Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Ayhüznü

Sayfa: [1] 2
1
Liman Kütüphanesi / Ynt: Beğendiğiniz Alıntılar
« : 29 Haziran 2017, 22:21:21 »
''... Dünyanın üçte birini yarattıktan sonra, bir gün bizim cinayetlerimize ağlayacak olan bir meleğin gözyaşlarına dayanamayarak Tanrı'nın dünyayı tamamlamaktan vazgeçtiğini; her şeyi hazırlayıp hayatın tohumlarını ektikten sonra, tam yaptığı işin büyüklüğüne bakacağı sırada Tanrı'nın güneşi söndürerek, dünyayı sonsuz bir karanlık içinde bıraktığını farz etsen, bütün bunları düşünsen bile, benim şu sırada hayatımı kaybetmekle neler kaybettiğim konusunda bir fikir sahibi olamazsın...''

- Monte Kristo Kontu / Alexandre Dumas


2
Başka Kurgular / Ynt: Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
« : 23 Haziran 2017, 23:06:07 »
Üç kere okuduğum tek kitap. Lise zamanlarında Türk Dili ve Edebiyatı dersi sınavında bu kitaptan soru sorulacaktı. Ben de o zamana kadar popüler olduğu için bu kitaptan uzak duruyordum. Nihayetinde biraz da mecburiyet gereği aldım ve okudum. O sıralar biraz da kendimi yalnız ve anlaşılmamış hissetmemden ötürü Raif karakterini kendimle özdeşleştirmiştim. Ah şu ön yargılar...

3
Bu arada evet, kitapta Ben Efsaneyim'den başka korku öyküleri de yer alıyor. Bu da kitabın kalınlığı hakkındaki soru işaretlerimi gidermişti. Hepsini okumadım, ancak okuduğum kadarıyla hikâyeleri güzel ve türüne uygun bulduğumu belirtmek isterim. Kitaplığınızda yer edinmesi gereken bir kitap olarak görüyorum.

4
Şişedeki Mısralar / Mor Çöl'de Bir Ayrılık
« : 14 Haziran 2017, 04:03:50 »
Kururken dudaklarımız, seninle yeşil bir nehrin kenarında
Durup eflatun kum taneciklerine gömüldüğümüz sırada.
Bir mantık bahşet bana, tüm gerçekliği ile ruhumda şaklayan
Bir kırbaç gibi diriltsin metfun hislerimi - zarurette olan.

Kabul olunmayacağını bilerek ettiğimiz o nahoş dua
(Kaderin gaddar buyruğunca – kalbimde çöl yaraları açtıran)
Yakamozlar doğrayan sesinde son bir sızı ile son bir elveda
Ve olanaksızlığın safra tadı her kelimede boğaz yakan...

Tanrının en güzide yaratısı yıldızlar, peyda olurken birbiri ardına;
Gökyüzü payını almışçasına soyunur sanki papatya sarışınlığından.
Sinekkuşları –ki o nokta gözlerinde evrenin nice görkemini taşıyan-
İzbe bir kovuk ararken yağmurun canhıraş feryadından kaçınmak amacıyla
Sığınmışlar senin göğsüne benim çıkmakta olduğum açık-kanlı bir yaradan.
Nihayet bırakıyorum seni, rahmeti az çağlarda, gadre uğramış bir annenin mahzunluğuyla...

5
 Büyük bir şevkle inceleme yazıma geçmeden evvel, Ben Efsaneyim’i tanıtacağım bu metinde spoiler sayılabilecek cümlelerin bulunduğunu belirtmek isterim. Richard Matheson’ın Ben Efsaneyim’i ile ilk tanışmam post-apokaliptik filmlere ilgi duyan biri olarak Will Smith’in başrol oynadığı aynı adlı film ile oldu. Seneler önceydi, filmi oldukça sevmiştim, kitabı olduğunu öğrenince de hemen internette küçük çaplı bir araştırma yapmış ve ne yazık ki artık basımının yapılmadığını öğrenmiştim. Kitapçılara ‘’Hepimiz Vampiriz’’ (Milliyet Yayınları’ndan bu isimle çıkmıştı.) yahut ‘’Ben, Efsane’’ (İthaki Yayınları’ndan da bu isimle basılmıştı.) kitabının stoklarında olup olmadığını soruyor, olumsuz yanıt aldıkça da canım sıkılıyordu. Daha sonrasında e-kitap formatında bulduğum vakit, her ne kadar tablet veya bilgisayar ekranına bakarak bir şeyler okumayı sevmesem de kitabı iştahla okuyup bitirmiştim.

 Artemis Yayınları tarafından Nisan 2017’de piyasa sunulan Ben Efsaneyim kitabını birkaç ay gecikmeli de olsa elde edebildim. Şimdi de sizlerle bu kitap hakkındaki fikirlerimi ve gözlemlerimi paylaşıyorum. İyi okumalar!

 ***
''Dışarı çık Neville!'' -Ben Cortman

 Cimarron Sokağı’ndaki korunaklı evinde yaşayan, gündüzleri avlanmaya ve birtakım işlerini halletmeye çıkan, geceleri de evinin içinde araştırmalar yapıp - derin düşüncelere dalarak zaman öldüren 36 yaşındaki Robert Neville; kendi çıkarımına göre dünyadaki son insandır. Diğerlerine ne olmuştur, peki? Diğerleri, gündüzleri toprak altında ya da izbe, karanlık köşelerde uyuyan; geceleri ise kan tutkusuyla sokaklara çıkan vampirlere dönüşmüştür. Robert Neville, oluşturduğu rutin günlük programına uyarak sabahları erken kalkmakta; dışarıya çıkıp evin savunma hattını onarmakta, yani kapısına ayna asmakta, pencerelerine ipe dizdiği sarımsakları iliştirmekte, gevşemiş ve sallanmakta olan tahtaları tamir etmekte; sonra arabasına atlayıp sokak sokak gezerek sabahları saklandıkları oyuklarda vampirleri öldürmektedir.  

‘’Geceleri onları yenmesi imkânsızdı. Denemek bile gereksizdi. Gece onların zamanıydı.’’

 Neville’in tek derdi dışarıdaki hilkat garibeleri de değildir sadece! Bir yandan geçmişinin tozpembe hatıraları ile boğuşurken öbür yandan da yoksunluğunu hissettiği cinsel ihtiyacını bastırmaya çalışır. Zira ‘’dışarıdakiler’’, geceleri kapısının önünde ona oyun oynarlar. Dişi vampirler şehvetini kamçılamak adına türlü numaralar yaparlar. Tek amaçları vardır: Robert’ı güvenli sığınağından çekip alarak son damla kanına kadar içmek. Zoraki bir yalnızlığa mahkûm edilmiş bir adam olarak cinsel gereksinimlerini unutmak için içkiye dadanır, kitap okur, müzik dinler. Fakat ne çare…

‘’Yüzlerce yıllık kelimeler, etinin sessiz ve aptalca özlemini dindiremezdi.’’

 Zaten içki de onun için bir sorundur, bağımlılıktır. Bir ara kendini viskiye boğmak ister. İçkinin kendisini öldürmesini bekler, ya da sahip olduğu tüm içki stoku bitene kadar bu eylemini devam ettirmekte kararlıdır.

‘’Ben hayvanın tekiyim. Beyinsiz, aptal bir hayvan. Sakın laf etme. İçeceğim. Ölümüne içeceğim. (…)  Keşke bir viski musluğum olsaydı, diye düşündü. Kulaklarımdan fışkırana kadar içerdim. Hatta içinde boğulurdum.’’

 İnsanların neden öldükten sonra dirildiği, neden virüs kapınca değiştikleri üzerine düşünmeye başlar. Düşünceleri ahlak kavramına kayar ve benim oldukça takdir ettiğim bir monoloğa girişir:

‘’… Bana kalırsa, insanoğlu vampirlere daima önyargıyla yaklaşmış.
 Onlardan korktuğu için hep nefret etmiş.
(…)
 Ama bir vampirin ihtiyaçları insandan ya da diğer hayvanlardan daha mı şok edici? Davranışları çocuğunun ruhunu emen bir anne ya da babadan daha mı kabul edilemez? Evet, vampirler insanların nabızlarını hızlandırıp tüylerini diken diken ediyor ama ya sonradan politikacı olacak nevrotik çocuklar yetiştiren ailelere ne demeli? Bir vampir intihar eğilimli milliyetçilerin eline bomba ve silah veren insanlardan daha mı kötü? Ya da insanların beyinlerini bulandıracak içkiler üretenlerden? Gerçi bu örnekle bindiğim dalı kesmiş oldum ya neyse. Söyleyin, bir vampir sayısız rafı şehvet ve ölümle dolduran yayıncılardan daha mı ahlaksız? Kalbinizin sesini dinleyin dostlarım. Vampirler gerçekten de o kadar nefret edilesi yaratıklar mı?
 Tek yaptıkları, kan emmek.
 Öyleyse onlara karşı bu önyargının sebebi ne?’’


 Kendine bir amaç bulması elzemdir. Virüs üzerine bilimsel araştırmalara başlar. Bir noktada tıkanır, yorulur, vazgeçmeye meyleder. Tekrar düşüncelere dalar, tekrar baştan başlar… Ta ki birtakım olaylar gelişine kadar.

‘’Giderek geçmişi daha çok düşünmesine sinir oluyordu. Bir zayıflık belirtisiydi bu ve yaşamaya devam etmek istiyorsa güçlü olmalıydı. Yine de zihni, onu en olmadık zamanlarda geçmişe götürüveriyordu. O zaman da kendi üzerindeki kontrolsüzlüğüne öfkeleniyordu.’’


 Artık kızı Kathy ve eşi Virginia’yı düşünüp kederlenmenin zamanı değildir. Nitekim yaşayan, capcanlı bir yavru köpek görüverir. O an beyninden vurulmuşa döner ve köpeği izler. Haftalarca köpeği kendisine çekebilmek için girişimlerde bulunur. Nihayetinde nispeten zor kullanarak köpekçiği evine taşır, lâkin köpek orada verecektir. Bir hafta geçmeden hem de. Ama Robert Neville bu sefer içkiye sığınmaz. Hayır, artık buna gerek yoktur. Ara verdiği araştırmalarına geri döner ve hayat kaldığı yerden devam eder…

 Ta ki bir gün verandada otururken o kadını fark edene dek. Kadına seslenir, kadın şaşırır ve korkarak ondan kaçmaya başlar. Neville, kadının ardından koşar, koşar, koşar… Kadını yakalayıp tıpkı köpeğe yaptığı gibi zorla evine götürür. Onu alıkoymak niyetinde değildir. Ona zarar da vermeyecektir. Hayır, elbette tecavüz de etmeyecektir. Zaten içindeki cinsel açlığı yatıştırmış, kazımıştır. Kadınla güç bela muhabbet etmeye başlarlar. Kadın, adı Ruth, Robert’a neler yaparak hayatta kaldığını, eşini ve iki çocuğunun kaybını anlatır. Robert ise Ruth’a karşı şüpheci yaklaşır. Onun hastalıklı olduğundan şüpheleniyordur. Kadınını test etmek ister. Ruth başta izin vermez, neden sonra razı olur. Fakat o gece… İşte o gece, Robert hurafevi kâbuslarından bağırarak uyandığında kadını giyinmiş bir şekilde karşısında bulur. Ruth, kaçmaya niyetlidir. Robert’a yakalandıktan sonra konuyu hemen geçiştirir ve kanının tahlilini yapması için adama bir örnek verir. Robert Neville mikroskopta kana baktığında donup kalır. Edindiği bilgilere ve incelemelerine göre, maalesef Ruth virüs kapmıştır. Ruth eline geçirdiği bir cisim ile Robert’ın başına vurur. Robert güçlü bir adam olduğundan tek vuruşla bilincini kaybetmez, iki sert vuruş daha gerekecektir.


 Uyandığında başına aldığı darbelerin etkisiyle sersem gibidir. Banyoya gider, elini yüzünü yıkar, kendine gelmeye çalışır. Ruth’un geride bıraktığı notu bulduğunda hemen okuyamaz. Gözlerini iyice kısar ve odaklandıktan sonra okumaya başlar. Ruth, ona bir uyarı mesajı bırakmıştır. Kime karşı, neye karşı? Bu kağıtta tam açıklanmaz ancak Neville vampirler ve kendinden başka yaşayanların olduğunu anlar. Yeni bir topluluk… Virüsü kapmış ve onu ehlileştirmiş yeni bir ırk! Ruth, ona ısrarla kaçıp dağlara gitmesi gerektiğini belirtmiş olsa da Robert bunu yapmayacaktır. Bekleyecek ve onları karşılayacaktır.

‘’Gece geldiler. Farları karanlığı delen siyah arabalarla. Baltaları, silahları ve kazıklarıyla. Motor gürültüleri sessizliği inletti. Farlarının uzun, beyaz elleri caddenin köşesini dönüp Cimarron Sokağı’nı aydınlattı.’’

 Kapısının gözetleme deliğinden dışarıdaki kıyımı sessizce izler. Siyah takım elbiseli kişiler vampirleri hunharca kazıklarla katletmektedir. Yüzlerinde yaptıkları işten zevk aldıkları aşikârdır. Hatta Ben Cortman’ı da bulur ve öldürürler. Hani Robert’ın nicedir aradığı, bulup öldürmek istediği eski komşusunu… Ve kapıya dayanırlar. Robert karşı koymama kararı almıştır; fakat ne çare? Hayatta kalma içgüdüsü ile silahlarını kapar ve başarısız bir direnişin ardından ele geçirilir. Son bölümde bu yeni güruh tarafından idam edileceğini yaraları sarılmış bir şekilde hücresinde yatarken Ruth’tan öğrenir. Çünkü Robert Neville, bu yeni insanların eşlerini, kardeşlerini, velhasıl sevdiklerini de öldürmüştür. Ruth, Robert’a idam edilmeden önce ölmesi için birtakım haplar verir. Robert, hücresinin demir parmaklıklı penceresinden dışarıdaki korkmuş, şaşırmış, kendisine bakan kalabalığa karşı gülümseyerek hapları yutar.

‘’Başladığım yere geri döndüm, diye düşündü, ölümün son uyuşukluğu usulca kaslarına yayılırken. Yeni bir dehşet doğuyordu. Sonsuzluğun yıkılmaz kalesinden içeri, yeni bir hurafe sızıyordu.
Ben efsaneyim.’’

 
___
 Arka planda Manowar'dan Die with Honor çalarken ben de böylece yazımı bitiriyorum. Aklıma William Ernest Henley'in Invictus şiirindeki şu dizeler geliyor:

''Hangi tanrıya olursa olsun, şükran duyuyorum
Bu fethedilemez ruhum için.’’


 Son olarak sizlerle kitap boyunca Robert Neville'in dinlediği müzikleri paylaşıyorum. :) Okuduğunuz için teşekkürler:

Schoenberg – Verklarte Nacht
Robert Leie – The Year of the Plague
Brahms – 2. Piyano Konçertosu
Bernstein – The Age of Anxiety
Mozart – Jüpiter Senfonisi
Ravel – Daphnis et Chloé
Schubert – 4. Senfoni
Rachmaninoff – 2. Piyano Konçertosu




6
Diğer Fantastik Eserler / Ynt: Kan Yemini - Brian McClellan
« : 08 Haziran 2017, 14:11:02 »
Ooo işte bu güzel bir haber! Fırtınakıran bizi yine gülümsetti. :D Merakla bekliyorum bakalım.

7
Kurgu İskelesi / Mor Çöl'de Bir Düğün (Bölüm 1/3)
« : 07 Haziran 2017, 01:38:14 »
 Fecir Rahibelerininki gibi kahverengi pastel renk bir elbise giymiş, küt sarı saçlı bir kadın; en arka sırada, tek başına oturmaktaydı. Aşkı karşılığında yüklendiği ödevi yerine getirmiş; düğüne iştirak etmişti. Mor Çöl’de adet olduğu üzere evlenecek kadın yahut erkeğe hâlâ sevdi duyan karşılıksız, bedbin âşıklar, onların düğününe katılmak mecburiyetindeydiler. Zira iki sevgilinin arasındaki tutkulu birliktelik bir başka yasak tutku tarafından taciz edilmemeliydi. Bu yüzden karşılık bulamamış âşık, kendini ruhen hazırlamalı ve sevdiği kadına yahut erkeğe son bir kez veda ederek artık onu sevmekten vazgeçmeliydi. Aksi takdirde kişi; naif, yumuşak ruhlu insanlara ve katı kurallara sahip olan Mor Çöl’den sürgün edilirdi. Bu coğrafyada hiçbir evlilik bir dış unsur tarafından bozulamazdı. Gülyosunu da son vazifesini yerine getirmek için buradaydı, ancak daha vakti gelmemişti, bekliyordu. Bir köşede, usulca…

 Çölün serin kum tanelerinin içine gömülmüş on ayaklı bir sahra çadırındaki düğün seremonisi, gün doğumundan bir parça daha az şaşaalı bir şekilde devam ediyordu. Birazdan, adam; evlenecek olduğu kadına Fecir Rahibelerinin huzurunda, bizzat kendi efsunladığı mektubunu teslim edecekti. Bu mektubun içinde müstakbel eşini ne derece sevdiği ve iyi dilekleri ile Mor Çöl’ün Hanımı’na bir methiye yazılıydı, ayrıca ilaveten kendi kanından damıttığı mühür bulunuyordu. Aynı şekilde gelin de damada bir mektup verecekti. Böylece artık birer çift sayılacaklar, ömürleri yettiğince birbirlerini mutlu etmeye - sevip saymaya çabalayacaklardı. 

Kim bilebilirdi, adamın, hayatında bir kez dahi olsun tek bir şey üzerinde tüm dikkatini toplayabileceğini? Evleniyordu, ne kadar güzel ve naif. Evet, evet ama bu yeterli miydi bir kadının ilgisine tam anlamıyla mazhar olabilmek için? Karşısındaki kadının gözlerinde kendi şahsına has bir kıvılcım sezebilmiş miydi? Peki, hâlâ kadının aklında, Tallmehntli eski sevgilisi yahut ondan bir önceki (bir zamanlar adamın da sıkı dostluk bağları kurmuş olduğu) Mor Çöl’ün yerlisi sevgilisine dair anılar mı sahnelenmekteydi?  Bir rüya kıvılcımının tesiriyle aşk beslediği kadınla nihayet evleniyordu. Ötesi olabilir miydi? Vardı işte. Ötesinde; kıskançlığın ve melankolinin hudutları dâhilinde dolaşan serkeş düşünceler, sürüce hareket edip kaynaşan bin bir dişli kurtçuklara benzeyen kuşkular, afaki serzenişler ve kaygılar vardı.

 Kadın, Riefûljn idi adı, Mor Çöl’e yarım günlük mesafede bulunan Îl-Yabghter şehrinden geliyordu. Mor Çöl’ün Hanımı’ndan özel izin alarak düğüne gelmiş gelin tarafına ait kafile yaklaşık yüz kişiydi. Büyük bir şükranla Mor Çöl’ün Kadim Hanımefendisi’ne saygılarını sunmuşlar, ardından ziyafetteki yerlerini almışlardı. Bir diğer adet, düğün başlamadan önce leziz yiyeceklerle ve serinletici içeceklerle dolu büyükçe bir masada davetlilerin yemek yemesi ve sohbet etmesiydi. Bu sofrada her konu hakkında konuşulurdu. Evlenecek çifte birbirinden güzel dileklerde bulunulur, Dört Büyük Muamma hakkında felsefî sohbetler yapılır, daînû kuşlarının ne vakit göç etmeye başlayacağı tartışılırdı ve dahası da dile getirilirdi.

  Adam, menhus düşüncelerinin prangalı esiri ve adı Laki idi, Riefûljn’in babası ile tanıştığı günü hatırlıyordu. Kızının bir önceki âşığına dair olumlu düşüncelerini sürdürmekte olan baba Trinadhonn, Laki’yi pek tasvip etmemiş gözüküyordu. Uçarı siyasi fikirlere sahip bu adam kızının başına bir uğursuzluk musallat edebilirdi. Neticede kızını bu coğrafyalarda hiç uğraşılmayan bir konu olan siyasetten uzak bir şekilde yetiştirmişti. Laki’nin hayatta haiz olduğu bir başarısı yoktu henüz. Birkaç diyar dolaşmış, başarısız taht ihtilallerinde yabancı prenslere yardım etmiş, yenilgiyi çokça tatmış; halk tabakasına mensup garip bir herifti. Ancak bir meziyeti vardı: O da ozanlıktı. Trinadhonn, takdir ederdi ki Laki, ismi nam salmamış büyük bir ozandı. Kızı Riefûljn de muhakkak Laki’nin bu yeteneğine aldanmıştı. Riefûljn, Laki ile evlenmek istediyse Trinadhonn karşı gelemezdi. Kızını o denli çok sevmekteydi.

 Mor Çöl’ün Hanımı, nedimi Sadık ile birlikte Mor Çöl’ün eflatun kum taneciklerden yapılma blok taşlardan inşa edilmiş kulesinden düğünü seyretmekteydi. Dillerde gezen bir rivayete göre, Laki’yi her daim sıcak karşılayan Mor Çöl’ün İsimsiz Hanımı, belki de Mor Çöl’ün Beklenen Varisi olarak onu görmekteydi. Tabii bu sadece bir dedikodudan ibaret alelade bir söylentiydi. O anda Fecir Rahibelerinin baladı başladı ve tüm seyirciler pür dikkat bu latif hanımların sesine kulak kesildi.



8
Tartışma Platformu / Özgünlük... Ama nedir özgünlük?
« : 06 Haziran 2017, 08:35:13 »
 Merhabalar, bu platformda ilk konu başlığım olacak. Henüz beni tanımaya fırsat bulamadınız, forumda hikâyelerimi paylaşıyor, konuşma hakkını kendimde bulduğum konulara yazma gayreti sarf ediyor ve konudan konuya geziniyorum. Kendimi bildim bileli takıntılı bir kişiliğim olmuştur. Edebiyat hakkında düşünmeye, araştırmaya başladığımda takıntılarım bir konu üzerinde yoğunlaştı: Özgünlük. Ve kendimi ararken başka bir şeyin daha izini sürmeye başladım: Özgünlük kavramının.

 Özgünlük nedir? Bir uzun yol gezgininin cihanın dört bir yanından topladığı hikâyeleri parçalara ayırarak en güzel kısımlardan yamadığı ve anlattığı bir öykü müdür? Nedir yani? Nasıl özgün olunur? Özgünlüğün kıstasları nelerdir? Binlerce yıllık yazılı kültüre sahibiz, ondan bir o kadar eski de sözlü kültüre. Bunca zaman boyunca söylenmemiş bir şey kalmış mıdır? Peki söylenmiş olanları da ne kadar farklı şekilde tekrar ele alabiliriz?

 Fikirlerinizi bekliyor ve okuduğunuz/yorum yaptığınız için şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum. Şen kalın, hoş kalın!

9
Müzik / Ynt: Şu Anda Ne Dinliyorsunuz?
« : 06 Haziran 2017, 02:04:02 »
Silent Hill 4'ün orjinal sound-tracklerinden biri olan ''The Room of Angel'' dinliyorum. Silent Hill serisinin 4. oyununa ait şarkılar beni bir başka etkiliyor. Tender Sugar olsun, Waiting for You olsun... Sizlere de tavsiye ederim.

The Room of Angel:
https://www.youtube.com/watch?v=4rAC6-UhJzw

Waiting for You:
https://www.youtube.com/watch?v=XF3xCifQ290

Tender Sugar:
https://www.youtube.com/watch?v=nlDqHp_kWoQ

10
 Bana kapalı kapılarına koçbaşı ile dayandım. Aklımda William Ernest Henley’in, Dylan Thomas’ın ve T.S. Eliot’ın şiirleri ile birlikte.  Hüzünlü tepede, orada,* konuşlanmıştım. Soruyordum kendime: ‘’Cesaretim var mı, cesaretim var mı?’’** diye ve ‘’fethedilemez ruhum’’*** için şükrediyordum göktekine.  Evvelden planlandığı gibi senin surlarını aşacak ve gönlüne akın edecektim. Ancak bir hikâye anlatayım ki, sen, yenilginin garabetini tatmadan önce, dilinde bir şeker tadı bıraksın.
 Her nasılsa, benim de alpha sayılabileceğim bir dönem olmuştu tarihte. Geçen seneden bahsediyorum. O çok özlediğim bir yıl öncesinden… Düşünüyorum da, o vakitler amma deli yürek adammışım. Öyleymişim, zira geçmişin tozpembe karabasanları bir an bile yakamı bırakmıyorken maziyi zihnimde tekrar ve tekrar sahneliyorum:

  Ocağın yedisinde ilk sigara paketimi almıştım. On ocak sabahı, o sıralar âşık olduğum hanım, David Bowie’nin ölüm haberini vermişti bana. Ben de bu haberi David B. hayranı bir dostuma iletmiştim.  Beş sigara içmiştim art arda. Velvet Goldmine çalıyordu. Defalarca baştan açmıştım şarkıyı. Tütünün ne menem bir zehir olduğunu bilmiyor muydum sanıyorsunuz? Unutmayın, ‘’Hayattaki her şey zehirdir, mühim olan dozudur.’’ (Paracelsus’un bu sözü üzerine bir yazı yazmak istiyordum nicedir. Ortaokulda bize verilen konu hakkında yazdığımız o not kaygılı didaktik denemeleri kastetmiyorum.  Kısmet bugüneymiş, nasip bu yazıya imiş.)  

  İstanbul’a tek başıma ilk kez seyahat ettiğim günü anımsıyorum ve o günün detaylarını da.
  
  Sabah kalktığımda günlük planım taslak şeklinde kafamda hazırdı. Duşa girdim, çıktım, kurulandım, giyindim ve dün geceden hazır ettiğim el çantasını kaparak yeni bir pantolon almak için çarşıya indim. Alışverişim tamamlamamın ardından bir seyahat şirketinin kent meydanındaki şubesine uğrayarak İstanbul’a gitmek üzere bilet satın aldım. Beni terminale götürecek servise bindim. Öğleden önce otobüsteydim. Bir buçuk saat süreceği söylenen yolculuğumuz, İstanbul’a giriş trafiği yüzünden iki buçuk saate sarkmıştı. Nihayetinde Harem Otogarı’na inebildim; oradan Kadıköy’e geçtim. Haydarpaşa Garı’na şöyle bir bakıp sigaramı yaktıktan sonra bir müddet Beşiktaş-Adalar İskelesi civarında dolaştım. Özgürlüğümün tadını çıkarıyordum. Sosyal medyadan tanıştığım bir dostumla buluştum. Bir şeyler içtik, Kadıköy’ün sokaklarında gezdik, bir alt-kültür mağazasını ziyaret ettik ve birlikte yemek yedik. Ayrılma vakti gelip çatmıştı. Metrobüse beraber bindik ve bir saat kırk beş dakikalık yolculuğu ayakta atlattım. Daha önce hiç yüz yüze görüşmediğim ancak uzun süredir yazıştığım bir başka dostumun evinde geçirdim o geceyi. Aynı sofrayı paylaştık ve ekmek-tuz-su hakkına dahil olduk. Beethoven’ın 9. Senfoni’sini dinlerken açık pencereden yıldızları seyretmekteydik. Susuyorduk. Neden sonra birbirimize âşık olduğumuz kadınları anlatıp dertleştik. Ertesi gün İstiklal Caddesi’ndeki bir bara girdim, dostlar cemine katıldım. Akşam ise tekrar otogara döndüm. Tuvaletten çıkarken yerde bir cüzdan bulmuştum; lâkin otobüsün hareket saati geldiğinden ve yolcular için anons yapılıyor olduğundan dolayı kayıp cüzdanı sahibine bizzat elden teslim edememiş; oradaki görevlilere bırakmıştım. Geri dönüş boyunca uyumuşum.

  Eskişehir’e yolum iki sefer düştü, anlatayım:

  İlkinde yine yalnız başıma seyahat etmiş, birbirinden dolu – dostlarla sıcak muhabbetlerin edildiği üç gün geçirmiştim. Hayatımda ilk kez LARP (Live-Action-Role-Play) yapmıştım. Oldukça eğlenceli saatlerdi… İkincisinde ise üniversitemizin FRP Kulübü ile tekrar LARP yapmak için günübirlik bir yolculuğa çıkmıştım. Cosplay ortamında ünlü olan bir kıza, onu hiç tanımadan, kur yapmış ve eh, başarılı da olmuştum, öyle düşünüyorum. Oyun bittiğinde ise bir barda toplanmıştık. Beni hiç tanımayan bir adam yanıma ilişmiş, ‘’Bir şeyin mi var?’’ diye sormuştu. Yorgunum sadece, cevabını vermiştim. Aklımın dehlizlerinde kaç tilkinin kaç kazı yuttuğunu hangi şeytan bilebilirdi ki?
___
*’’(…)
   Ve sen, benim babam, hüzünlü tepede, orada
   Yalvarırım, lanetle ve kutsa beni şimdi acımasız gözyaşlarınla.
   Ama gitme o güzel gece kibarlıkla.
   Öfkelen, öfkelen ışığın ölümünün karşısında. ‘’ / Dylan Thomas - Gitme O Güzel Geceye Kibarlıkla

** ‘’Ve gerçekten zamanı gelir
      Sorarsın, ‘Cesaretim var mı?’, ‘Cesaretim var mı?’
      (…)
      Cesaretim var mı
      Tedirgin etmeye evreni?
      Bir dakika da yeterli zaman var.
      Kararlarla caymalar için ki bir dakika değiştirir hepsini.’’ / T.S. Eliot – Alfred Prufrock’ın Aşk Şarkısı

*** ‘’Hangi tanrıya olursa olsun, şükran duyuyorum
       Bu fethedilemez ruhum için.’’ / William Ernest Henley – Invictus

(DEVAM EDECEKTİR.)



11
Girizgâh & Marianne Faithfull'a Selam

 Kargo şirketindeki işimden ayrılmıştım, zira hâlihazırda psikolojik sorunlarım vardı ve stresli işler beni haddinden fazla zorlardı. Örneğin, hamiline ulaştırılması icap eden yüz elli bin liralık çekler geçebiliyordu elime. Beni ilgilendirmemesi lâzımdı, neticede yapacağım iş basitti: Adres kısmında belirtilen ilçeye gönderilecek diğer postaların yanına o çeki de eklemek yeterliydi. Peki, ya küçük bir poşetin içine konulmuş ve ‘’çok kıymetli’’ diye etiketlenmiş bu kâğıt parçasını kaybedersem? Diyelim ki kaybettim. Göz görür, akıl farkına varır elbet; yine de kaybettiğimi varsayarsak… Aynı vardiyada çalıştığım elemanlardan teki, işte o zaman mahkeme mahkeme gezmek gerekeceğini söylemişti. Gözüm korkunca yaptığım işten de şüphe duymaya başladım; bunun sonucu ise işi bıraktım. Dört günlük yevmiyemin banka hesabıma yatmasını beklerken oldukça boş vaktim vardı. Bir haftayı kitap okuyarak, elime geçecek para ile alacağım kitapların listesini yaparak ve günde on iki, on üç saat zorlama bir uykuyla geçirdim. Kendimi yazmaya hazır hissettikçe yazılar yazıyor, onları paylaşıyordum. Para hâlâ elime ulaşmış değil ve ben o’na bir hikâye yazacağım. Bende saplantı hâline almış hangi kadına yazacağım emin değilim, hatta bir kadına mı yazacağım onu da bilmiyorum, ama yazacağım.
*
 Marianne Faithfull’un ‘’Strum me hard/ Strum me fast’’ nidası kulaklarımdan zihnime akarken eski fotoğrafları karıştırıyorum. Orada D.’yi buluyorum. A.’yı buluyorum. M.’yi buluyorum. B.’yi buluyorum. Kendimi de buluyorum. Son iki yılda türlü türlü görünüş değiştiren ben, nihayetinde peş peşe elime geçen iki fotoğrafta da aynıyım: Bıyık, çene kısmı uzun bırakılmış sakal, tepesi açılsa da fena durmayan saç… Zayıfım. Şu anki kilolu ve yağ bağlamış hâlime nazaran bir hayli inceyim. O vakitler kız arkadaşım yoksa bile dert değil; sevda olduğu müddetçe varlık, yokluk ve ayriyeten yoksunluk pek mühim olmuyor nasılsa.

 Hikâye yazacaktım; lâkin anlatıya dönüştü. Gerçi, Blanchot’nun ‘’Bekleyiş ve Unutuş’’ kitabını okuduktan, hem de iki sefer okuduktan sonra bir öyküde kullanılan dilin ne derece kemiksiz olabileceğine şahit olmuştum. (Bittabi burada ‘’dilin kemiksiz olması’’, deyimler haznemizde yer alan ‘’dilin kemiği yok’’ ile alâkadar değildir; bir önceki cümledeki anlamıyla dilin serbestliğini ve herhangi bir kural tanımamasını ifade eder.) Herif öyle bir yazmış ki… Evet, ‘anlatıdan’ ‘kitap yorumlamasına’ evriliyor yazı, farkındayım. Sahi ben kimim de aklımı toparlayacak; mekânı, karakterleri ve zamanı tam oturmuş bir öykü yazacağım? Kurgu üzerine çok düşünmeden yazdığımı itiraf etmeliyim. Fikirlerimi; lapa lapa yağan karın altında durarak eteğinde toplayabildiği her kar tanesinden, yazın umutsuzluğa düştüğünde kışa tekrar çıkabilmek ümidiyle hevenk örmeyi amaçlayan yaşlı bir kadının saf uğraşı gibi kâğıda döküyorum. 
‘’Çok üzücü, çok üzücü…’’

O hâlde yazalım!



Marianne Faithfull Paris'te, 1964.



12
İyi ki denk gelmişim. İçimde tekrar Yüzüklerin Efendisi serisini ve Orta Dünya'ya ait diğer kitapları okuma şevki uyandı. Emeğe saygı!  :fight:

13
Müzik / Ynt: Şu Anda Ne Dinliyorsunuz?
« : 31 Mayıs 2017, 22:19:08 »
Işığın Yansıması - Pembe Karanfilli Kız

Beni alnımdan vurdular, Pembe Karanfilli Kız.
Her gece vuruyorlar, Pembe Karanfilli Kız.
Kurşunun kemikteki sesiyle aralıyor geceyi...
Sana yazdığım şarkılar takılıyor, aşılı dut dallarına...

14
Kurgu İskelesi / Ynt: Sör Mannelig destanı
« : 31 Mayıs 2017, 21:54:40 »
Bu baladı dinledikten sonra insanın Kjølen Dağları eteğinde oturup da kuzeyden esen soğuk rüzgara karşı doyasıya ağlayası geliyor.

Tibetréa grubunun yorumunu da dinlemenizi tavsiye ederim. Hem klip de çekmişler, güzel olmuş kanımca.

Buyurun; https://www.youtube.com/watch?v=f3WtMfBH9Gk


15
Bölüm 2.1:

[Olaylardan önce yaşananlar.] - ''Flash back'' -
Rütbe merasimi sonrası yeni apoletini gururla sergileyen çiçeği burnunda Yüzbaşı, geceyi geçirmek için direksiyonunu nişanlısının kaldığı motelin adresine kırmıştı. Doktora öğrencisi olan nişanlısı, şehre yeni geldiğinden ötürü temelli kalacak bir yer bulana kadar orta hâlli bir motel odasının küçük, şirin bir odasında yaşıyordu. Adam üçüncü kata çıkıp da kapıyı çaldığında genç kadın geceye özel makyajını yapmaktaydı. ‘’Hoş geldin canımın içi.’’ diyerek karşıladı Yüzbaşı’yı. O gece doyasıya sevişmişlerdi. Gün ışığı kalın ve isli perdeyi aşarak odayı doldururken uyandılar.
Yüzbaşı, yanı başındaki kadehe uzandı ve dipte kalmış birkaç damla içkiyi yudumladı. Sevgilisi ise boş bakışlarla tavanı seyretmekteydi. İşaret parmağını kadının boynunda gezdirdi.



‘’Yarın başkente gideceğim. Albay bildiğin üzere babamın Harbiye’den can dostuydu. Rütbe atlamamı tebrik etmek amacıyla beni kendi mülkünde birkaç gün ağırlamak için çağırdı. Seni de beraberimde götürmek isterdim lâkin daha evli değiliz. Yakışık almaz. Anlayışla karşılayacağını umuyorum. Biliyorsun, muhtıra sonrası ortam gergin. Bu sıkıntılı süreci aştıktan sonra düğünümüzü yaparız. Sen de siyasi olaylara fazla karışma. Hatta elini ayağını çek. Biliyorum, senin uzmanı olduğun alan bu, ama doktoranı yakmak istemiyorsan dediklerime kulak vermelisin.’’

Genç kız sağına, nişanlısına dönerek yüzünü buruşturdu. ‘’Beni düşündüğün için dikkat etmem gerektiğini söylüyorsun ama muhtırada imzası geçen generallerden birine konuk olacaksın. Hem de bir kademe daha yükseldikten sonra, öyle mi? Hükümet şayet çoktan bir tasfiye listesi oluşturmuşsa orada senin de adın geçiyordur eminim.’’

‘’Saçmalama kadın. Silahlı Kuvvetler içindeki muhalif grubun gücünü hafife alıyorsun. En büyük iki ordu hükümet karşıtı ihtilalci görüşe sahip paşaların kontrolünde. Meclis onlara itaat etmekle yükümlü. Aksi hâlde olacaklardan biz sorumlu değiliz.’’

‘’Demek ‘biz’ oldun ha. O ‘biz’e katıldın sen de. Ne hoş ama…’’

Adam canı sıkılmış bir hâlde arkasını döndü. ‘’Seninle askerî meseleleri konuşmamam gerektiğini unutmuşum, özür dilerim.’’

Kadın altta kalmak istemiyordu. ‘’Zaten siyaset konuştuğumuz zaman da bir noktada fikir birlikteliğine varamıyoruz ki. Çok radikal bir adamsın. Uçlarda geziyorsun. Üstelik demokrasiye inancın olmadığını düşünüyorum ve haklı sebeplerim var. Senin için sokaklarda postal seslerinin yankılanması daha güzel olurdu değil mi? Sen ne anlarsın za-‘’

‘’Yeter artık! Sadece yatakta, altımdayken hoşuma gidiyorsun.’’ Yüzbaşı ağır konuştuğunun farkındaydı, lâkin kadının sözleri kanına dokunmuştu. Saman alevi gibi parlayan öfkesiyle yataktan çıktı, duşa girdi, ardından üniformasını giyerek askeriyeye doğru yola koyuldu.

On gün sonrası…

‘’Emredersiniz Sayın Başkan.’’ Ahizeyi kapattı ve bıyık altından güldü Yüzbaşı. Yanındaki astlarına dönerek durumu izah etti: ‘’Başbakan ordu içindeki kliğin son eylemlerinden rahatsızmış ve ülkenin dört yanındaki rütbeli subayları bizzat arayarak generallerinin yasa dışı, hukuk tanımayan emirlerine karşı gelmelerini buyuruyor, haspam. Demek üstlerime itaatsizlik edeceğim ha! Asker ocağında bu anaya sövgü demektir. Bunu yapacak kadar alçalmadım henüz. Güya subayları kendi safına katmak istiyor. On binlerce subayı emri altında toplamak, kendisine bağlamak ne anlama geliyor biliyor musunuz beyler? Hayır mı? O zaman açıklayayım, kendi gestaposuna yaratacağı manasına geliyor. Demokrat değilim ama birilerinin tasmalı iti olmayı da kabullenemem. Alarm duruma geçin, tetikte olun. Başka bir karargâhtan, önceden haber vermeksizin kapımıza gelen birlik olursa ikaz edin. Dinlemedikleri takdirde ateş emrine uyun.’’

Beylik tabancasını çekmecesinden çıkardı ve belindeki kılıfına yerleştirdi. Ayağa kalkarak üniformasını düzeltti. Düzenli adımlarla, dışarıya, ayaza çıkarak bacaklarını esnetti. Saat sabahın beşiydi. Gün uzun olacaktı. Uzun ve çetin…

Düşüncelere dalmışken arkasından gelen inzibat subayının selam duruşuyla birlikte kafasındaki pusu dağıttı. ‘’Söyle asker!’’ Genç subay heyecanla rapor verdi: ‘’3. Ordunun Tuğgenerali, Başbakanın yaptıklarından haberdar olunca isyan sancağını çekmiş ve kışlaların etrafında güvenlik önlemi almış. İçeri kabul ettiği bir kanal muhabirine verdiği demeçte ise Silahlı Kuvvetlerin tehdit edilemeyeceğini belirterek hükümet uygulamalarını kabul etmediğini ilan etmiş.’’

Yüzbaşı iç geçirdi, ‘’İşte şimdi başlıyoruz.’’

____


Değerli Kayıp Rıhtım üyeleri, forumda daha önce yayınlamış ve hâlen devam etmekte olduğum ''Fare Kapanında - Bir Harp Öyküsü'' adlı hikâye serimin fikri geçen yıldan kalmaydı. Bu da facebook'ta Ufkun Getirdikleri adlı bir grupta paylaşmış olduğum iki bölümlük ilk taslak. Elbette buna devam etmeyeceğim. Sadece sizlerle de paylaşmak istedim. Okuduğunuz için teşekkür ederim.


Sayfa: [1] 2