Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - okurgezer

Sayfa: 1 [2] 3
16
Televizyon / Ynt: Doctor Who
« : 10 Ocak 2012, 11:35:03 »
Adını o kadar çok duydum ki, bilim kurgu olayını bir türlü sevemediğim halde izlemeye başlayacağım galiba. Bu kadar övüldüğüne göre vardır bir numarası :)

17
Kurgu İskelesi / Kaçak
« : 09 Ocak 2012, 21:55:45 »
Şimdiye kadar hiç denemediğim bir tür deniyorum şu anda. Hep fantastik türe yakın yazarken biraz bilim kurgu, biraz fantastik kurgu, tuhaf, melez bir şeyler çıktı sanırım ortaya.  Henüz tamamlamadığım öykünün küçük bir kısmını paylaşmak istedim. Devam edip etmemek konusunda kararsızım, o yüzden düşüncelerinizi bekliyorum arkadaşlar. Sevgiler, saygılar.
ha tabi bu arada,
sürç-i lisan etmişsek affola... :)

***

Şimdiye kadar alışmış olmam gerekirdi değil mi? Ne zaman şu kapalı kapılardan birine yaklaşacak olsam birden dinen seslere ve hemen ardından uğuldayan fısıltılara alışmış olmam gerekirdi. Senelerdir yollardaydım ne de olsa. İlk defa terk edilmiş bir köydeki ıssız sokağa gelmiyordum. İlk defa ceketimin iç tarafında asılı duran tılsıma sıkı sıkıya tutunup elimdeki külüstür altıpatların horozunu kurduktan sonra içimden duaları tekrar ederek karanlığa dalmıyordum.

Sahi kaç senedir kaçıyordum peşimdekilerden?

Babamın elime babasından kalma silahı tutuşturup eski kömür madenine saklanmamı tembihlediği gece on dört yaşına yeni basmış ufacık bir kız çocuğuydum henüz.  Savaş bu kadar yayılmamıştı. Yedi bölgenin yalnız bir tanesi Birlik askerlerinin elindeydi. Geri kalan altı tanesinde küçük ayaklanmalardan başka huzursuzluk yoktu. Daha on dört yaşındaydım. Şimdi kırk iki olduğuma göre. Matematiğim her zaman kötü olmuştur zaten... Sanırım yirmi sekiz. Yirmi sekiz senedir yollardaydım. Vay canına. Yirmi sekiz sene!

Yirmi sekiz sene önceki hayatımı hatırlamak sandığım kadar zor gelmiyordu son zamanlarda. Uçsuz bucaksız ormanlara ya da önümde uzanıp giden sahipsiz yollara bakarken birden kendimi çocukluğumda buluveriyordum. Henüz ölümün ne demek olduğunu bilmeyen, kötülüğü ancak hikayelerde duyan ve o hikayelerin gerçek olduklarına inanmayan küçük bir kız oluyordum yeniden.

Hatta neredeyse annemin beni ismimle çağırdığını duyuyordum. Oysa uzun senelerdir gerçek adımı kimsenin ağzından duymadım. ‘Tomurcuk’  diye severdi annem beni. Babam adımın eski lisandaki anlamını açıklardı sık sık. Çiçeklerin açmadan hemen önceki narin, güzel halleri anlamına geldiğinden bahsederdi.  Ben çiçek ya da tomurcuk kelimelerinin işaret ettikleri nesnelerin neye benzediklerini bilmiyordum.

Duyduğuma göre son yetmiş senedir tek çiçek açmamıştı kıta üzerinde. Her şeyin kısırlaşmaya başlamasından çok önce çiçekler de açmayı bırakmışlardı.  Çiçek denen şeyin ne anlama geldiğini bilmesem de söylediğim zaman dilimde bıraktığı hissi seviyordum. Güzel günleri hatırlatıyordu bana.

Ne zaman ismimi ve ismimin annemin dilindeki tınısını hatırlasam hala çocukmuşum gibi hissediyordum. Sanki elimin altında ufalanan toprağın çürümüş kokusu birden değişecekmiş de ben kendimi yeniden evimin önündeki o kusursuz yaz bahçesinde, küçük salıncakta uyuyakalmış olarak bulacakmışım gibi geliyordu. Oysa kendimi toparladığım zaman aynı yerde, evimden ve anne babamın yattığı mezarlıktan çok uzaklarda olduğumu görüyordum.  Üzerimde yılların eziyetiyle lime lime olmuş yeşil parkam ve tabanları aşınmış botlarımla, sırtımda asılı duran tüfeğin ya da belimde sallanan tabancanın ağırlığını hissetmeden yolları adımlamaya devam ediyordum.

En çok öyle zamanlarda sorguluyordum yaşadığım hayatı. Yirmi sekiz senenin tamamını kadınlığımdan uzak yaşamış olduğum dank ediyordu kafama. Asla anne olamayacağım, kucağımda uyuyakalan bebeğime ninniler söyleyemeyeceğim gerçeğiyle burun buruna geliyordum. Önümde uzanıp giden şu çorak topraklar gibiydim ben de. Erkek olsaydım çocuk sahibi olamama fikri bu kadar sarsar mıydı yine diye merak ediyordum bazen. Gerçi kadın ve erkeğin farkının kalmadığı zamanlarda yaşıyorduk artık. Şimdilerde insanların üstlenmesi gereken rollerin isimleri anne, baba ya da sevgili değildi. Artık üstlenilmesi gereken sadece iki rol vardı, birini seçip oynamak zorundaydın. Ya av olacaktın ya da avcı.

Önümde duran ahşap kapıyı aralar aralamaz yüzüme vuran terk edilmişlik kokusuyla aklımı oyalayan bütün bu düşünceleri defettim.  Şimdi önemli olan tek şey önümdeki kapının ardında beni bekleyen odaydı.  Gözlerimi karanlığa alıştırabilmek için hemen içeri girmedim.  Avucumun içinde kaybolmuş mavi tılsım taşının herhangi bir tepki vermesini bekleyerek birkaç dakika boyunca havayı kokladım. Toz, çürük tahta ve pas kokusundan başka şey yoktu havada. Gece yaklaşırken sırtımı döndüğüm boş sokağın kuytu köşelerinden yükselen fısıltıların arttığını duyabiliyordum.   

Nihayet nefesimi toparlayıp araladığım ahşap kapıdan içeri süzüldüm.  Geçtiğim yollarda karşılaştığım terk edilmiş evleri andıran başka bir evde buldum kendimi. Sakinleşmeye çalışarak odada göz gezdirdim. Tahtalarla kapatılmış pencereler, belli ki ani bir kararla terk edilmeden hemen önce boşaltılmaya çalışılmış kapakları açık giysi dolabı, eski bir yazı masasının yanı başındaki kaplaması yırtık sandalye, kim bilir ne zamandır yakılmadığı için tozla kaplanmış taş ocak ve kuru yiyeceklerin istiflendiği eski dolaba baktım. Peşimdekilerle aramda ne kadar mesafe olduğunu bilmediğim için odanın başköşesindeki taş ocağın çıkaracağı dumanı göze alıp ateş yakamazdım. Onun için el yordamıyla köşedeki masanın üzerinde duran gaz lambasını buldum.  Kırık dökük eşyaların arasında bekleşen aç karanlığı parçalayan ışığa minnet duyarak yazı masasını incelemeye başladım.

Masanın üzerinde unutulmuş bir iki kâğıdı incelerken sıradan bir evde olmadığımı fark ettim hayretle.  ‘Kaçak’ lardan birinin evindeydim. Benim gibi peşine düşülen zavallılardan birinin evinde...

Yirmi sekiz senedir Kıta üzerinde adımlamadığım yer kalmadığı halde benimle aynı kaderi paylaşan diğer altı kaçaktan sadece üçünü tanıma fırsatım olmuştu şimdiye kadar. Bunlardan ilkiyle daha on yedi yaşındayken karşılaşmıştım. O zamanlar şehirler bu kadar boşalmamıştı. Bir lanet gibi bütün kıtayı sarmakta olan kısırlığa rağmen arada sırada karşılaştığım yolculardan doğuda hala bebeklerin dünyaya geldiğini öğreniyordum. Gençliğin verdiği cesaretten ya da henüz nasıl yaratıklardan kaçtığımı tam olarak idrak edememiş olduğumdan olsa gerek şimdiki kadar korkmuyordum peşimdekilerden.  Hızlıydım, gençtim ve tabi aptaldım.
 
Bir akşamüstü, tam da uzaktan gördüğüm bir grup Birlik askerinden uzaklaşmaya çalışırken görmüştüm onu.  Benim uzaklaşmakta olduğum yöne doğru, az sonra canavar maması olacağından habersiz, koşar adım ilerliyordu. Birkaç kez fısıltıyla seslendiysem de sesimi duyuramamış, en sonunda Birlik askerlerinin beni göreceğine aldırmadan koluna yapışıp dikenli çalıların arkasına çekiştirmiştim. Hayatını kurtardığım halde saldırıya uğradığını zannedip panikleyen çocuktan da ilk dayağımı yemiştim bu sayede.

Böylece arkadaş olmuştuk.

Çocuk her biri bir şekilde gruba katılmış olan, birbirine yabancı onbeş kişiyle yolculuk ediyordu. On yedisinden daha bile küçük göründüğü halde gözlerindeki kederin hiç silinmediği çocuğa kafiledekiler   'İhtiyar' adını takmıştı.  Sonraki bir sene boyunca ben de onlara katıldım. Ben uyurken başka birilerinin uyanık olduğunu bilerek bir nebze rahat ettiğim bir sene boyunca İhtiyar'dan çok şey öğrendim.

Mesela ‘Kaçak’ ların kimler olduğunu.

18
Nihayet büyük bir eksiğimi kapatıyorum. H.P. Lovecraft toplu eserleri birinci cildi aldım. Bakalım bu hengamede kaç günde bitirip yorum yapacak hale gelebileceğim.

19
anlatimi basit hikayesi guzel bir seriydi

Kitapları Lisbeth Slender'ı anlatan Millennium serisi ile karışık olarak okumuştum bir kitap ondan bir kitap bundan.  Öyle yaptığımdan mı nedir diğerine göre epeyce basit ama güzel gelmişti. Filmini merak ediyorum açıkçası.

20
Kurgu İskelesi / Ynt: Karlar Kraliçesi
« : 02 Ocak 2012, 11:23:50 »
Güzel yorum için çok teşekkür ederim. Sık sık söylediğim bir şey var, her ne kadar bir gün 'Yazar' olmak istiyorsam da şimdilik sadece iyi bir 'Yazan' olabilmeyi umuyorum.  Bunda da arada tekleyen, göze batan yerler olduğunu farkettim ama düzeltmek içimden gelmedi. Böylesi daha nahif, daha sıcak oldu diye düşündüm. Sanırım yanılmamışım :)
Tekrar teşekkürler.

21
Kurgu İskelesi / Karlar Kraliçesi
« : 02 Ocak 2012, 08:25:50 »
Dün sabah, yeni yılın ilk gününde sokaklar henüz kalabalıklaşmamışken Ankara sokaklarını adımladım. Kalabalık şehri gün ışığında bu kadar sakin görmek, kar yağarken sokakları adımlayıp sessiz bi simitçide oturmak beklediğimden fazla keyif verdi. Yeni yılın ve yılın ilk karının şerefine bir şeyler karaladım.  :)
Rıhtım ahalisi, umarım yeni yılınız en az benimki kadar güzel başlamıştır. Herkese iyi seneler :)

****

“Eğer acele etmezsen zamanında yetiştiremeyeceksin.” Dedi adam uyuşan parmaklarına hohlarken.
“Eğer konuşmayı kesmezsen istesem de yetiştiremeyeceğim! Tut şunun ayağını!”
Adamlardan uzun boylu olanı kirli ellerini beyaz karın içine daldırıp beyaz geyiğin arka ayağını yakaladı. Kocaman şatoda yaptığı onca işin arasında en çok nefret ettiği iş, senede bir kere de olsa refakat etmek zorunda olduğu bu eyerleme işiydi. Her senenin sonunda gündüz olmadan hemen evvel uyanır, yanındaki şu şekilsiz adamla birlikte geyikleri toparlayıp arabayı Kraliçe için hazırlardı.
Kendini bildi bileli zamanın asla ilerlemediği bu yerde, dünyanın kuzey ucundaydı. Görevi; asla ısınmayan bu şatonun bahçesindeki beyaz güllere bakmak ve buzdan heykellerin soğuk yüzünden kalınlaşan kısımlarını düzeltmekti. İnsanların kendi aralarında onun yaptığı işe bahçıvanlık dediğini biliyordu. Oysa onunki bir meslek değil, yaşama şekliydi. Hayatının herhangi bir döneminde çocuk olup olmadığını bilmiyordu. Kendini bildi bileli şatoda, Kraliçe’nin hizmetindeydi.
 “Öyle değil geri zekalı, toynağın altından geçireceksin ” diye bağırdı aklından geçenleri çabucak defedip yanındakinin elinden küçük çıngırağı alırken. Birazcık sabretmesi yeterdi, Kraliçe güneye indiği zaman belki biraz ateş bile yakabilirdi.
**
Saat öğleye yaklaşmasına rağmen şehir merkezindeki sokak hala ıssızdı. Her iki tarafı pastaneler ve  lokantalarla dolmuş olan sokakta yalnız iki dükkan penceresi iş yerinin açık olduğunu ilan ediyordu.  Sokağın başındaki kırtasiye dükkanı, her zamankinden daha geç bir saatte olsa da,  bodrum katta yatıp kalkan kalfa Mustafa tarafından açılmıştı. Ondan beş dükkan ilerde, sokağın karşı tarafındaki simitçi ise, yılbaşı eğlencelerine katılmak yerine zamanında uyumayı tercih ettiği için her sabahki gibi saat yedide kapısını açmış olan Hacı Efendi ye aitti. Hacı efendi Pazar günü olmasına rağmen dükkanını yine zamanında açmıştı. Şimdi dükkanın pencereye en yakın kısmında oturmuş sigarasını içen müşterisine kahve servisi yapıyordu.Sokağın geri kalanı hala uykudaydı.

Sakin sokağın durgun havası birden bire değişti. İnsanın gözünü yaşartan keskin bir rüzgar sokaktaki birkaç ağacın dibine yığılmış çöp kalıntılarını havalandırdı. Rüzgarın ani saldırısından kurtulamayan envai çeşit atık havda dans eder gibi süzüldükten sonra sihirli bir el değmiş gibi, yeniden yerlerine döndü.
Rüzgar dindiği sırada sokağın yeni bir ziyaretçisi vardı. Ziyaretçiyi ilk gören havalanmış olan çöplerin arasından fırlayıp siyah bir arabanın altına sığınan sokak kedisi oldu. Tüylerinin renginin beyaz olduğu ancak yağmurun altında kaldığı zamanlarda anlaşılabilen kedi pembe burnunu patisine sürterken bir yandan da sarı gözlerini tehdit olup olmadığını anlamak istermiş gibi kadına dikmişti.

Sokaktaki esnafın tost ekmeğinin arasına doldurulmuş salam-sosis’ten başka şey yemediği için ‘Kumru’ diye sevdikleri kedi eğer insan aklına sahip olsa idi sokağın başında duran kadının garip olduğunu düşünecekti.

Bir kere kadın kar gibi kokuyordu. Beyaz giysiler içinde, zarif ve güzel bir kadındı.  Yüzünden kaç yaşında olduğunu anlamak mümkün değildi. Omuzlarında pelerini andıran beyaz bir palto vardı. Paltonun etekleri o kadar uzundu ki, çamurlu taşlara değdiği halde kirlenmeyen etekleri kadının ayakuçlarını dahi gizlemişti. Gerçi belki de böylesi daha iyiydi, çünkü kadının soğuk taş kaldırımları çıplak ayaklarla adımlıyor oluşu pek çok inansın hayretle fısıldanmasına ve sorular sormasına sebep olabilirdi.  Pelerin-paltonun yakası ve kadının beyaz bileklerini gizleyen geniş kol ağızları buz taneleri gibi parlayan küçük taşlarla süslenmişti. Kadının sarı, uzun saçlarını ve neredeyse beyaza dönük keskin mavi gözlerini gölgeleyen başlığı ise işlemesizdi.

Kuzeydeki sarayın hanımı, Karlar Kraliçesi yüzünde küçük bir gülümseme ile arabanın altına saklanmış olan Kumru’nun önünden geçti.

Yılın en sevdiği zamanı, kuzeyin kimsenin bakmayı akıl edemediği en uç kısmına saklanmış olan şatosundan ayrılıp insanların arasına karıştığı bu tek gündü.  Her yeni senenin ilk sabahında insanların yaşadığı yerlere gider, kendi bir günlük kaçamağının tadını çıkarır, akşama dek insanların arasında dolaştıktan sonra gece çöktüğünde yeniden kendi sarayına dönerdi. En büyük keyfi, sakinleri henüz uykuda olan bir sokağın başında durup insanların rüyalarını dinlemekti.

Tuhaf yaratıklardı şu insanlar. Kısacık ömürlerine bir sürü şeyi sığdırmayı becerebiliyorlardı.  Duyguları akıl almayacak kadar çeşitliydi. Üzülüyor, neşeleniyor, heyecan ve korku duyabiliyor; seviyor, kıskanıyor, nefret edebiliyorlardı. Her birinin ayrı amacı, birbirinden farklı arzu ve dilekleri vardı. Hele ki böyle bir sabahta bütün o istekler daha da çeşitlenir, yüreklerdeki umutlar büyür, her insan, ışığı karanlığı yaran bir meşale gibi pırıl pırıl parlardı. Kraliçe, şimdi usul usul sokağı adımlarken hala uykuda olan bu garip yaratıkların heyecanlarını neredeyse kendi ruhunda hissedebiliyordu.

Onları tanıyabilmek için yüzyıllar harcamıştı. Oysa hala ne kadar yabancı buluyordu bu küçük yaratıkları.
Kraliçe insanları anlayamıyordu ama insanlarında kendisini anlayabildiği söylenemezdi. Onun için çok fena şeyler söylediklerini biliyordu.  Bir seferinde kendi hakkında anlatılan bir masalı dinlemiş ve dehşet içinde kalmıştı. Bir ayna yaptığını anlatıyorlardı, onunla insanları esir ettiğini, hatta bir çocuğu kaçırıp onu hapsettiğini… insanların hayal güçlerine hayranlık duyuyor olması kendi hakkında söylediklerini anlamasına yetmiyordu.

Yüreğinin yerinde bir buz kalıbı taşıyor olduğunu söylüyorlardı. Oysa o bir yüreğinin olup olmadığından da emin değildi. Tek bildiği bu küçük yaratıklardan daha az şey hissedebildiği ve onlara karşı merak duyduğuydu.

Bir aynasının olduğu ve kırılarak parçalarının dünyaya yağdığını söylüyorlardı. Aynanın varlığını nereden öğrenmişlerdi bilmiyordu ama aynanın ne olduğuna uzaktan bile yaklaşamamışlardı.
Her şey Kraliçe’nin ne kadar yalnız olduğunu fark etmesiyle başlamıştı. Yüzyıllar evvel kendisine bir parça yalnızlığını unuttururlar diye şekli insana benzeyen birer buz kalıbı yaratmış, onlara kuzey rüzgarlarından nefes vermişti. Onları olabildiği kadar insanlara benzetmeye çalışmıştı ama sadece şekilleri insana benzeyen oyuncakları insan olmaktan uzaktılar. Yalnızlığına bir çare bulmanın imkansız olduğunu gördüğünde kendi kendine arkadaşlık edebilmek için bir ayna yapmıştı Kraliçe. Bazen kendisiyle sohbet etmiş, geri kalan zamanlarda da aynadan dünyayı ve dünya üzerinde yaşayan insanları izlemişti. Bir zaman sonra bu cansız aynadan da sıkılmıştı. Aynası hala şatosunda duruyordu. Kırıklarının dünyaya dökülmesi, ya da bir çocuğun kalbine ve gözlerine girip de onu değiştirmesi mümkün değildi.

Kraliçe yalnızca onu dinleyecek birileri olsun istemişti.  Buzdan tahtı üzerinde geçirdiği günleri paylaşabileceği bir dost…

İnsanları anlayamıyordu.

Zarif kadın bir yandan bunları düşünürken bir yandan da sokağı dolduran rüyaların seslerini dinlemeye devam ediyordu. Birden garip bir sıcaklık hissetti. Uykudaki insanların rüyalarına çok benzeyen, ama onlarınkinden çok daha parlak bir ışık fark etti sokağın ucunda. Işık sokağın uç tarafındaki simitçiden geliyordu.

Oraya doğru baktığında yüzünde gülümsemesiyle dalgın dalgın sokağı izleyen birini fark etti. Esmer, kısacık saçlı, otuzlarına yakın bir kadındı sıcaklığın kaynağı. Yağmurdan ıslanmış montunun içinde titrediği halde yüzünde güzel şeyler düşlediğini anlatan mutlu bir gülümseme vardı. Dalgın dalgın sigarasını içerken bir yandan kahvesini yudumluyordu.

 “Hayal kuruyor olmalı” diye düşündü Kraliçe.

Dünya üzerindeki bazı insanlar, uyanıkken de uykuda görebilecekleri rüyaları, hatta daha fazlasını düşleyebilirlerdi. Bazı insanlar gerçeklerden kaçmak istercesine bütün hayatlarını bir rüyanın içinde yaşıyorlardı.  Dünya üzerinde geçirdikleri yıl sayısı kaç olursa olsun, gözlerini kapattıkları anda altı yaşındaki bir çocuğun heyecanını duyabiliyorlardı. Onlardan biriydi kafedeki de.

Kraliçe boş sokağa bakıp kendi dünyasını gören bu kocaman çocuğun bu günün son hatırası olmasını istedi birden bire.  Usul adımlarla kafeye yaklaşırken zarif parmaklarını belli belirsiz kıpırdattı. Onun hareketiyle birlikte çiselemekte olan yağmur hızlandı, sonra  gökyüzünden beyaz kar tanecikleri döne döne düşmeye başladı. Kar tanelerinden en irisi kafedekinin tam burnunun ucuna düştü. Genç kadın dalgın gözlerini bir iki kere kırptı, gözlerini kaldırıp gökyüzüne baktı.  Karın başladığını görünce iyiden iyiye keyiflendi. Çocukluğundan beri karı çok severdi ve son bir aydır neredeyse her gün karın yağmasını beklemişti. 

Mutlulukla iç geçirdikten sonra fincanın göğe doğru kaldırıp Karlar Kraliçesinin şerefine kahvesinden bir yudum daha aldı. Az evvel yanı başında durmuş yüzüne bakarken şimdi ortalarda görünmeyen kadını da, “Sağlığına kraliçe” dediği zaman aydınlanan zarif yüzünü de görmedi...

22
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayalet
« : 01 Ocak 2012, 18:16:18 »
Çok teşekkür ederim :) sonu sürpriz olsun diye yazmamıştım aslında. nedense hikayenin öyle bitmesi gerekiyormuş gibi gelmişti yazarken. Beğendiğinize sevindim.

23
Duyurular / Ynt: Yeni yılınız kutlu olsun!
« : 31 Aralık 2011, 23:29:18 »
Raf ömrü bir yıl, onun için iyi değerlendirmek gerek :) herkese mutlu seneler.

24
Kurgu İskelesi / Ynt: Hayalet
« : 31 Aralık 2011, 15:36:49 »
Konusuna rağmen (:)) beğenmenize sevindim. Yazmaya devam tabi ki, bu arada sonraki öykülerde romantizme pek rastlanmayacağını söyleyebilirim.  tabi işten güçten vakit bulup da tamamlamayı becerebilirsem.  :))

25
Harry Potter / Ynt: Hangi kuleden olmak isterdiniz?
« : 30 Aralık 2011, 18:00:14 »
heheh. :) çocukluğuma döndüm bi an.
uzuuun seneler evvel, ben daha çok küçücükken, yaptığım testlerde sürekli ya slytherin ya gryfindor çıkardım. şimdi düşünüyorum. 
-slytherin? bazı fikirleri tamam da, çok sığlar be kardeşim. dünya bir avuç kalana kadar muggle mı avlıycan. olmaz.
-gryffindor? altın çocukla aynı bina da mı? her ne kadar desteğe ihtiyacı olduğunu bilsem ve hak versem de herkesin koruyup kolladığını, çifte standart uyguladığını görerek mi? Yok, teşekkürler.
-Ravenclaw? azmetmek güzel, çalışmak güzel. hepsine tamam. ama hayat? herşey bilgi değil ki. sırf amblemine sevgimden düşünürüm ama o da olmaz.
-Hufflepuff? ah, benim yerim burası. sıradışı fikirlerin, ilginç insanların yeri. Herşeyi, cesareti, kurnazlığı, bilgiyi, diğer binalarda ne varsa hepsini ve daha fazlasını verebilir. Evet evet :))) ben kunduz olayım.

Dedim ya bi an çocukluğuma döndüm diye :))) öyle bu sefer de ingiltereye uzandım bi kaç dakikalığına :))
-

26
Müzik / Ynt: Megadeth
« : 27 Aralık 2011, 10:03:41 »
müzik elbette şahane, ama her bir şarkı sırf sözleri için üstü üstüne bi kaç kere dinlenebilir.  en bilinen şarkılarından pek beğeneni olmayan mice and men'e kadar her şarkı başka güzel. Müzik çalarımdan eksik olmayan tek grup. 

27
Aklıma ilk gelen Yüzüklerin Efendisi oldu ama değil aslında. okuduğum ilk fantastik eser bi masal.
Birinci sınıfta filandım sanırım, hiç unutmam, mavi yüzü olan, sarı sayfalı , belki 100-120 sayfalık bir Andersenden Masallar kitabım vardı. 1. sınıf karne hediyesiydi galiba. Kibritçi kız, kurşun asker, karlar kraliçesi, küçük deniz kızı.

Kibritçi kızı okuyup günlerce ağlamıştım. Annemi kaybetmek mi, soğukta kalmak mı yoksa kibrit ışığına bakarken ölmek miydi ağlatan hatırlamıyorum. Ama günlerce ağladım.
Sonra Küçük Deniz Kızı'nı okudum. o yaşta çocuk ne anlar ki aşktan filan... diye düşünüyorum şimdi ama anlıyomuşum demek ki. Bi hafta da o kız için ağladım. :D bayağı hüzünlü bi giriş oldu yani.  Ondan sonra da elime masallardan ya da masala benzer kitaplardan ne geçtiyse okudum.

Not: Düşününce...Andersen sana beddua mı edeyim hayır dua mı bilemedim şimdi...

28
Tartışma Platformu / Ynt: İsim karmaşası...
« : 21 Aralık 2011, 17:12:59 »
Benim kurgularımda olaylar genelde iki mekanda geçer, 1. günümüz Türkiyesi, 2. benim kurguladığım Nuxar Diyarı. İlkinde zaten yabancı isim kullanmam, genelde hikayenin akışına uygun, karakterin akılda kalmasını sağlayacak isimler veririm.

ikincisinde ise isimler türkçe ve türk lehçelerine uygun sözcüklerdir. Nuxar kurgusu da (şamanlar, hayvan figürleri, mitolojik varlıklar vs ile )Türk mitolojisine yakınlık gösterdiği için isimler her ne kadar yabancı gelse de aslında bir şekilde kulağa aşinadır. Mesela bir türlü bitmeyen bir hikayemdeki iki kardeşin ismi, Anjir ve Anor; incir ve nar kelimelerinden gelmekte idi. Aynı şekilde Nuxar; nur+diyar , ışık diyarı şeklinde çözümlenebilir.

vel hasıl kelam, ana dilde ya da lehçelerinde isimler kullanmaya özen gösteririm genelde.



29
Filmler / Ynt: Hobbit Haberleri!
« : 21 Aralık 2011, 11:02:17 »
Olsun, beklemek de güzel. Kral'ın Dönüşü nü bekleyişimi hatırladım fragmanı izleyince. :))
Arada bir böyle orta dünya rüzgarı estirsinler de, bekleriz ne yapalım.

30
Filmler / Ynt: Hobbit Haberleri!
« : 21 Aralık 2011, 10:14:12 »
fragmanı görür görmez paylaşmak istedim ama tabi ki benden önce davrananlar olmuş :) sabah sabah nasıl bi mutluluk verdi anlatamam. çok özlemişim o dünyayı :)

izlemek için linki burada
www.youtube.com/watch?v=G0k3kHtyoqc

Sayfa: 1 [2] 3