Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Daarlan Gardan

Sayfa: 1 ... 47 48 [49] 50 51
721
Kurgu İskelesi / Volseyus Elfleri
« : 04 Ağustos 2012, 01:32:56 »
Başlangıç

"Buraya gel!" diye bağırdı delici bir sesle Elesgard. Küçük elf, yarı açık olan kapının arasından Elesgard'ın elini tuttu ve Eles onu içeriye çekti. Tahta kapı sert bir şekilde kapandı. Kapıya ork arbaletlerinde çıkan oklar saplandı, bazıları kapıyı delmişti. "Yukarıya çık," dedi olgun elf. Küçük elf dönen merdivenlerden evin ikinci katına tırmanmaktaydı. Kapı zorlanmaktaydı ve durmadan oklar saplanmaktaydı. Elesgard, kahverengi saçlarını ve ak yüzünü örten, gri gözlerini açıkta bırakan bir maske takmıştı.
 
Evin önünde birikmiş olan, savaş nidaları atan ork ve goblin sürülerinin sesi evin ikinci katında saklanmakta olan kadın ve çocuk elfleri korkutmaktaydı. İlk katta Elesgard'ın komuta ettiği, saldırılardan kurtulan, eli silah tutabilen elf erkekleri beklemekteydi. Kimisinin elinde yay, kimisinde uzunkılıç, bazısında balta ve büyük bir coğunluğun elinde arbalet vardı. Ork ve goblin birleşik orduları elf köyü Volseyus'un herbir köşesini ele geçirmişti. Ve dayanan tek ev; köyün komutanı olan Eles'in eviydi.
 
 ‎"Elesgard!" diye bağırdı elindeki iki baltayla dikkat çeken Bidal. Elesgard ona doğru döndü. Bidal sol elindeki baltanın ucuyla dışarıda mancılık kurmakla uğraşan goblinleri göstermekteydi. "Kahretsin!" dedi Elesgard. "Çatıya çıkmalıyız," diye devam etti biraz olsun kaybettiğini düşündüğü, fakat toparlamaya başladığı soğukkanlılığıyla. "Bidal, Lesal, Vebusev, Celbonum," dedi adamlara göz gezdirerek. "Benimle gelin! Birer yay ve bolca ok alın. Arbalet almayın sakın! Düşman okçuları çok hızlı şüphesiz."
 
 Elf erkekler hazırlıklarını yaparken, içerdeki kılıç sesleri, dışardaki düşman gurultularına karışmaktaydı. "Hey!" diye bağırdı kumral saçları topuz yapılmış bir kadın kolcu. Köyün en iyi kadın savaşcılarından biriydi ve Elesgard onu yukardaki halkı korumak için görevlendirmişti. "Umut var mı?" diye sordu Sarilsiya."Umut diye bir şey yok," diye karşılık verdi sert sesiyle Elesgard. "Umut sadece kaybeden insanların tekrar kazandıklarını hayal etmelerine verilen bir isimdir. Ve genellikle kaybedenler bir daha kazanamazlar. Umut dediğiniz şey insan ırkının bel bağladığı bir terimdir. Elfler de umut yoktur. Ya kazanırız, yada kaybederiz. Ya ölürüz, yada öldürürüz. Bu yüzden savaşa en kötü ihtimali düşünerek başlamak daha yararlıdır.''
 
Elesgard sözlerini bitirdiğinde Sarilsiya sözlerden ve elf komutandan etkilenmişe benziyordu. Genç elf kız gülümsediğinde dişlerinde bulunan teller sırıttı. "Sizlere katılmak istiyorum. Kılıçta çok iyi olduğumu biliyorsuz," dedi Eles'e. "Seni yukarıda beklemen için görevlendirmiştim. Oradaki halkı korumak senin görevin." Sarilsiya ilk katta bulunan ve hazırlık yapan erkeklere göz gezdirdi. "Onlar burayı savunabilir. Kadın ve çocukların saklandığı katıda. Yay kullanmakta iyiyim ve bunu sana göstereyim."
 
Kızın kendinden emin ve kararlı tavırları derinden etkilemişti komutanı. "Peki o halde! Bizimle beraber çatıya gel. Ama unutma! Vurulup aşağıya düşersen, seni onlardan kurtarmamız imkansız." Sarilsiya elinde tuttuğu, üzerinde oymalar olan kılıcına baktı. "Kılıçlı yada kılıçsız, ben savaşmak için gönderildim."Elesgard masanın üzerinde duran yayı kaptı. Önceden çantalara doldurulmuş olan oklardan birkaç deste avuçladı ve merdivenlerden inmekte olan kıza teslim etti. "Sana güveniyorum," dedi Elesgard.
 
Sarilsiya gülümsedi, gülümsemesi içtendi. "Gözlerime, daha sonra ellerime ve son olarak yaya ve oklara güveniyorum." Elesgard merdivenin ikinci basamağına çıktı ve odaya göz gezdirdi. Kalabalık değillerdi, gördüklerinden dördü onunla ve Sarilsiya ile çatıda savunma yapacaklardı. Geriye bir avuç elf aşağıda müdafaa edeceklerdi. "Çabuk olmalıyız Elesgard!" dedi Bidal. Eles arkasını döndü ve merdivenleri tırmanmaya başladı, onu Sarilsiya izledi. Arkadan Bidal, Celbonum, Lesal ve Vebusev gelmekteydi.
 
Çatı üçüncü kat olarak adlandırılan çatı katının üst katıydı ve çatıya açılan dört bölüm bulunmaktaydı. Dört bölüme yine dört tahta merdiven ile ulaşılmaktaydı. Elesgard ilk bölümden yukarıya çıkmıştı, köyün yanan bölgeleri çok fazlaydı. Her yanda goblin ve orklar dolaşmaktaydı. Mancılıkları görebilecek bir konuma doğru ilerledi ve eğilmekten beli ağrımaya başladığı hissediyordu. Sarilsiya çatıya adım atan ikinci elf olmuştu, hemen bir baca arkasına yerleşti. Vebusev, kadın elfin arkasında konum almıştı.
 
Bidal'ın çadıya çıkışı biraz sesliydi. Ayaklarının altından kayan bir kiremit hızla kayarak Elesgard'ın önünden geçti, kiremiti yakalayan ve köşeye bırakan Sarilsiya olmuştu. İkinci komutan olan Bidal, komutanının yanına yerleşmişti. Celbonum ve Lesal çatı katında bırakılmışlardı. Henüz onbeş yaşında olan Lesal sol pencereden ok sallayacaktı, tersi yönde ise babası Celbonum atış yapacaktı. Elesgard'ın bakışları tedirgindi, başını daha fazla kaldırırsa olacakları tahmin edebiliyordu.
Baskın sırasında nöbet kulelerinde kafatası atılan arbalet oklarıyla parçalanan Bolem'in yüzü gelmişti aklına ve hemen toparlanmaya çalıştı.
 
 
 
Evin giriş kapısı goblin askerleri tarafından zorlanmaktaydı. Kapının arkasına yerleştirilen kanepe ve diğer ağır ev eşyaları pek dayanacak gibi değildi. Aşağıda bırakılan yetkili kişi Filban'dı ve elindeki kılıcı aşıkmış gibi tutunduğu gözlemlenmekteydi. Atılan alevli oklardan biri evin ön penceresinden içeriye girmişti. Genç elflerden Ebbon oku kendi yayına taktı.
 
Ebbon yayın ipini kulağının yanına kadar çekmişti. Gözüne kapıya yüklenen düşmanların en sonunda bulunan kısa boylu bir goblini kestirdi. İpi bıraktı, okun ucundaki alev azalmıştı fakat hızla giderken biraz şiddetlenmişe benziyordu. Hedef vurulmuştu, yanan ok goblinin kafasına saplandı ve onu yere serdi. Savaş nidaları ve kılıç sesleri yüzünden goblinin düşüşü kimse tarafından fark edilmemişti. Ebbon görülmüş, evin dış cephesinin her bölümüne oklar ve baltalar saplanmaktaydı. "Kılıçları kavrayın!"
 
Filban'ın emri odada bulunan tüm elfler tarafından çok geçmeden gerçekleştirilmişti. Bütün askerlerin ellerinde kılıçlar parlamakta ve kana bulanmayı beklemekteydiler. Kapı vuruluyordu, vuruluyordu. "Çok geçmeden kırılacak," dedi Filban. "Ölümü düşünerek savaşın, yaşamı değil! Ölüme götürebildiğiniz kadar düşman götürün!" Tahta kapı çok fazla dayanmıştı ve sonunda kırıldı. Kapıdan içeriye bir şahmerdan girdi, arkasında boyları çok kısa olan üç goblin.
 
Girişin sağında ve solunda konum almış olan iki okçu, Delbun ve Krosel goblinleri zorlanmadan öldürdüler. Girişte bir ork görüldü, goblinlerden daha uzun boyluydu, Filban'a doğru saldırıya kalkıştı. Palasını salladı, Filban eğildi ve kılıcını orkun bacak eklemlerine geçirdi. Ork sessiz bir şekilde öldü. Düşman askerleri girişten içeriye oluk oluk doluşuyordu. Merdivenlerden atış yapmakta olan elf okçuları düşmanları birbir indiriyordu.
 
Ork ve goblin sürüsünün arasından sıyrılan ve elinde arbalet tabancası taşıyan bir goblin merdivenlerde durmaktan olan Nolso'yu öldürdü. Nolso merdivenlerden yuvarlanırken, tüm odadaki arkadaşlarının dikkatini, merdivenlerde beraber savaşmış olduğu silah arkadaşlarının ise bulundukları konumu dağıtmıştı. Goblinin elindeki arbalet tabancası bir daha doldurulamadı, okçulardan en küçük yaştaki Turilla goblini kalbinden vurmuştu. Odanın büyük bir bölümü orklar ve goblinler tarafından doldurulduğundan okların artık pek bir işe yaramayacağı anlaşılmıştı, yaylarını bırakan elfler, kılıç sallamakta olan ırktaşlarının aralarına karıştılar.

722
Kurgu İskelesi / Pengon Efsanesi
« : 04 Ağustos 2012, 01:07:37 »
Pengon Efsanesi

Gözlerimi yavaş yavaş araladım. En son hatırladıklarım başka zaman dilimine aitti sanki. Milyonlarca ruhun karanlık evreni aydınlatan başka bir gücün etrafında döndüğünü görüyordum. Daha sonra gözlerimi tamamen açtım mavi bir gökyüzü ile karşılaştım. Gözlerim bu şeyleri daha ilk kez gördüğü için uyum sağlayamadı ve bir süre gözlerimi kıstım. Çimlerin üstünde sırtüstü yatmak olduğumu fark ettim. Sağ tarafıma baktım benim gibi binlerce insan olduğunu görünce şaşırdım. Hepsi benim gibiydi, bedenlerimiz aynıydı. . Aralarında benim gibi yeni uyananlar ve benim ilk yaptığım gibi gökyüzünü seyre dalan bedenleri gördüm.  Sol tarafıma döndüm burada ise daha farklı bedenler vardı. Sağ taraftakilere göre daha uzun ve gür saçları vardı. Birçoğu daha yeni uyanmaktaydı. Bunların başka bir tür olduğu düşündüm ilk önce. Sonraki günlerde onların dişiler olduğunu farkettim. Bu pek uzun sürmedi aslında. Bütün bedenler çırılçıplaktı. Fakat utanma duygusu oturmadığı ve herkes böyle olduğu için hiç kimse aldırmadı bu duruma. Tüm bedenler uyandığında inanılmaz bir kalabalık olduğunu fark ettim. Bizlere konuşma ve yazı yazma özelliği bahşedilmişti. Bir şey öğrenmemize gerek yoktu. Bizler ilk insanlardık bir takım şeylerin oturması için böyle yaratılmıştık. Lakin bizden sonraki nesil bu özelliklere sahip olmayacaktı onlar kendileri öğrenip, kendileri yazacaklardı.

Bu muhteşem beden sürüsü birlikte hareket etmeye başladılar, ilerlemeye başladık. Yürüdük. İlerledik, durmadan ve yorulmadan ilerledik. Bütün bedenlerin sığacağı bir yere gelmiştik. Honon Ova'sı diyorlar şimdikiler buraya. Biz ilk insanlar, birinci nesiller, ''İlk Yuva'' dedik buraya. Burada gelişmekteydik, medeniyet kurmaktaydık. Fakat her şey istediğimiz gibi gitmedi. Önceleri mutluyduk ve sadece tek olduğumuzu sanmaktaydık. Bir gece ejderhaları gördük, onlarda bizler gibi uyanmışlardı artık. Ve bizlerden daha güçlü, zeki varlıklar olduğu söylenmekteydi insanlar arasında.

Ben bunun daha tersini düşünüyordum. Ejderhalar sadece uçan yaratıklar, evet belki biraz büyük ve yırtıcı olabilirler. Ama insanların bilmediği, belkide bilip de kullanmadığı bir silahı vardı. Evet, evet ben biliyordum bunu. Nasıl öğrendiğimi bilmiyordum fakat biliyordum. İnsanlara bahşedilmiş en güzel ve sevilesi özellikti. Bizlerin hayal gücü vardı ve bu gücü kullanarak istediğimiz her şeyi yapabilirdik.

Uçan yaratıklar bir kaç gece daha yukarıda gözüktüler, artık bizlerden bazı bedenler korkmaya başlamıştı. İnanılmaz kalabalık bir de böylesine büyük bir tehlike ile karşı karşı kalınca delirmişti neredeyse...
İlk Yuva'nın kurulmasından yirmisekizinci gecenin sabahında parçalara ayrılmıştı. Onüç liderin arkasından giden bedenler, İlk Yuva'yı terk ettiler.

Geriye küçümsenmeyecek kadar çok bir beden ordusu kalmıştı. Geri kalanları toparlamıştım. Bana çok benzemekteydiler. Beyaz bedenleri, kahverengi gözleri vardı. Onların gözlerinde kendimi gördüm ve onları peşime takıp başka bir istikahmete doğru ilerlemeye başladım. Onlar bana çok benziyorlardı, onların kendi isimleri vardı fakat ben onlara her zaman bana benzedikleri ve beyaz bedenleri olduğu için ''Akraba'' diye seslenmiştim.

Akrabalarım ile çıktığım bu yolda isimlerini bilmediğimiz dağları aştık, yine isimlerini bilmediğimiz nehirlerin sularından içtik. Çöllere düştük, ilerledik de, ilerledik. Çöl nasıl birşey bilir misiniz? Gündüzleri ejderhaların gördükleri tek şey bizler olurduk, her yer bomboştu, kumlarla kutsanmış bir denizdi adeta. Saklanacak hiçbir yerimiz yoktu ve oldukça kalabalıktık. Geceleri ise ayın aydınlattığı yolda ilerledik. İsimlerini bilmediğimiz envai çeşit yaratıklar gördük. Hepimiz korktuk, bende korkanlar arasındaydım inkar etmeyeceğim. Uçsuz bucaksız kum denizini aştıktan sonra bir ormanla karşılaşmıştık. Benim yüzüm güldü. Akrabalarımın yüzleri güldü, sevindiler, kahkaha attılar.

Aklımı kurcalayan bir şeyler vardı. Buraya girersek, tekrar çıkabilecek miydik? Ormanda geçirdiğimiz ilk üç gecemiz gayet mutlu ve huzurluydu. Hah! O günleri özlüyorum aslına bakarsanız! Büyük ağaçların tepelerinde yaşamaktaydık. Devasa ağaçlar hem kuşlara hem bizlere yuva olmuştu. Dördüncü gecemizde meşale alevlerine benzer ışıklarla uyandırıldık hepimiz. Ama yoo! Meşale değildi bunlar. Uzun sopalardı onları tutan eller ise acımasızdı. Sopaların üstünden alev rengi ışıklar dağılıyordu ormanın etrafına.

Beni ve akrabalarımı ağaçlardan indirdiler. Mavi cübbe giymiş kişinin Xelius'a zarar verdiğini görmüştüm, Xelius'un acı dolu feryatları halen kulaklarımda çınlıyor. Merak ediyordum kimdi bunlar? Bizlerden istedikleri neydi? Akrabalarımı açıklık bir arazide tek sıraya dizdiler. Xelius'un cansız bedenini getirip onların önüne fırlattılar. Xelius genç bir delikanlıydı ve kalbinin olduğu yerde şimdi ateş vardı. Göğsü yanmış, küle dönmüştü. Mor cübbeli yine aynı renk sopalı, siyah sakallı, kara kaşlı ve yaklaşık benim boylarımda bir adam çıktı bu garip kılıklı insanların arasından! İnsanlar mı? İnsan ırkından mıydılar acaba? Yoksa başka bir canlı mı? Konuşmuştu, işte o zaman onlarında bizim gibi sadece insan olduklarını anladım. Sesi kalın ve gürdü tıpkı sakalları gibi.


Ben Xoarb, Esnelsi Yağmur Ormanları'ndan bulunan Nolovo kolonisinin kurucusu ve yöneticisiyim. Evet, evet aynen böyle söylemişti. Sözleri kulaklarımda çınlıyor hala! O zamanlar Esnelsi'nin neresi olduğunu, Nolovo'nun ne olduğunu bilmemekteydik. Şimdi fazlasıyla biliyoruz, fazlasıyla. Xoarb'ın hemen mor sopasının yanında, ayın ve bu alev çıkaran sopaların aydınlattığı o yüzü gördüm. Bilmiyorum, o an ne bu garip insanlar kurcaladı kafamı ne de bundan sonra bizlere ne olacağı. Çevremizi saran bu garip insanlar kadar garip bir duyguydu. Dizlerimin üstünde daha rahat durmak için kıpırdamaya çalıştım fakat olmuyordu, donup kalmıştım adeta!  Kahverengi gözlerim ondan başkasını görmüyordu. Kıpırdayamıyordum, nefes alamıyordum. Üstünde kendisini Xoarb diye tanıtan adamın giydiği cübbeden ve sopadan vardı. Renklerine kadar aynısıydı. O da onlardandı, anlamıştım. Peki ya bu duygu neydi? Şimdilerde aşk diyorlar buna, şimdiki insanların yaşadıkları aşk ise, benimkisi neydi?

O da beni fark etmişti sonunda. Göz bebekleri parıldamaktaydı gecenin karanlığında. Onun gözleriyle benim gözlerim temas etti adeta. Sonrasında araya girmişti Xoarb acımasızca.

Sol elini yukarıya kaldırmıştı. Ilsa Kacnam, öne çık kızım diye seslendi ve benim hayatımın anlamı olan kız öne çıkmıştı çoktan. Şimdi tam ortada durmaktaydı, karşımdaydı. Yüzünü daha rahat görebiliyordum, çok güzeldi! Kalbim hızlandı, hızlandı. Sanki göğsümün içinde birileri koşuşturmaktaydı. Gözlerinin önüne düşen bir tutam kahverengi saçı, kulağının arkasına sıkıştırdı. Babası, ''peki ya bunlara ne yapalım diye?'' sordu kızına soğuk kanlılıkla. Ilsa konuşmak için ağzını açtı ve bir şeyler söyledi. Kızın sesi bana çölde geçirdiğimiz gecelerde ve günlerde esen hafif, tatlı esintiyi hatırlatmıştı.

''Bunları serbest bırakalım baba, bunların ne yiyecekleri ne de işlenmiş değerleri eşyaları var.'' Bu benim güm güm atan kalbimi biraz olsun rahatlamıştı. Korkmuyordum şimdi. Xoarb adamlarına çemberi bozmalarını emretmişti, şimdi bu tüm garip kılıklı adamlar sopaları çimenlere vura vura aralarımızdan geçmişlerdi. ''Kızımı duydunuz özgürsünüz fakat Esnelsi'yi terk edeceksiniz, buralar bizimdir!''
 
Bunların hepsini tuttuğum tarihçeye yazmak güzel ve zevkli işti. Kimselerin yapmadığını ben yapıyordum ve geçtiğimiz yolları, yaşadığımız olayları yazıyordum, rengarenk büyük ve geniş ağaç yapraklarına. Aaah! Konu dağılmasın! Sonra ne olmuştu? Bizi oracıkta bırakıp gittiler, ben ve akrabalarım Esnelsi'yi terk edecektik ki. Biriktirdiğim ve özenle yazdığım bu yaprakların arasında bir not buldum. Sarı renkteydi. Notta ''hemen terk etmeyin buraları, beni bekleyin! Sizlerle ırak diyarlara yol alacağım.'' yazmaktaydı.

İsim yazılmamıştı altına notun. O gece beklemiştik, gelen kişi benim hayatımın anlamıydı. Onu tekrar gördüğüm için göz yaşı döktüm, ağlıyordum, yanaklarım ıslanıyordu ama mutluydum ben! Yanımıza yaklaştığında ağaçtan aşağıya atladım. Bana gülümsedi, göğsümde yine insanlar koşturuyordu. GÜM GÜM!

Bizimle gelmek istediğini ve Nolovo Kolonisi'nin çok yakında büyük bir lanete kurban gideceğini söyledi. Bunu nasıl tahmin ettiğini sorduğumda ise, ''bizler büyücüğüyüz, sizlerden daha karanlık zekalarımız vardır. Kimselerin bilmediklerini biliriz ve gerektiğinde benim yaptığım gibi kaçarız,'' demişti.

Esnelsi'den çıktığımızda, tekrar çöllere düşmüştük. Ona, adamların Xelius'u neden öldüklerini sorduğum ise, onunda bir büyücü olduğunu fakat bizimle gelmek istemediğini söylemişti. ''Büyücüler bir arada olmalı yoksa her biri başka birilerine hizmet eder ve hizmetçilerden farkımız kalmaz,'' diye devam etmişti. Yanımızda bir büyücü vardı artık, ne ejderhalardan ne de geceleri karşılaştığımız o yaratıklardan korkuyorduk. Aslında benim cesaret aldığım şey, onun büyücü olması değil, ona olan aşkım ve güvenimdi.

İsimsiz kum denizisinin üstünden yürüdük, tekrar yine dağları aştık. Yorulmuştuk, açtık, susamıştık, kafilenin sonunda kalanlar yalpalaya yalpalaya ilerlemekteydi. İlk insanların, İlk Yuva diye tabir ettikleri Honon Ova'sına gelmiştik tekrar. Honon'a indiğimizde soğuk ve şiddetli bir rüzgar karşıladı bizi, hoşumuza gitmişti. Uzun zaman sonra ilk kez mutlu görmekteydim, akrabalarımı ve hayatım olan Ilsa'yı. Şiddetli rüzgardan biraz olsun sıkıldığımızda kendimizi ormanın içerisine attık. Rüzgar bir an olsun şiddetini kaybettiğinde tekrar Honon'a yayıldık. İlk Yuva burası olduğu ve kısa sürede dağıldığı için burayı çabuk terk etmemiz gerektiğini açıklamıştım herkese.

Beni dinlediler, beni çok severler, beni kıramazlardı. Tekrar yola koyulduk Honon'un batısına ilerledik. Bir nehrin kenarına geldik, herkes su içti ve temizlendi. Nehrin yanında yürümeye başladık. Nehrin suyunu takip ediyorduk, onun aktığı yere gidiyorduk. Muhteşem bir yer keşfetmiş olduk. Sular şelaleden bütün şiddetiyle boşalıyordu. Yukarıdan dökülen sular, herkese huzur vermişe benziyordu. Bana veriyordu hiç değilse!

Nehir akıp gidiyordu, biraz ötede ise bir orman görüyordum. Silah ve baraka yapımında işimize çok yaradı. Çok geçmeden burada yeni bir medeniyet doğdu, ah! Şu an ayaklarımı bastığım yerde eskiden çimenler bitiyordu! Doğaya zarar verdik fakat vermeden yaşayamazdık. Nehrin adını Natu, koloninin adını ise Envelep koyduk. Natu'da çocuklar balık tutmaktaydı günün her vakti. Kadınlar kıyafetleri bu bereketli suda yıkamaktaydı. Ben ve erkekler ormanlara gidip ağaç keserdik, avcılık yapıp, geyik, tavşan avlardık.

Kestiğimiz ağaçlardan barakalar yaptık, Envelep'in çevresini çitlerle çevirdik, kayık denen balık tutmada işimize yarayan bir şey icat ettik. Hayal gücü dedim ya, hayal gücü. İnsanların kullanması gereken ve en önemli silahı. Oklar ve yaylar yaptık. Koca koca oklar atan makineler keşfettik, taş fırlatan savaş araçları bulduk.  Envelep'in tam ortasına, el sanatı iyi olan bir akrabam benim heykelimi yaptı. Heykelin altında da Envelep yazıyordu büyük büyük. Ilsa ile tanışmamdan ve oğlumuz Destiyor'un doğumundan sonra ilk kez bu kadar çok sevinmiştim. Ilsa ve Destiyor'u da benim kadar çok seviyordu Envelep halkı.

Bir gece Envelep'in çanları çalınmış, askerler beni gelip uyandırmıştı. Koloninin en büyük binası olan Esipe Merkez binasının tepesine çıktık. Uzakta bana gösterilen devasa yaratıkları gördüm, yüzlerceydi, üç noktada toplanmışlardı. Bizi onlardan ayıran tek şey Natu nehriydi. Fakat Natu Nehri uzun boyları karşısında bir engel olabilir miydi?! Bilmiyordum.

Yaratıkları ilk gördüğümüz geceden sonra yazdığım yaprakların bir bölümü gizemli bir şekilde ortadan kayboldu. Yaklaşık otuzgecenin notları gitmişti ve bende üzülmüştüm, artık yazmamaya karar verdim. O olaydan sonra not tutmadım sadece Envelep'i yönettim ve devasa yaratıklara karşı önlemler almıştım. Üstünden çok zaman geçmişti, yaşlanmıştım. Sakallarım çıkmıştı, ak ve gür sakallar. Ilsa her zamanki gibi güzeldi ve ben ona aşıktım. Destiyor büyümüş ve yakışıklı bir delikalı olmuştu. Ah! Evet evlenmişti, Envelep'in en yaşlılarından olan Perise'in kızıyla birleştirmişti hayatını. Kızın adı Filerun'du. Ilsa kadar güzel ve alımlı bir genç kızdı. Torunum da vardı evet, Ilsa'nın adını almıştı o da, Ilsa'ydı adı. Beni unuttular diye üzülüyordum içten içe. Ilsa'ya, diğer Envelep'in çocuklarına öğrettiğim gibi yazı yazmayı öğretmiştim. Hepsi birer yıldız gibi parlıyordu artık, akıllı ve genç bir nesil. Destiyor kadar iyi öğrencilerdi onlarda. Envelep gelişiyordu, büyüyordu. Naut durmadan akıyordu, yaratıklar oradaydı.

Hiç bir zaman terk etmediler orayı. İzliyorduk ve bekliyorduk. Torunum Ilsa'ya yazdığım ve tuttuğum notları gösterdim, neredeyse bir masa üstünü kaplıyordu bunlar. Onu tembihledim, bana birşey olursa onları sen tamamlayacaksın benim tatlı Ilsa'm dedim. Başını salladı bana, sarıldı. Ainen denen şu gezegenin en mutlu insanıydım o an. İnanılmazdı.

Yaratıklardan üçü, bir gece kapımıza dayandı, kapımız dediysek Naut'un önüne gelmişlerdi. Naut bizim kapımızdı ve evimizdi. Tahta çitleri yıkıp, taştan surlar örmüştük, onların burçlarına çıktım Destiyor ile. Burçlarda olamamıza rağmen neredeyse yaratıklar ile aynı boydaydık. Devasa ve iri yaratıklar. Biri mavi renkteydi, kafasında iki tane boynuzu vardı. Ortadaki koyu yeşildi, ağzının yanında iki boynuz fırlıyordu. Diğeri ise kırmızıydı, burnunda olan boynuzun yanı sıra kafası boynuzlarla doluydu. Bir başka kişi olduğunu gördüm. Bu insandı, benim ve Ilsa'nın çok iyi tanıdığı biriydi!

Bu onun lanet babasıydı! Xoarb'tı! Ilsa'nın kehaneti gerçek olmuştu, Envelep'in kuruluşundan sonra geçen gecelerde haberler gelmişti koloniye gelen tüccarlardan. Esnelsi içinde bulunan Nolovo Kolonisi'nde yaşayan büyücü insanlar lanetlenmişti. Nolovo yanıp, yok olmuştu. Xoarb ve adamları, kuzeye göç etmişlerdi. Kuzeye yani Eonlar diyarına.  Buna sevinmiştim! Ilsa üzülmüştü bir süre ama pek uzun sürmedi. Eonlar bize bir teklifte bulunmuşlardı o gece. Teklif o yılan Xoarb'ın ağzında dökülmüştü. O yılanın sesine duymaya dayanamıyordum! Xoarb vekilleriydi, teklifleri kabul edilecek cinsten değildi. Naut'tan geçmek ve Envelep'i almak istiyorlardı. Yaşadıkları koloniler artık kurumuş ve Envelep'e göz dikmişlerdi! Yedi gece içinde Envelep'i boşaltmamızı ve batıyı onlara bırakmamızı istemekteydiler. Envelep'i verebilirdim fakat milyonlarca insanın yaşadığı, onlarca koloninin, kasaba ve köylerin güvenliğini sağlayan geçit böyle kolay açılamazdı. Xoarb'a onlara şartlarımızı kabul etmediğimizi söylemesini istedim. Xoarb, adları Dromb, Adeu, Noinu yaratıklara dönüp benim söylediklerimi onların dillerinde bunu iza etti. Düşmanlar kızgın olduklarını belli eder türde hareket ettiler.


Ayaklarını yere vurdukça Naut'un suyu daha hızlı akıyordu. Xoarb tekrar gür ve kalın sesiyle, ''o zaman olacaklardan sizlerin sorumlu olduğunuzu, Naut'un masmavi suyunun bundan böyle sizin kanlarınızla akacağını belirtmemi istediler, ordularının sizin ordunuzun üç misli fazla olduğunuda söylememi istiyorlar,'' dediğinde.
Destiyor'un, oğlumun sesini duydum.

''Sizin sadece uzun boylarınız, iri cüsseniz ve hantal bir bedeniniz bulunmakta. Bizlerde yani insanlarda ise sizlerin silahlarınızdan daha güçlüsü var. Biz aklımızı ve hayal gücümüzü kullanıyoruz. Hayal gücünün ne demek olduğunu öğreneceksiniz. Bizi çok bekletmeyin, yoksa Naut'u geçer sizi yuvalarınızda vururuz!''

Destiyor'un bu sözleri beni duygulandırmıştı. Hatta gözlerimden yaşlar süzülmüştü. Oğluma asıl öğrenmesi gerekeni öğrettiğimi düşünüyordum. Şimdi ölsem bile insanlık için yapacağımı yapmıştım fakat onların o koca ayaklarının batıya topraklarına basmalarına izin vermeyecektim, buna kadar vermiştim. Savaş hazırlıklarının başladığı gün. (Aslında her gün savaş hazırlığı vardı, uzun geceler, uzun günler boyunca, onları ilk gördüğümüz o lanet geceden beridir hazırlanmaktaydık.)

Naut'un kıyısında tek başıma yürüyüşe çıkmıştım ve nehrin durgun suyunda, parlayan bir cisim gördüm. Elimi uzatıp onu yakaladığımda onun bir kılıç olduğunu görmüştüm. Hemde ne kılıç! İki yanında canavar işlemesi vardı ve sarı renkteydi.  Kılıcı elime alıp inceleme başladığımda üstünde oyulmuş yazılar gördüm. Üstünde Tinelsen yazıyordu. Çeliği çok kaliteliydi ve ağırdı. Elime alıp iki kere çevirdiğimde, dengesininde çok iyi olduğunu kararına vardım. Tinelsen'i kınıma sokup, ilk kılıcımı elime aldım ve yürümeye devam ettim.

Envelep'e geldiğimde Tinelsen'i, Ilsa'ya gösterdim. Böyle bir kılıcın Natu'da ne işi vardı diye sordu bana, bende bunu bilsem dedim iç geçirerek. Eşim, Tinelsen'in büyülü bir kılıç olduğu söyledi. Büyüyü daha güçlendirmek için daha çok şey yaptı. Tinelsen'i efsunladı ve ona ateşin gücünü verdi. Tinelsen'i asla kabul etmezdim, Büyülü bir Tinelsen'i asla kabul etmezdim. Fakat  bizi ve tüm insanlığı bekleyen bir savaş vardı. Bunu kullanmam gerekirdi. Envelep'te yaşayanları ve ondan daha önemlisi batıyı korumam gerekirdi. Kararımı verdim ve Tinelsen'i kınıma yerleştirdim.


Karşı taraftaki hareketlenmeyi tüm Envelep benimle beraber pür dikkat izlemekteydi. Bu gün Envelep'in duvarları ve Natu nehri arasında kalan kısımlara boy siperleri kazdırdım. Onlarca asker canla, başla, terle, bu siperleri kazdı. Büyük hendekler kazdırmıştm, Eon denen yaratıkların boyundan daha uzun ve onlardan daha geniş hendekler. Duvarların hasarlı kısımları yok denecek kadar az olmasına rağmen olan yerleride askerlerimle beraber onarmıştım. Gece çöküyor. Savaş yaklaşıyor. Yazdığım onlarca notu burada tamamlıyorum. Savaştan dönebilirsem, yazdıklarıma devam edeceğim ve tüm batının burada yaşananları anlamasını sağlayacağım.

Şayet dönemezsem, tüm yazdıklarımı torunum Ilsa tamamlayacak. Mum yavaş yavaş sönüyor. Şimdi gidip Ilsa'ya, oğlum Destiyor'a, Filerun'a ve hayatımın anlamıyla aynı ismi taşıyan torunum Ilsa'ya veda edeceğim. Sizlere de burada veda ediyorum. Envelep'te ve Natu'da olanları hiçbir zaman unutmamızı istiyorum. Burada ölen veya ölecek olan insanlar sizler için canlarını vereceklerdir. Beni unutabilirsiniz ama sizler için ve batının güvenliği için canlarını seve seve verecek olan, ölüme gülerek giden askerlerimi unutmayın.


Ben Envelep'in ilk kurucusu ve yöneticisi ve Naut'un bekçisi Pengon. Tüm Batı İnsanları'nın, burada yaşananları hatırlamasını istiyorum. Ölürsek bizi toprağın altına gömün, toprağın üstünde doğduk, toprağın altında bitirmeliyiz bu yolculuğu.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------


Dedem benim kahramanımdı, o tüm Envelep'in kahramanıydı ve şimdi tüm batının kahramanı. Onun savaşın olduğu gece bizi izlemeni ve yaptıklarımızı kaleme almanı istiyorum dediğini hatırlıyorum. Daha önceden de tembihlemişti bunu, burada bir tarih yazılacak torunum derdi hep. O gözlerindeki ışık, hiç bir zaman terk etmedi bizi. O gülüşü her zaman aklımda. O hep benimle, o benim kahramanım. Savaşın olduğu gece verdiği görevi yerine getirdim. Askerlerin boşalttığı nöbetçi kulelerinden birinde saklanmıştım. Tüm Envelep askerleri ayrıca eli kılıç tutabilenler burçlarda ve Naut'a açılan Naut Kapısı'nın önünde toplanmıştı. Eonların saldırısı başladığında gece yarısıydı. Dolunay vardı hatırlıyorum. Yaratıklar, Envelep'e ve Naut'a doğru onar onar koşuyordu. Ellerinde dev baltalar ve tokmaklar olduğunu görebiliyordum. Dedem Pengon, elinden bir an bile düşürmediği Tinelsen ile burcun en önündeydi. Askerlerin ve komutanların aksine sadece gümüş rengi zırhı vardı üzerisinde. Miğfer takmamıştı askerler ve diğerleri gibi, ak saçları ay ışığında belli oluyordu. Eonlar yaklaştığında ve o gürlemeleri duyulduğunda Tinelsen'i kınına koyup herkes gibi yayına davrandı. Atış emrini dedem Pengon yerine babam Destiyor vermekteydi.


'Hazır ol!  Atış serbest!'' diyordu babam geceyi ve korkuyu delen ses tonuyla. Başımı Naut'un öteki yanına çevirdiğimde oklarla vurulan ve düşen Eonları gördüm. Mutlu olmuştum, teker teker yeri öpüyordu hepsi. Yüz üstü düşüyordu kimisi, kimisi sırt üstü, kimisi ise kaçıyordu yaralarından dolayı. Kaçışan Eonların arkasından gelen devasa bir savaş aleti gördüm. Ama gözlerime inanamadım! Eonların bile iki kat uzunluğunda bir mancılık geliyordu bu yana. Dedem olmak üzere diğer askerlerde şaşırmıştı fakat dedem soğuk kanlıydı kendini fazla kaptırmadı. Hayal gücü derdi dedem hep hayal gücü. Sanırım hayal gücü bu yaratıklarda da vardı.

Dedem Pengon böyle birşey olacağını düşünmüşmüydü acaba? Düşünse önlem alırdı. Belkide almıştı. Mancınık dört-beş Eonun ittirmesiyle ilerliyordu ve yaratıklardan tuhaf sesler çıkıyordu. Mancınık ve onu ittirenlerin arkasından bir insan geldiğini gördüm o an. Biraz daha yaklaşınca bunun dedemin bahsettiği Xoarb olduğunu anlamıştım. Elinde sopası vardı ve yere vura vura ilerliyordu. Sopayı yere her vurduğunda bir ateş fırlıyordu yukarıya. Bu adam ile akrabaydık fakat o düşmanın yanındaydı. Mancınık gelip Naut'un diğer tarafında durduğunda işimizin bittiği anladım.

Herkes ok atışlarını kesmiş, bu aleti inceliyordu. Duvarların neredeyse iki katıydı ve içeriye atılacak bir taş bırakın duvarı tüm Envelep'i yutardı. Bir an dedem Penton'un, Tinelsen'i havaya kaldırdığını gördüm. Tinelsen'i yavaş yavaş indirdi, kılıç alev almaya başladı. Muhteşemdi! Kılıç tamamen indiğinde Naut'un aktığı şelalenin tepesinde yanan ateşleri gördüm ve ''Atış serbest!'' dediğini duydum o kalın sesiyle kahraman Penton'un. Tepeden aşağıya boşalırcasına yağan aleş topları birer birer Eonları vurmaya başladı. Yanan toplar hedeflendiği yere düşmese bile yuvarlarak gidip bir Eonun işini bitiriyordu. Babam tekrar ''Atış Serbest!'' diye bağırdı. Oklar yaylarına yerleştirildi ve atış tekrar başladı. Dedem askerine, gözlerine nişan alın, gözleri zayıf noktaları diye emirler yağdırıyordu. Düşmanın yeni saldırısıda bertaraf edilmişti. Askerler bağırınıyordu! Dedemin dudaklarını okudum. ''Hayal gücü'' diyordu yine. Sonunda yüzlerce Eonun geldiğini gördük. Bu üçünçü saldırıydı ve tüm üç koloninin gücünün toplamıydı. Sadece bu kalmıştı, kazanabilirdik!

Tüm askerler yaylarını bıraktılar ve kılıçlarına davrandılar. Dedemin kılıcı Tinelsen yanıyordu. Yüzlerce düşanının saldırıcı bambaşka bir şeydi. Tepede ki askerler yaylarına davranmışlardı. Mancınıkları kullanmıyorlardı. Yaylarına, oklarını taktılar ve saldılar. Fakat atılan her ok geri sekiyordu veya Eona yapışıyordu. Üzerlerinde zırh vardı! Olamaz! Dedem tüm askerleri, kendisi için uzun yıllar önce dikilen heykelinin önünde topladı ve Natu kapısının açılmasını bekledi. Birden ninem Ilsa'nın asası ile birlikte dedemin yanına geldiğini gördüm. Babam Destiyor'a birşeyler fısıldadı ve dedemin kulağına da birşeyler söyledi. Babam Destiyor, seçilen bir kaç adamla beraber Envelep'in içinde garnizon olarak kalacaktı. Bu görevi kabul etmişti, fakat gitmek istediğini gözlerinin parlaklığından anlayabiliyordum. Dedemin üstün zekasın her zaman işe yaramıştı. Natu nehrinin altına yerleştirdiği çiviler ve kapanlar Eonların zırhla kaplı olmayan tek yerini, ayaklarını vuruyordu bu kez. Ayaklarında yaralanan Eonlar, Natu'nun içine düşüyordu veya geri çekiliyordu. Natu nehrine düşünlerde, arkalarından gelen yaratıkların önlerini kapıyordu veyahut onlara takılıp düşmelerini sağlıyorlardı. Naut kapısı açıldığında, Envelep'e her gün gördüğüm insanların dışarı çıkışlarını izledim, en başta dedem Pengon ve ninem Ilsa yürüyordu. Birbirlerine halen aşıktı onlar. Naut'un dev kapısı, açılan boy çukurlarının üstünden geçmelerini sağlıyordu. Karşı kıyı yanıyordu adete. Ateş ve duman, hiçbir şey göremiyordum.  Dumanların arasından birinin çıktığını görebilmiştim oysa. Xoarb elindeki alev saçan sopasıyla çıktı. Yıllar önce ayrılan, baba ve kız göz göze gelmişti. Naut ne kadar geniş olsa da görebiliyordu ikiside birbirini. Xoarb sopasını yere vurdu alevler saçmaya başladı. Sopayı bu kez ise kızı Ilsa'ya doğrulttu ve iki kez salladı. Görünürde birşey yoktu fakat bir kaç saniye sonra Ilsa dizlerinin üstüne düştü, ağzından kanlar oluk oluk boşalıyordu. Dedem Pengon çığlık ata ata ağlamaya başladı, Ilsa'nın bedenine sarılıp iki yana sallanmaktaydı. Gözlerimden yaş geldi benimde o an. Hazırlıklıydı, birilerinin ölmesine hazırlıklıydım fakat bu Ilsa olmamalıydı. Nasıl oldu! Dedem de böyle aykırdı ''Nasıl olur, nasıl oldu!'' bu diye!

Xoarb arkasını döndü ve uzaklaşmaya başlamıştı. Dedem Eon cesetlerinin köprü oluşturduğu Naut'un üzesinden koşararak geçti. Ağlayarak ve bağırarak koşuyordu. Karşısına yeşil renkli bir Eon fırladı, Eon baltasını dedem Pengon'un başına doğru savurdu. Dedem aniden eğildi ve Tinelsen'i, Eon'un karnına sapladı. Zırhsız Eon oracıkta son nefesini verdi. Bunu gören askerler ''Kahraman Pengon!'' ve ''Efsanevi Pengon!'' diye bağırarak onu takip etmeye başladılar. Gurur duydum o an dedemle, her zaman duyuyordum zaten. Dedem o sinirle ve acıyla önüne gelen düşmanı paramparça ediyordu. Tinelsen'in her türlü kana bulandığını seçebiliyordum. Bütün karşı kıyıya yayılmaya başlamıştık şimdi. Dedem, Xoarb'ı gördü ve bağırarak ona doğru koşmaya başladı, Tinelsen'i bir kenara fırlattı, adamın üstüne fırladı. Xoarb'ın karnına bir sürü darbe attı. Xoarb'ın asasını aldı ve dizine vurarak ikiye kırdı. Asa kırılınca Xoarb'ın konuşacak hali kalmamıştı ve dedem asayı Xoarb'ın kafasına defalarca vurdu, vurdu, vurdu.  Xoarb yüz üstü düşmüştü. Dedem Pengon onu orada bırakıp Tinelsen'i tekrar ellerine aldı. Geri kalan askerlerine baktı. Geriye döndü ve Tinelsen ile birlikte koşmaya başladı. Bir avuç insan ve bir kahraman ilerliyordu karşı kıyıda. Askerleriyle birlikte Eonların birinci hattını kahramanca yardılar. İlerlediler, ilerlediler. Bağrışları, Pengon! Pengon! Enverep! diyen sesleri duydum. Gözlerden kayboldular ama sesileri halen buralara kadar gelmekteydi. Sabaha karşı üç asker yalpaya yalpaya sislerin arasından çıktı ve en arkalarında dedem Pengon'u görmüştüm! Ölmemişti! Bir sevinç çığlığı attığımda...  Kahraman dedem ve kahraman askerlerinin yüzüstü düştüklerini ve arkalarının kana bulandıklarını gördüm. Bu da benim bayılmadan önce gördüğüm son şeyler olmuştu.

Batının kahramanları, batının en uç noktasında yatmakta şimdi, vasiyet edildikleri gibi Envelep'in topraklarının altına gömülüceklerdi Dedemin, Envelep'in ortasında duran heykeli taşıtıldı ve kahramanlar için hazırlanan ''Kahramanların Huzur Ovası''nda bulunan mezarlığın ortasında yükselmekteydi. Geriye sağ kalan bir kaç asker ve Envelep halkı, bizler ve tüm batı için ölen kahramanları toprağa verdiler. Herkes ağladı, herkes bağırdı. Gurur ve hüzün. Aşk ve ölüm. Heykelin tam önünde şimdi iki aşık Pengon'un bedeni ve hayatım dediği Isla'nın bedeni yan yana yatmakta. Küçükken gördüğüm Envelep'i ve o savaşı hiçbir zaman unutmadım. Dedemin bana verdiği görevi tamamladım. O da başka birine verdiği görevi tamamladığını söylerdi hep.
 
 

723
Yıldız Savaşları / Ynt: En sevdiğiniz Star Wars replikleri
« : 03 Ağustos 2012, 22:56:27 »
You have failed me for the last time.

724
Harry Potter / Ynt: En Sevdiğiniz Profesör / Öğretmen?
« : 03 Ağustos 2012, 22:48:26 »
Severus Snape.

725
Ön sözü harikaydı. Okuduktan sonra Raistlin'i bir kardeş, abi gibi benimsedim.

726
Duyurular / Ynt: Çok Satanlar!
« : 03 Ağustos 2012, 20:20:05 »
Puslu Kıtalar Atlası'na olan ilgi şaşırtıcı ve sevdirici.

727
Okurken sıkıldım, hatta gece yarısı okudum çünkü sıkıcı kitapları okurken hemen uyuya kalırım. Bu yönden çok işime yaradı. Genel olarak Örümcek Kraliçenin Savaşı serisi çok sıkıcıydı, keşke hiç bulaşmasaydım dedim, olsun farklı yazarların yazım tarzlarını öğrenmiş oldum diye kendimi yatıştırdım. Bu kitap yüzünden rüyamda tanaruk görmeye başladım, her ne kadar sıktıysa bile.

728
Gediksavaşları Efsanesi / Ynt: Gedik Savaşları Dünyasından
« : 03 Ağustos 2012, 17:24:48 »
Asilkan Prens'i bitirebildim ama Kralın Korsanı yarıda kaldı, belki de bütün seriyi üst üste okuduğum için sıkmış olabilir. Yine de tavsiye ederim ben.

729
Ravenloft / Ynt: Seride Sevdiğiniz Kitap Alıntıları
« : 03 Ağustos 2012, 17:22:25 »
''Ay tanrıçası,'' dedi kadın, ''bana Ravallah'ı yolla. Karanlığın içinden çıksın ve bana gelsin, böylece bize sislerin içindeki yolu gösterebilir. Bize evimizin yolunu gösterir.''

Şeytanla Uyumak

Mutsuzluğun karanlık diyarına bir yabancı girdi. Yaşayan bir ölü, benim gibi; yaşama özlem duyuyor, benim gibi. Yine de benden farklı olarak o düşlerinin ve hedeflerinin peşinden gitmiyor. Yeni doğmuş bir bebek kadar yumuşak, acı veren duygulara ve kurbanlarının tüm kanını emmesine bile izin vermeyen bir vicdana sahip. Böyle biri yaşayan bir ölü olarak varlığını nasıl bu kadar uzun sürdürebilmiş? Ve dahası neden bu kadar bilge görünüyor? Çünkü bu Jander Sunstar, başka bir diyardan gelen elf, o altın kafasının içinde öğrenilmeye değer pek çok bilgi barındırıyor.''

Sislerin Vampiri

730
Harry Potter / Ynt: En sevmediğiniz HP karakterleri?
« : 03 Ağustos 2012, 15:56:47 »
Weasley ailesi sanırım, o kadar çok isim var ki sevmediğim onlardan, hepsini toplu olarak yazayım o halde.

731
Harry Potter / Ynt: En beğendiğiniz HP filmi?
« : 03 Ağustos 2012, 15:46:59 »
Ölüm Yadigarları Bölüm 2

732
Liman Kütüphanesi / Ynt: Beğendiğiniz Alıntılar
« : 03 Ağustos 2012, 14:14:18 »
"Gücü elinde tutmak her zaman böyle hassas dokunuşlar gerektirir," diye kendisine hatırlattı Triel konsey dağılırken. "Esnek bir dal gibi, eğer onu çok kuvvetle savurursan sonunda gütmeye çalıştığın kölenin sırtında kırarsın."

Thomas M. Reid / Ayaklanma

"Şunu bilin ki prensim, kabaran okyanusların Atlantis'i ve onun görkemli kentlerini yutmasından sonra dünyada o güne kadar görülmemiş bir çağ başlamıştı. Aryas'ın oğullarının doğduğu bu çağda, dünya üzerindeki imparatorluklar ve uygarlıklar, gökteki yıldızların mavi parıltıları kadar dağınık fakat belirgindi. İşte bu sıralarda Kimmeryalı Conan geldi. Çelik bilekli, elinden kılıcını hiç bırakmayan bu kara saçlı, şahin gözlü yiğit tüm imparatorlukları sandallı ayağının altında çiğnemek istiyordu.''

Robert Ervin Howard / Conan

733
Ütopya/Distopya / Ynt: Mülksüzler
« : 03 Ağustos 2012, 14:01:19 »
''Devrimi satın alamazsınız, devrimi yapamazsınız, devrim olabilirsiniz ancak.''

734
Kurgu İskelesi / Drow Kraliçenin Hazinesi
« : 03 Ağustos 2012, 13:54:31 »
                                                         
   Drow Kraliçenin Hazinesi

Kıvrımlı palası yaratığın sol ayak eklem kemiğini biçti. Ağlak ve yalvarır ortası bir ses çıkaran düşman sallanarak toprak zemine düştü ve toprak uzun diline yapıştı.

"Arkadaş fazla zorladı sanırım," diye söylendi gülümserken mavi büyücü Jomberd.

"Biraz fazla kilolu. Buna rağmen çok kıvrak. Onu arkadan yakalayıp kesmeseydim; şu an onu büyülemekle meşgul olacaktın." Bunu söylerken yanakları genişlemişti, bakımlı dişleri büyücüyü etkilemişti. Büyücünün arkasına baktı.
Manas'ın dalgın bakışları büyücüyü tedirgin etmişti. Jomberd arkasına baktı, fakat ağaçın iç kısımlarına ve diğer bölgelerine doğru ilerleyen oyuk-tünellerden başka bir şey göremedi.

Kolcu halen tedirgin bakışlar atmaktaydı. "Diğerleri nerede?" diye sordu büyücüye.

"Arkadaşlar ile ilgileniyorlar."

"Bizimkiler? Obad, Zavnuben, Catnoses ve Freedey."

"Evet işte, onlar. Arkadaşlar ile ilgileniyor," yerde boylu boyunca yatak ve sineklerin etrafını sardığı leşe bir bakış attı.

"Bunlardan onlarca var."

 "Neredeler?" diye sordu nefesini düzene sokmaya çalışırken Manas.

Büyücü en yakındaki oyuğu baş parmağı ile işaret etti. Mavi cübbesinin etekleri çamura ve yeşile boyanmıştı. "Büyü gücüm hepsini buradan silmeye yetmeyebilir. Bu yüzden biz onları oyalarken sen ve Catnoses, Kraliçenin çalınan hazinesini en derinlerden, Ağaç Efendisi'nden çalmalısınız."

"Hazine kara elflere ait. Çalınan mal tekrar sahipleri tarafından çalınmaz."

"Çalınan mal, mal değildir," diye karşılık verdi orta yaşlı sakalsız büyücü.

"Drow hazinelerine, kara elfler dokunamaz. Lanetlenirler veya hemen o an hazinenin koruma büyüsü yüzünden efsunlanırlar," dedi Manas.

"Evet," dedi büyücü. "İşte bu yüzden hazineye elini sürmesi gereken kişi insan kolcu Catnoses."

Manas kadın kolcuya arkadaşlıktan daha yakın duygular beslemekteydi. Büyücünün sözleri ona ağaçtan içeriye girerken göğüslerini çarpan esnek ve yakıcı dallar kadar zarar vermişe benziyordu. "Peki," dedi Manas ve uçarcasına sarı ışıklar ile süslenmiş -lanetlenmiş- oyuğa koştu. Jomberg sinsi bir sırıtış sergiledi ardından. Kel kafasının altında ve mor gözlerinin üzerinde kalan boyalı kaşlarının arasındaki Büyücülük Loncası armasını cübbesinden kopardığı kumaş ile gizledi. "Böylesi daha iyi," diye fısıldadı.

Büyücünün cübbesi ışık yardımıyla renk değiştirdi. Asa kullanmayı sevmezdi. Büyülü maddelerin gücü emdiğini ve kullanıcıları kuvvetsiz bıraktığını düşünmekteydi. Manas'ın palasının başka bir palayla yaptığı dansın sesini duymaktaydı. Geride kalması en iyisiydi. Manas sol elindeki palasını yaratağın boynuzlarının uç kısmının biraz altından geçirdi. Pala boynuzları yarım bıraktı, kopan boynuzlar zemine dik olarak saplandı. Kara elf karşısındaki boynuzsuz kalan canavarın paladan oluşan kollarına bakış attı.

Manas iki adım geriledi. Düşman zehirli dilini ağacın her bir bölüme dokunduruyordu. Gözleri kara elfi göremediği için onu bu yöntem ile bulmayı ve zehirlemeyi düşündüğü elfin bildiği bir gerçekti. "Biraz sakin olsana arkadaşım," dedi gülümseyerek. Canavarın parçalanan ve zemine saplanan boynuzlarının içerisinden böcekler dışarıya çıkmaktaydı. "İğrenç," dedi yüzünü ekşirtirken. "Eğil," diye bir bağırış duydu arka tarafından gelen. Büyücü elindeki alev topunu elinden eline dolaştırmaktaydı.

Manas arkasına döndü. Ateş onu ürkütmüştü. Canavar ateşi görünce iştahla dilini aleve doğru salladı. Yaratığın çürük dişlerinin arasındaki farklı farklı haşaratlar göze çarpmaktaydı. Manas'ı iğrendiren sadece solucanlar olmuştu.

"Aç hayvan," dedi Jomberg. "Bunu mu istiyorsun? Buyur o halde," sesi giderek güçlenmişti. Sesinden etkilenen elinde duran alev topu büyümüştü. Alevleri yaratığın ağzına savurdu. Yanan dilinden çıkan kötü koku, berbattı.

Dilin bazı kısımlarında kabarmaları ve oralardan akan salyaları görebiliyordu Manas. Düşman sendelendi, yanan dilini pervane gibi döndürmekteydi. Sağa sola çarpıyordu. Bir süre sonra yere büyük bir şiddetle düştü.

"Öldü," dedi sakinlikle kara elf.

"Evet," diye karşılık verdi büyücü. Yaratığın kokan bedenine yaklaştı, koktuğu kadar da yanıktı. Büyücü yüzüklerle dolu olan elini ölü yaratığın kabuklu göğsünde dolaştırdı. "Dönüşmüş," dedi. Yerden aldığı sopayla yanmış olan ağzını araladı.

"Obad'ın kaç dişi sağlamdı?" diye sordu sopa ölü düşmanın dişlerinin arasındayken. Jomberg, Manas'ın mor gözlerine kilitlenmişti.

"Dönüşmüş," diye söylendi canavara yaklaşırken Manas. Palaları halen Obad olduğunu düşündükleri canavarın kanıyla yıkanmış duruyordu. Kara kan zemine damlıyor ve kandan yere düştüğü an kara böceklere dönüşüyor, yine kanın sahibinin bedenine doğru ilerliyorlardı. Jomberg küçük bir ateş topuyla böcek sürüsünü kızarttı. Böcekler ters dönmüş biçimde can verdiler. Obad'ın bedenine girip onu tekrar canlandırmalarına imkan vermemişti büyücü. "Ölümlerin en karmaşık ve garip olanını yaşadı," dedi ardından.

"Ateşli şeyleri severdi," diye geveledi Manas. Sağ ve sol elindeki palalarını ağaç içinde bulunan koyu yeşil yapraklarla temizlerken. "Ağzını açması ve alev topunu yalamasının nedeni belli oldu." Bunu söylerken yerdeki leşin gövdesini tekmeledi Jomberg. "Şşşt!" Sol elini yumruk yapıp havaya kaldırdı. Uzaklardan bir böğürme duyuldu.

"Zavnuben!" diye atıldı Manas. Kadın sesi böğürmenin ardından geldi, onu takip eden metal şıngırtılarıda. "Catnoses hepsini halleder," diye düşünüyordu Manas Manasis.

Derinlerden tiz kadın sesi duyuldu ve metal şıngırtaları kesildi.

"Sanırım bizlere ihtiyaçları var. Zavnuben'in böğürmesi sinirlerimi bozuyor ve Catnoses'a ihtiyacımız olduğunu biliyorsun. Ama ilk önce onların benim palalarıma seninde büyülerine hasret kaldıklarını düşünüyorum."

Büyücü leş kokusunun sardığı, dayanılmaz hale gelen, ruhunu, bedenini, en fazla da büyü gücünü emdiğini düşündüğü oyuğa göz gezdirdi.

"Freedey," diye girdi konuşmasına

"Hayır, onun sesini duymadım. Dilsiz olduğunu ve ona işaret fişegi silahı verdiğimizi unuttum sanırım."

"Freedey," diye devam etti, ağzından kanlar boşalırken büyücü. Manas ona şaşkın bakış gönderdi. Jomberg leşin üzerisine düştüğünde arkasında değişim geçirmeye çalışan ve bir elinde işaret fişeği ateşleyicisi olan Freedey'i gördü. Jomberg'in sırtından ve ağzından akan kan, zemine süzülüyor, bazısı ise Obad'ın yeni ve ölü bedeninin üzerinde dolaşıyordu.

"Fişeğini becereyim," diye atıldı Manas.

Buçukluk değişim geçirmeye çalışıyordu. Fakat bedenini işgal etmek isteyen yaratık onun bedenine pek giriş yapamıyor gibiydi. Freedey'in gözleri ışıldadı, alaşım gibiydi, altın alaşımı, daha sonradan cehennemi temsil eden en vahşi renge dönüştü; şeytan kırmızısı. Kara elfin mor gözleriyle buçukluğun yakıcı değişim geçirmiş gözleri birleşti. Manas gözlerini önünde kavuşturduğu palalarına çevirdi. Tekrar karşıya baktığında, buçukluk kurtulmaya çalışıyordu, başarması zordu, acı çektiği her halinden belliydi.

Manas, buçukluğun burnunun bir kurt burnuna dönüştüğü fark edebiliyordu.

"Onu kurtalmalıyım," diye düşündü. "Onu bu acıdan çekip almalıyım. Bana saldırmasına ve beni öldürmesine engel olmalıyım. Ama yine de en çok acı çekmesini yarıda kesmeliyim."

Manas palasını toprak zeminde sürterek koşmaya başladı. Sol elindeki pala toprağa her temas edişinde Manas'a huzur veren fakat düşmanın dikkatini dağıtan bir ses yayılmaktaydı.

Freedey elindeki silahı ateşledi, fişek mavi ışıklar saçarak ilerliyordu.

Manas'ın şaşkın bakışları arasında fişek sağ elindeki palanın biraz yanında geçti. Kara elf elindeki yanmanın bundan kaynaklandığını düşünüyordu. Değişim geçirmeye çalışan Freedey, palanın yer ile sürtüşmesinde oldukça rahatsız olmaktaydı. Bunu rastgele her yöne gönderdiği fişeklerle önlemey çalışıyordu. Manas havalandı ve Obad'ın ölü bedeninin ve onun üzerine kıvrılmış olan Jomberg'in üzerinden atladı. Ayakları yere bastığı anda, saldırıya devam etti. Sol palasını kaldırdı, Freedey'e hamle yaptı.

Freedey artık tam anlamıyla, yerde yatmakta olan Obad'ın yeni bedenine bürünmüştü. "Biraz fazla küçük," diye düşünmeden edemedi Manas. Sol palasını yaratığın kollarına keskince yerleştirilmiş olan geniş ve büyük olan palalardan biri karşıladı. Pala ile palanın dansı rahatsız edici bir ses çıkarıyordu. Bundan ikiside etkilenmekteydi. Manas sağ palasınıda üstünlük sağlamak için sol palasının yanında birleştirdi. Üç silahın birleşimiyle, yaratığın kolunu oluşturan paladan kıvılcımlar yükselmeye başlamıştı.

Kıvılcımlar Manas'ın mor gözlerini alıyordu ve daha güçlü hamle yapmasını engelliyordu. Freedey sağ elinde beliren gürzü, Manas'ın başına doğru salladı. Tam zamanında gürzü fark eden Manas eğildi ve yaratığın kabuklu bacaklarına palalarını sapladı, çıkardı. Freedey bundan etkilenmemişe benziyordu, gürzü tekrar havalandırdı ve Manas'ın ayaklarının bastığı konuma salladı. Manas saldırıdan ayaklarının üstünde zıplayarak kurtuldu. Freedey sinirlendi ve fişeklerden yeşil olanı Manas'ın sol göğsüne nişanladı.

Göğsüne saplanan fişeği ancak gözlerinin kararması ve başının dönmesiyle fark etti. Kara elfin bedenine yeşil fişek girmiş ve sol göğsüne aynı renkte bir renge bürümüştü. Freedey, baygın ama bir kaç saat sonra ölecek olan kara elfin yanına doğru sürünmeye başladı. Buçukluktan geriye hiçbir iz kalmamıştı, tamamen bir canavardı.

"Ondan uzak dur!" diye inledi oyuğun içi bir kadın sesiyle. Catnoses'in sarı saçları yaratığın iştahını kabartmışa benziyordu. Bakışları bu yöndeydi.

Catnoses uzunkılıcına sarıldığında, nehirde mahsur kaldığı gün ona yardım eden Manas'ın tutunması için fırlattığı kütüğü hatırlamıştı. Yaratık kadını süzüyor ve aç akbabalara gibi imalı bakışlar atıyordu. Ona doğru döndü, Catnoses'in eli titremekteydi. "Sakin ol, sakin!" diye bağırdı kendisine. Bedenine doğru yaklaşan varlığa hamle yaptı, kola bir hamle olduğu için yaratık zorlanmadı. Catnoses'i oyuğun girişinden kaçırmaya ve girişi kapamaya yönelik saldırılar yapmaktaydı.

Catnoses kılıcını yaratığın kalbi olduğunu düşündü kırmızı kabuğun üstüne doğru sapladı. Kılıç kabuğa takıldı, kadın kolcu kılıcı geri çekmesine rağmen çıkmıyordu. Yaratığın sol kolunu oluşturan palası, kılıcın üstüne indi ve ikiye yardı. Catnoses'in yüzünde korku, şaşkınlık ve telaş hallerini çağrıştıran, hızla değişim geçiren bir yüz ifadesi oluşmuştu. Düşmanın bacaklarının oluşturduğu köprünün altından kaydı ve kara elfin iki palasını sağ ve sol eliyle kavradı.

Kendi kılıcının ön ve keskin kısmı canavarın kırmızı kabuğunda saplı durmaktaydı, diğer yarısı ise yine yaratığın ayağının altında teneke parçası kadar kolaylıkla dağılmış ve şeklini kaybetmişti. Sağ palayı çok hızlı bir şekilde yaratığın sol koluna salladı ve karşılık aldı. "İşte tam zamanı," diye sayıkladı ve sol palası yaratığın korumasız kalan gövdesini ikiye yardı. Catnoses'in yüzüne fışkıran kara kan bir süre sonra böceklere dönüştü, elinin tersiyle hepsini toprağa yapıştırdı.

Böcekler yerde oynaşıyor ve içinden çıktıkları canavarın içine girmeye çalışıyorlardı. Catnoses hepsini ezdi ve onların kabuklarından çıkan sesin keyfine baktı. Kara elfin yanına gitti ve sol göğsüne saplanan fişeği çıkardı. Yeşil fişeği yaladı ve az önce ikiye böldüğü canavarın içersine fırlattı. Manas gözlerini açtı ve Catnoses'i gördü. Fişeğin ağırlığı üstünden kalktığı için kolaylıkla ayaklarının üzerine kalktı. Manas, Freedey'in bedenine göz attı ve gülümsedi. "Palalarım büyülü sanırım."

"Hazineyi alabildin mi?" diye sordu Manas.

Catnoses üstündeki yeşil kıyafeti yırttı altından çıkan ve parlayan, altın, elmas, zümrütten oluşan zırh, Manas'ın gözlerini almıştı.

"Böyle birşey olabileceğini düşünmemiştim," dedi gözleri zırhın tam ortasındaki göz şeklindeki zümrütte bakarken.

"Evet, ben de," diye karşılık verdi.

Kara elfin koluna dolandı insan kadın kolcu ve oyuğun sonuna doğru ilerlemeye başladılar. Oyuğun girişinde onları oraya gönderen Drow Kraliçesini gördüler.

"Kraliçem," dediler ikisi birden. "Kraliçe!" diye bağırdı drow kraliçe. Elindeki bıçağı Catnoses'in üstüne doğru fırlattı, bıçağı fark etmeyen insan kolcu boğazından sızan kanlar içinde yere yapıştı. "Neden?!" diye bağırdı Manas.

"Neden?!" diye bağırdı Manas.

Kraliçe, drow kolcuya doğru adımlarını hızlandırarak ilerliyordu. "Çünkü Drow Krallığı için tehtid oluşturanları ortadan kaldırmam gerek," diye söylendi. "Sen ve Catnoses," dedi kadının ölü bedenine bakarken. "Efsanelerde ve kehanetlerde geçen çiftlersiniz."

Manas şaşkınlıkla kraliçenin sinirli yüzüne odaklamıştı. "Krallığı ele geçirmenize, halkı ayaklandırmanıza ve insanlar ile kara elflerin evlenmesine izin veremezdim! Özellikle oturduğum tahta oturmanıza," diye bağırınıyordu. "Jomberg, Zavnuben ve Freedey bendim! Elimde tuttuğum üç ruhtan onları var ettim, buraya gelip her yöne dağıldığınızda herbirinin içersine girdim ve sizi yok etmeye çalıştım!"

Manas'ın mor gözlerinde yaşlar dökülüyordu. "Hazine işi de sizi yok etmem için bir oyundu," dedi.Kahkaha güçlü ve ölümcül silahların en kuvvetlisiydi.

Kahkahası Manas'ın kulaklarının içinde çınlıyordu. "Şimdi öl," diye bağırdı. Drow Kraliçe elini havaya kaldırdı ve sertçe indirdi. Oyukta bulunan ışık kaynakları birbir yok olurken Manas'ın yüzü kan ve böcekler tarafından işgal edilmişti.

735
Güzel bir aksiyon sahnesinden biraz sonra klasik bir konuşmayla giriş yaparım. Konuşma devam ederken konuşan kişilerin betimlemesini yaparım ve yavaş yavaş asıl konuya gelirim. Evren hakkında bilgi vermeyi genelde karakterler ağzından yapmayı uygun görüyorum, ilk konuşmada genelde onlar geçer.

Benim en büyük problemim "Başlamak". Kafamda karakterleri kurguluyorum, olayı falan yapıyorum ama geçtim mi klavyenin başına tıkanıyorum.Nasıl başlasam diye.

Bunun çözümünün biraz daha okumak olduğunu düşünüyorum.

Okumak ve üşengeçlik, bilgisayar başında yazmasan çok iyi olur, sessiz bir oda ve arkadan gelen --hafif kısık klasik bir müziğin ya da sevdiğin bir parça eşliğinde yazabilirsin.

Sayfa: 1 ... 47 48 [49] 50 51