Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - muaet

Sayfa: [1]
1
OATHBRINGER



Hazır yeni kitap çıkmış ve ben de okumaya başlamışken, eğer ki benim gibi şu anda okumakta olan kişiler var ise, bir sohbet edelim istedim. Zira henüz 3 bölüm okumuş olmama rağmen kitap dopdolu başladı. Gavilar neden öldürüldü? Odium'un şampiyonu kim? Sadeas'ın ölümünden sonra ordugahın durumu ne olacak? Ve en önemlisi de "badass" bir Dalinar var karşımızda, keyifle okutuyor Dalinar'ın gençliği kendisini :D. Okuyan arkadaşlar varsa şöyle bir format belirleyelim;

Spoiler aralığı: Bölüm 8'e kadar;

Okurun yorumu.

Başka okuyan yoksa da zaten kitabı bitirince ufak bir inceleme yazarım. ^^

2
Kurgu İskelesi / İleti (Esas isim: Radio Silence)
« : 19 Ekim 2016, 00:11:45 »
İLETİ (Radio Silence)

 36,400,000. Drake'in ünlü denklemine göre bu, galaksimizde var olması beklenen zeki uygarlıkların toplam sayısı. Son 78 yıldır uzaya, televizyon yayınlarımız, tarihimiz, gelmiş geçmiş en büyük buluşlarımız da dahil olmak üzere hakkımızdaki her şeyi yayınlıyoruz. Varlığımızı tüm evrene avazımız çıktığınca haykırıyor ve yalnız olup olmadığımızı öğrenmeye çalışıyoruz. Neredeyse bir asırlık dinleyişin ardından, 36 milyon uygarlık arasından hiç yanıt veren olmamıştı. Yalnızdık.

 Ta ki beş dakika öncesine kadar.

 İleti, hidrojenin dinlenilen frekanslarının tüm aşkın katları olarak geldi. Pi kere hidrojen frekansı gibi aşkın armoniler doğada bulunmazlar, bu sebepten gelen iletinin birileri tarafından yapıldığını anlamıştım. Sinyal, eş büyüklüğe sahip genliklerle çok hızlı bir şekilde yanıp sönmeye başladı. İlk düşüncem bunun bir çeşit ikil ileti olduğu yönündeydi. İletinin etkin olduğu bir dakika içerisinde 1679 atım ölçtüm. Ardından, sessizlik geri geldi.
  
 Başlangıçta sayılar pek bir şey ifade etmedi. Rastgele, iç içe geçmiş gürültü gibiydiler. Lakin titreşimler öylesi kusursuz, öylesi gürültüsüz bir frekans aralığındaydı ki yapay bir kaynaktan gelebilirlerdi ancak. İletiyi tekrar gözden geçirişimde aklım yerimden oynadı. 1679, 40 yıl önce yollanan Arecibo iletisinin uzunluğu ediyordu tam olarak. Şaşkınlıkla tüm ikilleri[*]İkil: Bit, Binary kodlarındaki her 1 veya 0'a verilen isim[/*] başlangıçtaki 73x23'lük boyuttaki dikdörtgene derledim. Daha yarısını tamamlamadan bunun, o iletinin aynısını olduğunu fark ettim, umutlarım doğru çıkmıştı. Bu, iletinin aynısıydı. 1’den 10’a kadar tüm ikil sayılar. Hayatı oluşturan atom numaraları. DNA nükleotitlerimizin formülleri. Birileri bizi dinliyordu ve orada olduklarını bilmemizi istemişlerdi.

 Sonra, esas iletinin sadece 40 yıl önce gönderildiği aklıma geldi. Bu da söz konusu yaşam formunun ancak 20 ışık yılı uzaklıkta olduğu anlamına geliyordu. Konuşma mesafesinde bir başka uygarlık mı? Bu çalıştığım tüm alanlarda devrim yaratırdı – astrofizik, astrobiyoloji, astro…

 Sinyal tekrar ses çıkarıyor şimdi.

 Bu defa, yavaş geliyor. İhtiyatlı hatta. Her saniye başka bir ikil gelerek, 4 dakikadan kısa sürüyor. Bilgisayarların kayıt ettiklerini önemsemeksizin gelen ikilleri tek tek kağıda yazıyorum. 0. 1. 0. 1. 0. 0. 1. 1... Bunun aynı ileti olmadığın hemen anlıyorum. Zihnim, bunun ne olabileceği hususunda deli gibi işliyor. İleti toplamda 232 ikil ile son buluyor. Elbette ki anlamlı bir ileti için bu çok küçük bir sayı. Yalnızca 232 ikil kullanarak başka bir uygarlığa ne kadar büyük bir ileti yollanabilir ki? Bir bilgisayarda bu kadar ufak boyutta bir dosya ancak…
 Yazı olabilir.

 Mümkün mü? Gerçekten bizlere kendi dilimizde ileti mi yolluyorlar? Düşününce, çok da olağan dışı değil zira 70 yıldır, dünyada var olan hemen hemen her dili yollamaktaydık. Aklıma gelen ilk kodlama sistemiyle gelen iletiyi çözümlemeye başlıyorum: ASCII. 0. 1. 0. 1. 0. 0. 1. 1. Bu S... 0. 1. 0. 0. 0. 1. 0. 1. E…
Tüm parçaları birleştirir ve tüm iletiyi ortaya çıkarırken, mideme bir şeyler saplanıyor sanki. Karşımda duran kelimeler her şeye cevap veriyor.

 “SESSİZ OLUN YOKSA DUYACAKLAR”


Bilgilendirme: Hikâyenin esas yazarı ben değilim, yalnızca beğendiğim bu kısa hikayenin çevirisini yaptım. Esas yazara ve hikayesine buradan ulaşabilirsiniz.

Türkiye'de vizyona giren yabancı film isimleri gibi başlığı değiştirmemi mazur görün, pek de yakışan bir çeviri yapamadım başlığa.

3
Kurgu İskelesi / Kuzgun
« : 01 Nisan 2016, 09:15:15 »
Edgar Allan Poe'nun Kuzgun şiirini bilmeyeniniz yoktur. Eski dosyalarıma göz atarken lisede edebiyat dersi için şiiri hikayeye dönüştürme ödevi olarak yaptığım hikayeye rastladım. Paylaşmak istedim sizlerle.



Kuzgun

Karanlığın karanlığı boğduğu ürkünç bir aralık gecesiydi. O tozlu raflardaki, kurtların kemirdiği eski kitapların barındırdığı yitik hikmeti arıyordum. Yorgundum, gecenin soğuğu ne kadar hırçınsa en az o kadar yorgundum. Ve bitkin…

Şöminenin ışığı benim kadar solgun ve aradığım çare kadar yitikti. Hayalet alevlerinin ışığıyla çevirdim kitapları. Onlardan bu ıstırabın bitmesini diledim, Lenore’umu kaybetmenin ıstırabının bitmesini…
Başım öne düşüyor, sanıyorum koltukta sayıklıyordum. Ve ansızın kapıdaki nazik bir tıkırtı oldu beni o ruhsuz, acı hülyalardan uyandıran. “Misafirdir.” diye düşündüm, “Yolu ya da vakti şaşırmış bir misafirdir, o kadar.”

Mor, ipeksi perdemden gelen o süzgün hışırtıyla, içimi daha önce hiç yaşamadığım kadar anlamsız bir korku kapladı. Yineleyip durdum deli gibi atan kalbimi sakinleştirmek için. “Kapının ardındaki kişi bir misafir, gecikmiş bir misafir yalnızca, başka bir şey değil.”

Ve çabucak doğruldum masamın başından, “Bayım ya da bayan,” dedim, “öylesine usulca çaldınız ki kapımı, tıkırtının gerçekliğinden şüphe ettim.”

Ardından sonuna kadar açtım tahtadan kapıyı ancak karşımda ne bir bay gördüm ne de bir bayan. Kapımın ardında bekleyen şey karanlıktı. İçinde tüm perilerin hülyalarını ve korkularını barındıran uçsuz bucaksız bir karanlık… Zifiri karanlığın içine baktım uzun müddet. Ve hayaller kurdum, hiçbir faninin cüret edemeyeceği hayaller tasarladım kafamda. Dudaklarımdan tek bir sözcük döküldü orada, “Lenore.” Ve karanlığın dört bir yanından cevaplar yankılandı. Lenore.

Kapattım kapıyı alevden çehreli bir ruhla, sıcak odama(!) döndüm. Kuruldum masaya ancak bir tıkırtı daha duydum. Pencereden gelen tıkırtının sesiyle zorlukla dizginlediğim kalbim tekrar sayıklamaya başladı. “Eminim,” dedim, “bir şey var penceremin ardında.”

Pencereyi açacaktım, açacaktım ki bu gizem çözülsün, garip kalbim bir sükûn bulsun. “Rüzgârdır,” dedim içimden, “başka bir şey değil.”

Pencereye açtığım anda, kanat şakırtılarıyla bir kuzgun belirdi önümde. Daldı penceremden içeri, ne bir şey dedi, ne selam verdi. Muhterem bir kişi edasıyla doğruca kapımın üstündeki Pallas büstüne tünedi.
Kuşun o azametli tavrı ruhumun derinliklerine işledi, gülümsedim. “Karanlık kıyılardan gelen korkunç kuzgun,” dedim, “odama izinsiz girsen de belli ki namert değilsin. Söyle bana nedir, o kışın yüreğinde sana verdikleri isim?”

Kuzgun gagasını çok hafifçe iki yana salladı ve dedi, asla

Şaşırmıştım, o müşkül halimle ne kadar şaşırabilirsem o kadar şaşırmıştım. Her ne kadar anlamsız olsa da, bir kuşun böylesi açık bir yanıt verebilmesine şaşırmıştım.

Pencereden hışımla esen rüzgâr pelerinimi çekiştirirken, kuşun devam etmesini bekledim. Fakat kuş ne bir kılını kıpırdattı ne de bir söz ekledi. Onun için yeterliydi o söz, sanırım benim için de. Sanki o kelimeden, tüm ruhu taşıverdi de içimi dağladı.

Kendime mırıldandım acı acı, “Yanımdakilerin hepsinin göçüp gittiği gibi, elbet sen de birazdan gideceksin buradan.”

Ve kuş tekrar yanıtladı beni, asla.

İrkildim bu defa, böylesi yerinde söylenen sözle. Şüphesiz bu söz onun belleğindeki tek kelime, onun tek sermayesidir diye düşündüm. İlgimi çekmişti kuş. Hala ona bakıp gülümserken Pallas büstü ile masamın ortasındaki koltuğa oturdum. Düşünmeye başladım, kadim zamanlardan kalma bu gaddar, siyah kuşun “asla” derken neyi kastettiğini.

Tahmin yürütmeye başladım sessiz sedasız, o ruhumu dağlayan kuşun bakışları tam üzerimdeyken. Ve gözüm, mor perdemin üzerine sürtündüğü mor yastığa takıldı. İçim yine cız etti, Lenore aklıma geldi. Lenore’um bir daha ‘asla’ dokunamayacaktı ipek parmaklarıyla o yastığa.

O anda her şey değişti sanki. Odaya farklı bir hava çöktü, meleklerin fısıltısının meltemi penceremden içeri süzüldü.

“Bre sefil!” diye haykırdım kendi kendime, “Bu sana Tanrı’ndan gelen bir lütuf. O kitaplarda aradığın hiç var olmamış derman. İç bu ilacı ve sil artık Lenore’u aklından!”

Derken kuş yanıtladı beni, asla.

“Ey cehennemden gelen uğursuz kuş ya da Şeytan! Kara bir fırtına mıydı seni cehennemden bu taraflara, bu kâbusların hortladığı evime yollayan? Söyle ey iblis söyle, var mı günahlarımın ilacı, söyle bana söyle, yalvarıyorum!”

Kuş tekrar yanıtladı beni, asla.

Tatmin olmaksızın devam ettim. “Ey karanlığın içinden gelen kuş, ya da Şeytan! Üstümüzde kıvrılan gökler ve yücelttiğimiz Tanrı adına söyle! Bu karşındaki sefil ruh kavuşabilecek mi, adı meleklerce Lenore konan o eşsiz bakireye?”

Kuzgun yineledi, asla.

“Bu söz ayrılık nişanımız olsun ey kuş!” diye bağırdım. “Dön artık geldiğin kara kıyılara, o fırtınaya! Söylediğin yalanlara nişan tek bir tüy bırakma. Bırak beni yalnızlığımla, terk et o büstü. Çek gaganı zavallı kalbimden, çık git bu evden.

Kuzgun tekrar etti, asla.

Uçmadı kuzgun. Ben bu satırları yazarken bile, hülyalı şeytan gözlerini üzerime dikmiş oturuyor o büstte. Tüylerinden daha kara gölgesi akıyor bembeyaz zemine. Peki ya o gölgeye hapsolmuş, yerde yatan ruhum yükselecek mi, cennetteki bakireye?

asla

4
Kurgu İskelesi / Oğluma Hikaye
« : 27 Ekim 2015, 12:54:45 »
“Oğlum, internet güvenliği hakkında konuşmamız lazım.” Hemen onun yanına, yere kıvrılıverdim. Dizüstü bilgisayarında Minecraft açık sunucusunda oynuyordu. Gözleri mücadeleye kitlenmişti. Ekrandaki sohbet kutucuğunda iletiler belirdi. “Oğlum, oyununu birkaç dakikalığına durdurur musun?”

Dünyadan çıktı, bilgisayarı kapadı ve bana baktı. “Baba, yine uyduruk bir korku hikayesi daha mı anlatacaksın?”

“Ne?” diye çakma bir incinmiş duygu nidasıyla hayret ettim bir süre, sonra ona pis pis sırıtıp, “benim uyarı niteliğindeki hikayelerimi sevdiğini sanıyordum.” Dedim. Benim cadılarla, hayaletlerle, kurtadamlarla ve trollerle karşılaşan çocukları anlattığım hikayelerimi dinleyerek büyümüştü. Tıpkı önceki nesil ebeveynlerin kullandığı gibi, ben de ahlaki değerleri sağlamlaştırmak ve güvenlik konusunda ders vermek amacıyla korku hikayelerini kullanıyordum. Benim gibi yalnız babalar ellerindeki her ebeveynlik aracını kullanmalıdırlar.

Yüzünü biraz buruşturdu, “Ben altı yaşımdayken iyiydiler. Ama artık büyüdüm ve beni artık korkutmuyorlar. Hatta biraz aptalca bile geliyorlar kulağa. Eğer internet hakkında bir hikaye anlatacaksan, hani şöyle cidden, sağlam korkunç bir şey olabilir mi?” Ona gözlerimi kısarak, kuşkuyla baktım. “Baba,” dedi, “on yaşındayım, etkilenecek değilim.”

Biraz düşündüm. “Peki, denerim.”

Ve başladım, “Uzun zaman evvel, Colby isimli bir çocuk yaşardı…” İfadesinden, hikayenin girişindeki dehşet yoksunluğundan etkilenmediği açıkça anlaşılıyordu. Bir nefes koyverdi ve babasının yine uyduruk korku hikayelerinden birisini daha dinlemeye hazırladı kendini. Bense devam ettim.

“Colby çevrimiçi olup çocukların takıldığı internet sitelerinden birkaçına katıldı. Bir süre sonra, oyun içinde ve forumlarda diğer çocuklarla konuşmaya başladı. Yardımcı23 adlı bir diğer on yaşındaki çocukla arkadaş oldu. Aynı televizyon programlarını ve video oyunlarından hoşlanıyorlardı. Birbirlerinin şakalarına gülüyorlardı. Birlikte yeni oyunlar keşfettiler.

Aylık birlikteliğin ardından, Colby Yardımcı23’e oynadıkları oyunda altı tane elmas verdi. Bu çok değerli bir hediyeydi. Colby’nin doğumgünü yaklaşmaktaydı ve Yardımcı23 ona bu sebepten kıyak bir hediye göndermek istiyordu, ‘gerçek hayatta’. Colby Yardımcı23’e adresini vermekten zarar gelmeyeceğini düşündü, tabii yabancılara ve yetişkinlere vermemeye söz verdiği sürece. Yardımcı23 başka kimseye söylemeyeceğine -kendi ebeveynlerine bile- yemin etti ardından paketi yollama hazırlıklarına başladı.


Hikayeyi burada durdurdum ve oğluma sordum, “Sence bu iyi bir fikir miydi, adresi vermek yani?” “Hayır!” dedi kafasını kuvvetlice sallayarak. Elinde olmadan hikayenin içine çekiliyordu.

“Eh, Colby de öyle düşünüyordu. Evinin adresini verdiği için suçluluk duyuyordu ki bu duygu gittikçe güçlendi. Ve güçlendi. Sonraki gece pijamalarını giymeden önce, pişmanlığı ve korkusu hayatındaki her şeyden daha ağır basar hale gelmişti. Gerçeği ailesine açıklamaya karar verdi. Ceza her ne kadar ağır olursa olsun, rahat bir vicdana sahip olmakla kıyaslanamazdı bile. Yatağına kıvrıldı ve üstünü örtmeleri için ebeveynlerini beklemeye başladı.”

Oğlum korkunç kısmın yaklaştığını biliyordu. Delikanlı ayaklarına karşın, gözleri fal taşı gibi açılmış bir şekilde öne eğilmişti. Kasten hafif bir sesle konuşmaya devam ettim.

“Evdeki tüm sesleri duyuyordu. Banyodaki çamaşır makinesinin sallanırken çıkardığı sesi, hemen odasının dışındaki dalların tuğlalara sürterken çıkardığı sesi, daha bebek yaştaki kardeşinin odasında çıkardığı agulamalarını ve ne olduğunu tam olarak… anlayamadığı… sesler de vardı. Sonunda babasının ayak seslerini duydu koridorda. “Baba?” diye seslendi endişeli bir sesle. “Sana söylemem gereken bir şey var.”

Babası kafasını kapı aralığından garip bir açıyla çıkarmıştı. Karanlıkta, ağzı pek oynuyormuş gibi durmuyordu ve bakışları çok yanlıştı. “Söyle, oğlum” Ses de uzaktan geliyordu. “Baba, iyi misin?” diye sordu oğlan. “I-ıh” diye mırıldandı babası garip sesiyle. Colby savunmak istercesine yorganın altına gizlendi. “Eee… Annem nerede?”

“Burdayım!” Annesinin kafası da hemen babasınınkinin altında, kapı aralığında beliriverdi. Kadının sesi doğal olmayan tiz bir erkek sesi gibiydi. “Bize Yardımcı23’e ev adresimizi verdiğini mi söyleyecektin yoksa?” dedi annesi. “Bunu yapmamalıydın! Sana özel bilgilerini internette paylaşmamanı SÖYLEMİŞTİK!”

“Çocuk falan değildi o!” diye devam etti annesi. “Öyleymiş gibi davrandı sadece. Ne yaptı biliyor musun? Evimize geldi, içeri zorla girdi ve ikimizi birden öldürdü! Sırf senle biraz vakit geçirmek için!”

Üzerinde ıslak mont olan şişman bir adam, ellerindeki koparılmış iki kafayla birlikte çocuğun odasına girdi. Adam başları yere atıp, bıçağını kılıfından çıkarıp çocuğun üzerinde çalışmak için oda boyunca yürürken Colby çığlık attı.”


Benim oğlum da attı. Kendini korurcasına iki kolunu yüzüne siper etti. Ancak hikaye daha yeni başlıyordu.

“Birkaç saat sonra, çocuk neredeyse ölmüştü ve çığlıklarının yerini fısıltılar almıştı. Katil öbür odadaki çocuk ağlamasını duydu ve bıçağını Colby’nin bedeninden çekti. Özel bir olaydı bu. Daha önce hiç bebek öldürmemişti ve düşüncesi onu çok heyecanlandırmıştı. Yardımcı23 Colby’yi ölüme terk etti ve bir işaret fişeğini takip edercesine çocuğun ağlama sesine doğru ilerlemeye başladı.

Bebek odasında, beşiğe doğru yürüdü ve bebeği çıkarıp kollarına aldı. Daha iyi bir bakış atmak için bez değiştirme masasına hareket etti. Ancak kucağına aldığı gibi bebek ağlamayı kesti. Bebek ona doğru baktı ve gülümsedi. Yardımcı23 daha önce hiç çocuk almamıştı kollarına ancak onu sanki deneyimli bir babaymış gibi havaya atıp tuttu. Çocuğun yanaklarını sevebilsin diye kanlı ellerini battaniyeye sildi, “Merhaba, tatlı ufaklık.” Dedi . Sadizmin güzel öfkesi daha sıcak ve yumuşak bir şeye dönüşmüştü.

Odadan çıkıp, bebeği kendi evine götürdü, çocuğa William ismini koyup kendi biricik oğlu olarak yetiştirdi.”


Hikayemi bitirdikten sonra oğlum gözle görülür biçimde titriyordu. Kesik kesik aldığı nefeslerinin arasında, “Ama baba, BENİM adım da William.” Diye kekeledi. Ona her zamanki gibi tek gözümü kırpıp saçlarını karıştırdım. “Elbette öyle, oğlum.” William hüngür hüngür ağlayarak odasına koştu.

Ancak gizliden gizliye… Sanırım hikayeyi sevmişti.

Yazar: Oven Friend


Not: Şunu not düşmekte fayda var, hikayenin yazarı ben değilim. Aslı İngilizce yazılmış hikayeyi bir internet sitesinde görüp beğendim ve onu Türkçeye kazandırıp sizlerle paylaşmak istedim.

Öykünün orijinal haline buradan ulaşabilirsiniz.

5
Kurgu İskelesi / Çok Bilinmeyenli Bir Denklem
« : 11 Nisan 2015, 00:34:13 »
Birkaç bölümlük bir hikaye yazmak istiyorum. Şöyle bir giriş yapayım, umarım ilginizi çeker.



Çok Bilinmeyenli Bir Denklem

  Ben bir matematik öğretmeniyim. Mesleğim gereği hep rasyonelliğe inandım. Ya da bu düşünce biçiminin ta kendisi beni bu mesleği seçmeye itti belki de. Lakin tüm hayatıma hakim olan bu nesnellik, elle tutulurluk inancı, bugün yaşadığım bir dizi olaylar sonucu yerle yeksan oldu. Birazdan anlatacaklarıma inanmanızı beklemiyorum. Zira kendi aklım dahi inanmayı reddederken, tüm bu yaşananlara vakıf olmayan sizler, bu satırlarda tutarsız bir hikayeden fazlasını bulamayacaksınız. Bunu anlatmamdaki tek sebep, yaşadığım bu bilinmezliğe, bir nebze olsun ışık tutabilmek, yaşananları yazıya dökerek anlaşılmayanı bir kalıba dökme çabasıdır. Ancak biliyorum ki tutarsız bir denklemi ne kadar yazarsam yazayım, yine de mantıklı bir sonuca ulaşamayacağım.

  Öğretmeyi seven bir insanım ben. Çoğu meslektaşlarımın aksine, öğrencilere yukarıdan bakmayı değil de onlarla aramdaki farkı sıfıra yaklaştırmak istemişimdir hep. Bundandır ki  öğrencilerin halinden anladığıma inanırım, ona göre yol izlerim.

  “Bugün konumuz limit.” dedim bu sabah. Daha afyonları patlamamıştı çocukların, böylesi anlarda yeni konuya girmek anlamsızdır, o nedenle biraz sohbet etmek istedim. “Tavşanla kaplumbağanın hikayesini bilen var mı?” dedim tahtaya konu başlığını attıktan hemen sonra. Çocuklar gözlerini devirdiler, bazıları esnedi, elbette biliyorlardı. Ancak ben anlatmaya başladım, dinleyecekleri, hikayenin farklı bir alternatifiydi çünkü. “Tavşanla kaplumbağa, bir takım sebeplerden ötürü iddiaya tutuşmuşlar. Kaplumbağa artık nasıl bir yürek sahibiyse, iddia hız üzerineymiş. Tavşanlar iyi koşuculardır, bizim tavşanın da kendine güveni tammış. Yüz metrelik avans vermiş tavşan kaplumbağaya, ondan on kat hızlı olduğunu bildiğinden. Çabuk bitmesini istemiyormuş eğlencesinin. Tavşan yüz metreyi çabucak bitirmiş ancak o esnada kaplumbağa da boş durmamış, on metrelik yol da o kat etmiş. Tavşan aradaki on metreyi bitirdiğinde, kaplumbağa bir metre daha ilerlemiş. Tavşan bir metreyi tamamladığı sırada kaplumbağa on santimetre ilerlemiş. Tavşan on santimetre, kaplumbağa bir... Bu böyle devam etmiş." Öğrencilerime şöyle bir baktım, hepsinin kulak kabarttığını görerek sevindim. "Nihayetinde tavşan, bizim kaplumbağayı geçememiş.”

  “İşte biz buna limit diyoruz.”

  İlgilerini çekmiştim. Herkesin uykusunun açıldığından emin olduktan sonra, konunun temel denklemlerini yazmak üzere masamdan not defterimi alıp tahtaya doğru yöneldim.

  Daha yazmaya başlayalı on saniye olmamıştı ki arkadan sevdiğim, lafını sakınmayan bir öğrencim seslendi. "Çok okunaklı yazıyorsunuz hocam!" Bir kaçı kıkırdadı. Çocukların benimle şakalaşmalarını severim ancak olayı anlamamıştım. Arkamı döndüm sorarcasına, afacan olan kaşıyla tahtayı işaret etti, "Uykunuzu alamadınız galiba hocam!" Yine kıkırdamalar. Tekrar arkamı döndüğümde sorunu gördüm. Yazdıklarım tamamen anlamsız bir yığındı. Tüm denklemler birbirine girmiş, karman çorman bir tebeşir izi halinde duruyordu orada. Tebeşir tutan elime çevirdim gözlerimi. Artık tebeşir tutmuyordum. Zira elimin o haliyle tutmam imkansız olurdu. Tüm parmaklarım kas spazmından muzdaripmişçesine birbirlerine girmişlerdi. Ancak hiçbir şey hissetmiyordum.

  "Beğenmediysen, gel sen yaz!" dedim, hiç bozuntuya vermeden. "Kızların yazısı iyi oluyor madem," Öğrencim kalktı, not defterini uzattım. Tebeşir için bakındı, gözlerimle düştüğü yeri işaret ettim. Kız tebeşiri yerden aldı, yazmaya başladı.

  İşin garibi şuydu ki, normalde kramp acı vericidir. Bense hiçbir şey hissetmiyordum. Parmaklarımın gevşediğini görmeme rağmen onları kontrol edememekteydim. Yerimden kalktım, varlığını hissedemediğim elim cebimde, "Ben gelene kadar deftere geçirin," diyerek sınıftan çıkıverdim. Zira uyuşukluk elimi geçmiş koluma ulaşmıştı. Kapattığım kapının ardından "Çayı fazla kaçırmış!" diye bağırdıklarını duydum, duymamı istemişlerdi ancak gülecek halde değildim. Çabucak öğrenciler tuvaletine girdim, kolumu diğer elimin yardımıyla cebimden çıkardım. Dışarıdan bakan bir insan ilk etapta bir yanlışlık fark edemezdi. Ancak bizzat olayın içinde olan ben -tabi bir de bunları yapanın ben olmadığını bildiğimden- parmakların kendi kendine yaptığı hareketin birbirlerine çok aykırı olduğunun farkındaydım. Bir insanın yeni başladığı bir video oyununda hareket tuşlarını denemesi gibi düzensiz, anlamsız hareketlerdi bunlar. Kolum dirsekten bükülmeye, omzum sallanmaya başladı. Hissizliğin yayılacağı, tüm bedenimi kaplayacağı korkusuyla tam revire doğru yönelmiştim ki her şey geçiverdi. Bir anda olup bitmişti. Hepsini hissedebiliyordum. Her şeyin normalliğinden emin olmak için bir süre daha bekledim. Bir sıkıntı yoktu; sıradan bir uyuşukluğun ardından gelen karıncalanma dahi... Elimi yüzümü yıkadıktan sonra sınıfa doğru yöneldim. Zira öğrencileri havaya sokmuşken dersi baltalamak istemiyordum. Geçmişti zaten, bir sorun yoktu.

  Kapıyı açıp içeri girdim, öğrencim son denklemi yazıyordu. Ben içeri girerken çocuklar kıkırdadı, belli ki hala aynı konu havada asılıydı. "Bazen," dedim, "insan meshanesine söz geçiremiyor." Güldüler. Bir şakayı sonlandırmanın en güzel yolu, onu bir başka şakayla karşılamaktır. Kız öğrencime döndüm, elindeki tebeşiri bana uzatıyordu. "Nasıl? Sizinkinden katbekat daha güzel, öyle değil mi hocam?" Muzır bir tebessümü vardı. "Harika, en az-" dedim, elindeki tebeşiri almak için uzanırken ancak cümlem yankılanan, şiddetli bir tokat sesiyle yarıda kesiliverdi. Ağzından kan akan öğrencime baktım, oradan da seğiren elime. Müthiş bir sessizlik oldu. Müthiş bir gürültü koptu.

6
Düşler Limanı / Vejetaryen Kedi
« : 02 Nisan 2015, 21:38:34 »
Yine eski dosyaları eşelerken bulduğum, liseden kalmış bir fabl çalışması. 1Q84'teki kısa bir hikayeden esinlenmiş olmalıyım.

Vejetaryen Kedi

Bir gece vakti, bir kedi ve bir fare karşılaşıverdi,
Fare ne kadar tıknazsa, kedi o kadar yiğitçeydi.

İşte o vakit, bir kovalamacadır aldı başını gitti,
Uzun bir müddet sonra kedi, fareyi bir çıkmaza itti.

Umutsuzca bakındı etrafa tıknaz fare,
Gözleri kediden kaçacak bir delik aradı biçare.

Her yere baktı var gücüyle ancak bir şey bulamadı,
Son çare eğildi kediye, yalvarmaya başladı:

“Ey büyük kedi, beni azat et lütfen,”
“Evde çocuklarım, yemek bekler benden.”

Kedi fareyi dinlemedi, adım adım yaklaştı,
Farenin ölümü, ona bir nefes kadar yakındı.

Fare kabullendi kaderini, kaçınılmazı bekledi,
Ancak kedi saldırmadı, anaç bir ifadeyle gülümsedi.

“Aramızda kalsın” dedi, “ben vejetaryenim.”
“Sakinleş az, ben et değil sebze yerim.”

Fare derin bir oh çekti, kediye yaklaştı bir iki adım,
“Ne kadar şanslıyım ki senin gibi birine rastladım.”

“Teşekkür ederim kedi kardeş, bana müsaade.”
Kedinin yanından geçip, ağır ağır yürüdü fare.

Ancak attığı o adımlar, onun son adımları oldu.
Kedinin pençesi farenin gırtlağını buldu.

Şoktaydı fare, bir soru sordu can havliyle,
“Hani et yemezdin, yalan mı söyledin?” dedi kediye,

“Et yemem ben,” dedi kedi, “sözlerimde yalan yoktu.”
Fare, “Peki neden vurdun bana?” diye sordu.

“Seni şimdi mahalleye götüreceğim,”
“Ve sonra takas edecek, biraz marul yiyeceğim.”

Ve anladı fare, her doğru görünenin gerçeği yansıtmadığını,
Ancak o saatten sonra fare, gerçeklikte bir daha var olmadı.

7
Kurgu İskelesi / Hiç Durmamacasına
« : 28 Şubat 2014, 12:26:15 »
Adam koridorda koşuyordu, durmamacasına, sağa sola sapmaksızın dümdüz koşuyordu. Bu bir binaydı sonuçta, değil mi? Elbette koridorun sonuna gelecekti, elbette bir çıkışa denk gelecek ve bu lanet olası yerden bir an önce paçayı kurtarıverecekti.

Koştu, koştu... Adam o kadar hararetli koşuyordu ki, nefes almayı unutuyor, ara ara ciğerleri yanmaya başlıyordu. Bir rivayet vardır hani, yavaş nefes aldığında zaman da yavaşlar derler. O da o misal belki bir dakika, belki bir saat koştu; bilmiyordu. Zaman kavramını yitirmişti. Şimdiden bir kilometre yol kat ettiğini biliyordu ancak koridor ne bir yere sapmış, ne bir pencere ne de bir kapı ilişmişti gözüne.

Ömrünü bu kahrolası mimari harikasında çürütmek istemiyordu. Kim böylesi saçma bir yapı tasarlayabilirdi ki? Kapı yok, baca yok; her yer dört duvar. Hem böylesi kapalı bir yere nasıl gelmişti? Neden durmaksızın koşuyordu böyle? Tek istediği durmak, soluklanmaktı. Belki gerisin geri koşarsa girdiği yerden geri çıkabilirdi. Çok parlak bir fikir!

Fakat tam durmayı akıl etmişken arkasında anlam veremediği bir ses yankılandı. Bir kurt sesi ya da ona benzer bir şey. Daha çok bir... kedi miyavlaması?

Ses normal değildi. Sanki bozuk bir plaktan çıkan pop şarkıları gibiydi. Sesin sahibini tanıyamasanız da şarkının ritmini yakalarsınız hani, onun gibi. Adam bunun bir kedi olduğunu farz etti ancak içinde istemsiz bir korku oluştu. Sesi böyleyse, kendisi nasıl bir hilkat garibesiydi Allah aşkına?

Tekrar koşmaya başladı. Bu kez daha da hızlı çünkü ses gittikçe yaklaşıyordu. Arkaya bakmaya cesaret edemedi, çünkü öyle bir koşuyordu ki tek bir dikkat dağınıklığında tökezlemesi işten bile değildi. Her ne kadar koşarsa koşsun, o metalik ses her an daha yaklaşıyordu. Ses tam ensesine ilişmişken, karşısında bir aydınlık gördü. Canı pahasına koştu, pencereyi fark etti ve tüm kuvvetiyle cama doğru uçtu...

Düşüşü kısa sürmüştü ancak o aptal sesi hala duyuyordu. Gözlerini açtı ve birden gözlerine dolan gün ışığına karşı kolunu siper etti yüzüne. Canı yanmıştı, düşerken kolunu incitmişti anlaşılan. Adam gözlerini kırpıştırdı tekrar, demek dışarıda vakit gündüzdü. Yavaşça yerden doğruldu sesin kaynağını aradı. Ses bir yastıktan geliyordu. Yastık? Elini attı, yastık yüzünden sesi boğulmuş telefonu çekti, çıkardı. Yastık! Odasındaydı! Saat kaçtı böyle!

Adam telefona baktı işe yarım saat gecikmişti bile. Hemen pantolonunu geçirdi ayağına, gömleğini giydi, kravatını geçirdi boynuna. Cüzdanını ve anahtarını aldı masanın üstünden ve pencereye doğru koştu. Hayır, evinde kapı vardı! Uyku mahmurluğuyla ayağına geçirdiği farklı çoraplarıyla müthiş bir uyum oluşturan pabuçlarını giydi ve koşmaya başladı.

16-A'ya yetişmesi için beş dakikası vardı, durağa yetişmesi içinse on beş dakikalık bir yolu. Adam koştu, koştu... Hiç durmamacasına, ciğerleri yanarcasına koştu. Ömrünün sonuna kadar da koşacaktı zaten. Tam soluklanmayı akıl etmişken bir ses duyacaktı arkasında. Hani bazı sesler vardır, ömrünüzde ilk kez duyuyor olsanız da ne olduğunu anlarsınız. Hiç görmediğiniz bir hayvan sesi ya da ona benzer bir şey. Daha çok... ecelin sesi?

8
Kurgu İskelesi / Çolpan - Kısa Hikaye
« : 18 Ağustos 2013, 17:32:06 »
Geçen yıl, Edebiyat Proje Ödevi için yazdığım bir hikaye. Bazı kısımlarını düzenleyip burada paylaşacağım. 3 Bölümlük kısa bir hikaye olacak. Bölümlerde geçen bazı cümlelerin açıklamasını bölüm sonlarında vereceğim. Umarım beğenirsiniz.


ÇOLPAN

“Oğuz Kağan’ın üç oğlu oldu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız dediler. Oğuz Kağan’ın üç oğlu daha oldu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz dediler. Oğuz Kağan’ın bir oğlu daha oldu. Ve ismi hiç anılmadı.”

Bölüm 1: Umut
 
  Kış kapıdaydı. Çırılçıplak kalmış ağaçlar, beyaz giysilerini giymeyi bekliyordu. Rüzgâr insanın derisini kemiriyor, kuru soğuk ciğerlerine işliyordu. Yerlerdeki tüm yapraklar, dünyada hüküm süren kedere üzülürcesine çürümeye yüz tutmuştu. Gökyüzünde kuşlar ötmüyor, çevrede tek bir hayvan dahi görünmüyordu. Hayvanlar benden sağduyulu çıktı anlaşılan, diye söylendi Barlas. Şehre vardığımda bir han bulsam iyi olacak.
 
  Uzun bir yolculuk geçirmişti. Şimdiye kadar onlarca yerleşim yerine gitmiş, taşınmakta olan aileleri yakalamış, gittiği her yerin bilgesine danışmış ancak onların da bu hastalığa çare bulamadıklarını öğrenmişti. Dermansız bir hastalıktı bu. Her geçen gün elindeki sürenin azaldığını biliyordu. Her geçen gün, ölümün sevdiklerine bir adım daha yaklaştığını biliyordu. Zaten kısıtlı olan zamanını, sağduyulu olmakla harcayamayacağını da biliyordu. Bu nedenle geldiği bu şehirde işini çabuk halletmesi iyi olacaktı.

  Şehre yaklaştığında burada da derdine derman bulamayacağı hissine kapıldı. Şehir kapısından ötedeki çimlerin çoğu, cenaze merasimlerinden kalma alevlerle[*]Eski Türk cenaze törenlerinden birisi, önce ölen kişinin çadırının yakılması, sonrasında ise geride kalan küllerin gömülmesi olarak iki ardışık işlemle gerçekleşirdi.[/*] yanmış, toprağın çoğu bölgesi siyaha dönmüştü. Sol tarafta mezar olduğu anlaşılan, uzun bir şerit boyunca uzanan topraktan tümsekler kendini belli ediyordu. Bir şehrin girişi için pek de hoş bir manzara değildi. Gittiğim her yerden daha fazla.

  Aslen şehir ticaret yolu üzerine kurulmuş, ülkedeki nadir yerleşik şehirlerden birisiydi. Çevresine dışarıdan içeriyi görmeyi imkânsız kılan geniş duvarlar örülmüş, kervanların rahatça geçebilmesi için şehrin belli bölgelerine büyük kapılar inşa edilmişti. Kapılar sağlam ahşaptan yapılmış, iyi işçilik ürünleriydi. Kalınlıkları hemen hemen bir arşın boyunda, boyları ve genişlikleri ise yaklaşık on iki kulaç uzunluğundaydı. Duvarların üzerine nöbetçilerin konuşlanması için ufak burçlar yapılmıştı. O anda oradaki birkaç nöbetçiyi seçebiliyordu.

  Barlas gözlerini nöbetçilerden kararan gökyüzüne çevirdi. Rüzgâr sertleşmeye başlamış, soğuk iyiden iyiye etkisini arttırmıştı. Adımlarını sıklaştırmaya başladı. Gördüğü manzara bu yer hakkındaki umutlarını yitirmesine sebep olmuştu zira. Vaktini de daha fazla yitirmesinin anlamı yoktu. Şehre girip şu hanlardan birine uğrayacak, kendine bir yatak tutacaktı. Sabah olunca bir umut, şehrin bilgesini bulup hastalığın dermanını soracaktı.

  Kapıdan içeri girdiğinde, yaptığı bütün planlar kafasından uçup gitti. Şehir tamamen gürültüden oluşuyordu sanki. Kulağına kaçmış bir sineğin vızıltısından daha rahatsız edici, insanın beynini kemiren böyle bir sese yalnızca yemek için birbirlerini didikleyen karga sürülerinde şahit olmuştu. Şehrin duvarları sesleri bir arada tutuyor, insanın kafasının kaldıramayacağı kadar ağır bir uğultuya sebep oluyordu belli ki. Şehirdeki insanların bu gürültüye nasıl katlandıklarını merak etti. Sonra insanların yüzlerini fark etti. Yüzleri hiç de rahatsız oluyormuş gibi değildi oysa. Madem alışılabiliyordu, o zaman onun da alışması gerekecekti. Bu amaçla kapının orada bir süre beklemeye karar verdi ve şehri süzmeye başladı.

  İçerisi epey hareketliydi. Yeni gelen kervanlar kendilerine yer arıyor, şehrin çeşitli yerlerine kurulmuş tezgâhlarda türlü türlü ürünler satılıyordu. Elli metre ötede, bir demirci gördü. Dükkânının raflarında işçiliği sağlam, güzel hançerler, baltalar, kılıçlar ve birçok metalden iş aleti asılıydı. Hemen ötesindeki dükkânda türlü renklerde hasırlar vardı. Onun da ötesinde…

  Gözü büyük bir binaya takıldı. Üç kattan oluşuyor gibi gözüküyordu. Dikkatle incelediğinde, ona han diye anlatılan yapılardan biri olduğunu anladı. Aslen şehir çok güzel bir yerleşkeydi. Vakti olsa buralarda dolaşmak ona büyük bir keyif verebilirdi. Ancak heba edecek ne zamanı, ne de parası vardı. Hana yaklaşmaya karar verdi. Yeterince yaklaştığında hanın kapısının sağ tarafında asılı duran bir tabela fark etti. Tabela yeni yapılmıştı, ya da en azından üzerine yakılmış isim öyleydi. Tahtanın üzerinde, “Kutlu Han” yazıyordu.

  İlginç bir isim. Tahtaya şöyle bir kez daha göz attı ve kapıdan içeri girdi.  Kapının ardı geniş bir hole açılıyordu. Holün karşısındaysa ahşap merdivenler vardı. Sağ taraftan mutfaktan geldikleri belli olan tabak çanak sesleri, sol taraftan ise güçlükle duyulan boğuk bir insan sesi geliyordu.
Hanın sahibinin mutfakta olmayacağını düşünerek, soldaki insan sesinin geldiği kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtı ve usul adımlarla içeri girdi.

  “…Ne kanatları ne de uzun bacakları varmış. Ancak hızlıymış. İnsan gözünün takip edemeyeceği kadar hızlı, ezeli düşmanıyla kapışabilecek kadar hızlı. Kanatları yokmuş ancak uçabilmek için böyle bir uzva da ihtiyacı yokmuş. Öyle ki, yeryüzüne onlardan kudretli bir yaratık gelmediği söylenir. –Ne diyordum? Ha-  Kükreyişiyle dağları inletebilir, güzel sesiyle ağaçları ağlatabilirmiş. Gözleri elmastan daha keskin, pulları güneşten daha parlakmış. Açık havada, ikinci bir güneş parçasıymış. Pençesi o kadar kuvvetliymiş ki…”   

  Herkes geniş salonda bir çember oluşturmuş, ortadaki yaşlı adamı dinliyordu. Adamın vücudundaki tüm kıllar rengini yitirmiş, yüzü yaşlılığın getirdiği kırışıklıklarla dolmuştu. Ön sıralardan, yaşlı adamı dinlemekte olan bir adam şöyle arkaya baktı, Barlas ile göz göze geldi. Yüzüne bir gülümseme yerleştirerek, oturduğu yerden kalkıp onun yanına doğru yürümeye başladı. Şişman bir adamdı. Boğum boğum olmuş ellerini önünde birleştirmiş, ovuşturmaktaydı. Dışarıdaki soğuk havaya rağmen, boncuk boncuk terlemişti.

  “Göğünüz açık olsun.” diye selamladı adam Barlas’ı, kalıplaşmış sözlerle. Hanın sahibinin bu adam olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.

  “Yolunuz aydınlık olsun.” diye karşılık verdi Barlas.

  “Yorucu bir yolculuk geçirmişe benziyorsunuz.” dedi adam, Barlas’ı şöyle bir süzerek. “Ne istersiniz? Yatak, yemek, içki?”
 
“Hepsinden.”

  Adam başını sallayarak kapıya doğru seyirtti. Hancı salondan çıktıktan sonra Barlas taburelerden birisine oturdu, yaşlı adamı dinlemeye başladı.

  “…toplam dokuz yıl sürmüş. Öyle amansız bir mücadeleymiş ki bu, savaş boyunca yeni dağlar, ovalar, adalar, denizler ve nice yeryüzü şekli oluşmuş ve yok olmuş. İyiliğin ve kötülüğün bu amansız savaşında, iyilikler ve kötülükler doğmuş. Kâh gökyüzü kararmış, kâh ışık tayfları göğü doldurmuş. Kâh alev topları yağmış, kâh gök yeryüzünü serin yağmurlarıyla mükâfatlandırmış. Savaşın hat safhasında Bükrek, Sangal’a karşı üstünlüğü ele geçirmeyi başarmış. Rivayetlere göre bunun sebebi, zamanında yavruları Sangal tarafından katledilmiş efsanevi kuş Garuda’nın, Sangal’ın dikkatini dağıtmasıymış. Tam o sırada Bükrek dikkati dağılan Sangal’ın boynuna pençesini geçirivermiş. Öyle muazzam bir acıymış ki, Sangal’ın inanılmaz çığlığı yeryüzünde yeni bir dağ oluşmasına sebep olmuş. Çürük yapraklı, meyve vermeyen uzun ağaçlardan oluşan, ışığın girmediği ve hiçbir hayvanın…”

  Yaşlı adam elinde tahta bir tepsiyle yiyecekleri getirmişti.
 
“Odanızı hazırladım, aslına bakarsanız bugün tek bir boş oda vardı. O yönden şanslısınız. Ayrıca bu şehirde bulabileceğiniz en güzel kımız buradadır. Afiyet olsun.”

  Barlas adamı başıyla onayladıktan sonra bir yandan yemeğini yemeye başladı, bir yandan da yaşlı adamı dinlemeye devam etti. Bükrek ve Sangal’ın mücadelesini yüzlerce kez dinlemişti. Ancak bu adamda başka bir tını vardı. İnsanı hikâyenin içine sokan, o anları yaşatan bir şeyler. Hiçbir zaman inanmadığı bu hikâyeler, bu adamın ağzından sanki gerçekten yaşanmışçasına dökülüveriyordu.

  “Sangal’ın ölümü uzun sürmüş. Tabi çığlıkları da öyle. O ölene kadar yeryüzüne hiçbir canlı çıkmamış. Denilene göre bu çığlıklar toplam yedi gün yer ve gök arasında yankılanmış durmuş. Mücadele bittiğinde Bükrek kendisinin de yaralandığının farkına varmış. Uzun pullarının çoğu kopmuş, alt derisi yarılmış, ve vücudunun neredeyse her karışı kanıyor durumdaymış. Savaşın harareti geçtiğinde ne kadar yorgun olduğunu hissetmeye başlamış Bükrek. Dinlenmek için oradan ayrılıp yaşadığı yere, üst denizlere[*]Okyanus.[/*] gitmiş. Rivayetlere göre Bükrek, her bin yılda bir yeryüzüne gelir ve durumu kontrol edermiş. Yeryüzüne indiği zaman, Sangal’ın yarattığı dağa ışık huzmeleri girer, dağın şerri o gün yeryüzünden çekilirmiş. Biz o dağı, Ejder Dağı olarak biliyoruz.”

  Adam hikâyeyi bitirdiğinde dinleyenlerden, özellikle gençlerden türlü türlü sorular gelmeye başladı. Ejderler hala var mı? Üst deniz ne kadar büyük? Ejder Dağı nerede? Garuda güçlü müymüş yoksa savaş sırasında ölmüş mü?
Merak içinde sorulan sorulardı bunlar. Hayatında, dizinin soyulmasından daha büyük acılar yaşamamış çocukların tasasız haykırışlarıydı. Kendisi de böyle bir çocukluk geçirmişti aslında. Çocukluğu boyunca ninesinden hikâyeler dinleyen, Oğuz Kağan’ın, Bükrek’in ve nice kahramanın destansı mücadeleleriyle yaşayan bir çocuktu. Ancak babasının savaşta ölmesiyle büyümek zorunda kalmıştı. Genç yaşında tarla sürmüş, koyun yetiştirmiş, eline kılıç alıp savaş alanında koşturmuştu.

  Dört harflik bir kelime tüm hayatını alt üst etmişti. “Ölüm.” Ölüm, şimdi de kardeşinin peşindeydi. Ancak Barlas bu kez hayatının onun elleri tarafından değiştirilmesine izin vermemeye kararlıydı. Bu nedenle uzun bir yolculuğa çıkmış, yağmur, soğuk, kış, kar, kıyamet dinlemeden derdine derman bulmaya çalışıyordu. Bu kez sana izin vermeyeceğim. Bu kez sevdiklerimi elimden almana müsaade etmeyeceğim.

  Barlas yemeğini bitirdiğinde, yaşlı adam yeni bir hikâyeye başlamıştı. Tokluğun ve sıcak odunların verdiği hisle mayıştığını hissetti. Doğrudan hancının gösterdiği odaya gitti ve kafayı vurdu. Yataktayken zihninde yankılanan tek bir kelime vardı. Ölüm.

  Sabahın erken saatlerinde şehir hareketlenmeye başlamıştı. Kervan trafiği devam ediyordu. Hava kasvetliydi. Kalın bulutlar gün ışıklarının yeryüzüne doğrudan ulaşmasına izin vermiyordu.

  Barlas yatağından kalktığı gibi hancıyı buldu ve borcunu ödedi. Hanın bu haşmetli görüntüsünün ve verdiği iyi hizmetin yanında ödediği bedel, devede kulak dahi değildi. Odasında bıraktığı iki parça eşyayı yanına aldı ve vakit kaybetmeden handan çıktı.

  Şehrin sokaklarında yürüdükçe havadaki kasvetin sadece bulutlardan kaynaklanmadığının farkına vardı. Sokakların belli bölgelerinde, Barlas’ın dün orada bulunmadığından emin olduğu cenaze çadırları bulunuyordu. Kimilerinin etrafında birçok insan feryat ediyordu. Göğe yükselen çocuklarını, atalarını, kardeşlerini ya da arkadaşlarını uğurluyorlardı. Kimilerinin önünde ise yalnızca kurban edilmiş küçükbaş hayvanlar bulunuyordu. Göğe yalnız yükselenlerdi onlar. Gökyüzünün soğuk rüzgârlarında savrulan, yolunu bulmaya çalışan, yalnız bırakılmış, ya da yalnız kalmış kanadı kırık kuşlardı. Barlas her birinin önünde ayrı ayrı durdu ve Gök Tanrı’ya dua etti.
 
O anda içinde bir şey hissetti Barlas. Göğsünün sol tarafında, canını acıtan bir sıcaklık. Bu çadırların yerinde olan kişinin kardeşi olduğunu düşündü bir an. Tek başına uçan ufak bir serçe. Yolunu şaşırması muhtemel, çelimsiz bir kuş.[*]Eski Türk geleneklerinde, insanın ölürken canının bir kuş gibi uçup gittiği varsayılırdı.[/*] Hayır, diye düşündü. Bu kadar erken değil. Benden evvel değil.

  Kafasını sağa sola sallayıp cenaze çadırlarının olduğu yerden uzaklaştı. Şehrin aşağısına doğru yürümeye başladı. Hancının tarifine göre bilgenin kaldığı yer aşağı kısımlardaydı.

  Aşağı sokaklara gitti Barlas. Bilge’nin evine ulaşana kadar gördüğü her sokakta cenaze çadırları gördü, her köşe başında matem çığlıkları işitti. Geride kalanların buruk acısını yüreğinde hissetti. Şimdiye kadar umudunu taşıdığı göğsünde, o yakıcı sıcaklığın farkına vardı. İlk defa kendini bu kadar çaresiz hissediyordu. İlk defa bu kadar işe yaramaz.

  Bilgenin yaşadığı yapı, şehirdeki diğer binalara nazaran çok daha basit kalıyordu. Binanın çevresindeki ufak bahçede, çeşitli şifalı otlar bulunuyor, çatısından farklı türlerde sarmaşıklar sarkıyordu.

  Binanın kapısına yaklaşıp, kapıyı elinin tersi ile tıklattı. İçeriden bir “Gir!” sesi gelmesi hiç vakit almadı. İçerisi, bu küçük binaya göre oldukça ferah görünüyordu. Bina geniş bir holden ve iki küçük odadan oluşuyordu. Odalarda hastaları kontrol ettiğini tahmin etti Barlas. Çoğu Bilge Evi’ne göre oldukça düzenli bir yapıya sahipti.

  “Öksürük ve balgam ha?” diye soruyordu Bilge karşısındaki kadına. “Şu dolaptan bir tutam öksökenotu al. Evet o, sarımtırak olan. Onu kaynat ve iç. Soğuktan kendini sakın. İyice terlemeye çalış. Birkaç güne bir şeyin kalmaz.”
Kadın, Bilge’nin her kelimesini içtenlikle dinliyor, kafasını onaylarcasına sallıyordu. Şehirde gerçekleşen bu çok sayıdaki ölümlere rağmen, insanların Bilge’ye olan saygısı ve güveni yerini koruyor gibiydi.

  “Ha bir de,” diye ekledi Bilge. “Gök Tanrı’ya dua etmeyi unutma. Şu dönemde ilgilendiğim en ufak şikâyet seninki.”
Kadın ayrıldıktan sonra Barlas, Bilge’nin önündeki tabureye oturdu.

  “Hoş geldin evlat.” dedi Bilge. “Çay ister misin?” Anaç bir kadındı.
 
  “Kardeşim hasta.” dedi Barlas, hiç beklemeden. Çaya ayıracak vakti yoktu.

  Kadının yüzü birden otoriter bir hava aldı. Gözünde Barlas’ın tam tanımlayamadığı bir şey var. Dermansızlık mıydı? Çaresizlik mi? “Burada mı?”
 
  “Hayır. Getirebileceğim bir durumda değil. Özellikle bulunup bulunmadığını bilmediğim bir dermanın peşinden koşarken.” Bilge, Barlas’ın neyi kastettiğini anladı.

  “Kara Hastalık değil mi?” diye yanıtladı. Bu bir soru değildi. Bilge’nin gözlerindeki şeyi şimdi çok daha iyi fark etti.
 
  “Çare bulundu mu? Anam kurtulacak mı? Atam, kardeşim, evladım kurtulacak mı? Bir yıldır bu tür sözlerle yatıp kalkıyorum. Bir yıldır insanlara yardımcı olamamanın kederi ile kahroluyorum. Tüm hayatımı Bilge unvanına ulaşabilmek için çalışarak geçirdim. İnsanlara yardım etmek en büyük arzumken bu hastalık için elimden hiçbir şey gelmiyor oluşu o kadar canımı acıtıyor ki. ” Alnını sıvazladı. Çaydanlığa doğru yürüdü. İki ahşap bardağa çay doldurdu. Birini Barlas’a uzattı.

  “Hayır, evlat. Çare falan bulamadım. Elle tutulur hiçbir şey yok. Hastalığı kapan insanlar, bilinçlerini yitiriyor. Sanki derin bir uykudalarmış gibi. Kimi zaman tepki verdiklerine şahit oluyorum gerçi. Ancak bunlar kas seğirmesinden öteye gitmiyor. Nefes alıyorlar, ancak bir karış kıpırdamıyorlar. Kalpleri atıyor, ancak ruhları orada mı bilinmiyor. Elim kolum bağlı, yapabildiğim tek şey ölümlerini izlemek. Zaten kanıma en çok dokunan da bu.”

  Barlas, burada derdine derman bulamayacağını şehrin girişindeki mezarları gördüğünden beri biliyordu. Ancak bu sözleri duymak, yine de içini burktu.

  “Göğünüz açık olsun.” dedi ve kapıya doğru yöneldi Barlas.

  Tam kapıdan çıkacaktı ki “Evlat.” diye seslendi Bilge arkasından. “Bu hastalığa hiçbir Bilge’nin çare bulabileceğini sanmıyorum. Kardeşin bu hastalığa yakalandığına göre, pek vaktinin kalmadığının farkındasındır.” Barlas yüzünü Bilge’ye döndü. Kadın ne geveliyordu?

  “Çorak Topraklar’ı duydun değil mi? Orada yaşayan Kındakarbu Kabilesi’nin bir Ulu Bilge’ye sahip olduğu söylenir. Denilenlere göre inanılmaz bilgi ve kudret sahibiymiş. Eğer şehri bırakacak bir halefe ve bu kabileyi arayacak vakte sahip olsaydım, kesinlikle arardım. Ancak böylesine zayıf bir umut için bu insanları terk edemem. Ancak sen, var olmadığından emin olduğun bir derman için, var olduğundan emin olamadığın bir umudun peşinden koşabilirsin. Eğer hala bunun için istekliysen, vaktini onu bulmak için harcamanı öneririm.”

  Barlas kafasını salladı ve oradan ayrıldı. İçinde bir umut yeşermişti.
 
“Önün aydınlık olsun, evlat.” diye fısıldadı kadın, Barlas kapıyı kapatırken.

Sayfa: [1]