Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: 1 2 3 [4] 5
46
Sinema / Ender's Game: Uzay Oyunları
« : 10 Kasım 2013, 08:29:37 »


Yönetmen:
Gavin Hood
Oyuncular:
Asa Butterfield, Ben Kingsley, Harrison Ford, Hailee Steinfeld, Abigail Breslin
Tür:
Bilim Kurgu , Fantastik , Macera
Ülke:
ABD
Süre:
114 dk
Yapım:
2013

Yakın bir gelecekte, düşmanca bir uzaylı ırkı olan Formic’ler Dünya’ya saldırmıştır. Efsanevi Uluslararası Filo Komutanı Mazer Rackham’ ın kahramanlıkları olmasaydı, herşey yok olmuş olabilirdi. Bir sonraki saldırıya karşılık hazırlık yapan muteber Albay Hyrum Graff ve Uluslararası Ordu, geleceğin Mazer’ını bulabilmek için yalnızca en iyi olan genç ve taze beyinleri eğitmektedir. Ender Wiggin isimli utangaç fakat bir o kadar da stratejik yetenek sahibi olan çocuk, bu seçkin askerler arasına alınır. Burada Mazer Rackham’ın eğitiminden geçer ve Dünya’nın geleceğini belirleyip, insan ırkını korumak için destansı bir savaşa girer.

Kişisel yorumum: Filmin kitaba sadakati hakkında bir şey söyleyemem, ama isterdim; diğer yandan bu bana filmi kitaptan bağımsız algılama özgürlüğünü veriyor, buna seviniyorum. Film "anlatacak çok şey var ama daha sonra" dermişçesine başlayıp bitiyor. Dünyayı istilacı uzaylılardan kurtarmamızı sağlayacak olanların, bilgisayar oyunlarında ustalaşmış çocuklar olacağı fikri, filmde çiğ duruyor; belki kitapta daha derin ve anlamlıdır. Hal böyle olunca filmin temelini oluşturan yapıya ısınamadım ve daha ciddi bir şeylerin olmasını bekledim, filmin sonuna kadar böyle bir şey olmadı; sonuna geldiğimde yine çok ciddi olmasa da dünya dışı medeniyetlere olan bakışımızdaki kimi sorunlara dair bir kaç nitelikli kelam edildi. Bu kelamın günü kurtardığını söyleyemem, filmden çıktığımda bilgisayar oyunu çağı çocuklarının "tek tuşla" dünyayı kurtardığı orta sınıf bir film izlemiş gibi hissettim. Tabi çok zorlarsak bir çok ciddi tartışma yürütebiliriz; ama ne gerek var.

47
Kurgu İskelesi / Yaratma Sancıları
« : 18 Eylül 2013, 18:08:43 »


1. Gün 1. Sayfa

O melun yaratıkların yedi iklim dört bucak yayılmaya başladığını fark ettiğimden beri herkesi uyarmaya çalışıyorum. Ama insanoğlu öyle kör, öyle aymaz ki… Yaklaşan tehlikeye gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Neyse ki ben her şeyin farkındayım ve herkese de bildiklerimi anlattım.
İlkin hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini hâlâ çözebilmiş değilim. Ben onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığımda, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyordu.
...


Burada kıt kalıyorum işte, ilerlemenin imkânı yok…
Başlarda müthiş bir fikirmiş gibi gelmesine rağmen, hikâyenin devamını getirememem asabımı ziyadesiyle bozuyor, yavaş yavaş başka bir fikir üzerine, mesela Tanrı Olmanın Sıkıntıları’na dair, yazmaya başlama hissi birikiyor zihnimde. Daha önce de böyle yazma sancılarına boğulmuştum; lakin biraz kendimi zorlayınca zihnim ataletten kurtulup yatağını buluyordu.

Şimdi vaziyet biraz daha farklı sanki: Genel çerçeveyi, öykünün seyrini az çok belirlememe rağmen, bir türlü istediğim ritmi yakalayamıyorum. Birinci tekil şahıs anlatıcı kullanmanın getirdiği sınırlar hoşuma gitmiyor değil; lakin diğer yandan bu sınırlar öykünün genişlemesine de engel teşkil ediyor. Olağan-dışı ve üstü bir kurgu oluştururken böylesi dil hudutları olması muhayyilemin randımanlı işlemesine mani oluyordur belki. Bu yüzden arzu ettiğim gibi yazamıyor olabilirim.

2. Gün 1. Sayfa

Başladı…
Ölümü bile kıskandıracak kadar büyük bir bela yerin yüzünü yalamaya, habis salyalarını çocukların yataklarına sıvamaya, doğduğu kötülüğü besleyecek kurbanlar aramaya başladı.

Bulsabr, ilkin, onların hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini uzun süre çözemedi. Fakat onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığında, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyorlardı. Her şey, önüne geçilmez bir kara düzenin işleyişine yardımcı oluyor, hayat olanca gürültüsüyle sessiz sessiz sürünen bu cehennemi örtbas ediyordu.

Bulsabr, o melun yaratıkların yedi iklim dört bucak yayılmaya başladığını fark ettiğinden beri herkesi uyarmaya çalışıyor. Ama insanoğlu öyle kör, öyle aymaz ki… Yaklaşan tehlikeye gözlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar. Ama o her şeyin farkında ve herkese bildiklerini anlattı.

Bilmek acı verir bazen, bilmek dilsizliktir; bilmek, gerçeği bilmek, yalnız kalmaktır.
İçimizde çığlıkların birikmesi çığlıklara neden olan şerden daha kötüdür.
İşte Bulsabr böyle bir yalnızlığın kölesiydi; lanetlenmiş bir kahraman gibi, güzel Kassandra gibi. Sözüne güvenecek ne bir dost ne de sığınacak bir kapı…


Neler oluyor bana, anlamıyorum. Yazmaya yeni yeni başlayan biri gibi yazıyorum: Birden fazla vakıayı çarçabuk anlatmaya çalışıyorum. Sorun sanırım anlatıcı seçimimde değil; sorun, hikâyeden yazıp-kurtulma gayretine girmemde. Hala, bunlara, yaratıklar, istila, salgın, dünyayı ele geçirme gibi konulara karşı geliştirdiğim edebi önyargıdan kurtulmuş değilim; ama ne yaparsınız, insanlar bu tür şeyleri seviyor ve eğer aç kalmak istemiyorsam, zira son kitabımdan aldığım para suyunu çekmek üzere, yazmak zorundayım.

Aslında bu tür kurguları gençken çok severdim: Elimden Poe’nun, Lovecraft’ın kitapları düşmezdi. Bu öykü kitabını yazmaya başlamadan önce belki ilham kaynağı olur diye eski kitaplarımı bir karıştırıverdim, hatta bir kaçını tekrar okumaya bile başladım ama eskisi kadar ilgi çekici bulmadığımı fark etmek birkaç sayfamı aldı.

3. Gün 1. Sayfa

Acaba daha muasır bir üslupla mı yazmalıyım hikâyeyi, hem böylece yazarlık yetimi de sınamış olurum.

Sağ kalan kulakları sağır eden, ağlamakla sevinç nidası arasında gelip giden o büyük çığlık, zaferin habercisiydi. Kandan bir muzaffer heykeli gibi, çığlığından kalan sessizliğin ortasında dikilen Bulsabr, kollarını yaşamayı başarmanın yorgunluğuyla yere düşürüp her şeyin sona erdiğine inanamayan bakışlarıyla yaralıları ve beraberlerinde taşıdıkları parçalarını izliyordu. İnsanlık, varoluşu uğruna verdiği en büyük savaşı kazanmıştı.
...

Evin içini saran o pis kokunun varlığına şükretmesi gerektiğini düşündü Meyla; aksi takdirde, insan ruhu kadar sessiz ilerleyen bu melun yaratıkların yaklaştığını fark etmek mümkün değildi. Olduğu yerde kalmalıydı, ne kadar korksa da, buradan var gücüyle koşup kaçmayı ne kadar çok istese de kalmalıydı. Bulsabr’ı beklemeliydi, o öyle demişti: “Bekle, geleceğim. Katliam başladığından beri besleyebildiğim tek bir ümit için gitmeliyim, o son şans için gitmeliyim. Başarabilirsem kurtulabiliriz belki… Bekle beni!” Ona güveniyordu. Onu ilk gördüğü an anlamıştı Bulsabr’ın farklı olduğunu. Beklemeliydi. Hem beklemese, kaçsa, Bulsabr’a güvenmese ne yapacaktı? Karanlıktan başka bir karanlığa kaçmak neye çareydi. Işığı beklemeliydi o halde. Sakinleşti ve her saniye, Bulsabr’ın sesini duymayı ümit ederek kapıya bakmaya başladı.
...

Başladı…
Ölümü bile kıskandıracak kadar büyük bir bela yerin yüzünü yalamaya, habis salyalarını çocukların yataklarına sıvamaya, doğduğu kötülüğü besleyecek kurbanlar aramaya başladı.

Bulsabr, ilkin, onların hangi uğursuzluğun içinden çıkıp geldiklerini uzun süre çözemedi. Fakat onlar hakkında bilinçlenip de tedbir almaya başladığında, azametli yürüyüşlerine çoktan başlamışlardı. Binlercesi, belki de milyonlarcası lanetli emri alıp dağları tepeleri yürüyerek aşıyor, yeryüzüne karış karış dağılıyorlardı. Her şey, önüne geçilmez bir kara düzenin işleyişine yardımcı oluyor; hayat olanca gürültüsüyle sessiz sessiz sürünen bu cehennemi örtbas ediyordu.
...

Küçük kız ön tekerleğin neye takıldığını anlamak için bisikletinden indi. Beton zeminin üzerinde rengi dışkıyı andıran uzun halat gibi bir şey uzanıyordu. Küçük kız gözleriyle halatın ucunun nerede bittiğine baktı: Yıkık, dökük, kapkara bir evin yepyeni kızıl kapısında…


Ah… Belli ki beceremeyeceğim; doğrusal olmayan, tersten işleyen, parçalı bir anlatım harcım değil belli ki. Hem okuyucuyu da yorabilir böyle bir anlatım; para kazanayım derken, bilindik üslubum sayesinde kazandığım okuyucularımı da kaybetmek istemem. Gerçi müstear bir isimle yayınlanabilir kitabım; ama bu da bana yakışmaz. Sonradan ortaya çıkıverirse (mesela)Tan Kargı’nın aslında ben olduğu, kitabına gelebilecek menfi tepkilere karşı, var olmayan bir ismin ardına gizlenmiş dedirtmem kendime.

Ne vardı sanki böylesine uçuk kaçık mevzularla ilgilenmese okuyucu. Hakiki yaşamın sanatsal anlatımını yeğleyen okuyucuyu mumla arar olduk şimdilerde; varsa yoksa fantastik kurgu, bilim kurgu, gerilim… Bilhassa gençler, bayılıyorlar mevcut dünyadan kaçmaya, hayali dünyalara sığınmaya… Eskiden olsa el üstünde, zihinlerin en güzel yerinde muhafaza edilirdi yazdıklarım; hayatın meşakkatlerinden, siyasi vaziyetten, eğitimden, sanattan, musikiden dem vurduğum, onlarla kurduğum romanlarım pek satardı.

4. Gün 7. Sayfa

… ve yeryüzünü, o iğrenç yaratıklarla birlikte, onlardan daha kötü bir şey sarmıştı; zindandan kara bir ümitsizlik örtüsü ulaşabildiği her insanın yüreğini kapkara kesiyordu. Savaş çoktan kaybedilmişti belki de. Ama Bulsabr, bütün bu kötülüğün üstesinden gelebileceğine inanıyordu. Nasıl ve ne yapacağını bilmiyordu. Ama inanıyordu.

İnanmak… İnsanoğlu her ne zaman bilgiye erişmede zorluk çekse, ya da bu konuda tembellik etse, düşünmekten ve üretmekten daha kolay olan, inanmayı yeğlemiş; yüzyıllar boyunca, bilememenin çaresizliği karşısında inanmak gibi bir yanılsamaya sarılmıştır. Umutsuzluğun zihnimizi kaplayıp bedenimizi hiçbir eylem yapamayacak kadar kangren ettiği o an, inanmak; kendi irademiz dışında ve üstünde yüce, her şeye muktedir bir güçten medet ummak; asırlardır sığındığımız bir siper haline geldi. Ama savaş devam ediyor.

Âdemoğlunun siperin ardında kendini kandırması savaşı bitirmiyor. Yaşama dair girilen her mücadelenin sorumluluğunu yüklenmedikçe, insanlığın kendisinden daha akıllı ve daha gelişmiş başka yaşam biçimlerinin kölesi olması kaçınılmaz. Yegâne akıllı varlığın insan olduğu bir evrende bile algı kapılarını kapatıp…


Offf… Ne yapıyorum ben! Böylesine yüklü bahislerden açarak okuyucumu kaçırmaya mı çalışıyorum… Ziyadesiyle hodbin olduğumu itiraf etmeliyim: Yazarken, içimin attığı, sürekli hakkında karalamak istediğim mevzulara kayıyor gönlüm. E canım bu tür mevzuları da düşünmeli muasır kariler; her daim yükte ağır (son romanlara bakıyorum da her biri dört yüz suhuftan aşağı değil) pahada hafif (muhteviyat ise yerlerde sürünüyor, püf desen uçuyor) kitaplarla mı değerli ömürlerini geçirecekler?

Sanat deyince ortaya fırlatılan, yıllarca tartışılagelen “Sanat halka mı hizmet etmeli yahut kendisine mi?” meselesi geldi şimdi aklıma: Sürekli halkın istediğini yerine getirmek, sanatın gelişmesine, en güzele ermesine mâni olabilir. Böyle bir düşünce halkı peşinen aptal ve estetik yoksunu saymak anlamına geliyor belki; ama “halk” dediğimizde sanat üretme kaygısı gütmeyen insanları kastediyorsak, ‘yeni’yi bilmeyen bu çoğunluğun ‘eski’nin yeniden üretilmesini talep etmesi pek tabii. İşte sanatkârın vazifesi de burada zuhur ediyor: Halk için, halka; daha güzelini, daha iyisini, her zaman yeninin peşinden koşarak sunmak. Halk da bilinçlenip daha iyisini istemeye istekli olursa, aşk olsun bizi durdurabilene. Fakat pek yazık ki on-on beş senedir böyle bir bilinçlenme girmedi nazarıma. Eh böyle kaygılar içindeyken çok satan bir konuda yazıyor olmam koca bir tenakuz ama ne yapalım hayat…

5. Gün 13. Sayfa

“Kapı” demişti babası.
“Her şeyin bitime erdiği, ölümün işini herkesten iyi yaptığı, yaşamın yalnızca kendini düşündüğü o gün, bir kapı açılacak.”

“Ne olacak o kapının ardında baba?”

“Bilmiyorum oğlum… Ama kötü olan her şeyi yok edecek”

“O halde her zaman güvende olacağız, değil mi baba?”

“Hayır oğlum, çünkü biz, insanlar,“o gün”ün gelip gelmediğine karar vermeye muktedir değiliz; ancak tüm çareler tükenirse açılır kapı, yapabileceğimiz her şeyi yaptığımız ama yok oluşumuzu engellemenin hiçbir çaresini bulamadığımız an.”

“Anladım baba. Umarım buna gerek kalmaz.”

“Umarım…”


Çok garip! Yine mi kapı? Daha farklı bir deus ex machina kullanmayı düşünüyordum ama birden bire, daha evvel küçük şimşekler halinde beliren o “kapı” imgesi zihnimi tamamıyla işgal etti. Böyle şeyler oluveriyor zaman zaman: Bir tuluat sanatçısı gibi, aklıma geliverenin peşinden koşuyorum. Lakin şimdi usuma bu illet “kapı”dan başka şey gelmiyor; yarın devam edeyim…

6. Gün 13. Sayfa

Bedeni kanlar içinde, Meyla dışında sevdiği herkesi kaybetmiş biçare bir insan olduğu halde, babasının söyledikleri içini ümitle dolduruyordu. Bu ümit sayesinde savaşıyor, bu ümitle acıya, açlığa, yalnızlığa, çaresizliğe göğüs geriyordu.

Derin bir nefes aldı ve koşmaya devam etti. Var gücüyle koşuyordu. Peşinden gelenleri düşündükçe daha da körüklüyordu göğsündeki ateşi. Daha hızlı koştu. Koştu. Kapı. Koştu. Koştu. Görmesi gereken bir şey gördü. Yavaşladı. Her yanı saran virane evlerden birine girdi; koskoca bir delikten mutfağa geçti. Bekledi. Kokuyu duydu. Kemerine sıkıştırmış olduğu kan revan bıçağı yavaşça yerinden çekti. Yirmi üç tane. Bu çelik mutfak bıçağıyla öldürdüğü yaratık sayısını düşündü. İyiydi. Bu dünyada iyi olan bir şey kaldıysa. Koku arttı.
Geliyorlardı. Üç tane. Bıçağı sıkıca kavradı. Heyecanını bastırmaya, sessiz nefes almaya çabaladı. Dikkatlice delikten dışarıya baktı. İkişer metre arayla ardı ardına dizilmişlerdi: Beraber ölmeyecek kadar uzak, birbirlerini kollayabilecek kadar yakın. İlkini öldürmeyi başarsa bile diğer ikisi anında Bulsabr’ın bütün organlarını parçalardı. Tek çare onları birbirinden uzaklaştırmak ve teker teker öldürmekti. Düşündü. Ordudayken yaptıklarını düşündü; kendi ırkından olanları, şu an yanı başında olsalar gözyaşları içinde sımsıkı sarılacağı türdeşlerini nasıl öldürdüğünü hatırlamaya çalıştı.


İşte bir yazarın yaşadığı en büyük engellerden biri: Yazdığı kurguyu besleyecek tatbik bilgisine sahip olmaması. Ne yapacağım şimdi? Öldürücü hamlelere dair en ufak bir malumatım yok. Bir bıçakla nasıl öldürülür bilmiyorum. Böyle bir bilgi edinmek zorunda mıyım, bu konuda da tenakuz içindeyim aslında. Batılı gözde yazarların yaptığı gibi aylar, yıllarca araştırma yapmak, anlatılacak yerleri dolaşmak, yazılacak eylemleri bizzat yaşamaya çalışmak taraftarı değilim. Bu tür bir anlayış, edebiyatı bir sanattan çok zanaata çeviriyor. Ortada belli bir emeğin olduğu su götürmez ama bence yazar olmanın gereklerinden biri ve belki en mühimi, hayal gücünü kullanarak edebiyat üretmektir.

Sanat var olanı taklit etmekle meydana gelmez. Bir göl resmi, gölün kendisinden daha gerçekçi ve güzel olamaz. Sanat eserinin iyileştirici ve güzelleştirici etkisi; sanat eserini tüketen bireye kendisinin daha evvel tecrübe etmediği hisleri yaşatmak, usuna değmeyen fikirleri fark ettirmek ve böylece onu daha farklı bir bilinç düzeyine taşımakla gerçekleşir. Alelade yaşamımızın zihnimize uyguladığı uyuşturucu etmenlerden uzak kalmakla, vermeye alıştırıldığımız tepkilerden azade olmakla insan olmanın gereklerini tamı tamına yerine getirebiliriz.

6. Gün 17. Sayfa

… baktığında anladı. Bulsabr Meyla’yı çok seviyordu. Bu sevgi üç gün içinde belirmiş, serpilmiş ve kalbinin her yanını sarmıştı. Dünyanın içinde bulunduğu bu hazin durum; onların yaşama dair, geçmişe ve geleceğe dair tüm beyhude kaygılarını yok edip aşkı gizleyen ve engelleyen tüm hisleri, tüm bedensel arzuları gereksiz kılmıştı. Geriye de bütün güzelliği ve saflığıyla katışıksız yekpare bir aşk kalmıştı. Meyla’nın tan kızıllığının ilham aldığı saçları, birbirinden başka eşi olmayan zümrüt yeşili gözleri, kelimeleri mutlu eden tatlı dudakları, şirin bir burnu ve kıpır kıpır bir çenesi vardı.

Bedeni, doğanın kendini sınayışının somut haliydi sanki. Bulsabr onu gördüğü, ona dokunduğu her an, olmayan bir dünyanın olmayan mutluluğuna sürükleniyordu. Keşke bu büyük aşkı güzel bir dünyada yaşayabilseydi, keşke ona duyduğu bu eşsiz sevdayı sevdiği insanlarla paylaşabilseydi. Şehrin her yanını saran o iğrenç ve kötücül varlıkların arasında, önünde sonunda gerçekleşecek korkunç bir ölümü beklerken…


Yazarken, sürekli, olmayanı var etmeye, yaratmaya, canlı kılmaya çalışmama rağmen; aynı çabayı aşk konusunda idame edemiyorum. Okuyucuyu kandırıyor olmanın yarattığı bir rahatsızlık değil bu elbet; aşkın o büyülü ve mahrem alanına girmekle ilgili.
Aşk kendi başına öyle güzel ki hakkında yazarak onu kirlenmiş zihnimin dar ve yontulmuş kalıplarına sokmak, metalaştırmak istemiyorum; bu bana utanç veriyor. Asrımız insanının algılarının cezbedildiği her alanda, özellikle bu cezbetme işinin şeytani boyutlara ulaştığı medya vasıtasıyla bize cebren kabul ettirilen o suni dünyada, sürekli aşkın ne olduğu ve ne olması gerektiğine dair kati hükümler getiriliyor; yüzlerce yıllık hislerimizden şüphe duymamız ve imtina etmemiz sağlanıyor. Ne için? Daha fazla tüketim, daha fazla para için…

7. Gün 21. Sayfa

Bugün içimde garip bir his var, daha fazla yazamayacağımı hissediyorum. Yaklaşık on sayfa sonra bitirmeyi düşünüyordum, hikâyenin seyri bunu istiyordu; ama artık yazmak istemiyorum. Birçok mevzunun ucu açık kaldı; açıklamadan bıraktığım çok şey var ama elimden bir şey gelmiyor, yazamıyorum. Bulsabr’ı ve Meyla’yı öldüreceğim.

… yerdeydi, alnından akan kanlar gözlerine doluyordu. Bacakları ve kolları kırılmış, sağ elinin üç parmağı kopmuştu. Nefes almaya çalıştığı her seferde, bağırsakları karnındaki büyük yarıktan dışarı çıkıyordu. Burnu kemik parçalarıyla doluydu; ağzının içi kanla sıvanmıştı. Yüzünde ve bedeninde ölümcül kesikler vardı. Bacak kasları seğiriyordu. Bedeni yeryüzündeki tüm acıların sığınağı haline gelmişti sanki: Her hareket ve hatta her düşünce dayanılmaz bir acıya eşlik ediyordu. Her ne kadar kendinden geçmek istese de bilinci acıya alışmasına izin vermiyor, bedenin ruhu bırakmasına engel oluyordu. Kalp atışlarının durmasını diledi, kanı her pompalandığında damarlarının yandığını duyuyordu.
Acıyordu.
Her şey acıyordu.
Var olan acılara yenilerini katmayı göze alarak başını sola çevirdi; Meyla’yı görmek istiyordu. Gördü. İlk duyduğu his rahatlamaydı çünkü Meyla ölmüştü, acı çekmiyordu.
Sol bacağı yerinde yoktu, saçları koparılmıştı ama acı çekmiyordu. Bulsabr o an onu çok seviyordu. O an onu sevmek, onun için üzülmekten daha az acı veriyordu. O an onu sevmek, yapmak istediği tek şeydi. Onu sevmek güzeldi, iyiydi. İyiydi. İyi.
Bulsabr mutluydu. Ölüme dalıyordu.

Birden tüm bunların beyhude oluşuna dair bir düşünce olanla acısıyla beynini kavurdu.
Bulsabr, mutlu değildi. Bu haksızlıktı. İçinde tüm yaşadıklarını anlamsız kılan, pürüzsüz bir hüzün belirdi. Ağladı. Gözyaşları; gözlerini, gözkapaklarını, kirpiklerini, yanaklarını yaktı.
Biriktirebildiği son nefesiyle nefretini, inkârını, hüznünü, acısını, kinini, yalnızlığını haykırdı:
“Tanrım! Tanrım! Beni neden terk ettin!”


İşte bitti. Nihayet. Daha önce hiç bu kadar sancılı bir yazma tecrübesi yaşamamıştım. Belki kitaptaki diğer hikâyelere nazaran daha başarısız bir hikâye oldu; ama içimde bunu çabucak bitirmezsem bir daha hiçbir şey yazamayacağıma, yaratamayacağıma, üretemeyeceğime dair bir endişe zuhur etmişti. Şimdi daha huzurluyum ve enikonu iyi bir son yazdığım için bahtiyarım.

7. Gün 21. Sayfa

Ama Kapı ne olacak? Yine aynı şey oluyor, bundan kurtulamayacak mıyım? Aklımdan bir türlü çıkmıyor. Kapı. Kapı. Kapı. Neler oluyor bana, aklımı mı kaçırıyorum? Yazmalıyım, evet, yazmalıyım. Bundan başka türlü kurtulamam, zihnimde Kapı’ya dair her ne varsa kâğıda kusmalıyım. Yazmalıyım.

Kapı’yı gördüğü an, her şeyi anladı. Bu kavrayış anı, hiçbir çağrışımın veya çıkarımın sonucu değildi; böyle olması gerekiyordu. Aslında gereklilik yoktu. Zorunluluk, coşku, endişe, korku, ümit yoktu. Burası, insana ait zaman ve mekânın ötesinde bir yerdi artık. Var olan her şey, tek bir şeye dönüşüyordu: Kapı’ya. Kapı hep vardı, her şey O’nun sonucuydu.. Bulsabr’ın bildiği tüm hisler; alıştığı, sığındığı tüm düşünceler; bilincinin yüzeyinde ve altında biriken tüm anılar Kapı’yla ilgiliydi. Annesinin saçları, en sevdiği yemek, aşk, ekşilik, ağaçların hışırtısı, göbek kordonunun kesildiği an, korku, duyduğu ilk şarkı, son şarkı, tüm şarkılar, burnunun görüntüsü, babasının ayakkabıları, Ay, kâğıt, kalbinin sesi, mavi, kuşlar, acı, hapşırmak, ışık, toprağın kokusu, toprak, kuruluk, oturmak, “merhaba”, tırnakları, sesi, sesler, rüyalar, su, ölüm, her şey O’nunla ilgiliydi. Her şey O’ydu. Kapı varoluşun ta kendisiydi.

Bulsabr, tanrısal bir bilinçlilik düzeyiyle ayağa kalktı, aynı anda milyarlarca şeye benzeyen ve milyarlarca şey hissettiren kapıya doğru yürüdü. Ve diğer tarafa
geçti.
Artık zaman ve yer vardı: Buradaydı, şimdiydi.
Anladı.
Bunun için yaratılmıştı.
Burada, şimdi, daha önce görmediği ama kendisinden daha iyi tanıdığını bildiği birini gördü.
Aklına akın eden yüzlerce soruya rağmen söylenebilecek en aptalca fakat en doğal sözü söyledi:
“Merhaba” dedi.

“Merhaba” dedim.

48
Başka Kurgular / Kediler Güzel Uyanır - Yekta Kopan
« : 04 Eylül 2013, 15:13:37 »

Daha evvel hiç Yekta Kopan okumamıştım, Fiddler'ın (nam-ı diğer A. Orçun Can) kısa film yaptığı öyküyü çok merak ettiğim için okumaya karar verdim (Filmle ilgili bilgi için: http://www.kayiprihtim.org/portal/2012/05/04/orcun-candan-fil-mezarligi/).
Güzel bir öykü kitabı okuduğumu söylemeliyim. Ayfer Tunç-Murat Gülsoy-Yekta Kopan üçlüsünün edebi bakışının sıkıcı olacağını düşünürdüm hep ama kesinlikle öyle değiller (en azından ikisini okuduğum için söyleyebilirim, a yok bir Murat Gülsoy öyküsü okumuştum ben, üç yazara da yakından olmasa da baktım diyebilirim).
Kitaptaki öyküleri üç başlıkta toplayabiliriz ve zaten yazar bunu yapmış:
1. Bulutlar Konuşurken
2. Düşmüş Bir Harf
3. Yarın Sabah Öp Beni

İlk kısımda hikaye ağırlıklı olmayan, daha çok anlatıya yaklaşan, dili önemseyen bir biçim var. Buradaki öykülerin sıradan öykü düzenine uymadığını söyleyebilirim. Bir baş-son, yükselme-çözülme beklememeli okuyucu.

İkinci kısımda daha deneysel öyküler yer alıyor: Bir öyküdeki tüm sözcükler aynı harf ile başlayabiliyor örneğin. Bu kısımdaki en sevdiğim öykü Matruşka idi: Kısa bir yazı okuyorsunuz, bir hitap belki de. Sonra o metindeki bazı sözcükler çıkıyor sonraki sayfada ve yeni bir metin doğuyor, bu böyle sürüyor. Harika bir fikir.

Üçüncü kısımdaki metinler geleneksel öyküye daha yakın, o yüzden geleneksel okuyucuyu daha çok tatmin edebilir. Ayrıntılarla zenginleşen bir anlatım hakim. Kimi öyküler içe dokunuyor.

Tek tek öykülerden bahsedeceksek: Dikkatimi çekenler söyleyeyim:

Diyet: Kısacık ve duygu yüklü. Ayrılığın yüküne dair. Çok etkileyici.

Beş Duyu: Bir cümle: “…ya da hala nefes alıp veriyor olmalarının ürkek omzunu başka bir duvara yaslıyor.” (s. 35)

Pazar Günü: Pazar günü evde sıkılan bir çocuğu anlatır. Sonuna doğru iyice olağandışı bir hal alan öykü beni çok etkiledi. Öykünün sonuna doğru çocuk damarlarını açıp kanının akışını izlemektedir. Belki de her şey çocuğun zihninde oluyordur. Kim bilir.

Tensikat: İşten atılıp atılmayacağını, parkelerin birleşme çizgilerine basmadan apartman kapısından yola kadar olan mesafeyi yedi adımda atmasına bağlayan bir adamdan bahseder bu öykü. Çok ilginçti. Her şeyden öykü çıkabileceğini gösterdi bana.

Fil Mezarlığı: Çok naif, etkileyici bir öykü. Ayrıntılar, gerçekliği ve samimiyeti arttırıyor. İkinci tekil şahıs anlatım, öykünün duygusunu yükseltiyor.
Bir cümle: “Seni dinledim. Eve ezberlettiğin sesleri. Kapıyı kilitleyişin, dişini fırçalayışın, yatak örtüsünü açışın, yastığını kabartışın…” (s. 81)

Hanımefendi: Bir cümle: “Zamansız gölge, bir iğne oyasının kendiliğinden şiirli motiflerini yayıyor kahve fincanlarının arasına.” (s. 90)

Perde 2, Sahne 4: İki kadın parkta sohbet ediyorlar, birinin oğlundan bahsediyorlar. Ama sohbet sırasındaki tavırları, sanki onlar bir sahnedeymiş ve oyuncularmış gibi anlatılıyor. Bir tiyatro sahnesi. İlginç bir okuma deneyimi yaşatıyor. Muhtemelen benim farkedemediğim bir alt-metni de vardır.
Bir cümle: “Sahne bitiyor. Parkın görünmez kadife perdesi iki kadının üstüne kapanırken göğün yedi kat yukarısından alkış sesleri duyuluyor.” (s. 97)

Muasır Medeniyetler Mertebesi: Bir cümle: “İnsan en kolay kendinden utanıyor. O yüzden sevmem aynaları.” (s. 110)







49
Kurgu İskelesi / Yedi Eşli Kumap
« : 10 Ağustos 2013, 23:43:11 »

Size, yaşadığınız dünyaya yaraşır bir masal anlatacağım.
Beni çok iyi dinleyeceksiniz çünkü bir gün gelecek bu anlattığım masalın hayaliyle mutlu olmayı hatırlayacaksınız.


Bir zaman sonra, yeryüzünün unutulmuş bir köşesinde, kimsenin bilmediği, bilse de unutmak istediği kara bir diyar var olacak. Hükümdarı Kara Kral olan Karadiyar’ın bir de prensi olacak: Prens Kumap. Bu prens, halkını öyle büyük bir zulümle yönetecek ki halkın kötülüğe alışıp onu sevmesine bile izin vermeyecek.
Karadiyar’ın tüm ışığı sönünce Prens, Kara Kral’ın hükümdarlığını tüm dünyaya yaymak isteyecek; lakin böyle bir kudrete erişmesi için yerin altından, ta derinlerden karanlığın sırlarını toplaya toplaya uzun bir yol kat etmesi ve sonunda yerin yedi kat altına inerek siyahın özü Amle’yi bulup yemesi gerekecek. Bu ölüm karası yemişe erişebilmesi içinse yerin katlarını koruması için görevlendirilmiş yedi dev Ecüc’le çiftleşmesi ve onları kendine eş etmesi gerekecek.

Kötülüğün ve karanlığın evrene hâkim olmaması için Amle’yi koruyan Ecüc’ler, binyıllar boyunca bu kutsal görevle onurlandırılsalar da ışıktan ve birbirlerinden bu kadar uzak olmaları onların kalbinde karanlığın kardeşi yalnızlığın doğmasına sebep olacak.
Her canlının en zayıf yanı olan yalnızlıktan vuracak Prens Kumap onları.
Dev Ecüc’lere sevgi göstermek, daha önce sevgiyi hiç bilmemiş olan Kumap için her şeyden zor olacak ama buna katlanması gerektiğini bilecek.

Yedi yüzyıl sürecek olan bu seyahat sırasında Karadiyar aydınlanıp güzelleşecek, ışıktan doğan tüm renkler her yanı saracak. Kara Kral da içine çekilip oğlunun gelmesini bekleyecek. Sonsuz karanlığa erişmesi için bu küçük aydınlığa izin vermesi onu hiç üzmeyecek, her şeyin bir bedeli olduğunu bilecek.

Bu, yaşamın görüp göreceği son huzurlu yüzyıllar boyunca dünyanın kuzey tepesinde Kral Karbeyaz önderliğinde bir ülke doğup büyüyecek: Akdiyar.
Akdiyar yeryüzünün en aydınlık yeri olacak, yılın yarısında Gün hiç batmayacak, diğer yarısında ise aydınlığın onuru, milyonlarca ışıkla kutsanacak. Kral Karbeyaz’ın içi öyle duru, öyle nur dolu olacak ki bu güzelliğin tüm dünyada da var olmasını arzulayacak ve her gün Nurözlü Ölümdeğmez Kâhin Anya’ya soracak:
“Anya, akyüzlü güzel Anya, söyle bana, huzura muhtaç bir yer var mı dünyada?”

Ve Kral, okuyacak cevabı Anya’nın su damlası gözlerinden:
“İçiniz refah olsun Kralım, yeryüzünde hiçbir kuş acıya yakmıyor ağıdını ve hiçbir şair, gözyaşıyla ıslatmıyor kâğıdını.”

Böylece geçecek yüzyıllar, Akdiyar’a hizmet eden her Kral Karbeyaz, kendisine bırakılan mirası katlayacak; kalpler birbirine mutluluk, refah ve aydınlıkla perçinlenecek.

Yerin yüzeyi böyleyken altında Prens Kumap dört yüz yıl boyunca uğraşacak ve yerin ilk katına ulaşacak. Burada yaşayan ve kalbi yalnızlıkla narinleşen ilk Ecüc’le karşılaştığında, Prens Kumap ona bembeyaz bir kurdele sunup şimdiye kadar hiç çekmediği büyüklükte acıları göze alarak güzel sözler söyleyecek:
“Güzelliğinizi söndüren bu zindanda binyıllar kalmış olmanızı saygıyla karşılıyorum. Bu mukaddes göreve gösterdiğiniz sadakati tadabilmek arzusuyla size eşim olmanız için yalvarıyorum.
Elimdeki bu ak kurdeleyi, hasret kaldığınız aydınlığın ve sizi bu kara yalnızlıktan kurtaracak bir izdivacın nişanı olarak kabul edin.“

Yalan koktuğunu bilse de koca yüreğini bir anda huzur ve neşeyle dolduran bu sözlerin güzelliği karşısında bir kat daha kırılganlaşacak olan Ecüc, eğilip Ak Kurdele’yi alacak ve boynuna takacak. Çünkü her canlı, sevilmek ve kabullenilmek için yalanlara katlanır. Taktığı anda kurdele Ecüc’ün boynunu sıkmaya başlayacak, Prens Kumap acıyla yere yığılan Ecüc’le çiftleşecek ve kötülüğün tohumlarını onun rahmine serpecek. Ecüc Kumap’a eş olunca, kalbi de Kumap’ın kalbine eş olup kapkara kesilecek. Zorla karısı yaptığı dev Ecüc’ün gücüyle Kumap yerin ikinci katına daha çabuk ulaşacak.

İki yüz yıl sonra ikinci kata erişmeyi başaracak olan Kumap, Ecüc karısını kullanarak ikinci Ecüc’ü kandıracak, çünkü bir kez daha sevgi gösterecek ne tahammülü ne de gücü kalacak.
Ecüc, ikinci katın koruyucusu olan kardeşine sahte mi sahte sözler söyleyecek:
“Güzel kardeşim, ben geldim bak yanına, yalnızlığın sona erdi artık ve bu zor görev de bitti. Binyıllardır özlemini duyduğun yeryüzüne ve aydınlığa kavuşacaksın. Bak! İşte bu Ak Prens, bize bu kutlu haberi vermeye geldi, sana da bir hediye getirmiş, karanlığın soldurduğu saçlarını apak yapacak bembeyaz bir tarak. Al tara saçlarını ve layık olduğun mutluluk aksın içine.”

Yalan olduğunu bilse de dev yüreğini şeffaf bir mutlulukla dolduran bu hoş sözlerin verdiği güven sayesinde Ecüc, bir kat daha hassaslaşacak; ak tarağı alıp okyanus boyu saçlarını taramaya başlayacak. Çünkü her canlı, sevilmek ve güven duymak için yalanlara katlanır. İlk darbeyle birlikte saçlar kendi iradelerini bulacaklar ve devin tüm bedenini saracaklar. Kumap yerde çaresizce yatan devin rahmine kapkara tohumlar serpecek ve böylece ikinci eşine sahip olacak.

Prens Kumap iki sadık Ecüc’le devam ettiği bu habis yolculuğu sırasında eşlerine eş, gücüne güç katacak ve yüzyıl içinde geri kalan beş Ecüc’e de koca olacak.

Prens Kumap, dünyanın merkezi, siyahın özü Amle’ye ulaştığında nefretinin ve kötülüğünün coşkusu, huzuryırtıcı bir kahkahayla yeryüzüne değin çınlayacak.
Amle, Kumap’ın boğazından inip özüne ulaştığı an güç, bir daha el değiştirmemek üzere kötüye geçecek.

Yedi güzel yüzyılın sonunda, hasret ve nefretle beklediği o günün geldiğini hisseden Kara Kral, içine derin bir ışık çekip uykusundan uyanacak; bir yanardağ ağzına tüneyip oğlunu ve özlediği karanlığı bekleyecek.
Prens Kumap kalbine zincirli yedi dev gebe Ecüc’le yerin yüzüne çıktığında beyaz gökyüzü, prensin babasını bile ölüme sürükleyecek bir gücün azametiyle titreyecek.
Kumap, içinde olgunlaşan Amle’yi yeni doğan yedi erkek Ecüc’ün ağzına kusacak ve o an Sonsuz Üreyiş Efsanesi gerçekleşmeye başlayacak:
Her yeni doğan erkek Ecüc anasıyla çiftleşecek, her birleşmeden yedi Ecüc doğacak, doğacak olan Ecüc’ler de analarıyla çiftleşecek ve yine her birleşmeden yedi Ecüc doğacak. Yavrulardan yavrular, onlardan da onlar olacak; bu sonsuza dek sürüp gidecek. Ecüc’lerin savaşması gerekmeyecek, var olmaları yetecek.

Bilirsiniz, güzel olan her şey kısa sürer ya da bize öyle gelir.
İşte bu yüzden, Üreyiş’in başladığı gün Kral 7. Karbeyaz, her şeyden habersiz saf yüreğiyle Kâhin’in yanına gidip sadece ananeye uymak adına soracak o Diyar Tarihi kadar kıdemli soruyu:
“Anya, akyüzlü güzel Anya, söyle bana, huzura muhtaç bir yer var mı dünyada?”

İşte o an, Anya’nın gözlerindeki iki su damlası düşecek, geriye umutsuz, karanlık sözler bırakarak:
“Ah! Ne yana baksam, kapkara bir acının izlerinin biriktiğini görüyorum Ak Kralım. Her kula keşke doğmasaydım dedirtecek denli korkunç bir zulüm saracak dünyayı. Yedi yüzyıl, yedi kat dipte, yedi cellâdın nefesiyle biriken bir husumet geliyor, her güzelliği kendine benzetmeye.”

Her şeyi bilen ve bu yüzden sonsuz bir acıyla inleyen Anya’nın gözleri doğruyu söyleyecek.

Kral Karbeyaz hiçbir şeyin çare olmadığını bileceği için ağlayıp sızlamayacak, yenileceğini bildiği bir savaşa girerek barışla yıkanmış ruhunu kirletmeyecek. Dünyaya yakışmayan bir mutluluğu yedi yüz yıl sürdürebildikleri için atalarını saygıyla anıp tevazu dolu bir kabullenmişlikle son kez bakacak aydınlık gökyüzüne.
Sonra diyarında nurla yapılmamış tek nesne olan Kara Hançeri göğsüne saplayıp, kankarası bir karanlığın ülkesini ve tüm evreni sarmasına boyun eğecek.

Bu masal da burada bitecek; güzel değil ama olması gerektiği gibi.

50
Liman Kütüphanesi / Hayvan Yemek - Jonathan Safran Foer
« : 31 Temmuz 2013, 01:01:25 »


Hayvan Yemek - Jonathan Safran Foer
Çeviren: Garo Kargıcı

Ünlü kurgu yazarı Jonathan Safran Foer, bu sefer hayli acıtıcı bir gerçek üzerine yazıyor: Hayvan yemek. Bu eylem çoğumuz için çok doğal; yüzyıllar boyu, bunu hayatımızın bir parçası haline getirene kadar hayvanları öldürüp yedik çünkü, hala da yiyoruz. Foer, bu edime dair hislerimizi, hayvanların hislerini, bu edimin doğanın dengesine etkisini ve en çok da ticari yanını temel alarak hayvan yememize çok geniş bir açıdan bakıyor. Bunu yaparken çok ciddi araştırmalar sonucu edindiği verilere, işin içindeki insanların söylediklerine, kendi çıkarım ve hislerine başvuruyor. Kitaplarında fiziksel oyunlara yer veren Foer, bu kitapta da bölüm başlıklarını farklı puntolarla ve ilginç biçimlerde yazıyor: Örneğin Tesir / Suskunluk bölümünde 8 sayfa boyunca yan yana Tesir / Suskunluk yazıyor ve bu yazıdaki harflerin sayısı bir Amerikalı’nın hayatı boyunca yediği hayvan sayısına denk.
Kitabı bölüm bölüm tanıtmak sanırım daha açıklayıcı olacaktır:

Bölüm 1: Öyküler Anlatmak:
Foer, bu bölümde yeme alışkanlıklarımızın sadece karın doyurmaktan ibaret olmadığını, bunun ailemizle bir öykü oluştururken, bir geçmiş inşa ederken kullandığımız en temel anılar olduğunu ortaya koyuyor.

Bölüm 2: Ya Hep ya Hiç ya da Başka Bir Şey:
Bu bölümde Foer, hayvan yemeye dair sivri uçlarda olmak yerine meseleye ciddi bir bakış getirmenin daha faydalı olduğunu söylüyor. Çünkü hayvan yemeye dair tercihler –ister yiyin, ister yemeyin– endüstriyel hayvan üretimini insafsız boyutlara getirmeye yetiyor. Foer, meseleyi et yiyenler, et yemeyenler savaşından ziyade daha büyük ve ciddi bir alanda tartışmamız gerektiğini savunuyor: Endüstriyel hayvancılık.

Bölüm 3: Sözcükler / Anlam:
Bu bölüm; hayvan yemeye dair zihnimizde tam olarak şekillenmeyen, bilmediğimiz, bilmekten kaçındığımız sözcükler ve bunların anlamlarına eğiliyor. Bir sözlük donukluğunda değil tabi. Foer, anlatmak istediklerini sözcüklerden yola çıkarak anlatıyor sadece. Sözcüklerin bazıları: Acı, antroposantrizm, bitik, broyler tavukları, çaresizlik, duyarlılık, hayvan, içgüdü, insan, kfc, peta, taze, zeka, zulüm.

Bölüm 4: Saklambaç:
Kapalı kapılar ardında yapılan zulümden bahsedilen bu bölümde, çoğunlukla, sınai besicilik ve bu sektörün taraflarının ifadeleriyle geleneksel besicilik ve bu işle uğraşanların ifadeleri yer alıyor.

Bölüm 5: Tesir / Suskunluk:
Bu bölümde endüstriyel hayvancılığın, diğer adıyla sınai besiciliğin dolaylı gibi görünen büyük tesirlerinden bahsediliyor: Küresel ısınma, salgın hastalıklar, ilaçların etkilerinin kaybolması, kirlilik vs.
Foer, sınai besiciliğin dünya çapında büyük bir salgına sebebiyet vereceğini kanıtlarıyla ortaya koyuyor.

Bölüm 6: Cennetten Dilimler / Boktan parçalar:
Bu bölümde sınai besiciliğe rağmen ayakta kalmaya çabalayan geleneksel çiftliklerden ve sınai besicilik yüzünden büyük bir sorun haline gelen hayvan dışkılarının nereye gittiğinden bahsediliyor. Ayrıca Foer, bu bölümde hayvanlara yapılan zulmü ayrıntılarıyla aktarıyor.

Bölüm 7: Ben yaparım:
Bu bölümde vejetaryen veya vegan olmalarına rağmen, hayvanların kesilmeden önce refah içinde yaşamaları ve kesim sırasında çok az acı çekmeleri için mücadeleler veren insanların ifadeleri yer alıyor. Bunun yanında, besicilik yapmalarına rağmen hayvanları öldürmekten rahatsız olan besicilerin de ifadeleri mevcut. Bölümün sonunda tüm insanlığın bu zulmü durdurmak için neler yapması gerektiğine dair savlar var.

Bölüm 8: Öyküler Anlatmak:
Bu son bölümde, ilk bölümde bahsedilen ve bizi biz yapan geçmişimizin bir parçası olan yeme alışkanlıklarımızı tamamen değiştirebileceğimizi ve böylece yeni ve daha güzel öyküler anlatabileceğimizi söylüyor Foer. Başlangıçtaki gibi hislerimizi vuran güzel bir son bu.

Kitapta işaretlediğim o kadar çok yer var ki buraya aktarmak çok uzun sürecek ama onu da yakın zamanda yapacağım.
Çevirmenin hakkını mutlaka vermemiz gerekiyor: Garo Kargıcı harika bir Türkçe’yle ve müthiş terim karşılıklarıyla bu güzel kitabın çevirisinin hakkını vermiş, zihni dert görmesin.
Mutlaka okumanız gerekiyor bu kitabı, çok güzel yazılmış, büyük bir merakla okunuyor; sıkıcı değil, şaşırtıcı ve sarsıcı. Hayatınızı topyekun değiştirmese de bir kıvılcım yaratacağına eminim.

51
Başka Kurgular / Silah Tüccarı - Hugh Laurie
« : 28 Temmuz 2013, 17:02:26 »

Silah Tüccarı - Hugh Laurie
Çevirmen: Övgü İçten

"House" dizisinin baş rol oyuncusu, "House"u "House" yapan o karizmatik oyuncu Hugh Laurie'nin ilk ve şimdilik tek kitabı Silah Tüccarı. Nicedir merak ediyordum, şimdilerde fırsat buldum okumaya ve son sayfasına dek, heyecanla ve yüzümde kocaman bir gülümsemeyle okudum. Çok komik ve edebi açıdan bir polisiyeye göre çok yetkin.
Eski asker, dürüst tetikçi Thomas Lang, az çok geçinebileceği küçük bir iş bulmaya çabalarken kendisini cinayetlerin, büyük paraların, kirli devlet görevlilerinin, büyük silahların ve güzel kadınların arasında bulur. Onu kat kat aşan devasa işlerin içinden ve onu böcek gibi ezebilecek büyük ve tehlikeli adamların arasından sıyrılabilmesi için zekasına, tecrübesine ve yeteneklerine güveniyor. Bir de hayatına pat diye düşüveren kadınlar var ki bu da Thomas'ın dertlerinin bir kısmı. Onlar olmasa belki de kimse ona bir şey yaptıramaz; ama her dürüst ve merhametli erkek gibi kadınlar yüzünden eli kolu bağlı.
İyi bir kitap okuyacağınıza garanti veriyorum. Çok iyi bir çeviri okuyacağınıza garanti veriyorum: Övgü İçten'e en içten övgülerimi [biliyorum, ama yapmak zorundaydım (güler)] sunuyorum.
Zihni dert bulmasın harika bir çeviri yapmış.

Çevirinin niteliğine küçük bir kanıt:

Özgün metin:
"The other passers-by were almost certainly hearing ‘Reeded In Silly Shut Up’, but I hardly had to glance at the poster to know that he meant ‘Three Dead In City Shoot-Up.’ I bought a copy and read as I walked."

Çeviri:
"Yoldan geçenler büyük ihtimalle 'Şehriyenin Çatısı Göçürüldü' diye anlıyorlardı, ama ben gazetenin ana sayfasına baktığımda başlığın 'Şehir Çatışmasında Üç Ölü' olduğunu gördüm." (s. 164)

Yukarıdaki örnek, iyi bir çevirmenin bir kelime oyununun altından nasıl kalktığını gösteriyor.

Bir kaç tadımlık:

"... hiç kimse kiralık katil değildir, ta ki bir kiralık katile dönüşene kadar." (s. 67)

"Solomon durdu, kelimelerini tartıyordu ve muhtemelen bir kısmını olabildiğince ağır buluyordu." (s. 70)

"... üzerindeki üniforma o kadar yeniydi ki, ayak bileklerin çömelmiş, hala pantolonunun paçalarını dikmekte olan birini görmeyi bekledim." (s. 146)

"Zorunluluk kendini kandırmanın anasıdır." (s. 166)

"- övünmek gibi olmasın ama Amerikan aksanını epey iyi taklit ederim." (s. 168) (Hugh Laurie'yi tanıyanlar buradaki şakayı anlayacaklardır.)

"Bunlar aynı zamanda Mehmet Ali Ağca'nın da eline silah veren adamlar." (s. 236) (Bu kısım ilginç gelmişti bana.)

"Bu durum kaldırmaya mecbur olduğunuzu bildiğiniz kocaman, beton bir topa benziyordu. Her yanına bakıp tutacak bir yer ararsınız, ama yoktur." (s. 243)

"Kafamı iki yana sallayıp yine gözlerimi kapadım ve başka birine dönüşmeden önce kendimden son bir nefes aldım." (s. 261)

"Çöküşümüze neden olabilecek tek şey -insanlık tarihinde, bir arada iş yapan neredeyse her topluluğun çöküşüne neden olan şey- gerçekleşmedi. Çünkü yeni dünyanın mimarları olan ve özgürlük davasının bayrağını taşıyan bizler, yani Adaletin Kılıcı, bulaşık yıkama işini de paylaşıyoruz." (s. 269)

"Aslına bakılırsa ateşli silahlar bir tüp, bir parça kurşun ve biraz da baruttan başka bir şey değildir. Üstüne bir sürü karbon lifi ve hızlandırıcı yiv eklemek, vurulan adamı daha fazla ölü yapmaz. Bir silahı önemli ölçüde öldürücü kılan fazladan tek malzeme -ve neyse ki bu kötü dünyada buna nadiren rastlanıyor- silahı alıp eteşleyecek biridir." (s. 277)

"Hepsi korkmuş ve şaşkın vaziyetteydi, neler olduğunu kavrayamıyorlardı, senaryodaki yerlerini kaybetmişlerdi ve birinin hemen sayfa numarasını söylemesini istiyorlardı." (s. 385)

52
Eğlence & Mizah / Hayran Kitap Kapakları
« : 26 Haziran 2013, 14:13:01 »
Fan Fiction oluyor da Fan Book Cover neden olmasın diyerek giriştim bu işe (güler). Bazen bir kitap alırsınız da "ah keşke böyle yapmayalardı kapağı" dersiniz ya işte derdinizin dermanı bu başlık (güler). Forumda çok iyi çizimler yapan arkadaşlarım var, onların sayesinde buralar hep almaşık kitap kapaklarıyla dolacak.
Ben başlayayım:
Kitap Hırsızı - Markus Zusak:
Encore Yayınları baskısının kapağı sade ve hoş ama Martı Yayınları'nınki berbat, bu benim yayınevim: BÖ!
Ve kapağım:

Spoiler: Göster


Not: Çizim bana ait değil. Sadece tasarım ve yazı uygulama benim.

53

Uzayda Dehşet Tora - Peter Randa
Çeviren: Atilla Tokatlı

Hiçbir heyecan barındırmayan ama çok da sıkmayan bir kitap; lakin çevirisi harika: Atilla Tokatlı harika bir iş çıkarmış. 1983 tarihli çeviride şimdiki ifadelerden farklı ifadeler kullanıldığı için zaman zaman gülümsetiyor. Mesela şimdilerde "mutant" olarak kullandığımız sözcüğe "mütan" demiş Atilla bey ve güzel de uymuş. O dönem 15 günde bir yayınlanan Baskan Kurgu - Bilim dizisinin kitaplarından biri olan "Tora"da ne çeviri ne de edisyon bakımından hiçbir sorun yok. Kitabın konusu basit: İki dünyalı, kayıp bir savaş aracının prototipini bulmaları için dünya hükümeti tarafından Tora gezegenine yollanırlar. Görevlerini yerine getirirken bunu Tora'daki ilkel kabilelerden ve Tora halkından gizlemelidirler çünkü herkes Dünya Hükümeti’ne diş bilemektedir. Tabi işler umulduğu gibi olmaz. İşin içine siyasi meseleler girer. Yalanlar ve aldatmacalar her yerdedir.
Bunlar olurken anlatıcı, bize bazı ileri teknolojilerden bahseder, Tora'nın ilginç canlılarını tasvir eder ama bunların hiçbiri okurun ilgisini çekecek yererlilikte değil. Hele okuyucu bilimkurgu edebiyatına aşina ise Peter Randa'nın sunduğu teknoloji, bilim ve başka dünyalar ona pek ilginç gelmeyecektir. Yine de yazarın sıcak, insani bir üslubu olduğunu söylemek gerek. Tabi bu üslubun sıcaklığında çevirmenin etkisi de çok büyük. Son olarak ana karakterin, ileri teknolojiyle üretilmiş yiyecekler yemesine rağmen içtiği sigaraların teknolojiden nasibini almaması bana garip ve komik geldi. Özetle: Okumasanız bir şey kaybetmezsiniz.
Kitabın hakkını yememek adına, bugün bile geçerliliğini koruyan bu iki yargıyı paylaşmam gerek:

"Ve insanlar, ister kabile olsun, ister halk; kendi kendilerini yönetmek istedikleri andan itibaren, sadece egoizmi besleyen ve dış görünüşten başka bir şeye saygı duymayan yasaların zulmüyle baş başa kalıyorlar." (s. 29)

"Dünya üzerinde büyük kargaşa, birtakım milletler yeryüzünü fethetmek için değil de yenik halkları 'özgürlüğe kavuşturmak' için savaşa girdiği zaman başladı." (s. 125)

54
Eğlence & Mizah / Tanrıgilde Bir Akşam - Stephen King
« : 26 Mayıs 2013, 19:08:20 »

Tanrıgilde Bir Akşam

KARANLIK BİR SAHNE. Işık, karanlığın ortasında kendi başına dönen kâğıt bir küre maketinin üzerine vurur. Sahne ışığı azar azar ortalığı aydınlatmaya başlar ve biz oturma odası şeklinde bir sahne görürüz: rahat bir sandalye ile yanında bir masa ( masanın üzerinde açılmış bir şişe bira durmaktadır ) ve odanın bir tarafında sehpalı bir televizyon. Masanın altında birayla dolu bir seyyar soğutucu vardır. Ve bir sürü boş şişe. Tanrı’nın kafası iyidir. Sahnenin solunda bir kapı vardır.

TANRI- beyaz sakallı iri bir adam- sandalyede oturuyor, bazen bir kitap ( İyi İnsanların Başına Kötü Şeyler Geldiğinde ) okuyor bazen de televizyon izliyor. Ne zaman televizyona bakmak istese boynunu uzatmak zorunda kalıyor çünkü havada süzülen küre (bir ipin ucuna asılmış olsa gerek) görüş alanına giriyor. Televizyonda bir dur-kom var. Tanrı ikide bir gülme seslemesiyle birlikte kıkırdıyor.

Kapı vurulur.

TANRI (çok yüksek bir sesle)

Gir içeri! Kuşkusuz, ardına dek açık sana kapım!

Kapı açılır. İçeri Aziz Peter girer, üzerinde bol beyaz bir cüppe vardır. Yanında bir zarf taşımaktadır.

TANRI

Ooo Peter! Tatildesin diye biliyordum!

AZİZ PETER

Yarım saate kalmaz gidiyorum, ama imzalamanız için şu kâğıtları size getireyim dedim.

Nasılsınız, TANRIM?

TANRI

Daha iyi. Bileydim yemezdim şu acı biberlerden. Acı acı yemenin acı acı çıkarması oluyor.

Onlar cehennemden gelen nakil mektupları mı?

AZİZ PETER

Evet, nihayet. TANRI’ya şükür. Kelime oyununu maruz görün.

Zarfından bazı kâğıtlar çıkarır. TANRI onlara göz atar, sonra sabırsızca elini uzatır. AZİZ PETER süzülen küreye bakmaktadır. Arkasına bakar, TANRI’nın beklediğini görür ve uzattığı eline bir kalem koyar. TANRI bir imza karalar. O imzalarken, AZİZ PETER küreye bakmaya devam eder.

AZİZ PETER

Dünya hala burada ha? Onca yıl sonra.

TANRI kâğıtları geri verir ve dünyaya bakar. Bakışları bir hayli memnuniyetsizdir.

TANRI

Evet, hizmetçim evrendeki en unutkan kancık.

TV’den bir kahkaha kopar. TANRI görmek için boynunu uzatır. Çok geç.

TANRI

Belasını vereyim, Alan Alda mıydı o?

AZİZ PETER

Herhalde oydu efendim. İnanın göremedim.

TANRI

Ben de.

Öne doğru eğilir ve bir vuruşta, havada süzülen küreyi tuzla buz eder.

TANRI (ziyadesiyle memnun)

Hah işte! Ne zamandır aklımdaydı bunu yapmak. Artık TV’yi görebilirim.

AZİZ PETER üzgün üzgün dünyadan geriye kalan kırık parçalara bakar.

AZİZ PETER

Şeyy… Sanırım o, Alan Alda’nın dünyasıydı, TANRIM.

TANRI

Eee? (TV’ye bakıp kıkırdar) Robin Williams! Robin Williams’a bayılıyorum.

AZİZ PETER

Siz… Şeyy… Kıyamet Hükmü’nü verdiğiniz sıra, sanırım Alda ve Williams dünyadaydılar, efendim.

TANRI

Ha, bende hepsinin videokaseti mevcut. Dert değil yani. Bira ister misin?

AZİZ PETER birayı alırken, sahne ışıkları azalır. Bir odak-ışığı kürenin kalıntıları üzerine vurur.

AZİZ PETER

Filvaki severdim onu, TANRIM – Dünyayı, diyorum.

TANRI

Fena değildi, ama geldiği yerde daha çok var. Şimdi –tatiline içelim hadi!

Şimdi, loş ışığın altında iki gölge var sadece, buna rağmen TANRI daha kolay seçiliyor, çünkü başının etrafında solgun bir hale var. Şişeleri tokuştururlar. TV’den bir kahkaha gümbürder.

TANRI

Şuna bak! Bu Richard Pryor! Bu adam beni öldürüyor! Herhalde o da…

AZİZ PETER

Şeyyy… Evet efendim.

TANRI

İçine edeyim. (Duraksar) Belki, içkiyi azaltsam iyi olur. (Duraksar) Sürekli… O şey bana mani oluyordu.

Sahne kararır, sadece o süzülen dünyadan geri kalanların üzerine ışık vurur.

AZİZ PETER

Evet efendim.

TANRI (Belli belirsiz)

Bizim oğlan döndü, değil mi?

AZİZ PETER

Evet efendim, biraz evvel.

TANRI

İyi. Her şey bal kaymak o zaman.

SON KALAN IŞIK DA SÖNER.

(Yazarın notu: TANRI’NIN SESİ mümkün olduğunca gür çıkmalı.)

Dakikalık oyun, 1990

Çeviren: Bülent Özgün

Not: Bu oyunun Stephen King'e ait olduğu söyleniyor; vikipedi'de var böyle bir bilgi. Institute for Advanced Theatre Training için 23 Nisan 1990'da yayınlanmış.)

Metnin aslı için tıklayınız.





55
Kurgu İskelesi / Pamuk Gelin
« : 15 Mayıs 2013, 22:02:39 »


Pamuk Gelin


Bölüm 1: Pamuk

Pamuk, elinde süpürge yerleri süpürüyor. Üstünde eskimiş bir elbise, saçları dağınık, yüzüne bezgin bir ifade hakim. İçerden Kral sesleniyor:

“Pamuuuk! Benim pantolonum nerde?”

“Nereye koyduysan orda.”

“Bi’ kere de doğru dürüst cevap versen ölürsün be kadın!”

“Sen de eşyalarını oraya buraya atmasan ölürsün herhalde, akşama kadar canım çıkıyor arkanızı toplamaktan!”

“Aman iyi be! Yine başlama!”

Pamuk, ellerini göğe kaldırıyor.

“Yarabbim sana karşı ne hata işledim de karşıma şu çulsuzu çıkardın.”

“Hayatını kurtarıp seni prenses yaptığım günleri unuttun bakıyorum da.”

“Aman sevsinler, ne oldu sanki, şimdi de senin yüzünden mahvoluyor hayatım.”

Yavaş yavaş sinirlenmeye başlayan Pamuk, pencereden dışarıda oynayan kızına sesleniyor:

“Elyaaaaaf! Kızım yeme o elmayı, zehirli filan olur Allah korusun, kaç kere diyeceğim sana!”

Kral don-atlet* dolaşıyor; hem kendi kendine aranıyor hem de söyleniyor:

“Paranoyak karı…”

“Ne dedin sen! Sensin paranoyak! Benim çektiklerim sen çekseydin, şimdi ağzından salyalar aka aka tekerlekli sandalyede oturuyor olurdun.”

“Abartma! Yalan mı, kötü bi’şey olur diye saçını bile taramıyosun, bütün gün evin içinde papaz gibi dolanıyosun!”

“Sana ne deyim bilmem ki! Allah sana bin beterini yaşatsın, İnşallah!”

“Hala bir kral olduğumu hatırlatırım sana, senden de bir kraliçe gibi davranmanı bekliyorum, çingene gibi değil.”

“Bayramlık ağzımı açtırma şimdi. Baban öldükten sonra, sümsüklüğün, beceriksizliğin yüzünden ancak üç yıl dayanabildi krallık, ne elde kaldı ne avuçta. Kralmış, kıçımın kralı.”

“Ağzını bozma! Terbiyesiz kadın! Yoksa…”

“Yoksa ne? Döver misin? Bi’ onu yapmadığın kalmıştı! Hele bi’dene bakalım, dene de seni bu pisliğin içinde bırakıp gideyim. Ben olmasam sen elini bile yıkamazsın be! Pis herif!”

“Sanki hint kumaşısın, mübarek…”

“Ne demek şimdi bu, ben senin için saçımı süpürge edeyim, senin ettiğin lafa bak! Git daha iyisini bul o zaman.”

Pamuk, ağlamamak için elini ağzına bastırsa da patlama gerçekleşiyor, hüngür hüngür, bardaktan boşalırcasına ağlamaya başlıyor.

“Zamanında çektiklerim yetmiyormuş gibi şimdi de bu düşüncesiz heriften çekiyorum, ah ben ne bahtı karaymışım. Aaaaah! Ah! Oooooof! Of!”

“Yahu Allah aşkına yine başlama şu duygu sömürüsüne, üff bangır bangır şunun ağladığına bak yahu! Neyse bi’çay koy, kahvaltılık bişeyler hazırla da şu cam tabutu satmaya gideceğim, satayım da elimize üç-beş kuruş para geçsin.”

Pamuk, gözlerini ve burnunu elindeki toz beziyle siliyor, ayağından terliğini çıkarıp Kral’a fırlatıyor.

“Zıkkımın kökünü ye! Bi’ satmadığın o kalmıştı, Allah’ın belası defol!

Sıkı bir manevrayla terlikten kurtulan Kral, kapıdan sıvışıp kaçıyor. Pamuk, bir koltuğa çökmüş, başı ellerinin arasında, salya sümük ağlamaya devam ediyor. Sesi duyan Elyaf annesinin yanına geliyor, boncuk boncuk annesine bakıyor, onun dağınık saçlarını okşuyor.

“Ağlama anne. Ne olur ağlama.”

Sıcacık bir öpücük konduruyor annesinin tuzlu yanaklarına.

“Babam yüzünden mi ağlıyorsun, yine mi tartıştınız?”

Pamuk, başını kaldırıp kızına baktığında, böylesine güzel bir çocuğu bu pislik yuvasında yetiştiremeyeceğine karar veriyor, ayağa kalkıyor, gözyaşlarını siliyor, Elyaf’ı kucağına alıyor.

“Gidiyoruz kızım!”

“Nereye anne?”

“Senin kadar saf ve iyi yürekli ve senin kadar kısa insanların beraber mutlu ve huzurlu yaşadıkları bir eve.”

Küçük Elyaf, annesine güveniyor ve gülümsüyor.

Alelacele, küçük bir bavula birkaç parça eşya tıkıştırıp ormanın derinliklerine doğru yola koyuluyorlar. Altı-yedi saatlik bir yolculuğun sonunda Pamuk’un çok güzel ve çok acı anlar geçirdiği o küçük evin küçük kapısına ulaşıyorlar. Ev, Pamuk’un yüzünde anı dolu bir gülümseme yaratıyor.

“İşte geldik kızım, bundan sonra burada yaşayacağız.”

“Çok güzel bir ev anneciğim.”

Pamuk, tanıdık yüzleri görecek olmanın heyecanıyla neşelenerek kapıyı çalıyor.

“Hadi hayırlısı, bakalım.”

(devamı gelecek)

*Fırtınakıran'ın önerisiyle düzeltildi, teşekkürler.

56
Başka Kurgular / Her Yerden Çok Uzakta - Ursula K. Le Guin
« : 12 Mayıs 2013, 20:11:04 »


Her Yerden Çok Uzakta
Ursula K. Le Guin
Çeviren: Semih Aközlü

Owen onyedisinde zeki bir genç. Zihin ve düşünme eylemi üzerine düşünüyor. Mühendislik okumak istiyor. Yaşama dair her şeyi bildiğini sanıyor. Nerede okuyacağına ne yapacağına karar vermiş. Öyle farklı biri olmaya da çabalamıyor, herkes gibi olup görünmez olmak istiyor. Ama bir gün Natalie ile karşılaşıyor ve her şey allak bullak oluyor. Natalie müzikle uğraşan farklı bir kız ve farklı olmanın önemli olduğunu düşünüyor. İki genç insanın farklı işleyen zihinleri, onları birbirine çekiyor. Çok güzel bir dostluk doğuyor aralarında; ta ki...

Hiçbir olağanüstü öğe içermeyen olağanüstü bir kitap bu. Kısacık: Hepi topu 92 sayfa ama sizi geçmişinizde bir yerlere götürüp eski hislerinizi hatırlatmaya yetiyor. İnsana dair, onun hayata bakışına dair, gençliğe dair, ebeveynlere dair, aşka dair çok güzel sözler söylüyor kitap; naif ama çok gerçekçi. Bir kerede hızla okunuyor kitap, dili çok sade ama anlattıkları derin; o yüzden iki kere okunmayı hakeden, her okumada farklı bir niteliğini gösteren önemli bir eser. Karşılaşırsanız mutlaka edinin.

Çevirisi de güzel, sadece bir kaç yerde bağlaç olan "de" ve "her şey" bitişik yazılmış o kadar.

Bir kaç alıntı:

"Küçük çocukların akıllısı da kafası çalışmayanı da aptaldır işte. Aptalca şeyler yaparlar. Akıllarından geçeni pat diye söyleyiverirler. Düşünmedikleri bir şeyi söylemeyi öğrenmemişlerdir henüz. Bunu daha sonra, yetişkinliğe geçip, yalnız olduklarını anladıkları zaman öğrenirler."

"Tekrar güldü ve bana baktı. Sadece bir saniye. Ama baktı ve gördü. Kendisinin neye benzediğini görmek için bakmıyordu bana, benim neye benzediğimi görmek için bakıyordu. Benim için son derece sıra dışı bir şeydi bu."

(Bu alıntı içerik olarak pek bir şey ifade etmese de sözcük seçimi beni hayran bıraktı. Owen az önce yemek yemiş, yerken de lokmalar ağzında büyümüştür, isteksiz isteksiz bitirmiştir rostoyu. Ve sonrasında şöyle der:)
"Aşağıya inip, hala ağzımın içinde hissettiğim o et parçasının hayaletiyle, 'Ben biraz arabayla dolaşacağım' dedim ve dışarı çıkıp yeni arabama atladım."

“Bir taş gerekiyordu. Tutunacak, ayakta duracak bir şey. Katı, somut bir şey. Çünkü her şey yumuşamaya yüz tutuyor, pelteleşiyor, bir bataklığın içinde sislere gömülüyordu. Sis, dört yandan çörekleniyordu.  Nerede olduğumu bile bilmiyordum.”

"Yaşamın anlamı nedir diye sorular sormanın bir yararı olmadığına karar verdik; çünkü yaşam bir yanıt değil, bir sorudur ve yaşamın yanıtı siz, kendinizsinizdir."

"Önceden de oldu yüce anlarım. Bir kez geceleyin parkta yürürken, yağmur altında, güzün. Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında, ekseni üzerinde dönen yeryuvarına döndüğüm gün. Kimileyin düşünürken, sadece düşünüp tartarken olup biteni. Ama hep yalnız. Kendi başıma. Bu kez yalnız değildim. Yüce dağ başında bir arkadaş vardı yanımda. Bir şey yok, hiçbir şey yok bundan üstün. Ömrümce görmesem de bir daha, eh diyebilirim yine de, bir kez orada bulundum."

"Daha yıllarca yaşamam gerekiyor, bunu nasıl becereceğimi bilmiyorum."

57
Kurgu İskelesi / Ay-na
« : 12 Mayıs 2013, 02:33:43 »
Uyarı: Öykü, rahatsız edici öğeler ve ifadeler içermektedir.


Ay-na

Canın çok acıyor. Sürekli. İçinde büyüyen bir şey, kendine yer açmaya çalışırken, gün geçtikçe organlarını teker teker sıkıştırıyor sanki. Karnın iyice şişmeye başladı. O iğrenç herifin getirdiği çiğ etlerden ne kadar çok yesen de doymuyorsun. Sürekli açsın. Sana neler oluyor bilmiyorsun. Bazen dayanamayıp kusuyorsun ama birden tekrar bastırıyor o et açlığı. İğrenç bir çakal gibi saldırıyorsun etlere. Ağzın burnun kana bulanıyor. Eline ne gelirse yiyorsun: Mide, bağırsak, ciğer, kulak, göz… Çoğunlukla kırmızı et oluyor. Arada bir de tavuk. Bazen o adi herif parçalamadan getiriyor onları. Dişlerinle parçalamaya çalışıyorsun, yapamıyorsun. O açlık öyle baskın ki şimdiden iki dişini kırdın. Yoruldun bu açlıktan ve acıdan. Ölmek istiyorsun.

Her şey o gün başladı.

Arada bir olduğu gibi ana yola çıkmıştın. Orası daha tehlikeli olmasına rağmen daha işlekti. Beklemeye başladın. Gece pürüzsüzdü. Hava her zamankinden daha açık ve temizdi. Ay, kusursuz bir melek halesi gibiydi. Parlak ve sıcak. Ama yine de farklı bir şey vardı. Garip, anlatılamaz bir şey. Sanki ay, seni uyarıyor, bir musibetle tehdit ediyordu. İlk iki arabadan iş çıkmadı. Birinci arabada kel, kırk beş yaşlarında bir memur vardı. Pek paspaldı, cimri gibi duruyordu. Fiyatı yüksek verdin, basıp gitti. İkinci arabada iki genç vardı, yakışıklılardı, arabaları da güzeldi ama birinin yüzünde derin bir bıçak izi vardı. Korktun. Sesini kalınlaştırıp travesti taklidi yaptın, tüydüler. On-on beş dakika hiç kimse durmadı. Sonra gece mavisi bir audi durdu önünde, filmli cam aşağı doğru inerken melek yüzlü bir delikanlı, koyu gözleriyle seni süzdü. Siyah, iyi dikimli bir takım vardı üzerinde, kravatı yoktu. Saçları uzundu, arkadan bağlamıştı. Çenesi şekilliydi. Otomatik vitesi tutan eli, zarif ve kuvvetli görünüyordu. Arabanın içi düzenli ve temizdi. Cama doğru yaklaştın.

“Merhaba yakışıklı”

“İyi geceler, hemen arabaya binin.”

“Bu ne acele hayatım, kaç gündür iş tutmuyorsun?”

“Konuşmayın, iki kat fazla ödeyeceğim. Şimdi hemen arabaya binin.”

Aceleci ama yine de kibardı. Emir vermiyordu, daha çok bir ihtiyacının giderilmesi için istekte bulunuyor gibiydi. İki katı! Çok iyi paraydı, bunu kaçıramazdın. Tüm gece çalışmana gerek kalmayacaktı. Bu azgın, yakışıklı, esmer delikanlıyla işin bittikten sonra evine gidip, rahatça uyuyabilirdin. Belki ertesi gün, Ev’e payını verip bir günlük izin bile koparabilirdin. Güzel bir yemek yer, sonra sinemaya giderdin belki. Hemen atladın arabaya.

Koltuklar oldukça rahattı ve araba dışarıdan göründüğünden daha temizdi. Yirmi dakika süren yolculuk boyunca, delikanlı hiç konuşmadı, sorularını başını sallayarak geçiştirdi. Vazgeçer korkusuyla fazla soru da sormadın. Büyük, pahalı bir otelin önünde durdunuz. Rahatlamıştın. Otel olması iyiydi, daha güvenliydi. Delikanlı inip sabırsızca kapını açtı. Hemen çıktın, neredeyse koşar adım içeri girdiniz. Görevli hemen asansörü çağırdı, delikanlıya başka bir isteği olup olmadığını sordu. O da küçük ve sert bir el hareketiyle görevliyi defetti. Görevli neredeyse yeri öpecek kadar eğilerek, reverans yapıp ayrıldı yanınızdan. Asansöre binip otuz yedinci kata çıktınız. Sağdan ikinci odaya girdiniz. Delikanlı hemen soyunmaya başladı. İşveli gözlerle onu süzdün.

“Çok acelecisin bebeğim, önce bir şeyler içsek, biraz sakinleşirsin.”

Delikanlı, çoktan gömleğini çıkarmıştı. Dümdüz bir yüzle, sana baktı.

“Konuşmayın, soyunun, eğer şartlar sizin için uygun değilse gidebilirsiniz”

Dikkatli olmalıydın. Çeneni tutmalıydın. Çok para. Rahat bir uyku, bir günlük tatil, sinema…

“Tamam, canımın içi kızma!”

Soyunmaya başladın. Rengi atmış elbisenin düğmelerini hızla açtın, bacaklarına doğru sıyırıp çıkardın. Kirden grileşmiş ve lime lime olmuş sutyenini çıkarıp bir kenara attın. Bu sırada delikanlı çoktan anadan doğma olmuştu. Bedeni kusursuzdu. Bronz bir Herakles heykeli gibiydi. Tüm duvarı kaplayan camdan rahatça görülebilen o güzelim dolunayın dörtte biri, delikanlının sağ omzunun arkasında belirmişti. Gümüş kalkanı sırtında, yiğit Herakles’in tek kusuru, sağ kolunun iç tarafındaki küçük, yarım bir çembere benzeyen yara iziydi. Katran kara külotunu da yavaş yavaş çıkardın, yoksa elinde kalırdı o eski püskü şey.

Vücudundaki, eski işlerden kalma izleri gizlemeye çalışarak, yavaş ve tutuk adımlarla delikanlının yanına gittin. Ellerini kaslı göğsüne bastırıp, parmak uçlarında yükselerek ona ateşli bir öpücük bağışlayacaktın ki, delikanlı yüzünü yana çevirdi.

“Öpmeyin. Buna gerek yok.”

“Ne!”

“Yatağa yüzüstü yatın, yeter.”

Altı yıldır karşılaştığın onca sapkın tavırdan sonra bu istek senin için çocuk oyuncağıydı.

O yumuşacık yatağa yüzüstü uzandın ve bekledin.

“Ben bitti diyene kadar sakın arkanızı dönmeyin.”

“Tamam, tatlım. Sen yeter ki iste.”

Beş dakika boyunca hiçbir şey olmadı. Delikanlıdan garip hırıltılar gelmeye başlamıştı.

Sonra ani bir hareketle üzerine yattı, omuriliğinde yoğun bir acı hissettin.

Sabah kalkıp kendini bu iğrenç yerde bulduğunda en son hatırladığın şey o acıydı.

Hiç penceresi olmayan bu beton odada günlerdir belki de haftalardır yaşamaya çabalıyorsun. Tependeki zayıf ışık dışında başka aydınlatma yok. Yatman için sana verilen süngeri saymazsan oda bomboş. Etrafta çürümüş et parçalarından yayılan iğrenç bir koku var. Miden bulanıyor. Zemin ve duvarlar soğuk. Yer ıslak. Kan ve sidik her yerde. Organından yeşil bir su akıyor. Sürekli dışkını yaptığın köşe, oğul oğul sinekle dolu. Acın dayanılmaz halde. Koluna baktıkça insanlığından ne kadar uzaklaştığını görüyorsun. Yaklaşık on ya da on beş gün önce, bu güneş görmeyen yerde günleri hesaplamak çok zor, o piç herif et getirmeyi kesince ete duyduğun özlem ve açlık, seni çıldırtmaya başladı. Dört gün sabretmeyi başardın ama beşinci günün sabahında ya da gecesinde sol kolunun büyük bir bölümünü yedin. Çığlıklar ata ata, acıyla doygunluğun birbiriyle yarıştığı bir cehennemi yaşadın. Bilincini yitirdin. Ayıldığında kolundan geri kalanının sarıldığını gördün. Sargı bezinin üstünde küçük kan lekeleri belirmişti. Şimdi yara çok kötü durumda, kurtlanmaya başladı. Çok acıyor. Bedeninin her uzvu, her köşesi gibi. Sağ kolunda birkaç gün önce belirmeye başlayan ve şimdi çok seçik olan bir yara var. O piç herifin kolunda gördüğün yarım çember işaretinin aynısı. Acımaya başladı. İltihaplı ve kurtlu yaralarınla kıyaslarsan pek acımıyor aslında. Hafif bir zonklama. Buraya geldiğinden beri kendi çığlıklarına eşlik eden başka çığlıklar duyuyorsun. Diğer odalardan gelen çığlıklar. Delirmenin eşiğinde onlarca kadın. Açsın. Açsın. Açsın. Ne zaman gelecek bu piç herif! İşte anahtar tıkırtıları. Kapı açılıyor.

“Piç!”

“Bu kadar sinirlenmene gerek yok, teşekkür etmelisin bana. Bak, sana ne getirdim.”

Elinde, üzeri hala kanlı ve tüylü bir tavuk tutuyor. İğrenç. Güzel. Miden bulanıyor. Lezzetli. Açsın. Kusmak istiyorsun.

“Onu bana ver!”

“Al bakalım. İçecek ne istersin?”

“Orospu çocuğu!”

“Çok kibarsın.”

Önüne attığı beyaz et kütlesini kaptığın gibi kemirmeye başlıyorsun. Ne güzel. Doymak ne güzel. Avurdun etle dolu. Zihninde bir an insani bir duygu beliriyor. İlk kez. Merak.

“Neden buradayım? Beni neden burada tutuyorsun? İçimdeki şey ne? Sen kimsin, benden ne istiyorsun? Neden sürekli et yemek istiyorum? Yalvarırım anlat, ne yaptın bana?”

Uzun iğrenç bir kahkaha atıyor.

“Sen bir taşıyıcı annesin. Öyle deniyor değil mi?”

“Ne?”

“İçinde benim tohumumu taşıyorsun. Meraklanma, o doğduktan sonra tüm acıların sona erecek. Sonsuza dek.”

“Anlamıyorum, nasıl bir hamilelik bu? Karnım acıyor. Çok acıyor. Sürekli açım.”

“Çok basit. Aşeriyorsun. Ete.”

“Ne demek bu? Çok acı çekiyorum. Bu acı neden, niye ben?”

“Bizler, Ay’ın halkı Dyganlar, yüzyıldır sizin dünyanızda yaşıyoruz. Sizin kılığınızda. Asırlar önce başlayan Büyük Buhran yüzünden soyumuz yok olmanın eşiğine geldi. Ay’daki kaynaklar tükendi. Açlık, sefalet ve kargaşa başladı. İsyan ve yağma her yanı sardı. Krallıklar çöktü. Herkes yok oluşu çaresizce beklerken ilim adamlarımız eski yazmalarımızın şifresini çözüp Kurtuluş’un anlatıldığı kehaneti ortaya çıkardılar. Yeni bir yaşam alanı ve evrim gerekliydi. Melez bir ırk meydana getirmeliydik. Bizler sizin dünyanızda fazla yaşayamıyoruz. Kırk ya da elli gün. O yüzden siz insan kadınlarla birleşip dayanıklı bir nesil meydana getirmeliydik. Sen ve komşuların bu yüzden seçildiniz. Sizden önce seçilen ve sizden sonra seçilecek olan binlerce kadın gibi. Bir dolunayda ekilen tohum, diğer dolunaya kadar olgunlaşır. Benden nefret ediyorsun, biliyorum; ama merak etme ben de seninle birlikte öleceğim. Neslimizin devamı için ödenmesi gereken küçük bir bedel.”

Yanına doğru yaklaşıp sağ koluna bakıyor.

“Hımm. İz belirmeye başlamış. Doğumayı bitmek üzere. Yarın akşama doğru, yavrum seni parçalayıp, bana gülümseyecek. Onunla birlikte yalnızca birkaç saat yaşayacak olmam ne acı.”

Sonra hiç bir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Anlamıyorsun. Hissedemiyorsun. Ağlayamıyorsun. İçindeki açlık, bedenindeki acı, şu ana ve geleceğine dair tüm endişeleri önemsiz kılıyor. Etine geri dönüyorsun.

Doydun.

İçindeki şey hareket ediyor.

Uykun var.

58
Şişedeki Mısralar / Benden Dökülenler
« : 07 Mayıs 2013, 21:53:59 »
Dayak/n

Yağız bir delikanlı gibi
yumrukluyor acı ciğerlerimi.
Ben:
Sevmeye cahil,
sevilmeye aç.
Kara,
kapkara bir hüzün gözlerimdeki.

Bak bana!
Ne çok bir bilsen,
ne çok istiyorum görülmeyi.

59
Kurgu İskelesi / Yeni Tür
« : 03 Mayıs 2013, 00:28:33 »

Yeni Tür

Her şey uzun zaman önce başladı; çok daha hızlı koşabildiğim, koca bir kak-kırtı tek ısırışta parçalayabildiğim, burnumun çürük bir harşa benzemediği, kabilenin tüm dişilerini peşimde koşturduğum zamanlardı…
Güzel ve huzurlu bir yaşamımız vardı. Etrafımızı saran o güzelim ağaçların, yemişlerin, çiçeklerin, tertemiz havanın, suyun, gökyüzünün, her şeyin tadını çıkarıyorduk.
Diğer türlerle de aramız iyiydi. Dinozorlardan uzak duruyorduk, işlerine karışmadığımız sürece onlar da bize karışmıyordu. Arka ayakları üzerinde yürüyebilen tüysüz insan yaratıklarıyla da iyi geçiniyorduk; bizi seviyorlardı, bize yiyecek veriyorlardı. Biz de onları seviyorduk. Oldukça zayıf ve savunmasız olmalarına rağmen o dev dinozorları öldürebilecek kadar akıllı ve cesurdular. Sonra, dinozorlar gibi korkutucu da değildiler ya da böcekler gibi rahatsız edici.

Bir gün en yakın arkadaşım Fırrt (sürekli orayı burayı eşeleyip bulduğu her şeyi fütursuzca midesine indirdikten sonra, olur olmaz zamanlarda kuyruğunun altından çıkardığı pis kokuya eşlik eden ses yüzünden onu böyle çağırıyoruz) her zamanki gibi dilini sarkıta sarkıta bana doğru koşup heyecanla şöyle dedi:

- Hey Ouuu (iyi şarkı söylediğim için)!
- Yine ne var Fırrt?
- Duydun mu?
- Neyi duydum mu?
- Yeni bir tür evrilmiş.
- Sahi mi?
- Hem de bize benziyormuş.
- Fazla sevinme bence, doğal seçilime dayanamayıp diğerleri gibi yok olur gider yakında.
- Bu sefer yanılıyorsun işte! Biz nasıl evrildiysek o da pekâlâ evrilebilir.
- Haklı olabilirsin.
- Ne dersin, gidip bakalım mı?
- Aman boş ver, sonra bakarız.

O an pek belli etmesem de sevinmiştim. O günden sonra, sürekli, bize benzeyen bu yeni türü düşünür oldum. Şu yapışkan böcekleri saymazsak insanlar dışında bizimle yakın temas kuran başka canlı yoktu. Bu yeni türle yakın bir dostluk kurabilirdik belki, çok eğlenebilirdik. Çok heyecanlıydım. İçim içime sığmıyordu (Nereden bileyim? O pis yaratıkların huzurumuzu bozacağını bilseydim, sevinmek şöyle dursun, evrilir evrilmez öldürmez miydim? Ah benim bronto* kafam!).

Birkaç gün sonra, meraklı kalabalık dağılınca, kimseye haber vermeden yeni türü görmeye gittim. İnsanların yaşadığı mağaralardan beş-altı stego** boyu uzaklıkta küçük bir ağaç kovuğundaydı. Tek başınaydı (erkeği henüz evrilmemişti). Çaresiz. Meraklı. Ve çok tatlı. Yumuşacık tüyleri, minicik ağzı, bizimki gibi kulakları, yaprak rengi gözleri vardı. Çelimsizdi. Küçük burnunu saymazsak fazlasıyla bize benziyordu. Çok sevimliydi.

Kural gereği ona hiç yardım etmedik. Yaşamaya kendi başına başlamalıydı. Yavaş yavaş bedenini tanımaya, sesler çıkarmaya, karnını doyurmaya, yürümeye, koşmaya, hissetmeye, düşünmeye başladı. Ve üremeye (keşke hiç başlamamış olsaydı, üreme dönemlerinde çıkardıkları sesler yüzünden doğru dürüst uyuyamıyoruz şimdi). Üç tırnak büyümesi süresi kadar sonra sayıları seksene ulaştı. Gün geçtikçe de artıyorlardı (soykırım şansımızı yitirdiğimiz günler, aaaah ah!). Onlara konuşmayı öğrettik. Onlara dinozorlardan nasıl uzak kalacaklarını, zehirli bitkilerden ve kahrolası böceklerden nasıl korunacaklarını öğrettik (haram olsun!). Onlara insanlara nasıl davranmaları gerektiğini gösterdik.

Çeyrek centro ömrü kadar bu yeni türle iyi geçindik. Her şey çok güzeldi. Yiyeceklerimizi ve barınaklarımızı onlarla paylaşıyorduk. Onlar da bize yardımcı oluyordu. Tyranno tırnağına benzer tırnakları sayesinde ağaçlara kolayca tırmanıyorlar, bizim için, güzel, taze ve tatlı meyveler, lezzetli yemişler topluyorlardı. Kıvrak bedenleriyle bizim giremediğimiz kovuklara girip, topladıkları böceksavarotlarını bize getiriyorlardı.
Sonra bir gün, yorucu ve tatlı bir çiftleşme sonrası gölde yıkanırken, sarkık dilli canım arkadaşımın, yüzünde yeni bir haber getirmenin şaşkın heyecanıyla bana doğru koştuğunu gördüm. Tanıdık bir sahne:

- Buna inanamayacaksın?
- Yine ne var Fırrt?
- Gördün mü?
- Neyi gördüm mü?
- Yeni tür, insanlarla yemek yiyor.
- Sahi mi?
- Hem de et yiyorlar.
- Çok garip…
- Gidip bakalım mı?
- Koş, durduğun kabahat!

Oraya vardığımızda çok ilginç bir manzarayla karşı karşıya kaldım. Yeni türün otuz-otuz beş üyesi insanlarla iç içeydi. Bizler insanlara bir stego boyu yaklaşamazken (bir efsaneye göre benim büyük büyük büyük dedem İriburun, bir insana on ayak boyu yaklaşabilmiş) bu yeni türün onlarla bu kadar yakın ilişkide bulunması oldukça garipti. Birkaç tanesi ateşin etrafına kıvrılmış uyuyor, birkaç tanesi büyükçe bir herrera ciğerini parça pinçik ediyordu. Geri kalanlar, insanların bacaklarına sürtünüyor, omuzlarına tırmanıyor, kucaklarına oturuyorlar ve bunları yaparken de Fırrt’ın koku yaymadan önce midesinden gelen seslere benzer bir ses çıkartıyorlardı. İnsanlar da onları okşuyor, besliyor, seviyordu. Fırrt bana dönerek:

- Yaaaa?
- Haklıymışsın.
- Bu nasıl olabilir Ouuu, insan yaratıklarıyla nasıl bu kadar iyi geçinebiliyorlar.
- Bilmiyorum.
- Ciğeri gördün mü?

Ateşi buldukları günden bu yana, insanların yediği dinozor etlerinden, özellikle ciğerden, muhteşem kokular yükselmeye başlamıştı. Kokuları bu kadar güzel olan bu yiyeceklerin kim bilir tatları nasıldı, hep merak ederdim. Onca yıllık dostluğumuza rağmen insanlar bize hiç et vermemişlerdi. Onları haklı buluyordum, dinozorları onlar avlıyordu; o pençesiz ve çelimsiz ön ayaklarıyla yaptıkları sivri şeyleri kullanarak, çukurlar kazarak, bu etleri fazlasıyla hak ediyorlardı. Sağ olsunlar, etleri yedikten sonra geriye kalan kak-kırtları da bize bırakıyorlardı.
Ama şimdi, insanlar (tüm dünyaya hakim olabilecek kadar akıllı olmalarına rağmen çok saflar; böyle giderse soyları tükenecek), hiç düşünmeden, yeni tanıdıkları bu türle o güzelim yiyeceklerini (ağzım sulandı) paylaşıyorlardı.

- Ne güzel görünüyor değil mi. Par gibi kızarmışlar.
- Evet, harika…
- Neden bize de et vermiyorlar Ouuu?
- Sanırım biz onlarla iyi iletişim kuramıyoruz.
- Neden?
- Belki de konuşma biçimimiz yüzünden. Bizler patlayan seslerle konuşuyoruz. Gülümserken bile hırlayarak onları rahatsız ediyoruz; yeni tür gibi mırlayamıyoruz. Hem sonra, tüm konuşmalarımız boyunca dişlerimiz görünüyor; onlar da bizim onları ısıracağımızı düşünüyorlar.
- Kabilemizin kavga kuralını bilmiyorlar mı: Isıracaksan dişini gösterme!
- Nereden bilsinler. Sorun da bu ya zaten: Onlara kendimizi anlatamıyoruz.

Takip eden üç-dört gün boyunca yeni tür bize karşı çok farklı davranmaya başladı. Artık bizimle dolaşmamaya, yiyeceklerini paylaşmamaya, bize yardım etmemeye, bizimle konuşamamaya başladılar. Sürekli insanlarla dolaşıyorlardı. Onlarla yemek yiyor, onlarla uyuyorlardı. Yürüyüşleri bile değişmişti. Bütün bu onursuz yaltaklanmalara rağmen tüm evreni az önce ben yarattım tarzı, kibir dolu adımlarla ortalıkta dolaşıyorlardı.
Sonra insanlar da değişmeye başladı. Önce bize kak-kırt vermemeye; sonra bizi taşlamaya, ağaç dallarıyla kovalamaya başladılar. Geçen her gün bizden biraz daha nefret ediyorlardı. Hatta bazılarımızı o sivriltilmiş dallarla yaraladılar. Artık korkuyla yaşar olduk. En sonunda da o diyarları terk ettik. Ama bu kinin nedenini bir türlü anlayamadık.
Ta ki bir dinozorhabercisi bize olanları anlatana dek:

- Hey millet, toplanın, size haberlerim var. İnsan yaratıklarının bize neden kötü davrandıklarını öğrendim.
- Nedenmiş?
- Dün gece yine, kızıl kayalarda dinozorları gözlüyordum. Tam gözetleme yerimi değiştirmeyi düşünüyordum ki Mau ile Miau arasında tanıdık bir ses işittim. Sonraki seslere dikkat kesilip kaynağını bulmayı başardım: Aşağıda, ormanın içinde, buradan yaklaşık elli stego boyu uzaklıkta, büyük bir mağaranın ağzında yeni türün iki üyesi konuşuyordu. Biraz sonra yeni türün sekiz üyesi ağızlarında yiyeceklerle geldiler ve onları mağaraya bırakıp gittiler. Bütün gece boyunca bunu dört kez tekrarladılar.

Adiler. Nankör yaratıklar. Hırsızlar. Hainler. Yüce Büyükbaş onların belasını versin. Onlara sevgi gösteren, onları besleyen, koruyan insanlara (Ah aptal insanlar ah! Körsünüz siz, kör!) bu yapılır mı? Onlardan nefret ediyoruz. İğrenç yaratıklar. Bizi insan dostlarımızdan uzaklaştırdılar, onları bize düşman ettiler; onlar yüzünden yerimizden yurdumuzdan olduk.

İşte böyle. Bu yeni türün evrilişi bize huzur yerine bela getirdi. Şimdi, buralara da gelip huzurumuzu kaçırmasınlar diye dua ediyorum. Onlardan nefret ediyorum, onları düşündükçe midem bulanıyor. Ömrüm yettikçe, torunlarımın, torunlarımın torunlarının, onlarında torunlarının bu iğrenç türden nefret etmesini sağlamak için uğraşacağım. Bazen düşünüyorum da acaba doğaya karşı nasıl bir hata işledik de Büyükbaş böyle lanetli bir türün evrimine izin verdi.

*Brontosaurus: Beyninin ağırlığı, vücudunun ağırlığının 1/130000’i kadar olan otçul bir dinozor cinsi.
**Stegosaurus: Yaklaşık 9 m uzunluğunda otçul bir dinozor cinsi. Sırtında savunma silahı olarak testere gibi çıkıntılar mevcuttur.

60
Eğlence & Mizah / Yangında İlk Kurtarılacaklar
« : 29 Nisan 2013, 21:44:00 »

Olmasın ama oldu diyelim, hayal kuralım: Bir sebepten kitaplığınızın, kitaplarınızın olduğu oda tutuşuverdi, cayır cayır yanıyor canım kitaplarınız. Yangın söndürme tüpü, su falan derken olmadı, sönmedi bir türlü. Yanıyor sevdiceğiniz kitaplar. Gönül ister ki hepsini kurtarın ama yok, alevler habis dillerini çıkarmış, sırıta sırıta yalıyorlar çocuklarınızı, dostlarınızı, ahbaplarınızı. Hiç yoktan bir kaçını kurtarayım diyorsunuz ve atılıyorsunuz alevlerin arasına, hangi kitapları alırdınız?

Ben başlayayım:
Kara Kutu (Ediz)'mu kapardım hemen, yanına Şibumi'mi alırdım (eski baskı, zor bulunur), 2666'yı kurtarırdım (daha bitmedi, yarısındayım), Don Quijote'ye zıplardım (iki kitap takım, Roza Hakmen çevirisi, kutulu), Decameron'umu (iki kitap takım, kutulu, daha mühimi bir dosttan hediye, ha bir de Rekin Teksoy, rahmetlinin çevirisi) ve Practical English Usage'ımı alırdım (yeryüzünün en iyi ingilizce dilbilgisi kitabı), kaçardım. Bi' dakka! Bir de Fahrenheit 451'i alırdım, ayıp olur Ray babaya.

Sonradan ek: Fiddler'dan el alarak, geride bırakmak zorunda kaldıklarımdan bahsedeyim, alevler içinde yanan kitaplarım:
Amerikan Tanrıları'nı yeni almıştım, yazık oldu. Can Yücel, tüm şiirleri ateşler içinde şimdi. Can baba demişken, onun çevirdiği Hamlet, off, yine onun çevirdiği Muhteşem Gatsby, son bi' hamle almaya çabalasam mı acaba, yok yok, sarmış alevler iyice, kusura bakma Can baba... Ah be Bir Film Nasıl Okunur kitabım! Gitti! Keşke İlahi Komedya'yı da kapaydım! (Rekin Teksoy çevirisi) Gitti artık! Ne yapalım...

Sayfa: 1 2 3 [4] 5