıramdı. Cebimden bir kara maşa çıkardım ve onu deneyimli bir biçimde kapı deliğine sokarak kapıyı açmayı başardım. İçeri girdim ve ışığı açtım. Sakince ihtiyarı aradım. Onu yatak odasında pijamalarını giymiş yataktan fırlamış ve korkudan tir tir titrerken bulduğumda, bir ihtiyarın istediğinde ne kadar korkak görünebileceğini anlamıştım.

Kendisine ‘neden?’ diye sormaya fırsat tanımadan 2 numaralı tabancamla onu vurdum. Yere yıkıldı fakat hala can çekişiyordu. Kurşun kalbini teyet geçmiş olmalıydı.

Sonra bir köpek odaya girdi. Ben yokmuşum gibi yanımdan geçip yerde yatan kurbanımın yanına geldi ve onu kokladı. Büyük bir köpekti, asil bir dost gibiydi.

“Lucy?” dedi ihtiyar. “Ah güzel kızım. Sakın ben yokken yaramazlık yapma olur mu?”

Ve ihtiyar sonsuz bir uykuya daldı.

Köpek işte o anda ağlamaya başladı. Köpek ağlıyordu! Bir köpeği ilk kez bu denli içten ağlarken buldum. Tabancamı köpeğe yönelttim ve ağlamasını sonsuza dek susturacak ritmik hareketi yaptım. Tetiği çektim.

Bu ihtiyar, meğer o kadar da yalnız değilmiş. Meğer bu ihtiyar, o kadar da acı çekmiyormuş.

55
Düşler Limanı / Konuşma
« : 13 Nisan 2011, 01:16:31 »
                                                          Konuşma

*Benzer bir şey başımdan geçmişti. Yazıya dökmek istedim.

   -Sana konuşuyorum seni yarım akıllı! Beni dinleyeceksin! Sana konuşurken yüzüme bak. Sana kaç kere aynı şeyleri söyleyeceğim? Ha? Daha kaç kez? Bir de utanmadan sigaranı yakmış karşımda her şey normalmiş gibi oturuyorsun. Sen maç dışında bir şey bilmez misin? Tüm gün o aptal karyola üzerinde ayak ayak üzerine atarak kalp krizi riski olan maç seyretme işini yapıyorsun. Biraz daha uygar ol. Senin bir çocuğun var. Onunla ilgilen.
   Tüm gün canla başla çalışıyorum. Üstüne üstlük eve gelip sizlere yapabileceğim en iyi yemekleri yapmaya çalışıyorum ama sizi yemek masasına getirmek apayrı bir sorun oluyor her defasında. Her şeyi denedim. Neden yaptıklarıma saygı göstermeye çalışmıyorsun? Bana neden biraz olsun yardım etmiyorsun?
   İlk tanıştığımızda ne kadar da iyiydin. Birlikte lunaparka gittiğimiz o lise yıllarını ne çabuk unuttun? Keşke seninle evlenmeseymişim. Şu hale bak. Oduna döndün oduna! Bana mezun olduğumuz gün aldığın çiçekleri hatırlıyor musun? Çok mutlu olmuştum. Oysa şimdi romantiklikten eser kalmamış sende!
   Geçen gün kız kardeşimin doğum günüydü; sen de biliyorsun. Ama aptal Galatasaray maçın yüzünden bir yere gidemedik. Oysa o bizim her bir şeyimize koşturuyor. Kolumu kırdığımda bile o benimle daha çok ilgilendi senin ilgilendiğinden. Hiç bir mecburiyeti olmamasına rağmen size yemek yaptı. Sizinle ilgilendi. Yaptığı iyiliklerin karşılığı bu muydu?
   Annem kaçıncıdır telefonda arıyor. Kaç haftadır onları ziyarete gitmemişiz. Ama sen kendi annenin bir dediğini iki etmiyorsun! Ona harcadığın paranın yarısını ailemize harcasan şimdiye lüks bir villamız olurdu. Ne yaptığını sanıyorsun sen? Kadın öldü ölecek! Parayı çöpe atmak dışında bir şey yapmıyorsun.
   Bir de bu araba değiştirme huyun canımı sıkıyor. Nedir bu araba sevdan? Her gün başka bir ikinci el araba ile geliyorsun. Araba galerisine harcadığın paraları biriktirseydin ya? Kendimize birinci el son model mercedes alırdık. Hadi onu geçtim, Uyduda futbol kanalını açtırman ne kadar saçma! Her ay boşu boşuna fazladan 49tl veriyoruz.
   Bu gereksiz harcamaların ve Futbol sevdan yüzünden ailemiz saçma bir duruma geldi. Hiç aileni düşünmüyorsun. Varsa yoksa hep kendin! Biraz da bizim için bir şeyler yap be adam! Her cumartesi akşamı arkadaşlarınla meyhaneye gidiyorsun. Eve geldiğinde alkolden leş gibi kokuyor oluyorsun. Ben bir şey diyor muyum? Yoo... Ama ben kadınlar matinesine gitmek isteyince dünyanın lafını ediyorsun. Bir haftasonu tatilinde de bizi o süper araban ile gezmeye çıkartsan olmaz mı sanki?
   Bak hala maç seyrediyor! Sen beni kalpten öldürecek misin? Söylediklerim bir kulağından girip bir kulağından çıkıyor. Bana hak versen olmaz sanki! Hiç dinlemiyorsun ki!...

   -Oley be! Goooooooooooooooooooooool!!!!!!!!!!!!! Aslan Galatasaray!!!

   -...

56
Düşler Limanı / 3 Satır Acı
« : 11 Nisan 2011, 19:23:25 »

                                                              --------

İnanmadığımı söylemeyin asla. İnanıyorum. Umutlarım var. Ama daha fazla umut etmek istemediğim ise bir gerçek. Ben umutlarıma inandıkça, onlar benim varlığımı yoksaymaya devam ediyorlar. Ve beni kahreden şey şu; o umutlar, bir gün ben yaşlandığımda hala daha var olurlarsa, umut etmek için harcadığım zamanı, hayallerimi gerçekleştirmeye çalışmadığım için kaybettiğimden üzüleceğim. Kolayı seçiyorum hep. Hep, umut etmeyi düşünüyorum. Oysa umut saçmalık, sadece zaman kaybı. Olmasını istediklerimi, kendim gerçekleştireceğim, umutlarım değil. Eğer umutlar bizden daha iyi bir iş başarsaydı,  bugün hala aynı şeyi ümit eder miydim?

***

Yıllar geçti, yaşananlar değişti, ama bir şey hep aynı kaldı. Aynı kalan şey bir eksiklik duygusu aslında. Bir yanım hep boş kaldı. Herkesin eninde sonunda tattığı duyguyu, ben kendimi bildim bileli tanıyorum. Eksiklik… Eksik olan şey… Hep eksik olmuş olan şey…

Sevgi eksik kaldı.
‘Aile huzuru’ duygum eksik kaldı.
Espri anlayışım eksik kaldı.
Bir dost eli eksik kaldı.
Bir anne yüreği ve bir sevgilinin elleri;
Eksik kaldı…

***

Hata yapmamak için o kadar caba sarf ediyorum ki; insanlara kendimi ifade edemiyorum. Bir gurup beni yanlış anlayan insan ve bir gurup beni kendinden dışlayan insan gurubuyla onca yıllarımı harcadım, fakat bir şey asla değişmedi. Hep yalnızdım. Etrafınızda insanlar varsa, sizi dışladıkları zaman, kendinizle baş başa kaldığınızdan da yalnız hissediyorsunuz. Oysa onlara verdiğim sevgimin karşılığı kendimi yalnız hissetmem midir? Adalet yargısıyla yaşayan bir tek insan bile yok mudur? Hayır, adalet için uğraşanlar var. Ama onların adaleti ne kadar adildir?

***

Hani bazen rüya görürüz, aklımızdadır, fakat gün içinde aklımızdan çıkar, çok uğraşırız bir türlü hatırlanmaz… Rüyaların değerini onları unuttuğumuzda anlıyoruz. Aslında mükemmel bir hiçlik duygusu içinde yalnızlığı kendinizle paylaşmak daha iyidir, yalnız olduğumuzu anlamayan bir gurup insanla yalnızlığınızı paylaşmaya çalıştığınızdan. Yine de yaşamak. Sadece yaşamak. Esaret altında bırakılmak, her gün istediğim yemeği yeme toleransında bulunsalar bile, Özgürlüğümle açlıktan ölme içgüdümü alt edemez. Hastalıklı içgüdülere sahip olabiliriz – Sex gibi. Ama sizi mutlu eden bir içgüdüden korkmak yersizdir oysa… Hadi beni aç bıraksınlar…

57
Mitolojiler / Herakles'in Görevi - Karberos
« : 09 Nisan 2011, 16:05:40 »
                                               Herakles'in 12. Görevi - Karberos

Herakles'in onikinci ve son görevi, Hades'in krallığını yaptığı ölüler diyarının bekçi köpeği olan Kerberus'u Atina'ya getirmekti.Görevi aldıktan sonra, diğer tarafa geçmek için Eleusis'tan yardım ve bilgi alan Herakles, Tanareum bölgesinde ölüler diyarına geçiş yapabileceği girişi bulur. Athena ve Hermes'in yardımı ile girişten geçen ve Charon'u da yine Hermes'in yardımı ile geride bırakan Herakles Kerberus ararken, Ölüler diyarında Hades tarafından zincirlenen Thesus'u sihirli kelepçelerinden güç de olsa kurtarır.

Hades ve Persephone'nin karşısına çıkıp durumunu anlatan Herakles, onların onayını alarak Kerberus'u geri getirmek üzere izin alır. Kerberus'un karşısına çıkıp, güreşte onu yenmeyi başaran Herakles, Kerberus'u yeraltı dünyasından çıkararak Atina'ya; Eurystheus'un karşısına çıkarır. Korkudan nereye saklanacağını bilemeyen Eurystheus, yakınında bulunan büyük bir amfora'nın içerisine saklanır. Herakles'in Kerberus'u yeryüzüne çıkardıktan sonra,etrafa saçılan zehirli salyasından dünya üzerindeki ilk zehirli bitkiler oluşmuş ve buradan yayılarak diğer ülke ve topraklarda da yetişmeye başlamıştır.

                                                           Karberos

Yunan mitolojisinde, Hades'in yönettiği, ölülerin bulunduğu yeraltının kapısında bekçilik yapan üç başlı köpek (Hesiode'a göre 50, Horace'a göre ise 100 başı vardı). Kuyruğu bir yılan olan ve sırtında sayısız yılanbaşı bulunan , ısırıkları zehirli bu köpek Herakles'ün 12 görevi arasında yer alır. Kerberos Yunanca 'çukur (çok derinlerdeki, şeytani çukur) iblisi' demektir. Yarı kadın yarı yılan Ekhidna ile dev Typhon'un oğlu olan Kerberos'un kardeşi Orthros 'tur. Dev zincirlerle bağlı olan bu köpeğin görevi yer altına giren ölülerin tekrar yeryüzüne çıkmalarını önlemektir. Sadece beş kere yenilmiştir:

*Son görevi Kerberos'u yakalamak olan Herakles tarafından yakalanarak.,

*Müzik yeteneğini kullanan Orpheus tarafından uyutularak,

*Lethe ırmağındaki su yardımıyla Hermes tarafından uyutularak,

*Roma mitolojisinde, ilaçlı keklerle Aineias tarafından uyutularak,

*Yine bir Roma masalında, ilaçlı keklerle Psykhe tarafından uyutularak.

Kerberos özellikle kapıların, eşiklerin ve sınırların bekçisi olmanın arketipi olmuştur. Orta Çağdan günümüze kurgu yapıtlarda sıkça bu özelliğiyle yer almıştır (Dante'nin İlahi Komedya'sında ve Fluffy olarak J. K. Rowling'in Harry Potter ve Felsefe Taşı adlı kitabında.) Ayrıca günümüzde güvenlik ve savaş alanında da kullanılmaktadır (MIT tarafından geliştirilen Kerberos protokolü gibi.)

Buradan alıntıdır

58
Liman Kütüphanesi / Sokrates'in Savunması - Eflatun
« : 28 Mart 2011, 22:04:42 »
                                                          

   Eskiden okullar yoktu. Eskiden kahvehanelere benzer yerlerde çocuklar toplanır, filozoflar çocuklara ders verirlerdi. Tabi ki 3000 yıl öncesinden bahsediyorum. Bu filozofların çoğu Sofistlerdir. Hiçbir şeyin belirli bir şey olamayacağı ve mutlak bir varlık aramanın anlamsız olduğunu öne süren bu sofistlere karşıt olan Sokrates, akılcılığı seçmiş ve çocuklara bunu öğretmeye çabalamıştır.

   Nitekim öğrencilerine "Ay bir Tanrı değildir, bir toprak parçasıdır. Güneş de bir Tanrı değil, ateş parçasıdır." diyen Sokrates, dinsiz olduğu ileri sürülerek Yunan mitolojisini sarsan bu görüşler yüzünden idama mahkum edilir.

   Sokrates'e idam kararı bildirildikten sonra, kendisine bir avukat tutması söylenir. Ancak Sokrates bunu reddederek "Beni kimse benden daha iyi savunamaz. Beni bir avukat savunsa da, savunmasa da idam edileceğim. En azından mahkeme günü kendimi savunayım da son sözlerimi söyleyerek aranızdan ayrılayım" der.

   Gün gelir çatar ve Sokrates yargılanmak üzere mahkemeye çıkartılır. İdam edileceğini bile bile görüşlerini savunmaya devam eden Sokrates, ünlü İroni metodu ile mahkemeyi sözleriyle yerle bir eder, savunmasını yapar, fakat yine de dinsiz kabul edilerek idam edilir. Zehir içerek idam edilmeyi tercih eden Sokrates'in, işte o mahkemede yaptığı savunması anlatılıyor kitapta. Kitabı yazan ise, Sokrates'in öğrencisi Platon(Eflatun)dur.

   Kesinlikle okunması gereken bir Felsefe klasiği.

59
Şişedeki Mısralar / Bu Rıhtım Acımasız
« : 26 Mart 2011, 20:06:28 »
        Bu Rıhtım Acımasız.

Bu rıhtım acımasız.
Acımasız yollar, acımasız sokaklar,
Caddeler acımasız.

Dışlanıyor haykırışlarım,
Dışlanıyor inanmak isteyip de inanamadığım güzellikler,
Bu Dünya acımasız.

Çöle gidersin sıcaktır.
Kutuplar dondurur adamı.
Avrupa’da kundaklanan evler.
Japonya’da atom bombaları.
Amerikan donanması ve Irak bir yangın mabedi!
Dışlanıyor Afrika’daki aç insanlar;
Bir vaha kuruyor; Tükeniyor evrimleşmiş insan türleri.
Olmayan Tanrı’ya olmayan ağıtlar yaktım;
Yıkılıyor İki aşığın evi;
Ve haykırıyor 3 yaşında bir çocuk evinin güzel bahçesini!
Bir çocuk ölüyor içimde;
Çocukluğumu öldüren Yunan askerleri!
Kendi halkımın bana duyduğu sorgusuz nefret öldürüyor beni;
Birbirimize düşman olmuşsak Toplum olmak bunun neresinde?

İspanyol donanması kuşatmış Amerika’yı 500 yıl önce;
Şimdi Dünya bir Amerikan donanması;
Acımasız Güneş;
Acımasız Ay;
Acımasız Evren’de acımasız insanlar var.

Ya şu Türk’lere ne demeli?
Yobazlık ile gelişmiş bir salgın hastalık.
Önce 24 saat namaz kılarlar;
Sonra Çocuk kaçırıp Cennet’te olmayı umarlar.
Ey halkım, Cehalet acımasız;
Acımasız Adamlar; dört kadınla evleniyor;
Acımasız Anadolu toprakları.

Peki Rus’lar?
Önce savaşır insan katlederler.
Sonra imzalarlar bir anlaşma gözüne dost gözükürler.
Bir asır sonra yine düşman kesilirler.
İki yüzlülük acımasız.
Dünya’mda insan manzaraları.

Japon’lar bakmazlar boylarına poslarına;
Üç yüz elli bin kilometre kare neyine yetmemiş de toprak için savaşa girersin?
Sonucunu gördük, radyasyon ve Kuru bir toprak;
Bombalar acımasız;
Savaş acımasız.

Amerika’ya sözüm yoktur, adamlar büyük;
Hiç suç işlemediklerinden sağa sola emir verme hakkını tutarlar kendilerinde.
Peki Birkaç milyon dolar için Küçük bir İslam ülkesini bombalayan kimlerdir?

Ey Napolyon; para para derdin;
Ölümün hoş oldu, güzel oldu;
Nerde kaldı hayallerin?
Dünya’yı köle mi sandın?
Katliamlar acımasız.
Silahlar acımasız.

Hitler, Almanya seninle gurur duyuyor.
E bravo halkını reklam ettin Bir asırdır;
Bir Yahudi anneni dışlamış diye kurduğun gaz odaların ve İnsan fırınlarını gördük;
Kaldıramadın mı bu yükü de intihar edersin?
Ölümler acımasız.
İntiharlar acımasız.

Ey Dünya insanları;
Kıyamet gününden korkarak filmler, başyapıtlar yarattınız,
Olmayan Tanrı’ya suç atmayın;
Toplu Katliamları siz yaptınız.
Kıyamet’i siz getirdiniz;
Tanrılar acımasız,
İnsanlar onlardan da acımasız.

Acımasızlık acımasız…

60
Şişedeki Mısralar / Tüm şiirlerim
« : 17 Mart 2011, 17:55:26 »
  Tüm şiirlerimi bu başlık altında toplamaya karar verdim artık. Böylece hem daha düzenli olur hem de daha hoş durur. Çok söze gerek yok; Şiirler konuşsun.

Sayfa: 1 2 3 [4] 5 6