31
Kurgu İskelesi / Şifa Bahçesi
« : 14 Nisan 2012, 03:12:42 »
1
Künyesini son kez takmış halde, bir koru kapısından çok kocaman bir mülkün bahçe kapısına benzeyen kapıdan geçerken aklında milyon tane düşünce vardı.
Onunla en çok özdeşleştirebildiği yerdi burası: Emirgan Korusu. Buraya Gökay’la ilk geldiklerinde Ocak ayıydı ve yağmur yağıp yağmamak arasında bocalıyordu. Bahar’ın yanındaki şemsiyeyi belli ki bir şantaj olarak algılamıştı ve kısa aralıkla yeryüzünü ıslatmaya razı oluyordu.
O gün ise Mayıs’tı. Hava oldukça ılıktı, hatta sarıp sarmaladığı tüm canlıları biraz boğuyordu. Ama koruya girdikten sonra bunun bir önemi kalmıyordu zira ağaçların büyüsüne o bile karşı koyamıyordu.
Kilit taşı yolda yürüyüp ağaçların arasında hislerini dindirirken onu buraya neyin getirdiğini düşünüyordu Bahar.
Bir kızın hayali nedir? Çoğu kızın hayali nedir?
Yazar olmak? Mimar olmak? Ressam olmak? Gezgin olmak? Astronot olmak? Anne olmak? Anneanne olmak? Belki… Hepsini olabilir ama çoğu kızın gelecek planlarının merkezinde tek bir şey vardır. Evlilik. Ve Bahar evleneceği adamı bulmuştu. Dünyaya gözlerini açışının yirmi dördüncü yıldönümünde hem de. Ona “Evet,” deme konusunda da hiçbir tereddüdü yoktu, ama önce kapatması gereken defterler, gömmesi gereken künyeler vardı.
Sakince yürüyerek daha önce Gökay’la geldikleri yeri bulmaya çalışıyordu. Ufak tepeleri aşıyor, hatırlayamayınca geri dönüp başka tarafa sapıyordu. İstanbul’a taşınalı iki yıl olmuş, ama buraya gelmeye cesaret edememişti. Sonunda cesaretini topladığında ise muhtemelen o gün ikinci ve son kez olacaktı. O gün. Hayalini kurdukları gibi gelmişti işte. Bulabildiği en büyük çanta olan plaj çantasına cüzdanını, anahtarını, yere açabileceği küçük açkıyı, kitabını ve birkaç sandviç içeren küçük bir kap ile bir paket meyve suyunu yerleştirmişti. Üzerinde sadece kot pantolon, dümdüz bir tişört ve üstüne –her ihtimale karşı- diye düşünüp aldığı ve fazla geldiğini vücuduna ter attırarak belirten bir hırka vardı. Yüzünde kirpik diplerine çektiği incecik kalemden başka makyaj yoktu. Saçlarını açmış ve kendi haline, hafif dalgalı haline bırakmıştı. Oldukça sadeydi, tıpkı Gökay’ın seveceği gibi. Eksik tek şey ise onun kendisiydi. Onu da zaten bugün bu koruya gömecek ve bir daha ömrü boyunca düşünmeyecekti.
Ayaklarının isyan edeceği kadar dolaştıktan sonra orayı sonunda buldu. Kilit taşı yoldan çıktı ve açıklığa girdi. Buradan boğaz net bir şekilde görülebiliyordu. Mavi ve yeşil, Bahar’ın gönlünü fetheden iki renk… Açıklığı terk edip ağaçların arasına girdiğinde gözden uzak çok güzel bir yere gözünü kestirdi. Burası olmalıydı. Çantasını açıp açkıyı yere serdi ve üstüne oturdu.
Bir süre güzel manzarayı izledi. Aslında sadece ağaçlardan başka bir şey görmese daha iyi olurdu ama boğaz bu atmosfere oldukça yakışarak ağaçların arasına sokulmasını telafi ediyordu.
Düşüncelerde boğulurken gözlerinden yaşların aktığını fark edemedi. Gökay’la on beşinde tanışmış ve on dokuzuna kadar en yakın arkadaşı olmuştu. İnternette, forumlarda tanışmış iki insana göre mesafe duvarlarını ustalıkla aşmışlar, her gün konuşmuşlardı. Dört sene de ikisinin de hayatlarına bambaşka insanlar girmiş fakat birinde diğerinin yeri hep ayrı kalmıştı. Taa ki Bahar’ın hayatına giren son kişiye dek. Gökay’ın hisleri arkadaşlığı aşana dek.
Bahar’ın İstanbul’a Gökay’ı görmek için gelişinden ve Emirgan korusunda beraber yürüdüklerinden bir hafta sonraki kesin konuşmama kararlarından sonra bile hayatından onu çıkaramamıştı. Kopmamak için Gökay’a çok direnmiş ama Gökay onu kimseyle paylaşamayacağı için hayatlarını ayırmalarının en doğrusu olduğunda ısrar etmişti. Ama Bahar’a hediye ettiği asker künyesi bir gece bile uykusunda onu yalnız bırakmamış, tek bir gece bile onu düşünmeden yatmamış, hayatına kim girerse girsin onun kalkıp gittiği yer hep apayrı bir köşede boş kalmıştı.
Kendini sırtüstü açkıya attı ve ağaç dallarının güneşin göz kamaştırıcı ışıklarını engellediği gökyüzüne dikti gözlerini. Sonra da çantasından Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını çıkarıp okumaya başladı.
Gözlerinden yaşlar aktığı halde inatla okumaya çalışırken fark etti onu. Uzun kulaklı, basık burunlu, kafasından iki adet boynuz çıkan, gözleri oldukça kısık ve yukarı doğru çekik, saçları küçük omuzlarına kadar uzanan bir karış yüksekliğindeki garip bir yaratık yüzünde şaşkınlık ve ayıplama karışımı bir ifadeyle ona bakıyordu. Gözlerindeki yaşlardan dolayı yanıldığını sanarak gözkapaklarını birleştirip yaşları akıttı. Ancak sonuç aynıydı. Yaratık hala suratına bakıyor hatta bazı garip sesler çıkarıyordu. Boyu büyük olsa gerçekten korkulabilecek bir yüzü vardı ancak bu kadar küçük olunca çok sevimli görünüyordu. Vücudunun yarısı zaten başından oluşuyordu ve yüzündeki ifade, yaptığı hareketler onu çok tatlı yapıyordu. Bahar doğruldu ve bir süre ne kadar garip ve sıra dışı olduğunu düşünmeden bu küçücük yaratığı izledi.
Künyesini son kez takmış halde, bir koru kapısından çok kocaman bir mülkün bahçe kapısına benzeyen kapıdan geçerken aklında milyon tane düşünce vardı.
Onunla en çok özdeşleştirebildiği yerdi burası: Emirgan Korusu. Buraya Gökay’la ilk geldiklerinde Ocak ayıydı ve yağmur yağıp yağmamak arasında bocalıyordu. Bahar’ın yanındaki şemsiyeyi belli ki bir şantaj olarak algılamıştı ve kısa aralıkla yeryüzünü ıslatmaya razı oluyordu.
O gün ise Mayıs’tı. Hava oldukça ılıktı, hatta sarıp sarmaladığı tüm canlıları biraz boğuyordu. Ama koruya girdikten sonra bunun bir önemi kalmıyordu zira ağaçların büyüsüne o bile karşı koyamıyordu.
Kilit taşı yolda yürüyüp ağaçların arasında hislerini dindirirken onu buraya neyin getirdiğini düşünüyordu Bahar.
Bir kızın hayali nedir? Çoğu kızın hayali nedir?
Yazar olmak? Mimar olmak? Ressam olmak? Gezgin olmak? Astronot olmak? Anne olmak? Anneanne olmak? Belki… Hepsini olabilir ama çoğu kızın gelecek planlarının merkezinde tek bir şey vardır. Evlilik. Ve Bahar evleneceği adamı bulmuştu. Dünyaya gözlerini açışının yirmi dördüncü yıldönümünde hem de. Ona “Evet,” deme konusunda da hiçbir tereddüdü yoktu, ama önce kapatması gereken defterler, gömmesi gereken künyeler vardı.
Sakince yürüyerek daha önce Gökay’la geldikleri yeri bulmaya çalışıyordu. Ufak tepeleri aşıyor, hatırlayamayınca geri dönüp başka tarafa sapıyordu. İstanbul’a taşınalı iki yıl olmuş, ama buraya gelmeye cesaret edememişti. Sonunda cesaretini topladığında ise muhtemelen o gün ikinci ve son kez olacaktı. O gün. Hayalini kurdukları gibi gelmişti işte. Bulabildiği en büyük çanta olan plaj çantasına cüzdanını, anahtarını, yere açabileceği küçük açkıyı, kitabını ve birkaç sandviç içeren küçük bir kap ile bir paket meyve suyunu yerleştirmişti. Üzerinde sadece kot pantolon, dümdüz bir tişört ve üstüne –her ihtimale karşı- diye düşünüp aldığı ve fazla geldiğini vücuduna ter attırarak belirten bir hırka vardı. Yüzünde kirpik diplerine çektiği incecik kalemden başka makyaj yoktu. Saçlarını açmış ve kendi haline, hafif dalgalı haline bırakmıştı. Oldukça sadeydi, tıpkı Gökay’ın seveceği gibi. Eksik tek şey ise onun kendisiydi. Onu da zaten bugün bu koruya gömecek ve bir daha ömrü boyunca düşünmeyecekti.
Ayaklarının isyan edeceği kadar dolaştıktan sonra orayı sonunda buldu. Kilit taşı yoldan çıktı ve açıklığa girdi. Buradan boğaz net bir şekilde görülebiliyordu. Mavi ve yeşil, Bahar’ın gönlünü fetheden iki renk… Açıklığı terk edip ağaçların arasına girdiğinde gözden uzak çok güzel bir yere gözünü kestirdi. Burası olmalıydı. Çantasını açıp açkıyı yere serdi ve üstüne oturdu.
Bir süre güzel manzarayı izledi. Aslında sadece ağaçlardan başka bir şey görmese daha iyi olurdu ama boğaz bu atmosfere oldukça yakışarak ağaçların arasına sokulmasını telafi ediyordu.
Düşüncelerde boğulurken gözlerinden yaşların aktığını fark edemedi. Gökay’la on beşinde tanışmış ve on dokuzuna kadar en yakın arkadaşı olmuştu. İnternette, forumlarda tanışmış iki insana göre mesafe duvarlarını ustalıkla aşmışlar, her gün konuşmuşlardı. Dört sene de ikisinin de hayatlarına bambaşka insanlar girmiş fakat birinde diğerinin yeri hep ayrı kalmıştı. Taa ki Bahar’ın hayatına giren son kişiye dek. Gökay’ın hisleri arkadaşlığı aşana dek.
Bahar’ın İstanbul’a Gökay’ı görmek için gelişinden ve Emirgan korusunda beraber yürüdüklerinden bir hafta sonraki kesin konuşmama kararlarından sonra bile hayatından onu çıkaramamıştı. Kopmamak için Gökay’a çok direnmiş ama Gökay onu kimseyle paylaşamayacağı için hayatlarını ayırmalarının en doğrusu olduğunda ısrar etmişti. Ama Bahar’a hediye ettiği asker künyesi bir gece bile uykusunda onu yalnız bırakmamış, tek bir gece bile onu düşünmeden yatmamış, hayatına kim girerse girsin onun kalkıp gittiği yer hep apayrı bir köşede boş kalmıştı.
Kendini sırtüstü açkıya attı ve ağaç dallarının güneşin göz kamaştırıcı ışıklarını engellediği gökyüzüne dikti gözlerini. Sonra da çantasından Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını çıkarıp okumaya başladı.
Gözlerinden yaşlar aktığı halde inatla okumaya çalışırken fark etti onu. Uzun kulaklı, basık burunlu, kafasından iki adet boynuz çıkan, gözleri oldukça kısık ve yukarı doğru çekik, saçları küçük omuzlarına kadar uzanan bir karış yüksekliğindeki garip bir yaratık yüzünde şaşkınlık ve ayıplama karışımı bir ifadeyle ona bakıyordu. Gözlerindeki yaşlardan dolayı yanıldığını sanarak gözkapaklarını birleştirip yaşları akıttı. Ancak sonuç aynıydı. Yaratık hala suratına bakıyor hatta bazı garip sesler çıkarıyordu. Boyu büyük olsa gerçekten korkulabilecek bir yüzü vardı ancak bu kadar küçük olunca çok sevimli görünüyordu. Vücudunun yarısı zaten başından oluşuyordu ve yüzündeki ifade, yaptığı hareketler onu çok tatlı yapıyordu. Bahar doğruldu ve bir süre ne kadar garip ve sıra dışı olduğunu düşünmeden bu küçücük yaratığı izledi.