Chicago. Her türlü pisliğin, kaçakçılığın ve mafyanın evi. Illinois eyaletinin en büyük şehri. Rüzgarın şehri. Marcone'nin cenneti.
Arabamdan inip kafamı kaldırarak dolunaya bakıyorum. Bulutların arasından bir an için benle göz göze geliyor. Sonra bakışlarını benden kaçırarak bir bulutun arkasına saklanıyor. Gözlerime dik dik bakabilen çok az kişi vardır. Bay Marcone dışında bunu başarıp da sağ kalan ise, hiç yok diyebilirim.
Arabayı park ettiğim ara sokaktan çıkıp, Chicago'nun geniş, sisli caddelerinden birisine adım atıyorum. Geceyarısına bir kaç dakika kalmış olmasına rağmen cadde neredeyse bomboş. Bu saatlerde bile tıklım tıklım olan şehrin damarları bugün bana pek bir boş geliyor. Sanki birazdan olacakları tahmin edermiş gibi, ay bile gölgelere çekilmiş durumda.
Siyah montuma sıkıca sarılarak caddenin karşısına ilerliyorum. Attığım her adımda, belimdeki silahım bana dokunuyor ve yıllardır yaptığı gibi bana fısıldıyor; "Her şey çok güzel olacak."
Eski bir apartman binasının önünde duruyorum.Demir kapının önünde bacağım kadar ensesi olan dazlak bir adam duruyor. Soğuk onu etkilemiyor olmalı. 1.80 boylarında, geniş omuzlu birisi olmama rağmen adam beni küçümsercesine bakıyor ki iki metrelik boyu ve vücut yapısına bakılırsa, haksız değil.
Siyah gömleğimin üstüne giydiğim kırmızı kravatımı düzeltip tek bir kelime söylüyorum ve kapılar benim için açılıyor.
"Marcone."
Kötü ışıklandırılmış, rutubet tarafından defalarca hırpalanmış, yıkık dökük binaya giriyorum. Görevim basit. İşim basit. Ben, Vincent Marcone, amcamın favori tetikçisi ve ikna edicisi, dışarıdan çok daha soğuk olan koridorlarda ilerlerken hiç titremiyorum.
Ölüm'ün, karşı binanın çatısından bastonuna dayanmış bir şekilde beni izlediğinin farkında değilim.
O yüzden, hiç titremiyorum.