Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Berweuli

Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 6
16
Aklımdaki bir çok seçenek yazılmış sadece bir tane eklemek istiyorum:

   ► Yılın En İyi Dizisi - Stranger Things

17
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 27 Aralık 2016, 09:40:49 »
Kaptanın kamarasına girdikten sonra ardından kapıyı çarparak kapatmamak için kendisini zor zapt eden Aghon, saçlarını gerginlik ve öfkeyle geriye itti. Geminin belki de en geniş odasının dört bir duvarında yanan kalın mumların sıcak turuncu ışıkları geride bıraktığı parlak buz mavisi rengi zihninden uzaklaştırmaya yetmedi.

“Zor bir vedalaşma olmalı?” Lurd dar masanın önündeki kolluklu ahşap sandalyelerden baştakine bir kral edasıyla kurulmuş, ayaklarını çaprazlayarak ileri doğru uzatmış sessizce oturuyordu.

Aghon, Lurd’un alaycı sözlerini duymazdan gelerek kamaranın sağ tarafındaki alçak bir dolabın önünde çömeldi ve kapaklarını iki yana açtı. İrili ufaklı, renkli renksiz, herhangibir sarsıntıda kırılmasınlar diye etrafları deri ya da kumaşlarla sarılı şişeleri kurcaladıkça homurdandığı duyuluyordu.

“Sana lazım olanı biliyorum.” dedi Lurd ve ardından çizmelerinin ağır adımları ahşap zeminde yankılandı. Kaptan masasının gerisindeki kilitli, iki karış enindeki bir sandığın kilidini açarken keyifle anlatmaya başladı. “Thiz adalarını hiç duydun mu? Denizlerin babası adına! Hiçbir fikrin olmadığına bahse girerim.” Adam bembeyaz dişlerini göstererek Aghon’a döndü ve bir şarap şişesinin yarısı kadar olan yeşil, cam şişeyi yukarı kaldırdı.

Aghon az önce Lurd’un kalktığı sandalyeye kendisini bırakırken “Bilsem bile bunu umursamadan tekrar anlatacağına eminim.” dedi bezgin bir tonda. Ölesiye yorgun hissediyordu ki son bir gün boyunca yaşananların tüm ağırlığı oturduğu anda omuzlarına çökmüş ve onu sandalyeye adeta çivilemişti.

“Umursarsam cadı olayım.” dedi Lurd alayla.

Aghon, kaptanın yüzünden çok nadir eksik olan gülümsemelerinden birisine bakarken başını iki yana sallayarak içini çekti ve “Anlatacakların elindeki şişe ile mi alakalı?” diye sordu teslimiyetle.

“Tam da oraya geliyordum.” Lurd bir çekmeceden çıkardığı iki küçük cam bardağa tıpasını çıkardığı şişeyi devirdi. Onu yıllarca saklayan kap gibi koyu yeşil olan yoğun bir sıvı bardakları doldururken “İşte! Thiz adalarından bir inci kadar değerli bu içkisine ihtiyacın var dostum.”

“Yosun yemiş balık kusmuğuna benziyor.” dedi Aghon yüzünü buruşturarak.

“Ben olsam böyle tarif etmezdim… ama haklısın.” Lurd bir bardağı masanın üzerinden Aghon’a doğru sürdü. Kendisininkini ve şişeyi de yanına alarak adamın karşısındaki sandalyeye yerleşti ve uzun bacaklarını üst üste atarak anlatmaya devam etti. “Adanın yerlileri… Hayır derileri yeşil değil.”

“Öyle bir şey demedim.” dedi Aghon saatlerdir ilk defa yüzünde gülümseye benzer bir ifade oluşmuştu.

“Diyecektin dostum, ciğerini bilirim senin.” Lurd tam ağzını açıp yeni bir şeyler söyleyecekken dondu kaldı.

Aghon, yeşil sıvıyı başına dikmiş ve tek yudumda tümünü midesine indirmişti fakat bir kaç saniye sonra hafif bir inleme ile kıvranarak acısını ortaya çıkardı.

Kahkahalarla gülen Lurd tüm kamarayı çınlattı. “Hep böyle sabırsız olmuşsundur.” Kendi kadehini birkaç yudumda yavaşça içti. “İsmi yeşil ejder, adı gibi geçtiği yerleri yakıp yıkar ama merak etme midende çok kalmayacaktır.” İma ettiği şeyin anlaşıldığından emin olunca da “Ada yerlileri yosun ve deniz suyunu bitkilerle hiç anlamadığım ve de ilgilenmediğim bir şeyler yaparak on yıl bekletiyorlar. Bu afete de yeşil ejder diyorlar.” diye ekledi. “Öldürsen tarifini vermezler. Öğrenmeyi denediğimden değil elbet. Sormaman gerektiğini yerlilerin gözlerinden bile anlayabilirsin.” Kendi kendine konuşur gibi tekrar bardakları doldurmaya koyuldu. “O kadar ada, o kadar kıta gezdim Thizliler gibi sağlam adamların olduğu bir toplulukla karşılaşmadım.”

“Bize haksızlık etmiyor musun?” Aghon ikinci bardağını yudum yudum alırken kaşlarını çattı.

“Yüzyıllardır bir korkak gibi saklanan kamlara mı haksızlık ediyorum?” Lurd ufak alaycı bir kahkahanın ardından “Hiç sanmıyorum.” diyerek acımasızca kendi toplumunu yargıladı.

“Yok olmadan hayatta kalmayı başardık, bundan ala güç mü olur?”

“Daha en başında o duruma düşmemeliydik. Cadıların bizi yok etmesine izin vermemeliydik.” Lurd omzunu silkerken bardağını Aghon’a doğru kaldırdı. “Talihin dönmesine!” dedi ve şans dileğini bütün ejderi içerek taçlandırdı.

Aghon, bardakları tekrar doldurmaya niyetlenen Lurd’u eliyle durdurdu. “Şimdiden ejderhalara kafa tutacak delilikteyim.”

“Bunun için hiçbir zaman içkiye ihtiyacın olmadı.” Lurd arkasına yaslanarak sandalyesine biraz daha yayıldı. “Kosmen, sana güvenip seni kuzeye göndermekle bilgeliğini bir kez daha kanıtladı. Düşmanın arasına sızdın, aylarca burunlarının dibinden bilgi çaldın, yetmedi ellerinden Cadılarını kaçırdın.”

Aghon “İyi halt ettim.” diye öfkeyle homurdandı.

“Orada dur bakalım.” Lurd doğrularak sandalyesini Aghon’a yaklaştırdı. “Pis bir şeylerin kokusunu alıyorum.”

“Her şeyi berbat ettim Lurd. Senin az önce saydıklarının hepsini yaptım evet ama keşke…” Aghon omzunu silkerek cümlesini yarım bıraktı.

“O Cadı’yı kaçırmasaydın…” Lurd bir ıslık çalarak öğrendikleri karşısındaki tüm şaşkınlığını dudaklarının arasından kaçıp kurtulan melodiye yükledi.

“Hayatımda hiç bu kadar kötü hissetmemiştim.” diyen Aghon çaresizlikle yumruklarını sıktı.

“Cadı’nın gözlerindeki nefreti görmemek için kör olmak lazımdı. Nasıl da anlayamadım?” Lurd kadehini tekrar doldururken “İşte gerçekten buna içilir.” diye gürledi ve tek yudumda geçtiği yerleri yakan ateşi yuttu.

Aghon, kaptana aldırmayarak “Burada olmaktansa ölmeyi tercih ediyor.” diye kendi kendine söylendi.  “Beni asla affetmeyecek.”

“Aklıma gelen haltı yediğini söyleme bana.” diyerek Lurd, genç adamı uyardı.

Aghon hızla ayağa kalktı ve sabit duramayan geminin ahşap zeminini arşınlamaya başlarken “İyi halt ettim dedim ya!” dedi öfkeyle.

Uzayan sessizliğin ardından “Cadı’yı da kendine âşık ettin mi bari?” Lurd dile getirdiği düşüncenin imkânsızlığını bildiğinden bu kadar rahat konuşabiliyordu. Ayrıca Aghon’u daha da sinirlendirmeyeceğini bilse adamın kendisini soktuğu duruma kahkahalarla gülecek gibiydi.

Aghon “Onun bir ismi var, Kiana.” diyerek Lurd’u uyardı.

Arkadaşının söyleyiş şeklinden dolayı tüm keyfi kaçan Lurd önünde volta atan Aghon’u endişe ile süzerken genç adamın göz göze gelmekten kaçınmasından söze dökülmeyenleri teyit etmekte gecikmedi. Sırtını yavaşça sandalyesine yaslarken “Bunu diğerlerinin öğrenmesine izin veremezsin.” dedi ciddi bir sesle.

Aghon “Öğrenmeyecekler, merak etme.” diyerek denizciyi geçiştirdi. Fakat diğer yandan işine başkalarının karışacağını varsaydığında içinde büyüyen hoşnutsuzluğa engel olamadı. Kim ona kalbiyle ne yapması gerektiğini söyleyebilirdi ki, istedikleri gibi Kiana’yı savaştan uzaklaştırıp ayaklarına kadar getirdikten sonra kim onun kalbinin kime ait olduğuna karışabilirdi? “Öğrenirlerse ne olacak beni sürgün mü ederler?” diye az önce söylediklerini yalanlarcasına çıkıştı.

Lurd’un kaşları çatılmıştı. “Şuanda mantıklı düşünemiyorsun Aghon.” diyerek arkadaşını uyardı. “Cadı’nın…” Aghon’un öfkeyle soluduğunu görünce “Kiana’nın sorumluluğunu kaybedersin. Yüreğimiz hiçbir zaman cadılarınki kadar karanlık olmadı ama emin ol en ılımlımız bile elinin alındaki bir cadının canını yakma fırsatını geri çevirmez. Hele ki Rydan’ı gözlerinin önünde yaktıktan sonra.”

“Kendini öldürtmeye çalışıyordu.” diye söylendi Aghon. “Bunu bir aptal bile görebilir.”

“Bu gemide kendisini öldürmesine seve seve yardım edecekler var.” dedi Lurd.

“Sen de onlardan biri misin?”

“Eğer Boal dağını cadılar bastığında hala orada olsaydık ve Soley’in saçının teline zarar gelseydi…” Lurd sırıttı. “Emin ol Cadı’nı bir kaşık suda boğardım.” Bir kamın su ile yapabilecekleri düşünülünce kaptanın tehdidi basit bir mecaz olmaktan çıkıyordu.

Gelip sandalyeye bir çuval gibi kendini bırakan Aghon, bardağını kaptana doğru sürdü. “Kosmen söz verdiği gibi Sedar ve Zedana kozlarını paylaştığında Kiana’nın gitmesine izin verecektir.”

“Kosmen, şerefli bir kamdır, dediğin gibi sözünü tutacaktır.” Lurd bardakları tekrar doldurdu. “Peki, Kiana’yı bıraktığımızda ne olacağını zannediyorsun? Seninle kalacağını mı? Hatta kamların eski topraklarını ve itibarlarını geri almalarında sana yardım edeceğini mi? Sen bile bunu sağlayamazsın.”

“Teklif ettim, kabul etmedi.” Aghon acı bir şekilde gülümsedi.

 “Ben de seni akıllı zannederdim.” Yüzünü buruşturan Lurd, kendi bardağını da Aghon’un önüne bıraktı. “Senin daha fazla ihtiyacın var.”

Lurd, şuana kadar gemisinde patlamaya hazır bir volkan taşıdığını düşünmüştü ama ilk defa buna bir de Kiana tarafından baktığında kadından ziyade arkadaşı için üzüldüğünü hissediyordu. “Kuzey’deki cadı onu sağ bırakmaz.”

“O birçoğundan daha güçlü. Kendini koruyabilecektir.” Aghon içmek yerine küçük bardağın içindeki yeşil sıvıyı çalkalayıp duruyordu. “Tuhaf bir şekilde güçlü.”

“Ne demek istiyorsun?” Lurd ilgiyle arkadaşına baktı.

“Kiana’nın sadece ateş büyülerini kullanması beklenir ama onda çok daha fazlası vardı. Sesini ondan almama rağmen hala çok güçlü.” Aghon cebinden çıkardığı üç siyah taşı masanın üzerine bıraktı. “Çözemediğim bir şeyler var. Cadıların bazılarının millerce uzağı bile çok iyi duyduklarını biliyoruz. Kiana da onlardan biri fakat bize şu zamana kadar sadece rüzgâra hükmedebilen cadıların bu yetiye sahip olduğu söylendi. Onlarda kadın değiller.”

“Bana baksana, yıllarca toprağa ayağımı basmadan denizlerde dolanır dururum neredeyse solungaçlarım çıkacak, suyun üzerinde benden güçlüsü yoktur ama karada sudan çıkmış balığa dönerim. Demek istediğim ne ile uğraşırsan onda daha iyi olmaz mısın? Kam kadınları toprak ananın varisleri olsalar da sen de en az onlar kadar iyi bir şekilde bitkilere hükmedebiliyorsun. ” Lurd bir omzunu silkerken “Neden onların arasından da karşı cinslerinin gücünü kullananlar çıkmasın.”

“Biz daima bir arada huzurla yaşayabilen bir topluluk olduk ve birbirimizden bilgi sakınmadık ya da yardım etmekten kaçmadık. Fakat cadılar güçlerini kendilerine saklamaya meyilli. Kibirlerini de buna eklersek söylediklerin pek olası görünmüyor. Sadece bu da değil.” Avucuyla masaya bastırdığı taşları Lurd’a uzattı. “Bir adamı bu taşları kullanarak uçurduğuna şahit oldum.” Daria’ya zulmeden Hestan’ın ahırlardan adeta uçarak talim alanına inmesinden daima şüphelenmişti.

Lurd taşları avucuna alıp incelerken “Ateş kullanıcıları, eşyaları ya da insanları kendilerine çağırabilirler, Aghon. Bu duruma neden takıldın anlamadım.” dedi. Taşlarda ilgi çekici herhangi bir şey bulamadı zaten cadıların büyüleri bilgi alanından çok uzaktı.

Lurd’un geriye verdiği taşlar anında Aghon’un cebine kayboldu.

“Kiana adamın arkasından geliyordu.” Aghon, iddiasını ispatlamış olduğunu düşünerek yeşil ejderinden rahat bir yudum aldı. “Çağırma büyüsü yapmadığına eminim.”

“Pekâlâ, o zaman sen bu duruma ne diyorsun onu söyle.”

“Kosmen ile konuşmadan emin olamam fakat kendi doğal gücü olan ateşe ek olarak Kiana rüzgâra da hükmediyor olmalı ama nasıl olduğu konusunda inan ki hiçbir fikrim yok.” Aghon dirseğini masaya dayamış alnını ovuşturuyordu.

“Cadı Kraliçe’nin basit bir ateş kullanıcısını Mickal’a vereceğini düşünmek onu hafife almak olurdu. Düşünüyorum da iki gücü bir arada kullanabilen bir cadıyı daha önce ben de duymadım. Büyü doğuştan gelen bir güç, kamlarda böyle, cadılarda da farklı değil. Kimine az kimine çok ama doğum hakkı bir tane olduğuna göre eğer dediğin gibi Kiana’nın iki gücü varsa burada anormal bir durum söz konusu.” dedi Lurd ve aklına o anda gelen bir düşünceyle kıstığı gözlerini Aghon çevirdi. “Bu konuyu ona hiç sormadın mı?”

Başını olumsuzca iki yana sallayan Aghon “Sorsaydım bile emin ol söylemezdi. Çok ketum.” dedi.

“Asıl Kiana tüm sırlarını anlatsaydı şaşardım ama bir an belki ona karşı olan hislerin, yeteneklerini köreltmemiştir ve kadını konuşturmuşsundur diye umdum. Cadı da olsa bir kadın sonuçta…” Lurd elinin altından gülerken Aghon’un öfkeli bakışlarını karşıladı. “Yapma dostum, bir kadına kendini bu kadar kaptırmışken seninle dalga geçemeyeceksem ne zaman geçeceğim.”

“Keşke Kosmen benim yerime başka birisini gönderseydi.” Aghon yüzünü sıvazladı. Uzamış sakalları avucuna batarken parmakları ile gözüne bastırdı.

“O zaman Kiana’yı başkasına kaptırırdın.” dedi Lurd beklentiyle.

Aghun’un yüzünü küçümseme dolu bir ifade kapladı. “Sahip olmadığım bir şeyi kaptıramam öyle değil mi?” Kendine acıdığı kadar başkasına da pek şans vermiyordu. Ayağa kalkarak gerindi.

“Gidiyor musun?” Lurd arkadaşından boşalan sandalyeye ayaklarını uzatarak geriye kaykıldı.

Başını sallayan Aghon “Kiana’ya yiyecek ve birkaç giysi ayarlamalıyım.” dedi sıkıntıyla.

“Tali’ye söyle ilgilensin ve kendine de bu kadar yüklenme. Senden başkası olsaydı bu kadarını da başarmazdı. Hayatımı kurtardın, eğer bir gün daha o dağlarda oyalansaydım ne Solane ne de ben Cadı Kraliçe’nin suikastçılarının elinden kurtulamayacaktık, bunu da unutma.”

“Solane nasıl? Onu göremedim.” dedi Aghon. Lurd’un genç eşinin yokluğunu çok geç fark etmişti.

“O iyi, ailesinin yanında.”

Aghon beklemediği cevap karşısında “Neden?” diye sordu. Evlenmeden önce de birbirlerine sonsuzluk yemini ettikten sonra da onları ayrı gören olmamıştı.

“Gemi sallantısının midesini bulandırdığını keşfettik.” Lurd genişçe gülümsedi.

Aghon’un kaşları çatılırken “Onun bünyesi her zaman sağlam olmuştur.” diye sorguladı.

“Solane’nin ki sağlam da ufaklık pek denizci değil.”

Bir bebek. Aghon hiç ummadığı bu gelişme karşısında ne diyeceğini bilemeyerek kısa bir an olduğu yerde dikildi. “Sadece yeni haberler ben de değilmiş.”

“Benimkinin daha güzel olduğuna bahse girerim.” dedi Lurd keyifle.

“Tebrikler dostum ama karaya daha sık ayak basman gerekecek.”

“Solane de karada rahat edemez. Bulantıları geçer geçmez soluğu yanımda alacaktır.”

Aghon cebini yokluyordu. Çıkardığı keseyi masaya bıraktı ve bardağında kalan son yudumu kafasına diktikten sonra “Evinden selamlar.” diye mırıldandı.

“Rydan’a dikkat et. Cadı’nın kapısına da güvendiğin bir adamını koy.” Lurd, Aghon kamaradan çıkmadan önce seslenmişti.

Yalnız kaldığında kesenin iplerini çözüp avucuna deviren Lurd, şekli bozulmuş küpeyi ve beceriksiz kıvrımlara sahip, boyaların birbirine karıştığı ahşap bir denizkızı figürüne baktı. Kendisinin çocukken oyduğu bu küçük bibloya tekrar dokunuyor olmak hiç ummadığı bir talihken hatırlattıkları anıların acı tadına rağmen gülümsedi.

18
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 02 Aralık 2016, 11:28:04 »
Karanlık Sular

Suyu yaran kürekler inip kalktıkça etrafa yayılan su damlacıkları, yeni doğmuş ayın ışığında, tekrar okyanusa karışana kadar yeryüzündeki yıldızlar gibi parlıyordu. Bulutsuz, berrak gökyüzünün altındaki karanlık suların üzerinde hareket eden iki kayığı çeken küreklerin gıcırtılarından başka ses duyulmuyordu. Ufka yakın bir noktada kayıklara göz kırpar gibi yanıp sönen bir ışık deniz feneri misali kamlara rehberlik ediyordu.

Kiana yavaşça gözlerini açtığında gökyüzündeki yarım ayın ve onun etrafına saçılmış yıldızların yakınlığı ile kirpiklerini kırpıştırdı. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken zihnine dolan görüntüler Daria'nı kucağından hızla doğrulmasına sebep oldu.

Kayıktaki hareket ile kürekler devinimlerini durdururken başlar Cadı'ya döndü. Daria, tepki olarak hanımını korumak için ince ve kırılgan gövdesini kadının önüne kaydırdığında içten çabası alaycı birkaç kıkırdamayı ortaya çıkarmaktan başka işe yaramadı.

Kamlar geniş kayığın iki yanına sıra halinde oturmuşlardı ve sıkıca kavradıkları küreklerin tutacak yerleri sanki kendisini işaret ediyormuş gibi Kiana'ya dönüktü. Karşısında oturan karaltının Aghon olduğunu anladığında kendinden geçmeden önce alevlerin arasından kam oğlanını uzaklaştıran kişinin o olduğunu, aslında hayal görmediğini anladı. Adamın kendini iyileştirip onlara yetiştikleri zamanın kısalığını göz önüne alınca kuzeyde anlatılanların, onların doğa ile iç içe yaşamalarından kaynaklı vahşi, eğitimsiz, dik kafalı tarifinin, aksine kamlar hakkında cadıların bilmediği çok şey olduğuna hükmetti.

Okyanustan gelen sert ve soğuk rüzgâr yüzüne çarptığında kürekler yeniden hareket etmeye başladı fakat kayık insanüstü bir güçle yönlendiriliyor adeta buzun üzerinde kayan kızaklar gibi suda hızla ilerliyordu. Onları bekleyen ve gelmeleri için göz kırpan ışığa her geçen saniye biraz daha yaklaşıyorlardı. Rüzgârı tekrar teninde hissetmek güzeldi fakat bilincinin uyandığı şu anlarda Kiana içinde, kendini karanlık sulara bırakıp okyanusun sonu gelmez derinliğinde kaybolmayı dileyen bir boşluk hissediyordu.

Kadının sulara bakışını fark eden Aghon'un sesi kayıktaki sessizliği böldü. "Aklından bile geçirme." Ardından çektiği küreği tek eline bıraktı. Serbest kalan eli uzandığı suya doğru havada spiraller çizerken su kabararak bir girdap gibi havada döndü ve adamın eli hareket etmeyi bıraktığında tekrar okyanusa karıştı. "Emin ol, okyanusun dibine de girsen seni bulurum."

Kiana, mecburiyetten susarken Daria, "Ne istiyorsunuz ondan?" diye atıldı. "Yapacağınızı yaptınız ve Cadı'yı savaştan uzaklaştırdınız. Artık rahat bırakın onu."

"Bırakalım da Mickal'a geri mi dönsün?" dedi arkalardan genç bir kadın sesi.

Daria "Ne yapacaksınız peki?" diye korkuyla soludu.

"Endişelenme Daria, hanımını öldürmeyeceğiz." Aghon araya girerek kızı yatıştırmaya çalıştı fakat Kiana suya tükürerek adama cevap verdi.

"Tabii, Cadı kendini öldürtmezse..." dedi alaycı bir erkek. Sanki Kiana'nın aklına intihar fikrini sokmak ister gibi hevesiyle konuşmuştu.

"Sizin de onlardan bir farkınız yokmuş. Cadılar kadar kötüsünüz." dedi Daria, korumaya çalıştığı Kiana'yı da kamlarla birlikte yerdiğini fark etmedi.

"Şu konuşana bakın hele. Sedar'ı haksız yere işgal eden bir Zedana'lı bize iyilikten bahsediyor."

Genç kız, tam ağzını açıp onlardan biri olmadığını Mickal'ın sarayında çalışırken zorla Cadı'ya hizmetçi yapıldığını söyleyecekken tanıdık bir ses araya girdi.

"Sussan iyi olacak Daria." dedi Orist, karamsar bir şekilde.

Daria dönerek adamı görmeye çalıştı, iri gövdesi ile kayığın ön tarafına yerleşmiş, kılıcını dizleri üzerine yatırmıştı. Kıza bakmak yerine gözlerini karşıya geldikleri kıyıya dikmişti.

Konuşmak için göğüs kafesine doldurduğu havayı hızla bırakan Daria yenilgiyi kabul ederek oturduğu yerde büzüldü. Kiana'nın parmakları koluna dolandığıysa kadına ancak titrek bir gülümseme gönderebildi.

Kiana, onu ateşli bir şekilde savunan kızın sadakati karşısında sesi olsa bile konuşamayacağını hissediyordu. Şuanda etrafı düşmanları ile çevriliydi ve onun için endişelenen tek kişi aylar önce her şekilde hakaret ettiği, bu insan kızıydı. O da Daria, gibi kabuğuna çekilirken farkında olmadan birbirlerine sokuldular.

Kayıklar yavaşça durduğunda yanaştıkları büyük geminin güvertesinden kalın halatlardan yapılmış merdivenler sarkıtıldı. İlk olarak dikkatini çeken şey geminin iskele tarafından çıkan uzun kürek sırası oldu. Ardından fenerlerin üzerindeki örtülerin kaldırılması ile uzun kadırganın zarif hatları meydana çıktı; ortasındaki uzun, kıç kısmındaki daha kısa yelken direkleri birer kılıç gibi gökyüzüne yükseldi.

Kadırgaya biraz geriden yanaşan diğer kayığın yolcuları da atılan merdivene asılmışlar gemiye çıkmaya başladığında, koyu renk pelerine sarmalanmış bir kamın titrek hareketleri dikkatini çekti. Başlığının rüzgârla açılması ile pembeleşmiş ten ortaya çıktığı zaman ağaçlıkta yaktığı oğlanın hala sağ olduğunu anladı. Arkadaşlarının desteği ile zar zor da olsa güverteye ulaştığında geriye dönüp Kiana ile göz göze geldi.

Birer siyah çukur gibi bakan gözlerdeki nefreti oturduğu yerden görebiliyordu. Hâlbuki oğlana o kadar zarar vermeden kamların kendisini durdurmak için harekete geçeceklerini ve onu öldüreceklerini düşünmüştü fakat iş öyle bir raddeye gelmişti ki ne kamı serbest bırakabilmiş ne de ölebilmişti. Oğlan uzaklaştırılana kadar gözlerini kaçırmayan Kiana, pişman olmadığını hissetti. Fırsatını yakalasa yine aynı şeyi yapardı. Kamların eline düşmektense ölmeyi tercih etmiş sadece bunu başaramamıştı.

Ayağa kalktığında Daria'nın siperinden çıkmış olduğu için soğuk esen rüzgârla titredi. O anda fark ettiği, bir pantolonun sardığı ince uzun bacaklarını kaşlarını çatarak süzdü. Üstüne eski fakat kalın bir gömlek geçirilmişti, zayıflığından dolayı kendisini bir askı gibi hissettirecek kadar bol ve kalçalarını örtecek kadar uzundu. Onu kimin giydirdiği umurunda değilse de pantolondan başka bir şey bulamadıkları için öfkelendiğini hissetti.

Kiana, hareket edildikçe sallanan kayıkta Daria'nın ardından dikkatle ilerledi. Aghon'un varlığını arkasında hissetse de dönüp bakmadı. Kızın ardından güverteye ayak bastığında ise gördüğüne hazırlıklı değildi.

Lurd... Haftalar önce nerede olduğunu bulmaya çalıştığı ve Ece'sine yerini söylediği adam, şimdi canlı bir şekilde karşısındaydı. Hafif hafif sallanan geminin güvertesinde ayaklarını bir omuz hizasından açmış ellerini önünde kavuşturmuş, onu meydan okuyan bir ifadeyle bekliyordu. Denizcilerden ve kamlardan oluşan kalabalık ikilinin karşılaşmasını merakla ama sessizce izledi.

"Kimleri görüyorum!" dedi Lurd canlı sesi ile. "Bir gün sizi gemimde ağırlayacağım aklımdın ucundan dahi geçmezdi." Uzun kollarını iki yana açarak "Hoş geldiniz." dedi sevecen bir ev sahibi edasıyla. Kirli sakalı denizlerde yıllarının geçiren esmer tenini daha koyu gösteriyordu. Ensesinde topladığı uzun siyah saçları bir korsan görünümü verse de asıl tekinsizlik hissi siyah gözlerinden geliyordu.

Cevap vermesini mi bekliyorlardı, o halde o da verecekti. Kiana öne birkaç adım attı, yürüdükçe ellerinde ortaya çıkan alevleri ile kalabalık bir anda harekete geçti fakat o adama dokunmak yerine uzun gömleğinin bir yanını çekiştirerek bir dizini hafifçe kırdı. Denizcinin önünde sarsak bir reverans ile selamını taçlandırdı. Neşeli bakışlarını adamın siyah gözlerinden telaşla onları çembere almış olan kamlara çevirdi ve ardından kocaman bir gülümseme sunarak hepsiyle alay etti. Lurd'un attığı gür kahkahası sadece denizciler tarafından karşılık bulurken gerginlikten kırılacak olan kamların nefeslerini bıraktığı neredeyse gözle görülecek kadar somuttu.

Aghon'un koluna yapışması ile gömleğinin bir yanını yakan ellerindeki alevler hızla söndü. Kiana'nın bakışları kolundaki elden yukarıya doğru yavaşça çıktı. Dünden beri ilk defa o gözlere bu kadar yakından bakıyor ve o bakışları direk karşılaşıyordu. İçlerindeki eğilip bükülemez kararlığı gördü ama adamın saklamaya çalıştığı acıyı keşfettiğinde ise sevindi. Aghon da en az onun kadar bu durumdan mutlu değildi.

"Hoş geldin dostum. Uzun zaman oldu." Lurd'un araya girmesi ile Aghon dikkatini kaptana çevirdi.

Sert bir tokalaşma ile selamlaşan adamlar, hızlı bir bakışma ile Cadı'nın bir an önce göz önünden kaldırılmasına karar verdi.

"Kosa!" diyerek Lurd, omzunun üzerinden seslendi.
Genç bir oğlan arkalardan öne çıkıp kaptanının yanına kadar geldiğinde. "Aghon'u ve misafirimizi hazırladığımız kamaraya götür." diye buyurdu.

Aghon onlarla birlikte hareketlenen Daria'yı görünce "Orist, Daria senin sorumluluğunda." diyerek kızı durdurdu.

Yerinde duramayan bir yapısı olan Kosa sabırsızlıkla baktığı Aghon'un işareti ile kadırganın uç kısmına yakın yatık bir kapıyı yukarı kaldırdı. Kiana ve Aghon oğlanın ardından kaybolduğunda güvertede konuşmalar bir anda yükseldi.

Kosa kamaranın kapısını açıp içeri girmeden geri çekildi.

Kiana'nın sırtında olan eliyle kadını içeriye doğru hafifçe ittiren Aghon oğlana dönerek "Kaptanına birazdan geleceğimi söyle." diyerek miçoyu gönderdi.

Odayı inceleyen Kiana, bir masa iki sandalyeden oluşan eşyaların azlığına burnunu kıvırırken ahşap duvarları yakıcı gözlerle inceledi. Bir iki kıvılcımın iş göreceği kadar ahşap, diye düşündü. Ardından kilitte dönen anahtarın metalik sesi ile hızla döndü. Kendini yalnız bulmayı beklerken Aghon sırtını kapıya yaslamış onu izliyordu. Çok oyalanmadan kamaranın ortasına kadar gelen adamı, kin dolu gözlerle takip etti.

"Özür dilemeyeceğim." Adamın kalın ve boğuk sesi boş mekânı doldurdu. "Ecen de sen de bunu hak ettiniz. Kibriniz ve dünyaya hükmetme hırsınız yüzünden şimdiye kadar sizden zayıfları birbirine kırdırdınız. Artık onları maşa gibi kullanamayacaksınız."

Kiana, o anda Aghon'a gerekli cevabı verebilmek için sesini geri almayı şiddetle arzuladı fakat çaresiz, hislerini belli etmekten kaçınarak umursamıyormuş gibi davrandı ve arkasını adama döndü. Kamaradaki lombozlardan birisine yaklaştı. Yolcularını alan ve yeniden harekete geçen gemi, tıpkı kayıklar gibi hızla suları yararak ilerlemeye başlamıştı.

"Şimdi kulaklarını tıkayabilirsin, Kiana." dedi Aghon yılmadan. "Ama bu hırsın en çok sana zarar veriyor farkında değilsin."

Aghon'a dönen Kiana'nın kaşları alayla yükselmişti. 'Ah Aghon! Bana gerçeği gösterme hırsın da en çok sana zarar verecek.'

"Sedar ve Zedana'nın savaşı sona erdiğinde, sen de sesini geri alacaksın ve istediğin yere gidebileceksin." dedi Aghon, içini çekerek.

Kamlar, ezeli düşmanlarından bir cadıyı ellerine geçirmişlerdi ve onu da kısa bir süre sonra bırakacaklardı, öyle mi? Kiana, Aghon'un, kamların nasıl bir dünya da yaşadıklarını merak etti.

Kadının alaycı ifadesini kaçırmayan Aghon, "O yüzden rahat durmanı ve başka birinin daha canını yakmamanı tavsiye ediyorum." dedi ciddi bir tonla.

İki elini beline dayayan Kiana, 'ya yapmazsam dercesine.' adama meydan okudu.

Kadını kolundan kavrayarak kendine yaklaştıran Aghon tane tane konuştu. "Ölmek için yanıp tutuştuğunu biliyorum, Kiana. Seni bu denli bir karamsarlığa neyin sürüklediği hakkında hiçbir fikrim yok." Dişlerini sıkan adam elindeki baskıyı arttırdı. "O kahrolası Kraliçen için bunu yapıyorsan eğer, emin ol o Cadı için bir damla kanını akıtmaya bile değmez. Seni serbest bıraktığımızda seni yanına yaklaştıracağını mı zannediyorsun? Hayır, gözünü kırpmadan öldürecek."

Başını iki yana sallayan Kiana, adamın pençesinden kurtulmak için çabaladı.

"Kamların seni serbest bıraktığını öğrendiğinde ne düşünecek biliyor musun; bizimle işbirliği yaptığını..."

Kiana tüm gücüyle adamı göğsünden itti, Aghon'un izin vermesi ile kamaranın birer yanına savruldular.

Aghon, kadının ellerini kaplayan alevlere alayla baktı. "O kadar basit değil." dedi bıkkınlıkla. Elleri gözle takip edilemeyen desenlerini çizdi ve seri bir şekilde kamaranın ahşap duvarları, yol yol buzun mavi rengi ile bürünmeye başladı. İçerisi hızla soğurken tavan ve zemin kam ve cadıya dokunmadan buzla kaplandı.

Kiana'nın buzdan hapishanesinden kurtulabilmek için iki yanına gönderdiği alevden diller Aghon'un buzunda tek bir damla oluşturamadı.

Kapıya ulaşan Aghon, "En iyisi esaretinin tadını çıkar, Kiana. Ya da insanların başına açtığınız belaların muhakemesini yap." dedi fakat son tavsiyesinin dinleneceğinden herhangi bir umudu yokmuş gibi omzunu silkti.

Onu burada yalnız bırakmaya niyeti olduğunu anladığında Kiana dehşetle kapıya koştu fakat Aghon dışarı çıkmış ve kapıyı kilitlemişti. Kamarada tek ahşap kalan yer olan kapı da göz açıp kapayıncaya kadar buza büründü.

Kiana, en büyük kâbusu ile baş başa kaldığını anladığında tüm gücü ile kapıyı yumrukladı fakat cevap veren olmadı. Soğuğun keskin dili tüm vücudunu ele geçirmeden önce sessiz çığlığı buzda çatlaklara sebep oldu ama daha ötesine geçemedi.

Kuzeyin keskin soğuğunda yaşamıştı ama  hayatı boyunca da o kemikleri donduran soğuktan nefret etmişti. Çocukluğunun tüm kötü anıları zihnini acıyla doldururken hızla kapıdan  uzaklaştı.
Artık buzdan bir kaplaması olan masanın altına girdi ve olduğu yere çöktü. Dizlerine doladığı kollarının üzerinden her an gelmesini beklediği tehlikeyi gözden kaçırmamak için korkuyla büyüyen gözlerini kapıya dikti.

Artık onu gelip kurtaracak bir Ece'si yoktu ya da sarılıp ısınabileceği bir kardeşi...

19
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 24 Kasım 2016, 13:44:45 »
Hayvan Terbiyecisi

Büyük çadır, soğuk geçen bir kışın ardından havaların yumuşaması ile başlayan yoğun bir hareketliği yaşıyordu. Minta ve Uli ayakaltından uzakta, küçük sandıkların üzerine oturmuş provaları izlerken boş vakitlerinin tadını çıkarıyorlardı. Şu sıralar en büyük eğlenceleri prova yapan oyuncuların performanslarını kıyaslayıp yorumlamaktı. Uli’nin tüm kışkırtmaları karşısında Minta, kabilesindeki her bir çingenenin muhteşem yetenekler ile doğduğunu hararetle savunuyordu. Ona göre belki daha öğrenecek birkaç şeyleri olabilirdi ama hepsi harikaydı.

Büyük bir tartışmayı böldüğünü fark etmeyen Oguz dinlenme arasını geçirmek için kızların yanına gelmişti. “Beni izlediniz mi?” diyerek ilgilerini çekmeye çalışsa da o esnada çadırın ortasına getirilen beyaz bir beygir ve onun ardından emirler yağdırarak gelen kadın, oğlanın fark edilmek adına olası şansını da yok etti.

Minta, görüşünü engelleyen Oguz’u kenara çekilmesi için çekiştirdi ve  “Çok güzel değil mi?” diyerek hayranlığını ortaya serdi.

Önce Minta’nın beyaz attan bahsettiğini düşünen Uli, sonrasında kadını kastettiğini anladı. Aynı anda Oguz’un kendi provası ile ilgili kaygıları dağıldı, daha rahat izleyebilmek için kendisini küçük kızın yanına bıraktı. “Sirk kurduğumuz şehirlerde sırf Tena’nın gösterisini izlemek için çevre kasabalardan gelirler. Provalarının da gerçek bir gösteriden farkı yok aslında.”

Uli, çadırdaki birçok kişinin işini gücünü bırakıp güzel kadını seyretmeye hazırlandıklarını gördü. Bu kadar övülen kadını diğerleri ile birlikte merakla inceledi. Aylardır Çingenelerin arasında çirkin ördek yavrusu gibi dolandıktan sonra kabilenin kadınlarının güzelliklerinin çok fazlasıyla ayırımındaydı. Fakat beline ulaşan altın sarısı saçları, uzun ince endamı ve yüzünün çarpıcılığıyla Tena’nın kabilesinin güzellik tahtında tek başına oturduğunu kabul etti. Giydiği yumuşak dökümlü mavi kumaş, ayak bileklerinde büzülürken, şalvarın üstüne giydiği ipekten pembe gömleği kadının tatlı kıvrımlarını ortaya çıkarıyordu.

Tena, bin bir söylenmenin ardından bindiği, beygirini çadırın içinde rahvan koşturmaya başladı, seyircilerini çok bekletmeden hızlandı ve atın ritmine ayak uydurarak eyerinin üzerinde dikildi. Sıradan insanların ayaklarının altında sağlam bir zemin varken bile yapamayacağı her türlü akrobatik hareketleri,  atının üzerinde sergilerken güzel kadın çok rahat,  bir o kadar etkileyiciydi.
Uli, önünde cömertçe sergilenen gösteriyi keyifle izleyip her tehlikeli hareketinde yerinden sıçrarken Minta’nın çıkışması ile Kusta’nın çırağı Toma’nın yanlarına geldiğini fark etti.

“Önümüzden çekil, Toma.”

Toma, buraya neden geldiğini hatırlayarak gözlerini, Tena’dan uzaklaştıramadan mırıldandı. “Usta Kusta, Pulera’yı çağırıyor.”

Uli, isteksiz de olsa doğrulduktan sonra poposunu döverek oturdukları sandıktaki tozlardan kurtulmaya çalıştı. Nasıl olsa her gün bu provaları izleme şansı olacaktı, Kusta’yı bekletmek istemiyordu.

“Biraz daha izleseydik.” diye sızlanan Minta da Uli ile birlikte kalkmıştı.

“Zaten seni çağırmamış ufaklık. Pulera’yı istemiş.” dedi Oguz, kızın saçlarını çekiştirerek.

Uli, Oguz’a uyarıcı bakışlar gönderdi. Ardından küçük kıza dönerek “Gerçekten de senin gelmene gerek yok Minta. Çok uzun süreceğini zannetmiyorum hem provayı kaçıracaksın.” dedi at ve binicisinin durdukları yeri başıyla işaret ederek.

Minta, kararını çoktan vermişti. “Okro’yu sevmeme yine izin verir misin?” diye heyecanla kızın eline yapıştı.

Uli, ilerideki üstü açık, yüksek korkuluklarla çevrili daire şeklindeki platforma yürürken kaplanın evcil hayvanı olmadığını küçük kıza anlatmayı bir daha denedi. “Benden değil Okro’dan izin almalısın.”

Oguz, hayran hayran Tena’yı izleyen Toma’yı kızların arkasından adeta sürüklerken Minta, oğlanların da peşlerinde olduğunu görünce Uli’ye fısıldadı. “Neden sürekli benimle uğraşıyor ki? Eski halini özledim.”

“Oguz’un suratsız ve huysuz halini mi? Asla! Onu getirip bunu geri gönderseler bacağını tekrar kırar tekrar iyileştiririm.” dedi Uli yapmacık bir huysuzlukla.

Minta kıkırdarken Oguz’un duyup duymadığını anlamak için arkaya baktı. Oğlan, kızların kendisinden bahsettiklerinden şüphelense de ne dediklerini duyamamıştı. Yine de “Boz’u görmek için geliyorum.” diyerek kendisini savundu.

Büyük kafes dairesine ulaştıklarında Kusta, telaşla Uli’yi karşıladı. “Okro’yu kafesinden çıkartamıyoruz. Yine huysuzluğu üzerinde, bu hayvanın huyu suyu değişti sen geleli.” Kusta, kaplanı mı kıza, kızı mı kaplana şikâyet etsin karar veremiyor gibiydi.

Okro’nun kafesi platformun bitimindeki bir aralığa yanaştırılmıştı. Kafesin kapısı açık olmasına rağmen dişi kaplan açıklığa en uzak noktada uzanmış çıkmamakta ki inadını sergiliyordu. Kaplanın önünde diz çöken Uli, arkadaşının altın rengi gözlerindeki parıltıyı yakaladığında daha dokunmadan Okro’nun inadının bir oyun olduğunu anladı. Kaplanın iri başını iki eliyle hızla kaşırken “Seni huysuz kız!” diye azarladı. Ardından kaplanın kulağına eğilerek fısıldadı. “Hadi bakalım bütün kış tembellik yaptın. Artık çalışma vakti.”
 
Aldığı tatlı uyarı ile hızla ayağa fırlayan Okro, hiç nazlanmadan Uli ile kafesini terk ederek platforma adım attı. İri kaplanın yanında yürürken Uli olduğundan daha ufak ve narin görünüyordu. Hayvan bakıcılarının ve Kusta’nın, az önce onların Tena’yı izledikleri gibi kendisini hayranlıkla izlediklerinin farkında değildi. Okro’yu kafesten çıkarınca işinin bittiğini zanneden Uli kapıya doğru döndüğünde Kusta’nın müdahalesiyle karşılaştı.

“Biraz daha kalsan sorun olmaz umarım, yeniden inat etmemesi için. Boz’u merak etme, biz idare ederiz.”

Uli şaşırsa da başıyla yaşlı adamı onayladı. Okro’nun yanına yürürken Minta’nın çoktan kafesin dışından kaplana yanaştığını gördü. Kızın cesaretine hayran olsa da Okro’nun ne yapacağını kestiremediğinden küçük kız için endişeleniyordu. Kolunu parmaklıkların arasından kaplana doğru uzatan Minta’yı uyarmak için ağzını açtı fakat dişi kaplan küçük kızın elini yalarken Minta neşeyle gülüyordu. Yine de azarlamaktan kendini alamadı. “Beni beklemeliydin, Minta.”

“Ama Pulera, gördün Okro beni seviyor.” Kızı onaylarcasına dişi kaplan evcil bir kedi gibi keyifle mırladı.

Uli başını sallayıp gülerken bir yandan da “Sizinle baş edilmez.” diye ikisini azarladı.

Dişi kaplanın kafesinin yerine şimdi Boz’unki yanaştırılmıştı. Beyaz kaplanın sabırsızlığı kafesin daracık alanını arşınlayan halinden anlaşılıyordu. Bunu ispatlarcasına kapısı açılır açılmaz platformun içine atıldı. Kusta’nın adamlarından Acar ve Savni kamçılarını hazırda bekletiyorlar ve hayvanı dikkatle izliyorlardı. Boz’un Okro ve hala kaplana elini yalatan Minta tarafına yönelmesi ile kamçılardan birisi havada şakladı. Bu beyaz kaplanın geri çekilmesine sebep oldu.

Uli, Okro ve Boz'un gösterisini daha önceden izlemediğinden terbiyecilerin ne yapacaklarını kestiremiyordu, aslında hayatı boyunca bir sirk gösterisi izlemediği düşünüldüğünde, bugünkü provalar onun için bir ilk olacaktı.

Okro ve Boz’un platform üzerinde yaptıkları uyumlu hareketleri izlerken Acar öne çıkıp kaplanları kamçısı ve ince sopası ile yapmaları gerekenler için yönlendirdiğinde Uli heyecanlanmaya başladı. Nedense gösteriyi Kusta'nın yöneteceğini düşünmüştü ama Acar'ın görüntüsünün ve fiziğinin yaşlı adama göre daha gösterişli olduğu göz önüne alınınca yanıldığını anladı. Genç adam uzun boylu olmasına rağmen ince ve sırım gibiydi. Sarı uzun saçlarını ensesinde bol bir şekilde toplamış, tıraş olmadığı için kısa sakalları yüzüne yayılmıştı.
Her ne kadar Oguz’u iyileştirdiği günün akşamı Opampe’nin evinde Acar, Uli’yi çalıştırmak için öne atılmışsa da Uli sıcak bakmadığı bu fikri sürekli geçiştirmiş ve genç adamı bu fikirden sonunda vaz geçirmişti.

Uli hafifçe gülümseyerek Acar'ın Okro'ya istediklerini yaptırmasını ama Boz'da bir o kadar zorlanmasını izledi. Her gittikleri şehirde bu gösteriyi yapıp yapmadıklarını bilmiyordu ama biraz heyecana ihtiyaçları olduğunu Uli bile anlayabiliyordu. Belki Acar daha fazla kaplanlara yaklaşmalı ve yürekler biraz daha ağza gelmeliydi. Boz'un hırçınlığı ve onun tarafından yaralanmasının etkisiyle Acar'ın kaplandan çekinmesi birleşince elde edilen sonuç pek içi açıcı değildi. Kusta'nın bunu izlemesi için mi onu içeride bıraktığından emin olamadı.

Acar, Boz'u kenarda dinlenmeye bırakarak Okro ile ilgilenmeye başladığında adamın gevşediğini ve rahatlıkla kaplanı yönettiğini gördü. Dişi kaplanı sandıklar üzerinde hoplattı, arka ayaklarının üzerine dikti, ön ayağının üzerine çökertti, kaplana dokunmak haricinde her şeyi yaptı.

"Hayır Minta!" Oguz'un tüm çadırda yankılanan sesi ile küçük kızın kafesin parmaklıkları arasından Boz'a uzanmış kolu bir an havada titredi ama uyarıya rağmen durmadı.

Uli Boz’u durdurmak için koşarken beyaz kaplanın gözlerindeki pırıltıyı yakaladı. Acar'ın kamçısını onlara doğru salladığını göz ucuyla gördü. Boz, kendisine gösterilen ilgiyi geri çevirmeyerek sandığından inmiş çoktan parmaklıkların önüne dayanmıştı. Uli, Minta için hissettiği korkusundan aldığı nefesin ciğerlerini yaktığını hissederken parmaklıklar ile Boz’un arasına girdiğinde beyaz kaplanın pençesi bir iki saniye tereddütle havada asılı kalmıştı. Uli ile yüz yüze geldiğinde Boz, sivri dişlerini göstererek kıza titrek bir hırlama sunsa da bir adım geriye çekilerek hafifçe başını ön ayaklarına doğru eğdi.

Oguz kafesin dışından Minta’yı kucaklayıp uzaklaştırırken oğlanın az önceki çığlığı ile tüm çadır Tena’yı izlemeyi bırakmış ve kafesli platforma yanaşmıştı. Uli, üzerine yoğunlaşan ilginin farkında olmadan, Boz’u gerilemeye zorlarken “Aferin oğlum.” diyerek kaplanı övmeyi de ihmal etmiyordu. Birkaç saniye sonra parmaklıkların ardı seyirci kaynıyordu ve anormal bir sessizlik kısa sürede neşeli tezahüratlara bırakmıştı yerini. Acar’ın da yardımı ile Uli, Boz’u kafesine kadar götürüp kapısını kapatırken ancak bu gürültünün sebebinin kendisi olduğunu anlayabilmişti.

Kusta, çoktan dibinde bitmiş ve sırıtıyordu. “İşe alındın.” dedi kızın afallamış yüzüne doğru.

“Ne işi? Ne alınması?” diye kekeleyen Uli, başların üzerinden atının sırtındaki Tena’nın keskin mavi bakışları ile karşılaştı. İşte o zaman az önce farkında olmadan Boz ile yaptığı ufak gösterinin gözlerden kaçmadığını anladı.

“Bu kaplanlarla senden başkası baş edemez Pulera. Livan ve Opampe ile ben konuşurum. Yaza kadar Acar ve senin için harika bir gösteri hazırlayabiliriz. Kadın bir hayvan terbiyecisi! Şu zamana kadar ne görüldü ne de duyuldu.” Kusta hevesle aklındakileri ortaya sererken Uli yaşlı adama o anda itiraz etme gücünü kendinde bulamadı. Ona bu kadar iyilik yapmış insanlara seve seve yardım ederdi ama bir gösteriye çıkıp tüm bakışları üzerine çekmek mi?

Uli ne yapacağını bilemeyerek Acar’ın onu cesaretlendirmeye çalışan gülümsemesine titrek bir karşılık verirken buldu kendisini. Madem bir gösteriye çıkacaktı şartlarını öne sürmeliydi. “Tamam, ama elbise giymem.” dedi inatla.

20
Liman Kütüphanesi / Ynt: Fuar Raporum :)
« : 14 Kasım 2016, 19:24:38 »
Elimde bir gün önceden almak istediğim kitapların listesi ve idefix, kitapyurdu fiyatları ile gittim fakat fırtınakıran'ın da dediği gibi çok fazla indirim yoktu bir iki liralık farklar vardı. hatta bir tanesinde kitapyurdu fiyatı daha da ucuzdu. O yüzden bir kaçını netten almak için erteledim. Taşıması kolay, dile kolay üç saatlik yoldan gelip geri dönmesi de var işin içinde, hafif ve küçük olanları nasıl olsa alacağım diyerekten çantaya attım.
Rozetler için çok teşekkür ederim fırtına kıran arkadaşlarım da ettiler, iki tanesi anında kapıldı :D
Sanırım aynı ilgi alanına sahip kişilerle gitmekte fayda var yoksa çok yoruluyorsunuz. :D ya da tek başınıza dolanmayı göze alın.

21
Liman Kütüphanesi / Ynt: Kitap Listesi
« : 10 Kasım 2016, 16:52:43 »
2312
Sandman 1-Prelüdler-Noktürnler
Fantastik Işık
Kurma Kız
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar
Şehir ve Şehir
M4y4
Canavarın Çağrısı
Perdido Sokağı İstasyonu
Giddar
Anstorra - Kan Muskaları 1.Kitap
Mesih'in Klonu

Şimdilik bunlar, fuardan hepsini alır mıyım emin değilim, bakalım zaman ne gösterecek :)

22
Kurgu İskelesi / Ynt: Cadı
« : 10 Kasım 2016, 16:47:56 »
Molasız saatler boyunca hızlı at sürmelerinin sonucu olarak kendi kendini iyileştirmek için durup dinlenmeyen Aghon’un tükeneceği bir an gelecekti. Bu ihtimale bel bağlayan Kiana, zorunlu sessizliği içinde arkasındaki adamdan mümkün olduğunca kaçınmaya çalışarak düşmemek için tutunduğu eyeri kavrayan parmaklarını sıkarak otururken geçen zamanı sabırla tüketiyordu. At sırtında mücadele etmenin ya da ağlayıp sızlanmanın farkında olarak yalancı sakinliği içerisinde ne pahasına olursa olsun tutsaklıktan kurtulmak için kafa patlatıyordu.

Aghon, arkadaşlarına yarasından bahsetmediği gibi yol boyunca acı çektiğini ima edecek tek bir inlemeyi dahi ağzından kaçırmamıştı. Orist’e verecek bir emri olmadığı sürece konuşmuyor, Kiana’nın sesini ondan almasının kefaretini tatsız kaçacak herhangi bir sohbetin eksikliği ile ödüyor gibiydi.

Saatler geçtikçe adamın tutuşu zayıflayıp arkasındaki eğilmez varlığı sırtında bir yük haline geldiğinde Kiana sabırla beklediği fırsatın yaklaştığını anladı. Sonunda akşamın alacakaranlığı üzerlerine çöktüğünde atların eşkin ve temkinli koşusuna ara vermeden ilerken mükâfatını sert bir şekilde aldı; Aghon baygınlığın koruyucu kollarına düşerken kendisi ile birlikte Kiana’yı da yere çekti. Kadın sarmaşıkların kıskacındayken düşüşünü en zararsız şekilde atlatabilmek için omzunu bir kalkan gibi kullanmaya çalıştı. Bereler iyileşirdi ama kırıklar için harcayacak ne gücü ne de vakti vardı.

Önlerinde ilerleyen Rendull ile Ikar düşme sesini duyarak geri dönerlerken Daria’nın bindiği kısrak yedeğinde olan Orist arkalarından onlara yetişti. Aghon’un bilinçsiz hali Kiana’nın bağlarını kontrolsüz bırakmıştı fakat serbest kalmasına rağmen uzaklaşmak yerine adamın yarasını merak ederek pelerini kaldırdı. Orist tarafından omzundan tutulup geriye itildiğindeyse karşı koymadı. O kısacık anda Aghon’un kanı ile ıslanmış zırhın siyah renginin daha da koyulaştığını görebilmişti. Kanaması çok olmalıydı.

Ikar, Cadı’yı arkasına alan Orist’in önüne diz çöktü ve endişe ile “Neden yarası olduğunu söylemedi ki?” diye sordu.

“Bizi yavaşlatmak istememiştir.” diyen Orist, deri zırhta Kiana’nın daha önce açtığı kesiği genişletmeye girişti.

Kiana, olduğu yerde dikkat çekmemeye çalışarak Daria’ya hızla göz attı. Kızın attan inmeye yeltendiğini görünce kaşlarını çattı ve kımıldamaması için başını iki yana salladı. Rendull atlarla ilgilenirken Orist’in ara ara gözlerinin ona kaydığını görebiliyordu. Önündeki iki adamın Aghon’u burada iyileştirmek için oyalanmakla hemen harekete geçip tedaviyi ertelemek hakkında tartıştıklarını işitebiliyordu.

Boğazındaki ağrı, başının zonklaması ve sağ omzunda düşüşten kalan sızıyı eklediğinde daha iyi günleri olduğunu itiraf etse de hayatı pahasına kaçmalı ve çok geç olmadan Vadiye geri dönmeliydi. Taşları hala Aghon’un cebindeydi fakat onları çağırdığında her zaman gelmemişler miydi? Yavaşça ayağa kalkarken taşların soğuk ve pürüzsüz yüzeylerini avucunda hissetti. Bir kalp gibi atan varlıklarından güç alarak taşları Rendull’a ve nöbet tuttuğu dört atın üzerlerine fırlattı. Atlar göz açıp kapanma süresinde panikle kaçışırken nöbetçileri onları zapt etmekte zorlandı. Ikar ya da Orist’in müdahale etmesine fırsat vermeden Kiana Daria’nın arkasına atlayıp dizginleri eline aldığında kısrak sahibinin tanıdık dokunuşlarıyla bir ok gibi ileri atıldı.

Ikar’ın buzdan parmakları onlara ulaşmaya çabaladı fakat hedefe koyduğu, cadılar tarafından eğitilen bir kısraktı. Seri manevralarla sağa meyleden atına yardımcı olmak için Kiana arkalarında onları kollayacak ateşten bir kalkan oluşturmakta gecikmedi. O esnada da taşları ona dönmüştü. Arkasında alacakaranlıkta yankılanan bağırışlara atları kaçıran Rendull’un küfürleri karışıyordu.

Uzun bir süre takip edilemeyeceklerine hükmetmesine rağmen Kiana rahatlayamamıştı. Bilmediği topraklarda hele ki güneş battıktan sonra tek şansları geldikleri yönde dönmeye çalışmaktı. Duyuları rüzgârın ona taşıyacağı herhangi bir sese dikkat kesilmişken Daria sonunda dayanamamış ve yeteri kadar uzaklaştıklarına kanaat getirerek heyecanla konuşmaya başlamıştı.

“Kaçmak için bir şey yapamadım, her şey o kadar hızlı olduk ki. Orist olduğum yerde kalırsam bana hiçbir şey olmayacağını söyleyip duruyordu ama o korkuyu hissettim.” diye sızlandı Daria. “Ikar bir grup askeri parmağının ufak bir hareketi ile korkudan diz çöktürdü, gözlerimle gördüm.”

Kiana’nın, Ikar’ın nehrin hanımı ile arasının iyi olduğunu anlaması için kızın sözleri yeterliydi. Birkaç kişiyi aynı anda korkuya boğup etkisiz hale getirmek her kamın sergileyebileceği meziyetlerden birisi değildi.

Daria, yaşadıklarını saatlerdir içinde tutmanın sonucunda artık konuşabiliyor olmanın rahatlığı ile Kiana ve Aghon dönene kadar gördüklerini tek tek anlatıyordu. Rendull ve Ikar’ın tüm büyülerini sıralayıp Orist’i dışarıda tutması Kiana’ya iri yarı adamın bir kam olmadığını düşündürdü.

“Aghon'un bu kadar iyi gizlenebilmesini aklım almıyor. Nasıl olur da fark edilmezler.” Daria ne yaptığını fark edip “Üzgünüm.” diye mırıldandı. Kız, kalbinin taştan olmadığını anladığı hanımının hislerini hesaba katmadığını çok geç fark etmişti. Bacağına iki kere vurulması üzerine dönüp Kiana’nın yüzünü görmeye çalıştı.

Alnı ve yüzünün yarısı kurumuş kanla kaplıyken savaş boyası sürünmüş bir savaşçı gibi duruyordu, siyah gözleri pırıltılarla doluydu. Kadını nasıl teselli edeceğini bilemeyerek önüne dönen Daria, “Seni gerçekten sevdiğini düşünmüştüm.” diye mırıldandı.

Kiana, bunları daha sonra düşüneceğine dair kendisine söz verdi, şimdi sadece yollarını kaybetmemek için uğraşmalıydı. Bir saatin sonunda önlerinde birer gölge gibi beliren kuru ağaç kümesinin önünde buldular kendilerini. Kısrağı ilerlemek için sabırsızca sürekli hareket halindeydi fakat Kiana onu durdurarak kaybolmadıklarından emin olmak istedi. Gelirken baharın ulaşmadığı bu kasvetli bodur ağaçların arasından geçtiklerini çok iyi hatırlıyordu fakat ışığın önlerini aydınlattığı zamanla akşamın geceye karıştığı karanlığı kıyasladığında içlerinden geçmeye tereddüt ediyordu. Etrafından dolanıp sonunu bilmediği bir maceraya da girmek istemiyordu.

"Buradan hiç hoşlanmadım." Daria huzursuzca kıpırdandı ve "Biraz ışığa hayır demezdim." dedi içini çekerek.

Kiana, tüm ağaçlığı yakıp yıksa daha çok mutlu olacağını biliyordu ama onun yerine kısrağın böğrünü sert bir şekilde topukladı. Atın içgüdülerinin insafına kalmışlardı. Çok değil ağaçlığa girdikten bir kaç dakika sonra Kiana artık yalnız olmadıklarını anladı. Bir atlı grubu ağaçlığın ötelerinden geçiyor olmalıydı çünkü toynakların toprağı döven gümbürtüleri belli belirsizdi. Aghon'un onu bulmuş olabileceğineyse zannetmiyordu.

Zaten yorgun olan kısrağını daha fazla zorlamak yerine temposunu korudu. Eğer Aghon sesini ondan almamış olsaydı şimdi rüzgârı yanına katmış, adeta uçarak Vadi'ye varmışlardı. Hala geç değil, diye kendisini teskin etti.

Dalların dikenler gibi kollarını ve bacaklarını çizdiği sıklıkta ağaçların kümelendiği bir yere geldiklerinde ortamın doğal olmadığını çok geç fark ettiler. Kısrak önüne çıkan her engeli ve ağacı zikzaklar çizerek aşıyordu fakat sonunda ayağıkökler arasında oluşmuş bir deliğe girdi. Kiana, çevrelendiklerini ve tuzağa çekildiklerini atın üzerinden fırlayarak yere sert bir şekilde çarptıklarında anladı. Daria bir kaç adım ötesinde bir ağacın yumru yumru köklerine doğru savrulmuştu. Kızın doğrulmaya çalıştığını görünce rahatladı fakat kısrağı ayağa kalkmak için çaresizce debeleniyordu.

Bir mızrak gelip atın boynuna saplandığında Daria, bir çığlık attı. Kiana, zorlukla ayağa kalktı fakat kısrağı için yapabileceği bir şey yoktu. Kendilerini düşünmeleri gerekiyordu çünkü ağaçların arasından yavaş yavaş beliren siluetlerin sıradan kişiler olmadıkları anlaşılıyordu. Kemerlerine asılı kılıçları kınlarından dahi çıkarılmamıştı fakat Kiana, her an bir kam büyüsünün desenlerini çizmeye hazır elleri tetikte, kadınlı erkekli sekiz kişi saydı. Daria’nın yinelene çığlığı ile arkasına döndü; kız bir kam tarafından kollarından yakalanmıştı.

Bir kadın öne çıktı ve Kiana'yı tarttı. Ardından omzunun üzerinden bir adama seslendi. "Rydan, Aghon'a Cadı'yı bulduğumuzu haber ver."

Genç bir erkek elini mızrak gibi kolayca toprağa sapladı, kısa ve sessiz bir bekleme anından sonra Kiana’nın anlamadığı bir lisanda bir kaç kelime mırıldandı. Ne duyduysa başını sallayarak cevap verdi. Sonunda topraktan elini çekti ve kendisini bekleyen kadına "Yakındalar, geliyorlar." dedi.

Kiana, grubu son ana kadar neden fark edemediğini artık anlıyordu. Sanki çok uzaklardan geçiyorlarmış gibi atlarının yürüyüşlerinin seslerini toprakta boğmuşlardı.

"Konuşamayan bir Cadı, ne güzel bir manzara."

Kiana arkasından bir yerden gelen yoruma sadece kocaman bir gülümseme ile karşılık verdi. Son umutları da yok olup giderken elinden yapacak başka bir şey gelmiyordu. Kahkahalarla gülmek istedi fakat ağzından çıkacak seslerin nahoşluğundan korkarak kendini tuttu. Kardeşini ne kadar zamandır görmediğini hesaplamaya çalıştı, sekiz ay önce Bendol'ün sarayındaki hücredeki halini hatırladı. 'Üzgünüm Kieran, başaramadım.' diye özür diledi içinden.

"Ama gülebiliyor."

"Çok uzun sürmeyecek."

Kin dolu bir sesle temennilerini sunan Kam’a doğru döndü Kiana. Adamın ellerinin seri hareketlerle çizdiği şekli izlerken kılını bile kıpırdatmadı. Fakat zihnine dolan görüntülerin canlılığına hazırlıklı değildi. Farkında olmadan bir adım geriledi, sanki o anda Bendol kardeşini lime lime ediyordu. Kam’ın büyüsü zihnindeki en büyük korkusunu deşip yüzeye çıkartırken ağzından hafif bir inleme kaçtı. Alnında biriken terin anında soğuduğunu ve bedeninin buz kestiğini hissetti fakat kaşlarının altından adama bakarken titrek de olsa meydan okuyan bir gülümseme göndermeyi başardı.

“Seik, kes şunu!” emri, ilk konuşan kam kadın tarafından seslendirmişti. “Kılına dokunulmayacak, duydunuz mu? Hemen şu Cadı’yı bağlayın!”

Kiana, ne bağlanıp dışarıda kalmaya ne de kamların geri çekilmesine izin vermedi, taşlarını etrafındaki kam çemberinin yüzlerinin önünden tehditle geçmesini sağladı. Zaten bir kıvılcım bekleyen ortam bir anda karıştı. Cadı, zihnine dolan korku ve tehdit içeren her bir görüntüyü savuşturdu. Kamların arasından Aghon’a haber gönderen genci gözüne kestirdi. Cadı’nın ellerini kaplayan ateş topraktan sarmaşıkların fırlamasını tetikledi. Rydan’ın etrafında dönen taşlar bir kement gibi ince bedeni yakaladığı anda Kiana bir benzerini kendi göğsünde hissetti ama o bir kam değildi ve ellerine şimdilik ihtiyacı yoktu.

Kendi bağları daralırken o da kam oğlanın iplerini sıktı. Daria’nın bağırışlarına Rydan’ın acı dolu feryadı karıştı. Kiana, ellerinden kollarına doğru hareket eden alevlerin arasında omzunda soğuk bir acı hissetti. Bir tane daha diğer omzuna saplandı fakat öldürme amaçlı olmadıklarını anladı. Oğlanı bırakması için bir uyarıydı ama aldırmadı.

Bendol’e duyduğu kinini, bulaştığı belalar için Kieran’a öfkesini, Ecesinin amaçları için kardeşini kullanmasının çaresizliğini en çok da Aghon’un ihanetinin hayal kırıklığını ateşine yükledi. Alevler boynuna kadar ulaştı ve dolandığı yerlerde kıyafetleri yakıp kül etti, omuzlarındaki buzlar eridi geride kanlı yaralar bıraktı. Alevler kulaklarında uğuldamasına rağmen Kiana, kam kadının ona zarar vermemeleri için bağırdığını duydu. Lanet kamlar, diye düşündü, yer değiştirsek cadılar bir kamı çoktan parçalamıştı.

'Benden günah gitti.'

Taşları Rydan’ı Cadı’nın dibine kadar sürükledi. Kiana oğlanı ellerinden yakaladığında cadıyı zapt etmek için gönderdikleri sarmaşıkları bu kez arkadaşlarını ondan çekip koparmak için kullanmayı denediler fakat alevler her birini aç bir kurt gibi yalayıp yutuyordu. Soğuğun buzdan parmakları etraflarına kapandı, söndürmek için üzerlerine yığınla toprak atıldı fakat Kiana kendini tüketircesine alevlerini körükledi ve ateşten bir fanusun içine ikisini de hapsetti.

 Rydan bağırdıkça kalbine saplanacak bir buz parçası bekledi ama gelmedi. Geçip gelmesine izin vereceği tek şeyi ondan esirgedikleri için daha da öfkelendi. Bedenlerinin tamamı ateş ile kaplandıkça Rydan daha fazla ayakta kalamayarak dizlerinin üzerine çöktü. Hadi diye düşündü, öldürün beni! O da sonunda oğlanın önünde diz çöktü, gücü tükenmek üzereydi.

Ağaçların arasında bir şenlik ateşi gibi yanarken karanlığı kırmızı bir ışıkla aydınlatıyorlardı. Üzerlerinde yanıp kül olmamış tek bir kumaş parçası kalmamış, Rydan'ın metal kolyesi eriyerek kabaran derisiyle bir olmuştu.

Kiana, bilincini yitirerek yana kaymadan önce oğlanı omuzlarından yakalayan ellerin ateşten etkilenmediğini fark etti tanıdık geldiğini fark etti. Ona o zehirli suyu veren eller... Onun yüzünde dolaşan eller... Aghon’un elleri gibi.


23
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 07 Kasım 2016, 10:01:21 »
Kırmızı Kar Yağınca

Şozi Avlakları’nda kar aylar boyu hükmünü sürdüğünden, güneyin sıcak iklimine alışkın bedenler, kat kat giyinseler bile kemiklerine kadar üşümeye engel olamazdı. Yine yağışsız fakat soğuğun kol gezdiği bir günde, uzun sarıçam ağaçlarının diplerinde belli bir düzen ile dizili beyaz taşların alçak tahta çitlerle çevrelendiği Şozi mezarlığının dışında küçük bir kalabalık toplanmıştı.  Grubun dışında ağaçların altında dikilen Dadali, evcil bir geyiğin boğazına dayanan bıçağın pırıltısına dalıp gitmiş, aylar boyunca aralarında geçirdiği süre içerisinde kuzeyde işlerin güneydekinden ne kadar farklı işlediğini düşünüyordu. Doğan her çocuk bir aylık olduğunda anne ve babası, gücü ölçüsünde hayvanlarından en güzellerini Tanrı’ya şükür için kesip meydanda bir şenlik havasında yakılan ateşte pişirip dağıtıyordu.

Grubun ortalarında siyah saçlı bir kadının kucağında kürklere sarılı bebeğine bakarken gözlerindeki parıltıyı yakalayan Dadali, eğer Soysuz Ladre Moita’yı tuzağa düşürmeseydi şimdi nerede ve nasıl olacaklarını tam önündeki sahnede görebiliyordu. Yıllardır yabanda dolanmak yerine şimdi Tanur ile kendi bebeklerine sahip olabilirlerdi. Siyah saçlı kadının omuzlarını koca kolları ile saran iri yarı adamın yüzündeki mutluluk ve eşine bakışındaki sevgiye daha fazla bakamayacağını anlayan Dadali, tüm bu huzurlu tablodan uzaklaşmak için arkasını döndüğünde az önce hissettiği imrenmenin kıskançlığa dönüşmüş yansımasını Mgeri’nin bakışlarında yakaladı. İzlendiğini fark eden adamın ifadesi saniyeler içinde değişirken Dadali, onunla dalga geçmenin içinden gelmediğini fark etti.

“Memleketinin ilginç adetleri var.” diye belirten Dadali, yürüyüp gidecekken Mgeri’ninde onunla ayrılmaya karar verdiğini fark etti.

“Bir de ağaçlar tomurcuklandığında yaptığımız şenliği görmelisin.” dedi Mgeri dalgınca. Omzunun üzerinden arkaya kısa bir bakış attığında Kunt’ın Loresima’nın saçlarına bıraktığı buseyi hızla gerisinde bırakarak Dadali’ye döndü.

Dadali kafasında hesaplamaya çalışarak Şozi’deki meyve ağaçlarının ne zaman çiçek açacağını bulmaya çalıştı. İşin içinden çıkamayınca “Kırmızı kar yağınca mı?” diye sordu alayla.  “Burada kar kalkıyor mu ki?”

“Birkaç ay da olsa toprağı gördüğümüz oluyor.” diyen Mgeri, aklına düşen bir görüntü ile yüzüne keyifli bir gülümse yayıldı. “İnanmayacaksın ama buralarda gerçekten kırmızı kar yağıyor.”

Dadali’nin kaşları alayla yükselirken “İnanmadım zaten.” dedi.

“Mekotoni de hasat zamanı, burada Huş ağaçlarının yapraklarının kızarma zamanıdır. Ağaçlar kızıla dönen yapraklarını birer birer döktüğünde yerde ve havada kırmızıdan geçilmez.”

Kadının kahkahası bahsedilen ağaçların kar yüklü dallarının altında yürürken ormanda çınladı. “Görmek isterdim.” dedi merakla.

“Ben de isterdim ama Moita’nın aklında başka bir şeyler var sanırım.” dedi Mgeri düşünceli bir sesle. “Geçenlerde, birkaç hafta içinde güneye gitmekten bahsediyordu.”

“Şu oğlanı merak ediyor.” dedi Dadali, ağaçlık alandan köyün tek katlı evlerinin sıralandığı meydana girerlerken.

Mgeri, ‘hangi oğlanı? ’diye soracakken Dadali’nin Uli’yi kast ettiğini anlayarak “Uli’yi mi?” diye sordu.

“Uli erkek olmasa, başka şeyler düşüneceğim ama…” diyen Dadali, yürürken bir yandan da alçak bir duvardan aldığı kar yığınını parmaksız eldivenlerinin içinde evirip çevirip avucuna sığacak bir top yapmaya çalışıyordu.

Mgeri’nin hiçbirine Uli’nin bir erkek olmadığını söylemek içinden gelmemişti. Moita’nın onun kız olduğunu öğrendiğindeki halini kesinlikle kaçırmak istemiyordu. “Ne gibi şeyler?” diye sordu Mgeri. Bir yandan da güldüğünü belli etmemek için bakışlarını kadından uzağa, ortada yakılan koca ateşe çevirmişti. Meydan yavaş yavaş dolmaya başlarken törende hizmet edecek kadın ver erkekler ateşi büyütmekle, tabak çanak için uzunca bir masayı donatmakla meşguldü.

“Biliyorsun işte. Maleni’den sonra Moita, başka hiçbir kadına ilgi duymadı. Onun Ladre ile evlendiğini öğrendikten sonra iki gün tek kelime etmediğini hatırlamıyor musun?” dedi Dadali. Elindeki kartopunu hızla ileride ki ateşe doğru fırlatmak isterken o anda önünden geçen iri yarı bir adama denk gelince şok ile bir adım geriledi.

Adama üzgün olduklarını söyleyerek yoluna gitmesini işaret eden Mgeri, kahkahaları arasında “İlk defa ıskaladığını görüyorum.” dedi.

“Görüp görebileceğin ancak budur.” diyen Dadali düştüğü durumla eğlenerek ufak bir kahkaha attı.

Kadının soğuk ile kızarmış yanaklarına doğru yayılan dudakları alışkın olmadığı havadan dolayı çatlamıştı. “Gülmek sana yakışıyor.” dedi Mgeri kendini tutamayarak. Dadali ile ilk tanıştıklarında on yedi yaşındaki kız, aşkın heyecanı ile göz kamaştıran mutluluğun ayaklı bir timsali gibi ortalarda dolanıyordu. İlk ve tek aşkı Tanur ile evlendiklerinde de neşesi ile daima etrafına canlılık katmıştı. Fakat Mekotoni’den kaçarken yaralanan Tanur’u yolda kaybetmeleri ile Dadali, hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştı. Tüm huysuzluğuna, memnuniyetsizliğine katlanabilirdi ama kadının kederi ile karşı karşıya kalmak ne Barva’nın ne Moita’nın ne de kendisinin baş edemediği bir şeydi.

Kızıl-kahve saçlarını örten kürklü başlığın ortasında parlayan güzel yüzündeki gülümseme yavaşça solarken “Daldın?” dedi Dadali.

Rüzgârda uçuşan bir tutam saçı kadının başlığının içine sıkıştırmaya çalışan Mgeri “Yok bir şey, birisini hatırladım sadece.” dedi.

“Sanırım hatırladığın kişi buraya geliyor.” Dadali başı ile adamın arkasındaki Loresima’yı işaret ederken gülümsedi. “Ben sizi baş başa bırakayım.” Dadali, Mgeri’nin cevap vermesine fırsat bırakmadan yanından ayrılıp Barva’nın geyiklerin pişirme için hazırlanmasına yardım ettiği haneye yürüdü.

Mgeri, derin bir nefes alarak Loresima ile yüzleşmek için arkasını döndüğünde, siyah saçlı kadının yürüyen kürklere benzeyen Dadali’nin ardından gülümseyerek baktığını gördü. “Her an kavga etmeye hazır bir hali var ama az önce güldüğünü gördüğüme yemin edebilirim.” dedi Loresima dalgınca.

“Eskiden daha çok gülerdi.” Mgeri, artık yüksekliği bir insan boyunu geçen ateşin arkasındaki bir evin içinde kaybolan Dadali’den bakışlarını artık kendisine bakan Loresima’ya çevirdi.

“Onu güldürebildiğine göre kadınlar üzerindeki etkin hala yerli yerinde.” Loresima ne söylediğini fark ettiğinde mahcup bir şekilde gülümsedi. “Özür dilerim. Buraya sana sataşmaya gelmedim aslında.”

Mgeri önemli değil dercesine omzunu silkerken “Dadali ile aramızda zannettiğin gibi bir şey yok.” dedi.

“Olsa bile beni ilgilendirmezdi.” diyen Loresima, ileride kızı ile şakalaşan Kunt’a bakıp kendi kendine gülümsedi.

“Neden geldin peki?” diye sordu Mgeri dayanamayarak.

“Sana teşekkür etmek istedim.” dedi Loresima. Nasıl söyleyeceğini bilemeyerek Mgeri’nin kahverengi gözlerinden kaçırdığı bakışlarını ellerine indirdi.

“Emin ol herkes aynı şeyi yapardı.” dedi Mgeri, kadının Kunt ile kuduz kurt arasına girmesini kast ettiğini sanarak. Tüm köyde kurt katili olarak biliniyordu artık.

Mgeri’nin neyi kast ettiğini anladığında Loresima’nın çatılan kaşları rahatlayarak düzelmişti. “O da var tabii.” dedi.

“Başka ne vardı ki?” diyen Mgeri, kadının ağzındaki baklayı çıkarıp bir an önce gitmesi için dua ediyordu.

“Saraya gittiğinde benim için geri döneceğini söylemiştin ya.” dedi Loresima hafifçe kızararak. “Senin dönmeni yıllarca bekledim. Boşuna seni bekleyerek yıllarımı tükettiğimi söyleyen herkese o sözünü tutar derdim. Saraydaki havalı kadınlara dalıp beni unutmaz derdim ama… dönmedin.”

Mgeri, “Ben…” diyerek söze başlayacak oldu, ne diyeceğini bilemeyerek sustu.

 “İyi ki dönmemişsin ve bunun için sana teşekkür ederim. Kunt, saldırıya uğradığında ve doğum sancılarım başladığında ne kadar aptal olduğumu anladım. Seni beklerken duyduğum özlemle, dönmediğinde hissettiğim öfke ile yıllardır elimde olanların kıymetini bilememişim.” Loresima ellerini iki yana açarak çaresizliğini tarif etmeye çalıştı.

Mgeri, kadının sözleri ile köyüne döndüğünde, artık her şey için çok geç olduğunu anladığında ve Lore’sinin Kunt’ın eşi olduğunu öğrendiğinde hissettiği pişmanlığı şimdi tekrar yaşıyordu. Sarayın debdebesine dalmış, ilgi başını döndürmüştü. Kendi aptallığı yüzünden bir zamanlar sevdiği kızı geride bıraktığını hatırladığında hatalarını düzeltmek için çok geç kalmıştı. Tüm bunları yutmaya çalışırken boğazında büyüyen yumruyu belli etmemek için birkaç kez öksürdü.

“Mutlu olmana seviniyorum Lore.” dedi Mgeri düz bir sesle. “Kunt seni hak edebilecek tek erkek.”

“Umarım sen de benim kadar mutlu olursun.” dedi Loresima, içini dökmenin rahatlığıyla iyi niyet dağıtmakta fazla bonkör davranarak.

Loresima Kunt’a doğru gülümsemesinin en güzelini sunarak yürümeden önce genç adam, “Teşekkür ederim.” diyebilmişti sadece.

Mgeri, meydanda birkaç dakika daha dolanıp ortadan kaybolmanın planlarını yaparken omzuna vuran ağır bir el ile istemsiz olarak sıçradı.

Moita, adamın boş bulunması ile “Talay’da gemilerin mi battı?” diye sordu.

“Bir daha Yuzuni’de bir yere saklanacak olursak saraya gidiyoruz, haberin olsun.” diye köpüren Mgeri, arkasını dönerek meydandan uzaklaşmaya başladı.

 “Bizi de oradan çağırdılar zaten.” diyen Moita, Mgeri’nin söylediklerini anlamayarak durup dönmesi üzerine  “Kral Aurang’ın ulağı az önce buraya ulaştı. Keşke başka şey isteseymişsin Mgeri. Mümkün olan en kısa zamanda Kral bizi sarayda görmek istiyor. Barva ve Dadali’yi bulup, Barsuk’un evine gelin. Yola çıkmadan önce ne yapacağımızı bir konuşalım.”

24
Harika :D haberleşelim.

25
İstanbul'dayım ama fuara 20'sinde katılamadığımdan ben de istiyorum :D

26
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 02 Kasım 2016, 15:32:52 »
Uli, gözlerini açtığında, buraya nasıl geldiğini hatırlayamasa da kendi yatağında yatıyordu. Yorganı üzerinden attı ve gerindi. Zihni açık vücudu ise ağrısızdı. Kalkarak sımsıkı kapalı perdeleri merakla araladı, dışarısı karanlıktı. Sokak fenerlerinin ışığında kar yağışının devam ettiği anlaşılıyordu. Hafifçe gülümsedi; en azından kar yağışını hayal etmemişti. Sabah tüm yaşadıklarına rağmen hala erimemiş oldukları için mutluydu.

Odasının dışından gelen seslere bakılırsa Opampe’nin misafirleri olmalıydı. Uli'nin yavaşça kapıyı açması ile sofadaki tüm başlar ona döndü. Livan, Dina’nın yanında oturmuş, bir kolunu kadının omzunda dinlenmeye bırakmıştı. Oğuz, masada oturan Reis'in ve Dina’nın arkasındaki divanda, arkasında yığılı yastıklara sırtını, ayağının altındakilere de bileğini dayamış, oturuyordu. Yüzü, bir köşede gürül gürül yanan sobanın sıcaklığı ile mi yoksa neşeli ruh halinden mi bilinmez sağlıklı bir kırmızılıkla parlıyordu.

Uli'nin bakışları, divanın yanına çektiği bir sandalyeye kurulmuş ve uzun bacaklarını üst üste atmış oturan kişiye hayretle takıldı, Vasili… Diğerleri neyse de Opampe’nin eski ve küçük odasında en son görmeyi düşüneceği kişi oydu. Bu adam, bir akşam Okro’yu ziyaretinden dönerken karşısına çıktığında hissettiği korkuyu şu anda tekrar yaşatıyor, kum rengi, kısa saçları, gri gözlerinin sert ifadesini yumuşatamıyordu. Peki, neden buradaydı? Onu yine sorgulamak için mi? Genç adamın varlığı başlı başına bir olayken sağ yanında hissettiği hareket ile dondu kaldı.

Dumanı tüten kupaların dizildiği ağır bir tepsiyi taşıyan Opampe’nin ardı sıra mutfaktan çıkan Kusta, kıza keyifle göz kırptı. Uli de şaşkınlıkla yaşlı adama gözlerini kırpıştırdı. Sirkin hayvan terbiyecisini ehlileştirip bildiğin ev dedesine çevirmiş olan Opampe ise tabak tabak yiyecekleri yığdığı tepsi ile yanından aceleyle geçti.

Uli’nin mutfak tarafına beklenti dolu bakışını fark eden Dina, “Bu gece çocuklara Elissa bakıyor.” diye açıkladı.

Uli, Dina’nın en büyük kızı Elissa’yı hatırlıyordu. Babası Livan gibi uzun boyluydu, annesinden çok üvey abisi Vasili’nin havası vardı kızda.  On beş yaşından daha olgun bu kızla, daima görevini ciddiye alan bir refakatçi ile bir geceyi düşleyen Uli “Minta bu partiyi kaçırdığını biliyor mu?” diye sordu merakla, başıyla odayı işaret ederek. Parti iması Vasili’nin yüzüne keyifli bir gülümseme yerleştirmişti. Uli, bu insanların neden burada olduklarını biliyordu, merak ettikleri sorulara ondan cevaplar istiyorlardı. Partinin baş konuğu da uyanmış, aralarına katılmıştı sonunda.

 “Gitmemek için çok direndi. Üstüne Vasili’nin de geldiğini görünce karnının ağrıdığını bile uydurdu ama nafile.” dedi Oguz sırıtarak. “Opampe’den kurtuluş yok.”

Uli, Kusta’nın onun için çektiği sandalyeye yorgun bir şekilde kendisini bırakırken Oguz’a ters bir şekilde baktı. “Beni takip etmek için Minta’yı da kullandın mı?” diye çıkıştı ters bir sesle.

Uli’nin sitemi karşısında daha da kızaran Oguz’un imdadına yaşlı şifacı yetişti. “Kötü durumdayken Acar’ın bir gecede iyileşmesinden tek şüphelenen Oguz değil kızım.” dedi, sanki düşüncelerinden utanmış gibi hafif bir tebessüm geçti dudaklarından.

“Hepiniz mi?” diye sordu Uli inanamayarak.

“Kabul etmelisin, yapabildiklerin göz ardı edilebilecek şeyler değil. Bunca yıldır hayvan terbiyecisiyim ama ben bile bir kaplanın koynunda bir gece geçirecek kadar taş…” Kusta, öksürüklerini beceriksizce kahkahaya çevirirken Opampe ve Dina’nın çatılmış kaşlarından başka her yere bakıyordu.

O sırada ağırlığının altında ahşap merdivenleri inleten adımların sesi duyuldu. Acar tırabzanın üzerinden başını çıkardı. Çalışırken bağladığı uzun sarı saçlarını bu akşam açık bırakmış, kalın pelerinin üzerinden omuzlarına dağıtmıştı. Kıyafetlerinde hala erimemiş karların kalıntılarıyla dışarının soğuğunu içeri getirdiğinin farkında değildi. Masa etrafında toplanmış ve önlerine çayları iliştirilmiş kalabalığı, geç kaldığı için hayıflanarak şöyle bir süzdü. Bakışları en son Uli’ye ulaştığında hayatını kurtardığı söylenen, ufak tefek esmer kızı ilk defa görüyormuş gibi merakla inceledi. “Bir şey kaçırdım mı?” derken bakışları Livan’a kaydı.

“Çaya yetiştin.” dedi Livan iğneleyici bir dille.

Opampe kupalardan birini, masanın yanından geçip Vasili’nin tarafına yönelen Acar’a uzattı.

“Sağolasın Opampe ama kalsın. Daha sert bir şeyleri tercih ederim.” dedi Acar sırıtarak. Masadan aldığı sandalyeyi ters çevirdi, pelerinini arkasına attı ve ata biner gibi otururken sandalye altında hafifçe gıcırdadı.

Uli, daha gelecek kimse olmadığını umut ederek tuttuğu nefesini bıraktı. ‘Tamam, Vasili’nin bir asker gibi sert ve tehlikeli olmasından kaynaklanan ulaşılmaz bir hali var ama Acar’ın ki de biraz haksızlık olmuyor mu?’ diye düşünürken yakaladı kendisini. Çayına bolca şeker atarak kupası ile birlikte zihnini de karıştırdı.

Bir süre odada, kupalarda dönen kaşıklardan ve alınan sıcak yudumlardan başka ses duyulmadı. Dayanamayarak “Ne zaman gitmem gerekiyor?” diye sordu Uli başını kupasından kaldıramadan.

“Sana gitmeni söyleyen oldu mu?” dedi Dina kocasına şüpheyle bakarak.

“Ne saçmalıyorsun Pulera?” dedi Opampe, torunun yaptıkları yüzünden kızın gideceğinden korkarak.

“Gidersen Minta beni kesin Boz’a yedirir.” dedi Oguz umutsuzca.

Herkes bir ağızdan konuşurken Livan “Kimse bir yere gitmiyor.” dedi tüm sızlanmaları bıçak gibi keserek. Uli dahil herkes beklentiyle Reis’e döndü. “Sabahki meseleyi dinlemek için buradayız ama istersen sadece Opampe ve benimle de konuşabilirsin, Pulera.” Dina’nın itiraz etmek için ağzını açtığını görünce uyaran bir bakış attı karısına. Anlamıyor muydu, kız zaten yeni yeni toparlanmıştı ve tekrar içine kapanmasını istemiyordu.

“Anlatacaklarımın buradan dışarı çıkmayacağından nasıl emin olacağım?” diye sordu Uli. Gitmesini istemedikleri için rahatlamıştı, eğer isteselerdi ne yapardı bilemiyordu. Belki de Durwa’yı bulur ve... Bu fikri kafasından hızla uzaklaştırdı. Yaşlı kaçığın bir yerlerde iyi ve huzurlu olduğunu bilmekten başka bir şey istemiyordu. Durwa’nın da istediği bu olmalıydı yoksa onu Moita’ya teslim etmek yerine onlarla birlikte kaçardı ve şuanda her şey daha farklı olabilirdi.

“Sözüm senindir ve bu odadaki herkes için kefilim.” dedi Livan güven verircesine kıza gülümseyerek.

Uli, tek tek herkesin yüzünü inceledi. Hiç olmadıkları kadar ciddi görünseler de her birinin gözlerindeki merakı sezebiliyordu. Belki bir parçada, özellikle Oguz’un gözlerinde, yakaladığı hayranlığa şaşırdı. Tiksinme ya da korku değil, sempati ve hayranlık, umduğu tepkiler bunlar değildi.

“Pekala, ne bilmek istiyorsunuz?” diye sorarken arkasına yaslanarak rahatlamaya çalıştı. Durwa duysa acaba aptal olduğunu mu düşünürdü, bilemiyordu. Ama daha ne kadar birilerine güvenmeden yaşayabilirdi ki?



Herkes birbirinin yüzüne bakarken Uli, kupasında yüzen siyah çay parçaları izliyordu.

“Hayatımı kurtardın.” dedi Acar uzayan sessizliği bozarak. Ayağa kalktı ve sağ elini kalbinin üstüne götürerek abartılı bir baş eğme ile  “Hizmetindeyim.” diyerek kızı selamladı.

Opampe sesli bir iç çekme ile Dina’ya döndü. “Beyhude yere başını beklemişiz.”

“Sizlerin de Hanımlar.” diye ekledi Acar, Dina ve şifacıya dönerek.

“Ama Pulera’ya özel bir ihtimam var sanırım.” dedi Dina, adama incinmiş bir şekilde bakarak.

 Acar iki kadını da söylediklerini kast etmediklerini bilecek kadar iyi tanıyordu. Sandalyesine tekrar otururken bakışlarını Uli’ye çevirdi. “İstese hiç bir şey yapmayabilirdi. Kimse ondan haberdar bile değilken beni de umursamayabilirdi. Bu yüzden ona ayrıca minnettarım, hanımlar.” Son cümleyi sarf ederken Dina ve Opampe'ye dönmüştü.

Uli, genç adamla göz göze gelirken yanaklarına basan ateşi kontrol etmeye çalıştı. Bir omzunu silkerken yeteneğini hafife almayı denedi. “İsteseydiniz siz de beni yanınıza almayabilirdiniz. Moita beni size getirdiğinde bir kaçağı saklamayı reddedebilirdiniz. Ben de onların peşlerinde, atlarının terkisinde kesin kısa sürede ölürdüm.”

“O herifin getirdiği sen değil, kaynanam bile olsa kabul ederdim.” dedi Livan. Oda da keyifli birkaç kahkaha yankılandı.

Dina, kocasının annesi hakkındaki fikirlerine alışkın,  merakla masanın üzerine dayadığı ellerine doğru eğilerek Uli’ye “Moita, seni bize teslim ettiğinde ateşler içinde yanıyordun ve kendinde değildin. Fakat Boz sana saldırdığında Oguz yaralarını anında iyileştirdiğini söylüyor. Neden o zaman da kendini iyileştirmedin? Günlerce baygın yattığını düşünüyorum da…” diye ardı ardına sorularını sıraladı.

Uli, her şeyi onlara söyleyemeyeceğini biliyordu. Sıcaktan rahatsız olduğunu hele ki çöl sıcağında gücü kuvveti yerindeyken bile zorlanacağını itiraf edemedi. “Çok zayıftım, güçsüzdüm ve o haldeyken at sırtında bir çölü geçtiğimizi hatırlıyorum.” dedi ve bir an durup ne söyleyeceğini kafasında tarttı. “Aylarca bir hücrede yaşadıktan sonra böyle bir kaçış bedenime fazla gelmiş olmalı.” Gerçeklerin arasına yalanlarını sıkıştırırken herkesin kendisini dikkatle dinlediğini görebiliyordu. “Bakın, iyileştirme yeteneğim sınırsız değil.  Daha önce çöldeki gibi bir durumla da hiç karşı karşıya kalmamıştım. Hem iyileştirmem gereken bir kılıcın ya da bugün olduğu gibi bir pençenin açtığı bir yaram yoktu. Sıcak ve susuzluğun üzerine aylarca iyi beslenmediğimi ve günlerce at sırtında dinlenmeden kaçtığımı ekleyin.” Sözlerindeki gerçeğin payı yadsınamazdı. “Hiçbir zaman güçlerimi sınamak gibi bir derdim olmadı.” Uli ne diyeceğini bilemeyerek omuzlarını silkti. “Yorgunluk ya da ümitsizlikle ben bile baş edemiyorum sanırım.”

“Senin yerinde olsaydım neler yapabileceğimi düşünüyorum da! Kimseden korkmama gerek kalmazdı. Bir kere dokunmamla herkes ayaklarıma kapanırdı.” Oguz hevesle araya girerken Uli’nin az önceki sözlerini dinlemediği açıktı. Kızın yüzünü buruşturduğunu görünce ileri gittiğini anlayarak sustu.

“Benim ne olduğumu düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben de sizin gibi bir insanım.” dedi Uli,  ani bir öfkeyle. “ve kimsenin önümde diz çökmesini de istemiyorum.”

Oguz’un kız üzerine kurduğu hayaller Vasili’nin aklına soruların üşüşmesine sebep olmuştu. “Oguz’un söylediklerinde gerçek payı yok değil.” dedi kızın sinirlenmesine aldırmayarak. “Dünyayı dize getirmene gerek yok ama Boz gibi bir kaplanı etkisiz hale getirebildiğine göre o hapishaneden kaçman mesele olmamalıydı. Gardiyanları öldürmene bile gerek yok, bayıltıp etkisiz hale getirebilirdin. Ama sen ancak Moita’nın ve şu gardiyan arkadaşın Durwa’nın yardımıyla kaçabildiğini söylüyorsun.”

Uli, kasabaya geldiği ilk zamanlarda bir akşamüzeri yolunu kesen Vasili ile ayaküstü yaptıkları konuşmada adama neler söylediğini hatırlamaya çalıştı. Gürül gürül yanan sobadan olmadığına emin olduğu bir ateş yüzünü yalayıp geçti. Nasıl açıklayacaktı? “Bugüne kadar birisini bayıltabildiğimi bilmiyordum.  Sadece iyileştirebildiğimi zannediyordum.” dedi biraz da utanarak. Şaşkınlığın yarattığı bir sessizlik aralarında dolaştı. Nasıl olurda bu kız kendini bu kadar boş verebilirdi ya da bu kadar umursamaz olabilirdi, herkesin kafalarında benzer sorular dolaşırken Uli umutsuzlukla açıklama ihtiyacı duydu. “Sizin hoşunuza giden bu… bu halim benim için o kadar da harika bir şey değil hatta bazen ağır bir yük oldu benim için.” Hapishanede, Durwa’nın getirdiği yaralıları iyileştirmek istemeyişini hatırladı.  Başkalarının öğrenip onu kullanmalarından korktuğunu anlayamıyorlar mıydı?

Opampe, Uli’nin konuşurken sıkıp açtığı masanın üzerindeki yumruğuna birkaç kere hafifçe vurdu. “Bu yaşıma kadar birçok ölüme şahit oldum kızım. Genç, yaşlı… birçok kişi ellerimde gözlerini yumdular. Ama senin gibi bir...” Yaşlı şifacı kızı tanımlayacak bir kelime bulmaya çalışırken alnındaki kırışıklıklar artmıştı. “Senin ki gibi bir hediyem olsaydı onları kurtarabilirdim.”

“Ne olduğunu öğrendikleri anda onlar da seni bir hapishaneye kapatırlardı.” dedi Uli bir hışımla.

“Sana böyle mi yaptılar? Hapishaneye mi kapadılar?”  diye sordu Opampe.

Yaşlı kadının sesine yayılan saklayamadığı merhamet Uli’yi sarstı. Ne diyecekti? Yine gerçeğin içine birkaç parça yalan katmaktan başka şansı yoktu. “Ailem, çok hızlı bir şekilde kendimi iyileştirebildiğimi fark ettiklerinde korktular. Kötülüğün beni ele geçirdiğine inandılar. Lanetlenmekten korkarak beni öldürmeye de cesaret edemiyorlardı ama kimse öğrenmeden benden kurtulmak da istiyorlardı. Ömür boyu onlardan uzak kalacağımdan emin olacakları bir yer buldular.”

“Neden?” Dina, kızın ailesinin yaptığı zalimlik karşısında kapıldığı öfkeyle konuşmuştu. “Aptal mı bunlar? Yaralanmasından korkmayacakları bir çocukları var diye mutlu olmalılardı. Hem ölümcül yaraları bile iyileştirebiliyorsun.”

Livan dudaklarını küçümseyerek büzdü. “Ne kadar şanslı olduklarının farkında olmadıkları kesin. Ailen zengin miydi bilmiyorum ama değillerse bundan iyi para kazanabilirlerdi." Reis söylediklerinin yanlış yöne çekilebileceğinin fark ederek “Elbette biz öyle yapacağız demek istemedim.” dedi telaşla. Dina’nın öldürücü bakışlarını yok sayması mümkün değildi.

Uli, gözlerini kupasına indirdi. Onu hapse gönderirken ne düşündüklerini bilmeyi o da çok istiyordu. Ondan neden korktuklarını şu ana kadar anlayamadığı gibi artık bulmak için uğraşmak da istemiyordu. “Korksalar bile beni kullanamazlardı. O zamanlar, başkalarını da iyileştirebildiğimi bilmiyordum.”

“Kızım bu kadar da olunmaz ki!” Kusta sandalyesinde sırtını dikleştirdi. “Kendin hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Üstüne üstlük ilgilenmiyorsun da.” Opampe’nin dirseği böğrüne indiğinde yaşlı adamın ağzından ufak bir çığlık kaçtı.  Çığlığı öksürmeye çalıştı ama sonunda tuhaf bir sese dönüştü.

Uli tüm akşam boyunca ilk defa gülümsedi. Bir bilseydiler. “Durwa benim adıma yeteri kadar merak ediyordu zaten. Kendim dışında birisini iyileştirip iyileştiremeyeceğim fikri aklına geldiğinde nasıl heyecanlandığını hatırlıyorum.” Kızın dalgın bakışları, eski günlerin üzerinden geçtiğine işaret ediyordu. “Eline attığı küçük kesikleri iyileştirmem için beni ikna etti ve bildiğiniz gibi haklı da çıktı.”

“Durwa kim?” diye sordu Acar. “İkidir ismi geçiyor?”

“Bir gardiyan.” diye açıkladı Uli. “Hapse ilk girdiğim andan beri beni kolladı. O olmasaydı, ne yapardım bilmiyorum.” Beni bulduğu andan beri tüm hayatını bana adadı dememek için dilini ısırdı.

Moita ve kızın hapisten kaçmalarını sağlamasını da hesaba katınca “Esaslı adammış.” dedi Acar takdir dolu bir sesle.  “Ama aklıma takılan bir mesele var. Neden o da sizinle kaçmadı?”

Uli, kendi düşüncelerine daldığından genç adamın sorusunu duymamış, Livan ve Vasili’nin bakışmalarını da kaçırmıştı.

Bakışları ile babasından istediği izni alan Vasili,“Durwa’nın, Pulera’nın izlerini yok etmek için arkada kaldığını düşünüyorum.” dedi Acar'dan çok Uli’ye hitaben.  “Herkes onu bir oğlan olarak biliyor olsa da kaçtıktan sonra Pulera hakkında çok fazla soru sorulmasını istemiyordu. Moita’nın oğlanı kullanarak başgardiyanı tuzağa düşürdüğüne ve oğlanın bir çeşit kurban olduğuna inanılması için çabalamasına dayanarak böyle konuşuyorum elbette.”

 Uli heyecanla bakışlarını Vasiliye çevirdi. “Onu buldunuz mu?” diye sordu.

“Benden onun iyi olup olmadığını öğrenmemi istedikten sonra bir adamımı Ngola Lu'ya gönderdim. Evet onu bulduk. Adamım,  bir ay önce ayrıldığında hala orada, kasabadaymış.”

“İyi mi? Başı belaya girmemiştir umarım.” dedi Uli, ümitle.

“Sizi elinden kaçırdığı için üç aya yakın mahkûmiyetten sonra masum olduğu anlaşılsa da gardiyanlık görevinden alınmış.” Vasili devam edip etmemekte kararsız bir an susup kızı inceledi.

Uli, üzüntüyle sandalyesine çökmüştü. “Biz kaçarken yaralıydı, ben yokken nasıl iyileşti acaba?” diye sordu fısıltıyla kendi kendine. 

Ama Vasili kızın yorumunu duymamıştı. “Her ne kadar senin kandırıldığını söyleyip durmuş olsa da asıl kurbanın kendisi olarak görülmesinden de kurtulamamış. Kolladığı mahkum tarafından kullanıldığı için kasabanın maskarası durumuna düşmüş. Adamım, yaşlı arkadaşının pek alaylara aldıracak durumda olmadığını da söyledi. Ayık gezdiği görülmüyormuş.” Vasili kızın ne kadar üzüldüğünü görebiliyordu. “Sana yanlış fikir vermek de istemem ama bana göre Durwa'nın ayyaşlığı da bir oyun.” dedi Uli’yi bir nebzede olsa rahatlatabilmek için. “Sizi hapishaneden kaçıracak kadar zeki bir adamın tüm kasabayı masum olduğuna hatta kandırıldığına inandırdığını duyduktan sonra kendini bu kadar salmış olmasını benim aklımı almıyor. Mutlaka öyle olmalı. Arkadaşın bence bir kez daha tüm kasabayı parmağında oynatıyor."

Vasili’nin yorumunun ardından çıt çıkmayan odada Acar, sandalyesinde kıpırdanırken altında gıcırdayan ahşabın sesi büyüdükçe büyüdü. “Bence de bu kadar kurnaz bir adamın ayyaşlığından da şüphelenmek lazım.” dedi Vasili'yi onaylayarak. "Öyle iki dedikoduya pabuç bırakacak birisine benzemiyor."

Hiç görmedikleri gardiyana atfedilen takdir dolu mırıldanmalar odayı kısa bir an doldurdu. Söylenenler karşısında Uli yavaşça başını sallarken yüzünden buruk, yarım bir gülümseme gelip geçti ve Opampe'nin yaşlı ellerini yine kendininkilerin üzerinde hissetti.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandı Uli.

Oguz "Sanırım bizimle kalma teklifimizi kabul ediyorsun." diye atıldı. 

Uli, Reis ile göz göze geldiklerinde "Yani hala aynı fikirdeyseniz?" dedi tereddütle.

"Fazladan bir şifacıya hayır dersem diyardaki en aptal kişi ben olurum." dedi Livan. "İstediğin sürece bizimle kalabilirsin. Bu akşam buradaki hiç kimseden de..." arkasında kalan Oguz'a dönerek ikaz eden bir bakış gönderdi. "tek laf dışarıya çıkmayacağından eminim." diye bir kez daha sözünü yineledi.

Kısa bir sessizliğin ardından  "Kimse yemeklere dokunmadı bile. Ben çayları tazeleyeyim. Hadi... Hadi..." dedi yaşlı şifacı ellerini sallayarak. Opampe, kupaları tepsiye dizmesine yardım eden Dina ile birlikte mutfak tarafında hızlıca kayboldu.

"Pulera, şu bayıltma işini daha hızlı yapmak için alıştırma yapmaya ne dersin?" diye sordu Oguz, sessizlikten yararlanarak aklındakileri ortaya dökmek için can atıyordu. "Başkalarını iyileştirmek için Durwa'nın ellerini kesmesi gibi bayıltma yeteneğini de geliştirebilirsin."

"Hızlı gitmiyor musun evlat?" diye uyaran Vasili, oğlanı omuzlarından çekerek tekrar yastıklara sırtını dayamak zorunda bıraktı.

"Neden hızlı olsun ki." dedi Oguz teklifinde ısrarcıydı. "Nasıl başkalarını iyileştirmeyi öğrendiyse kendini savunmayı da pekâlâ öğrenebilir. Böylelikle yenilmez olur ve de ölümcül." Fikirlerinin hayali zihninde canlanırken Oguz'un gözleri heyecanla parladı.

"Durwa gibi antrenmanlarında Pulera'ya yardımcı olacaksan fena fikir değil. Her gün bir kaç tur bayılman benim de işime gelir." dedi Opampe alayla. Odaya döndüğünde torunun sözlerini son anda yakalamıştı.

Kahkahaların arasında Oguz keyifsizce yüzünü buruşturdu. Öncekinden daha cansız bir sesle "Ben Boz'un gönüllü olabileceğinden emindim aslında." dedi.

"Orada dur bakalım evlat. Boz'u günahım kadar sevmem ama Pulera'nın böyle tehlikeli bir durumun içine tekrar girmesine de izin veremem." dedi Livan uyararak.

"Peki, Okro?" dedi Oguz pes etmeyerek.

Kusta ve Uli'den aynı anda itirazlar yükseldi.

"Bir kaç kupa birayı devirdikten sonra bir kaç saat uyumaya hayır demem." diyen Acar, gönüllü olduğunu sakince odaya duyurdu. Aslında hiç kimse Uli de dahil Oguz'un önerisini ciddiye almamışken Acar'ın yardımcı olmak için öne çıkması Uli'nin kendini korumayı öğrenmesi fikrini akıllarına yatırmıştı.  "Boz, Pulera'nın elinden sağlam kurtulabildiyse ben de dayanabilirim." diyerek sırıtan Acar, Uli'ye çapkınca göz kırptı.

27
19'u cumartesi gidebiliyorum ama hala rozet hakkım saklı mıdır ki?  :aww :aww

28
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 28 Ekim 2016, 10:18:50 »
Kardan Ev

Uli, bir önceki gece ihtişamla hükmünü ilan eden kar yağışının uyuyan evlerin kuytuluklarında tipiye dönüşmesini penceresinin ardından izlerken hissettiği özlemi ve dışarı çıkma arzusunu zorlukla bastırmıştı. Güneş bembeyaz bir örtünün üzerine doğduğunda yatakta daha fazla kalamayacağını anlayarak kendisini dışarı atmış, Okro'yu görmek için barınaklara uğradığında kar ve soğuk nedeniyle kafeslerdeki bazı hayvanların küçük çadıra taşındığını öğrenmişti.

Sert esen rüzgar,  iğneden sivri kar tanelerini yüzüne savururken pelerinin başlığını keyifle arkaya attı   ve  çadırın önünde durarak yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Hava kar kokuyordu, doğup büyüdüğü yer gibi kokuyordu. O esna da 'Beni istemeyip gönderdikleri yer gibi' diye düşünmeden edemedi. Ardında kalan her şeye rağmen soğuğu ve bu beyaz örtüyü özlediğini inkar edemezdi. Eriyen kar tanelerinin ıslattığı yüzüne hüzünle karışık bir gülümseme yayıldı. Burası yeni evi olabilir miydi bilmiyordu ama o çok sevdiği soğuğa ve kara, birkaç gün ya da birkaç hafta da olsa burada sahipti. Yerden bir avuç kar alarak keyifle içeriye girdi, Okro'yu da bu eğlenceden mahrum etmeyecekti.

Çadırın karanlığını kırmaya çalışan kıyıda köşede yanan birkaç meşalenin yardımına ortaya yakılmış kocaman bir ateş yetişiyordu. Uli kafesler arasında dolaşırken pelerinini saman balyalarının üstüne attı. Okro’nun kafesini büyük kedilerininkinin arasında göremeyince platformunun arkasına dolandı. Gösteri için sırasını bekleyenlere ayrılmış olan kapalı alana dayanmıştı fakat kafes boştu.

Platformu çepeçevre dolanan demir parmaklıklara girişi sağlayan kapının sürgüsünü çeken Uli, “Okro!” diye kapalı alana seslendi. İçeriden gelen homurtu üzerine “Anlaşıldı, yerin değiştirildi diye huysuzsun bu sabah.” diye yorumladı kaplanın keyifsiz seslerini. Arkasından kapıyı kapatırken platformun sonundaki bölmeden çıkmakta nazlanan Okro'nun gerinerek esnediğini pençelerinin ahşapta çıkardığı seslerden tahmin etti. “Suyu sevmiyorsun, biliyorum ama dışarıda çok güzel kar yağıyor.” Muzip bir pırıltı ile bakışları, havaya atıp tuttuğu kartopunu takip etti.

Kapalı alandan fırlayan, dışarıda yağan kar kadar beyaz kaplan üzerine atladığında “Boz!” diye dehşetle soludu. Şaşkınlık ve korku ile havaya attığı kartopunu yakalamayı unutmuştu.

Kızı sırt üstü yatıran Boz'un oyun oynamak gibi bir niyetinin olmadığı açıktı. Uli, ince kollarını kendini korumak için kaplanın boynuna dayayarak milim milim yüzüne yaklaşan sivri dişleri uzaklaştırmak için beyhude yere uğraştı. Parmaklarını Boz ile bağlantı kurabilme umuduyla beyaz kürkün içine gömdü ve Okro’da olduğu gibi, kaplanın bedenine ulaşmaya çalıştı. Fakat parmak uçlarından zihnine dolan Boz’un katıksız nefreti ile nasıl baş edeceğini bilemedi.

Beyaz kaplan, sanki kızın çabalarının farkındaymışçasına Uli’nin ellerinden kurtulmak için hırlayarak silkindi ve kızı parmaklıklara doğru fırlattı. Uli, demir çubuklara sertçe çarparak durduğunda acıyla haykırdı. Fakat kafeslerinde hapis, hayvanlardan başka onu burada duyacak kimse olmadığını biliyordu. Boz'a dokunarak bir tehdit olmadığına onu ikna edebilmek, önyargısını yıkıp ördüğü duvarların ardına ulaşabilmek için Uli’nin anlık temaslardan daha fazlasına ihtiyacı vardı. Boz ise sanki bunun farkındaymışçasına onu parmaklıklara fırlatarak az önce aralarına uzun bir mesafe koymuştu.

 Şimdi ise buz mavisi gözleri ile Uli'yi bir insan gibi süzüyordu. Doğrulmaya çalışırken Boz'un ona doğru gelişini korkuyla izledi. Burada can mı verecekti,  bir evim olabilir dediği bu yerde mi ölecekti?

Uli, olamaz, diye panikle inledi. İncelip daralıp demir parmaklıkların arasından kaçabilecekmişçesine sırtıyla arkasına yüklenmeye ne kadar çalışırsa çalışsın keskin tırnakların hedefinden uzaklaşmasının yolu yoktu. Nefret dolu kaplan kolunu birkaç yerden yardığında acıdan bembeyaz kesilen dudaklarından keskin bir çığlık daha döküldü.

Sanki tiz sesinden rahatsız olan Boz'un geri çekilip önünde sinirle bir tur atmasını fırsat bildi, lime lime olmuş gömleğini kızıla boyayan kanı durdurmakla oyalanmak yerine Uli sonunda ayağa kalktı. Kapıya ulaşmalıydı. Olabildiğince hızlı bir şekilde parmaklıklar boyunca yürümeye çalıştı. Bu arada neredeyse tüm bedenindeki kanın kolundaki yaralara doğru yürüdüğünü hissediyordu. Göz açıp kapayana kadar derin yarıklar birleşip üzerlerini pürüzsüz bir deri ile örterken beyninde zonklayan acı da aynı hızla kayboldu.

Daha bir kaç adım atabilmişti ki Boz, Uli’nin sol bacağına güçlü bir pençe attı. Etini parçalayan tırnaklar kemiğine gömülürken Uli yere düşmesini avantajına çevirmek isteyerek bedenini kaplanın sırtına bir çuval gibi bıraktı. Bacağındaki yara gözle görülür bir hızla kapanıyor, Uli günlerce sürecek bu iyileşmeyi saniyeler içinde gerçekleştiriyordu. Buna rağmen kendini toparlamasına fırsat bulamadan karnının yanına saplanan acı ile afalladı. Beyaz kürkü kavrayan parmakları gevşedi. Sırtı üstü arkaya düşerken az önce iyileştirdiği koluna gömülen dişlere aldıracak dermanı kalmamıştı. Sağlam eli karnına gittiğinde parmaklarının arasından sızan kanın sıcaklığına rağmen titredi. Yanındaki yaralar öncekilere kıyasla bu sefer çok daha yavaş iyileşiyordu. Gücü azaldıkça iyileşme hızı düşüyor, yaralar uzun süre açık kaldıkça gücü de tükeniyordu.

Bir şeyler yapmazsa bu kafeste ölecekti.  Kendi kanıyla boyanmış elini Boz’un göğsüne dayadı, umutsuzca hayvanın bedenini kontrol eden hislerine ulaşmaya çalıştı. Önceki gibi yoğun bir şekilde hissettiği nefret kaplanın damarlarında dolaşıyor, tüm hücrelerinden Uli’nin zihnine doluyordu; onun düşmanı olmadığına ikna etmek için dokunuşları ile adeta yalvardı, sakinleşmesi için zorladı ama aşamadığı güçlü bir engelle karşılaştı. Fakat bu sırada kaplanın tüm direnişinin arasında hızlanmış kalp atışlarını yakaladı. Uli, kendinden başkasının bedenindeki en küçük zerreye bile ulaşarak normalden daha hızlı iyileşebilmeleri için kendi yeteneğini onlara aktardığı gibi Boz’un kalbini de durmaya zorlayabilir miydi? Bu fikir ile bir an dehşete kapıldı. Şuana kadar yeteneğini bir canlıyı öldürmek için kullanmamıştı, şimdi de yapabileceğinden emin değildi.

Boz’un çenesinin kapandığı kolundan tüm bedeninde yankılanan acı ile düşünceleri dağıldı. Çığlıklarını göğsünde kalmaya zorlayarak dişlerini sıktı. Bir şey demir parmaklıklara vurmaya başladığında birbirlerine dolanmış Boz ile Uli aynı anda şaşkınlıkla döndüler.

Oguz bastonunu parmaklıklara vurarak gürültülü bir şekilde varlığını belli ediyordu. Uli, platforma girmiş oğlanın ağır aksak yürüyüşüne dehşetle baktı. Boz’un hırlamaları yeni gelene yöneldiğinde istediği ilgiyi elde eden oğlana “Git buradan! Git ve yardım çağır.” diye bağırdı. Oğlan'ın Boz'un karşısında hiç bir şansı yoktu.

 “Bu bacakla…” dedi Oguz alayla. “Ben yardım getirene kadar seni parçalara ayırır.” Kapıdan daha fazla uzaklaşmaya cesaret edemeden kaplanın kendisine gelmesini bekleyerek parmaklıklara vurmaya devam etti.

Uli, oğlana doğru hareketlenen Boz’u tutabilmek için boşuna çırpındı. Beyaz kürkler parmaklarının arasından kayarken üzerlerinde kırmızı lekeler bırakmıştı. “Hayır Boz!” diye haykırdı Uli ümitsizlikle.

Oguz, diğer elindeki ince boruyu ağzına götürdü ve bastonuna sıkıca dayanırken tüm gücüyle üfledi. Tüylü bir iğne borudan ileriye doğru fırladı ama hızla hareket eden kaplanı ıskaladı. Bakıcılar sakinleştiremedikleri hayvanları iğnenin ucuna sürdükleri, Opampe'nin hazırladığı, özel bir karışım ile bayıltırlardı. Oguz birçok sefer Kusta'nın bu boru ile hedefi vurduğunu izlemişti ama uygulamaya gelince o kadar da kolay olmadığını fark etti. Elindeki diğer iğneyi boruya yerleştirirken titriyor, korkudan bir gözü kaplana kayıyordu. "Hadi ama... hadi..!" Boruyu doğrultamadan çoktan oğlana yetişen Boz sanki zayıf yanını biliyormuşçasına sakat ayağına dişlerini geçirip kopartmak istercesine kafasını silkeledi.

Oguz "Lanet olsun!" diye haykırırken sırtüstü yere serildi ve boru elinden uzağa fırladı. Bacağını kopartmaya azmetmiş kaplana, düşerken bile sıkıca yapıştığı bastonunu tüm gücüyle indirdi. Bir adım geri çekilen Boz, hız alarak oğlanın üzerine tekrar atıldı ve bastonu dişleyerek elinden koparıp kenara fırlattı. Oguz, bastonun arkasından dehşete baktı. Boruyu ardından da bastonunu kaybetmişti. Kafese girerken ne bekliyordu ki? Tek bacaklı kahraman! Bütün kasabayı dehşete düşüren kaplanı bastonu ile dize getirip kızı kurtarmayı mı?

Oguz, bakışlarını korkuyla kaplana çevirdi. İşte onun boğazını parçalamaya geliyordu. Gözlerini kapamadan önce en son hayvanı ona doğru atlarken havada gördü. Sonrasında kaplanın ağır bedenini hızla üzerine düştüğünü hissetti. Bir kaç saniye sivri dişlerin boğazına saplanmasını bekledi. Fakat beklediği olmayınca sımsıkı yumduğu gözlerini merakla açtı. Boz'un yüzü ile kendisininkinin arasında sadece bir kaç santim vardı ama kaplanda tek bir hareket yoktu. Oguz ne olduğunu anlayamayarak gözlerini kırpıştırdı. Kaplanın kıpırtısız kafasını parmağıyla yokladı. O anda Uli'nin kaplanın arkasından üzerine eğilmiş yüzüyle burun buruna geldi.

"Yetişemeyeceğim sandım." dedi Uli nefes nefese. "İyi misin?"

"Ne oldu? Neden hareket etmiyor?" diye sordu Oguz. Sanki hayal kırıklığına uğramış gibiydi.

Uli "Bilmiyorum. Bayılmış olmalı."  dedi umursamayarak.

Uli, Boz'un iri bedenini oğlanın üzerinden kenara almak için eğilirken oğlan kapalı olmalarına rağmen her an canlanacakmış gibi kaplanın gözlerine dikmişti bakışlarını. Sonunda kaplandan gözlerini ayırıp kıza dönebilen Oguz, bakışlarını Uli'nin karnında kapanmaya yüz tutan yaralara dikti. Saniyeler içerisinde arkalarında kandan izler bırakarak sanki hiç var olmamışlar gibi gözlerinin önünde kayboldular. Kafesin dışındayken Boz'un kıza geçirdiği pençelerini görmüştü ve şuanda Uli, sanki hiç bir şey olmamış gibi kaplanı üzerinden kaldırmaya uğraşıyordu. Onun normal olmadığını biliyordum, diye düşündü haklı çıkmanın sevinciyle.

Oğlanın nereye baktığını fark eden Uli, soru sormasına fırsat vermemek için atıldı. "Bacağın nasıl?"

Oguz, kaplanın ağırlığından kurtulduğunda bacağındaki yaranın farkına varabilmişti. Ölüm ile karşı karşıyayken tamamen yok saydığı acı korkunun yok olmasının ardından tüm ihtişamı ile geri dönmüştü. İki eli ile kavradığı baldırlarını sanki kanın akmasını durdurabilecekmiş gibi sıktı.

Uli, oğlanın bacağının üzerine endişe ile eğildi. Kötü hırpalanmıştı, anormal bir şekilde bükülmüş olan ayak büyük ihtimalle bilekten kırılmıştı. Oguz’a durumu anlatmaya isteksiz "Hadi buradan çıkalım.” dedi doğrulurken. “Boz her an kendine gelebilir. Uyandığında burada olmak istemiyorum." Oğlanı koltuk altından tutup aya kalkmaya zorladı.

 "Kusta'nın iğnelerini yiyen bir hayvan bir saatten önce uyanamaz." dedi Oguz, Uli'nin hızlı davranması için yaptığı telaşa gerek olmadığını anlatmaya çalışarak.  Kıza yardımcı olmak için sağlam bacağına dayanmaya çalıştı.

Uli, oğlanı tekrar yere bırakırken "Hangi iğne?" diye şaşkınlıkla sordu. Boz'u bayıltmak için o garip boruyu ve tüylü iğneyi kullandığını sanan oğlana bir an bocalayarak baktı." Tabi tabii. İğne..." dedi en sonunda daha fazla sorgulamayarak.

"Kaplanı iğne ile bayıltmadın değil mi?" diye sordu Oguz hızlı bir kavrayışla. Acısına rağmen hala merakının peşinden gidiyordu.

"Bacağın kötü görünüyor. Hemen Opampe'yi çağırmalıyız. Hadi biraz gayret et. Seni tek başıma taşıyamam." dedi Uli, oğlanı azarlarken onunla göz göze gelmekten kaçınarak.

"Burada neler oluyor?"

Arkalarından gelen öfkeli bir ses ile donup kaldılar. Oguz ve Uli, Livan ve Kusta'nın platformun girişinde dikilen siluetleri ile yüz yüze geldiklerinde ne diyeceklerini birbirlerinden sorarcasına telaşla birbirlerine baktılar, ne kadar tuhaf göründüklerinin farkında değillerdi.

"Sonra açıklarım. Lütfen önce buradan çıkalım." diye isyan eden Uli, oğlanı tekrar kaldırmaya yeltendi.

 Kıyafetleri parçalanmış, kana bulanmış kızın yaralı olup olmadığını anlayamayan Livan kuşkuyla kaşlarını çattı. Eğer yaralıysa bile kendisinden çok Oguz için endişeli görünüyordu. Daha sonra açıklayacağını söylememiş miydi? O da bekleyebilirdi.  Kızı kenara iterek bacağı kan içinde kalan oğlanı belinden kavradı.

Livan ve Kusta’nın ardından platforma girmiş olan Acar, yaralı olduğu belli olan oğlana aldırmayarak kaplanın önünde diz çöktü. Bedeni yoklayarak bir yara ya da her hangi bir kalp atışı bulabilmek için kan lekeli beyaz kürkün üzerinden hayvanın göğsünü hızla kontrol etti.

"Kalp atışları hafif de olsa düzenli." dedi Acar, Boz'un durumunu az ilerideki Kusta’ya açıklayarak.

Yaşlı Bakıcı ise Oguz'un bastonunu, boru ve iğneyi eline alarak yardımcısına döndü. "Bayılmış olmalı. Bu yarı akıllılar..." başıyla perişan haldeki ikiliyi işaret etti. "En azından kafese girerken bunları yanlarına almayı akıl etmişler."

Kaplanın üzerinde herhangi bir iğne bulamayan Acar, yanına gelen Kusta'ya kuşkularını açıklama fırsatı bulamadı. O esnada başını yerden kaldıran kaplan boş bakışlarını önündeki genç adama dikti. Acar doğrulurken belindeki kamçıyı hızla eline aldı ve Kusta'yı çıkışa doğru itti. Boz, uyuşukluğundan kolayca kurtulacak gibi görünmüyordu. Yine de şansını zorlamak istemeyen Acar, kamçıyı kullanmasına gerek kalmadan Kusta’nın ardından demir parmaklıklardan çıkıp kapıyı kilitledi.

Livan saman balyalarına Oguz’u dayamış ve platformdan çıkan Acar’ı gözüne kestirmişti. “Hemen Opampe’yi getir ama olanları anlatma.” diye uyardı genç adamı. Oguz’a ters bir şekilde bakarken. “Buraya gelene kadar kalbine inmesin zavallı kadının.” diye ekledi.

“Opampe’yi telaşlandırmanıza gerek yok.” diye atıldı Oguz nefes nefese. Yüzü acı ile solmuş, havanın soğuğuna rağmen alnında terden damlacıklar oluşmuştu.

O sırada Uli oğlanın bacağına eğdiği başını hızla kaldırdı. Oguz ile göz teması kurmaya çalıştı fakat oğlan ona aldırmadan konuşmaya devam etti.

“Pulera da bacağımı iyileştirebilir. Hem de daha hızlı bir şekilde.” dedi Oguz, Reis'e.

“Hayır… Hayır, ben daha o kadar bilgili değilim.” derken Uli ayağa kalkıp birkaç adım geriledi. Sanki oğlanın bacağını iyileştirmesi için zorlayacaklarmış gibi panik içindeydi. “Opampe’ye şişe getirip, şişe vermekten öteye geçemedim daha. Hem parmağınıza kıymık batsa bile çıkaramam.” Ümitsizce çingenelerin Reis’ine baktı. Uzun boylu adamın kaşları neler döndüğünü anlamaya çalışırken birleşmişti.

“O yüzden mi bacağımı dikkatle inceliyordun.” diye çıkıştı Oguz Uli'ye. “Hem Acar’ı da Pulera iyileştirdi.” derken bu kez Reis’e döndü onu ikna edebilmek için.

Uli, bir an oğlanı da Boz’a yaptığı gibi bayıltarak susturmak istedi. Kusta’nın yanında şaşkınlıkla dikilen Acar ile göz göze gelen kız, kafasını Oguz’un sözlerini reddederek iki yana salladı. 

Livan,  Oguz’un yüzünü görebilmek için çömeldi ve elini oğlanın omzuna yerleştirip sıktı.  Oguz’a bakmaya devam ederken  “Acar, Opampe’yi hemen buraya getir.” diye emretti.

“Ama…” diye itiraz edecek olan Acar'a geçit vermez bakışlarını çeviren Livan,  başıyla çadırın dışını işaret etti.

Acar yanlarından ayrılmadan önce “Gelince bir açıklama istiyorum.” dedi neden uzaklaştırıldığını anlamayarak.

Acar'ın gittiğinden emin olan Livan, oğlanın başına eğilerek "Ne söylediğinin farkında mısın, evlat?" diye sordu.

Yüzü solmaya başlayan Oguz, artık dönmeye başını durdurmaya çalışırken kısık sesle konuşmaya başladı. “Pulera’yı Acar’ın başında gördüm. Beni fark etmedi. Zaten Acar ile yalnız kalabilmek için bir önceki gece de herkes uyurken aşağıya indiğini görmüştüm fakat muhtemelen o gece aşağıda Dina kaldığı için hemen yukarı çıkmıştı.”  Karşısındaki balyalara dayanmış olan kıza özür dilercesine baktı. “Ertesi akşam tekrar aşağıya indiğini fark edince dayanamadım gizlice izledim. Opampe gece bir doğum için çağrılmıştı ve Acar bu kez yalnızdı. Nasıl yaptı bilmiyorum ama sadece dokunmasıyla yaranın etrafındaki iltihapların anında yok oluğunu gördüm. Ama Acar’ı az önce kendisine yaptığı gibi tamamen iyileştirmedi. Sanırım şüphelenmemizi istemediği için işini yarım bırakmış, Acar'ın ölmeyeceğinden emin olacak kadar iyileştirmişti.” Yalvaran bir yüzle Livan’a döndü. “Reis, Pulera’nın beni iyileştirmesine izin vermelisin. Bunu yapabilir. Belki tekrar yürüyebilirim. Lütfen Reis.”

“Oguz’un söyledikleri doğru mu?” diye sordu Livan kıza dönerek.

Reis’in sır vermez ifadesinden ne düşündüğünü anlayamayan Uli, başını onaylayarak salladı. Durwa’nın gözetimindeyken sırlarını saklamak ne kadar da kolaydı. Tek başına kalınca eline yüzüne bulaştırmış ve ne olduğunu kolayca anlamışlardı. İnkar etmek için çabalamanın bir anlamı yoktu artık.

“Oguz’u da şimdi, burada iyileştirebilir misin?” diye sordu Livan aynı ciddiyetle.

Tekrar bir şey söylemeden söyleyemeden başını sallayan Uli, yerinden kalkarken ellerdeki kanları tuniğine silmeye çalıştı. “Biraz su alabilir miyim?” Livan’ın sorarcasına baktığını görünce “Kendim için istiyorum. Biraz güç toplamam lazım.” dedi açıklayıcı olmasın umarak.

Kusta su için kafeslerin arasında kaybolurken, Reis birkaç adım geriye çekilerek uzun boyuyla balyalar arasındaki boşluğu doldurmuştu.

Konuşurken dayandığı yerden gittikçe kayan Oguz, güçlükle de olsa sırtını dikleştirip oturur hale geldi yeniden. Uli’nin oğlanı olacaklardan haberdar etmesi gerekiyordu. “Normalden daha hızlı iyileşmen demek hiçbir şey hissetmeyeceğin anlamına gelmiyor. Eğer sadece Boz'un açtığı yaraları iyileştirecek olsam sorun değil ama sakatlığını da iyileştireceksem bir kaç kemik kırmam gerekebilir bu da emin ol canını çok yakacak.” Uli sanki Oguz’un acı çekmesinden keyif alır gibi belli belirsiz gülümsedi. “Hem de çok fazla acıyacak. Bacağınla ilgilenmeye başladığımda ne kadar kötü olursa olsun senden dikkatimi dağıtmamanı istiyorum. “ diyerek oğlanı uyardı. Uli, Kusta’nın eline tutuşturduğu matarayı günlerdir susuz kalmış biri gibi içip boşaltmadan önce “Onu sıkıca tutmanızı istiyorum.” dedi.



Uli, ters dönmüş bileği hızla çekip çevirirken Oguz’un feryadı çok uzaklardan geliyordu. Oğlanın tüm çırpınışlarını Livan ve Kusta’nın tutuşlarına bırakmıştı. Bileği iki eli kavradı. Tüm yorgunluğuna rağmen genç bedene nüfuz etmek bir kaplanı dize getirmekten çok daha rahattı. Belki de Boz’un katı direnişinden sonra oğlanın teslimiyeti işini daha da kolaylaştırıyordu. Oguz’un bedenine sakin olmasını telkin etti. Anında da sonucunu aldı, oğlanın nefes alışları yavaşladı, kalbi daha yavaş atmaya başladı.

Her zaman yaptığı gibi hemen iyileştirmek yerine tuttuğu bedende kısa bir keşfe çıktı. Baldırındaki diş ve pençe yaralarının haricinde ayak bileğinde yanlış kaynamış iki kemik buldu. Opampe’nin kendi torununu iyileştirememesini şimdi anlıyordu. Eklemdeki o üç parçayı düzgün bir şekilde birleştirse bile kemiğin kaynaması için gereken günler boyunca kaydırmadan onları bir arada tutabilmek çok zordu. Usta şifacı bile bu kadarını yapamazdı ama Uli o küçük kemiği tekrar üç parçaya ayırıp dakikalar için de tekrar birleştirebilir, ardından da Boz’un açtığı yaraları iyileştirebilirdi.

Reis’i olacaklardan uyarmadan bileği sıkıca kavradı. Verdiği komutla kırılan kemiğin sesi Oguz’un çığlıkları arasında kayboldu ve ardından diğeri geldi. Oğlanın acısını hissedebiliyordu yine de tutuşunu hafifletmedi. Kendi gücünün parmaklarından bileğe akışına izin verdi. Parçalar, hava da uçuşan kar taneleri gibi yer değiştirip birleşirken yorgunluğu ağır basmaya başladı. Beynindeki karıncalanmaya aldırmamaya çalıştı. Kısa süre içinde oğlanın baldırındaki kırıklar da bileği ile birlikte kaynamaya, bacağındaki diş ve pençe ile açılan yaralarda kapanmaya başladı.  Son hücreye kadar tutamayacağını hissettiğinde Uli, kendisinin ve Boz'un kırdığı kemiklerin birleşmesi ile elini hızla çekti. Sırtı çadırın saman serili zeminine çarptığında bir süre gözünü açamadı, kendi nefes alış verişlerinden başka bir şey duyamıyordu.

“İyi misin?”

Uli, bir an Reis’in kalın sesini hayal ettiğini zannetti. Başını hafifçe salladı. Yan yatarak dizlerini karnına çekerek sarıldı ve “Çok yorgunum.” diye mırıldandı.

29
Tartışma Platformu / Ynt: Yazar ve Rengi
« : 27 Ekim 2016, 21:48:24 »
Brandon Sanderson, sis rengi. :D

30
Kurgu İskelesi / Ynt: Berweuli
« : 23 Ekim 2016, 16:50:28 »
Kış güneşinin cimriliği üzerindeydi. Öğle vakti olmasına rağmen, ortamın loşluğunu kırmak için erken yakılan mumlar büyük odayı bir mabede çevirmişti. Fakat dikdörtgen masanın etrafına kurulmuş Beylerin rahat konuşmaları,küçük bardaklarda servis edilen kahveler bu kutsal mekanı sıradan bir kahvehaneye dönüştürmeye yetiyordu.

Güneyden getirilen kahve çekirdekleri kralından köylüsüne kadar tüm Krallığın ortak zevklerinden biriydi. Beyler de dışarıda geçirilen üç soğuk gecenin ardından iyi bir uyku çekmiş, zengin bir kahvaltı yapıp kahvelerini yudumlarken Kral’ın aralarına teşrif etmesini bekliyorlardı.

“Mira Hanım avın nasıl geçtiğini sormadı mı?” diyen Tongar Bey, yanında oturan uzun boylu genç adamın, fincanını yavaşça masaya bırakmasını ilgiyle izledi. Sifteri Kanadının Beyi,  Mira Hanımın kocası Kezer Bey,  kumral kısa saçları, tıraşlı yüzü ile kırk yaşından çok daha genç gösteriyordu. Ava olan merakı Mira Hanımın tüm çabalarına rağmen evlendikten sonra bile devam etmişti.

Dün, akşam yemeğini kaçıran kafile ıslak kıyafetlerinden kurtulup donmuş ayak parmaklarını ısıtmak için odalarına çekilmekte aceleci davranmışlardı. Tongar Bey, bekar olan Elebars haricindeki beylerin, üç gündür yalnız bıraktıkları Hanımlarından işittikleri azarları, özlem yüklü sitemleri az çok tahmin edebiliyordu. Bu sebeple kendinden esirgenen bilgiyi, Kezer Bey’in irice bir domuzu tek bir mızrakla indirdiğini, ava eşlik eden askerlerden öğrenmişti.

“Deli misin? Karım erken doğum mu yapsın? Elbette ki bütün avın başarısını Elebars’ın üzerine attım.” diyen Kezer Bey, bembeyaz parlayan dişlerini ortaya serdi. Karısına avlanmayacağına dair evlenmeden önce verdiği sözü hiçbir zaman tutamamıştı. Durum bu haldeyken avladığı hayvanların sayısından ya da cüsselerinden övünmenin keyfini sadece adamları ya da diğer kanatların beyleri arasındayken çıkarabiliyordu.

İsmini duyan Kuri Kanadı’nın beyi Elebars, “Domuz gelip mızrağının ucuna kendini attı deseydin. İki seferdir başarının günah keçisi ben oluyorum." diye hayıflandı. "Mira Hanım, bebeğinizi sevmeme izin vermezse sorumlusu sensin bilesin.” Siyah uzun saçları ile birleşen kısa sakalı genç Beyi yaşından daha olgun gösteriyordu. Ağır başlı hareketleri ve mantıklı kararları ise Bey'in görünüşünübir hayli pekiştiriyordu. Kuri Kanadı’nın beyi olduğunda yüzyıllardır atanan beyler arasındaki yazılı olmasa da en genç Bey unvanına sahip olmuştu. Krallıkta, Beyliğin babadan oğla geçmesi bir kural değildi elbette ama sıra dışı da olmamıştı hiçbir zaman. Kral Konur, iki sene önce Elebars’ın babası mülayim ve bilgeEkan Bey ölünce yerine hırslı ve cesur oğlunu atamakta bir sakınca görmemişti.

“Beni bile yaklaştıracağında emin değilim ve beyler hiçbirinize bu konuda söz veremem. Çok heveslenmeyin!” dedi Kezer Bey hayıflanarak. “Hem başkasının sana izin vermesini beklemek yerine, donanmadan başını kaldırıp karaya daha sık çıkarak bir hanım bul da kendi bebeğini kucağına al artık.” diye de ekledi hevesle.

“Aman Beyim, daha gencim. Geçtim çoluğu çocuğu bir kadının çenesi ile uğraşacak sabır bu bünyede hala mevcut değil. Hem bana gelene kadar önümde Ladre Bey var.” diyen Elebars imalı bir şekilde yanında kıpırdanan adamı işaret etti.

Ladre, Maleni’yle bir bebeği aynı odada düşününce içten içe keyifle güldü. Yine de “Maleni, pek halasına çekmemiş.” diyerek kestirip attı bu öneriyi. Yeğeni Maleni’den sadece birkaç yaş büyük olmasına rağmen Kraliçe İlay'ın anaç tavrı ve yakın zamanda üçüncü çocuğunu doğurmuş olması hele ki Maleni’nin çocukların yanındayken takındığı kasıntılı tavırları bilindiğinden Ladre’nin sözleri oda da yüksek perdeden kahkahalara sebep oldu.

“Maleni Hanım, Kraliçe’me ne yönden çekecekmiş .” Kral Konur’un odaya girişi ile tüm Beyler neşelerini kaybetmeden saygıyla ayağa kalktılar. Siyah kısa ve gür saçlarının arasından parlayan altın tacı belli belirsiz parlıyordu. Siyah kısa sakalları arasındaki ince dudaklarında gülümsemenin eksikliği ile oldukça keyfisiz görünüyordu.Beylerine oturmaları için eliyle işaret ederken uzun masanın başındaki büyük arkalıklı sandalyeye yerleşti.

 “Her yönden benzese dünyanın en mutlu adamı olurum.” diye cevap verdi Ladre, bariz bir şekilde yaltaklanarak.

Kral Konur, “En mutlu adam unvanını sana kaptırmaya niyetim yok Ladre.”dedi neşesiz bir sesle, ruh halinin sergileyerek. “Evet Beyler, lafı uzatmayalım. Üç gündür eteklerinizde sakladıklarınızı masaya dökün bakalım.”

Ladre rahatsızlıkla kıpırdanırken, Tongar Bey, kamburunu dikleştirmeye çalışarak masada ellerini birleştirdi. Başkente geç geldiği için Kral’ın ve Beylerin, resmi bir tartışmanın disiplininden uzakta da olsa başkente çağırılma nedenleri olan Moita’nın hala yakalanamaması üzerineyaptıkları kritikleri kaçırmıştı. “Rebu’nun sırra kadem bastığı doğru mu?” diye sordu yaşlı Bey kulağına çalınan bilgilerin doğruluğundan emin olmak istercesine.

 “Elimizin ulaşamadığı bir yerlere kaçtığı kesin.” dedi Elebars, açıklama yapmaya hevesli olmayan Ladre'nin yerine. “Adam Moita'yı yakalayacak kadar zeki ama elinden kaçıracak kadar da aptal." Adamın sesi küçümseme ile takdir arasında sıkışmıştı. "Yine de  o zaman da dediğim gibi Ladre tek başına Rebu ile anlaşmaya kalkışmamalıydı.” Moita'yı yakalamışken bir kaç kese altın için ki Ladre'nin daha fazlasını gönlünü eğlendirmek için harcadığı tüm Krallıkta bilinirken,  daha azı için Moita'yı elinden  kaçırdığını bilmek Elebars'ı öfkelendiriyordu. Toplantıdaki tavrını av boyunca da göstermekten kaçınmamıştı. “Kuzenini..." dedi kelimeyi vurgulayarak "...tek başına yakalamanın getireceği şöhreti ve ödülü kendine saklamak istemeni anlıyorum ama…”

 “İşin büyüklüğünü görünce adi herif vaat edilen miktarın iki katını istedi. Hemen altınları avucuna mı dökseydim?" diyen Ladre, Elebars’ın lafını aynı şiddetteki öfkesiyle kesti. Ladre’nin solgun teninde iri lekeler gibi duran çillerle bezeli yüzü hiddetle kırmızıya dönmüştü.Moita’nın anne tarafından kuzeni olmasına rağmen aralarında bir benzerlik bulmak oldukça zordu. Sakal yerine çillerin kapladığı, sarı pembe yüzü ile ince bedeni, düşük dar omuzları ile otuzunu geçmiş olmasına rağmen ergenliğini atlatamamış bir oğlan gibi görünüyordu. Omuzlarını oynatarak oturduğu yerde dikleşirken “Krallığın her bir sikke altınını korumak da benim görevim."dedi böbürlenerek.

Kral Konur, yaslandığı sandalyesinde hafifçe kımıldadı ve gülümseyerek kadehini Ladre’ye kaldırırken alaycı takdirini sundu.

“Yine de çok hevesli görünmeseydin keşke.” dedi Kezer, Kral'ın Ladre'ye kaldırdığı kadehe aldırmadan. Konur'un böyle toplantılarda Beylerinin farklı fikirleri hararetle tartışmasını engellemediği hatta ateşe odunlar attığı bilinirdi.

“Büyük ihtimalle seni görünce iştahı kabardı.” dedi Elebars da daha yoğun bir alayla. Moita’nın tekrar ellerinden kaçışından direk Ladre’yi suçlasa sözleri bu kadar ağır olamazdı.

"Beyler!" diyerek araya giren Tongar Bey olmasaydı, Ladre'nin kırmızı ardından mora dönen yüzünden ateşli bir tartışmanın başlayacağı belliydi."Beyler." diye tekrarladı Tongar, yeterince dikkat çektiğini kanaat getirince konuşmaya devam etti. "Rebu'nun peşinden gitmenin artık bize bir faydası yok. Moita'yı buraya zorla veya kendi ayakları ile getirerek Kralımızla yüzleştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Ona kendisini savunması için söz vermek yerine yakalanır yakalanmaz idamını ilan ettik, affedersinizEkselansları ama gerçek bu." diyerek yaşlı adam, fikirlerinden dolayı özürlerini Kralına saygıyla başını eğerek gönderdi. "Üç koca yıl boyunca da bir zamanlar Beyimiz olanbir adamı domuz gibi kovalayarak avlamaya çalıştık ama gördüğünüz üzere başarılı olamadık."

"Adam bir tilki gibi kurnaz, kendi ayağı ile ölse gelmez." dedi Elebars, Tongar'ın nereye varmak istediğini anlamayarak.

Tongar Bey, hafifçe eğilerek kaşlarının altından Elebars'ı süzerken "Eğer gidecek bir yeri kalmazsa..." dedi.Tam yerinde susarak Beylerin ve Kral'ın kast edileni kavramasını bekledi.

Kezer kaşlarını çatmıştı. "Yuzini Kralı Aurang'ı, sığınma hakkı verdiği bir adamı kapı dışarı etmesi için nasıl ikna etmeyi düşünüyorsun, merak ediyorum doğrusu."

"Aurang, tok gözlüdür." diye araya girdi Kral Konur, ilk defa fikrini beyan ederek. "Ve sözüne sadıktır. Bu devirde zor bulunan bir meziyet." Küçümseyici dudakları alayla kıvrıldı.

"Kralım, sizinkinin yanında Kral Aurang'ın sadakatinin lafı edilemez." dedi Tongar Bey. "ama üç yıldır yakalayamadığımız bir kaçak; düşmanlarımızın yüreklerine saldığımız korkuyu silecek, dostlarımızın gözündeki itibarımızı düşürecek niteliktedir."

"O halde Yuzini Krallığına bir gözdağı vermenin vakti geldi geçiyor bile!" diye öne atıldı Ladre, kaçak kuzenini ellerinde hissetmenin ateşi ile.

"O kadar aceleci davranma Ladre." diye uyardı Kral Konur, Beyi'ni. Elebars'a dönerek kara gözlerini bir süre düşünce ile kıstı. "Aşkar geçidindeki gemilerin durumu nedir?"

"Gemilerimizin karşısına çıkacak bir güç ve yürek Galvorn'da yok, majesteleri."

"Bir kaç balıkçı köyünü denizden yağmalamaktan bahsetmediğini umarım." dedi Kral koltuğunda biraz daha arkaya yayılarak.

Vareste ile yüzyıllardır süren savaş bir kaç aydır fırtına öncesi sessizliğine gömülmüştü. Denizden ya da kuzey doğudaki Aşkar geçidi üzerinden devam eden vur-kaçlar ve sızmalar artık olağan bir hal olarak kabul görüyordu. Krallık Vareste ile batı arasındaki tek sağlam duvardı. Krallığın batısındaki ufak tefek beylikler ya da ülkeler, Vareste’nin yağmacı ve zalim saldırılarından korunmanın yolunun Krallık olduğuna güvenerek yıllar önce imzaladıkları paktın üzerine mühür basmaktan öteye geçmeyerek,bu savaşta Krallığa yardımcı olmak adına hiçbir çaba göstermemişlerdi.

Kral Konur babasının ölümünün ardından altın bir taç ile kıtadaki en büyük topraklarave büyük bir donanmaya sahip olmuş buna rağmen doğuda sürekli tetikte bekleyen bir düşman ile batı da ise büyük bir çöl devralmıştı. Denizde ne kadar başarılıysa karada savaşacak kadar deneyimli ve güçlü bir ordunun eksikliğini, Moita’nın babası tarafından savaşlardaki başarıları ile Mekotoni Beyi olması ile hızla kapatmaya başarmıştı başarmasına fakat Moita'nınGalvorn ile anlaşıp ezeli düşmanlarına bilgi sızdırması ile kara kuvvetleri deneyimsiz ve beceriksiz Ladre’nin eline kalmıştı.

"Kralım, Aşkar geçidine gönderdiğimiz donanmanın ardından güney doğudaki hareketlilik gözle görülür şekilde azaldı." dedi Elebars durumu bir kaç cümle ile özetleyerek.

"Moita'nın Aşkar geçidine donanmayı kaydırmamıza neden ısrarla karşı çıktığı buradan da anlaşılıyor Kralım. Galvorn ile danışıklı hareket ettiği besbelli." diye lafa atladı Ladre kuzenini kötüleme fırsatını kaçırmayarak.

"Yuzuni Kralı Aurang'a bir ulak gönderin." dedi Kral Konur, kısa bir an eline yasladığı çenesini sıvazlayarak. Beylerinin, Krallarının amacını anlaması ile ağızlarından dökülecek olan itirazlar oracıkta mırıltılara dönüştü. "Aurang'a diyin ki Moita'yı ya kendi elleri ile teslim eder ya da bir kaçağı beslemenin sonuçlarına katlanır."  Kral Konur'un sandalyesini iterek kalkması ile tüm Beyler saygı ile onu takip ettiler. Toplantı kısa sürmüş ama uzun süredir kafaları meşgul eden bu mesele en azından bir karara bağlanmıştı.



Not: İlk defa karşılaşılan karakterlerin çokluğundan dolayı buraya kısa bir liste koymak istiyorum. Umarım yardımcı olur :)

Krallığın Kanatları

Mekotoni -(Kızıl Şahin)

      Beyi: Ladre. Sarışın, 30 yaşlarında. Karısı Maleni.

Kuri –(Aladoğan)

      Beyi: Elabars:  (Elebars'ın babası : Ekan) Kumral , 28  yaşında.

Quri -(Kuzgun kuşu)

      Beyi: Tongar. 50 yaşlarında, ergenlikten kalma hafif kambur. Hiç evlenmemiş. Kız kardeşi Cevza, 45'inde dul.

Sifteri –(Atmaca)

      Beyi: Kezer. Kumral 40'lı yaşlarda. Karisi Mira 25'inde tombul beyaz tenli


Sayfa: 1 [2] 3 4 ... 6