"Rivayete göre... Rivayete göre derken işte Da Vinci Şifresi falan kafası... Hani o tarihte sıkıcı olan her şey aslında orada burada gizli örgütlerle ilgiliymiş ya. Amerika'nın oyunları... Ay, ne diyordum kayboldum vallahi. Hah evet. Rivayete göre, bu tabloyu yapan ressam 15. yüzyılda bir katedralde yaşıyormuş. Tablo öyle tavanda, ya da yüksek bir yerde asılı değilmiş yalnız. Aksine, böyle bir gömme dolap kapısı gibi, yere bayağı yakın asılı dururmuş. Ve işte rivayete göre, aslında ressam bu tabloyu sadece arkasındaki kapıyı gizlemek için çizmişmiş. Tablonun arkasında, duvardaki, cennete açılan küçük kapıyı."
Tam bir yıllık iş hayatımda yüzlerce garip şey duymuştum, bir o kadar da gördmüştüm. Fakat bu, duyduklarımın en ilginciydi.
Bir kaç şey yavaş yavaş yerli yerine oturuyordu. Demek ki Bay C. (Carrigan olan C., ya da C'nin kendisi) paranoyak biri değildi, daha da kötüsüydü. Tüm bu sıradışı güçlerden korunma çabasının sebebi, sıradan bir şehir efsanesine inanmak olabilirdi. Bu da Bay C.'yi mega-paranoyak yapardı. Ama ya hikaye gerçekse? Eğer gerçekse, şu an boku yedim demektir. Sergi salonundaki insanlara endişemi belli etmemeye çalışarak bir daha baktım. Beynimin evhamla çalışan bölümünde, öğrencilerden bir kaçı şekil değiştirerek üç başlı tazı oluyor, öğretmen de tazıların tasmasını tutan ve başı kurukafa şeklindeki bir iblise dönüşüyordu.
Hayalgücümün karanlık tarafından kurtulunca tekrar düşüncelere daldım. Bu tablo, basbayağı bir artifakt olabilirdi. Hem de en güçlülerinden. Yoksa Bay C.'nin korktuğu elindeki en güçlü artifaktlardan birinin yok edilme ihtimali miydi? İşte bu noktada da sahneye ben giriyordum. Öyle olsun Bay Carrigan, tablonu koruyacağım. Ah bir de şu topoş olmasa.
"Anlattıklarınız için çok teşekkürler. Hikaye çok ilgimi çekti, eminim bu tablo serginin ilgi odağı olacaktır. Şimdi izninizle, biraz etrafı gezeceğim."
Aslında gözüm hep tabloda olacaktı, istediğim şey nonoşun uzaklaşmasıydı. Eğer uzaklaşmazsa, kıllanacağım ilk isim o olurdu.
İkisinin görüş alanından çıktığımda ani bir titreşimle irkildim. Mesaj mı gelmişti? Bana? Muhtemelen en iyi arkadaşım Turkcell'dendi.
"Engin, naber lan? Hatırladın mı beni, Arda ben Arda, Arda Sırık. Lisede aynı sınıftaydık, hep Bilge'den ödev yapardık birlikte hani. İşte o benim lan! Ne bok yiyorsun hiç haber verdiğin yok. Neyse bunlar umrumda değil, işim düştü sana. Sen hani bu piçleri avlıyorsun ya, belki bir dedikodu falan bir şeyler duymuşsundur. Bir adam var, adı yok ama kısaltması var; Bay C. Kesin bir şey bilmesen, tahminlerin bile olsa söyle, çok acil işim var. Fena bir hatun beni bekliyor : D"
Bu kimdi lan şimdi? 1 Nisan'ı geçeli çok olmadı mı? Şaka bir yana, bu gerçekten benim lise arkadaşım mıydı? Öyle olmasa bile beni yakından tanıdığı kesindi, işimi biliyordu pezevenk. Ayrıca en sevmediğim insan tiplerinden biriydi; laubali.
Ne kadar bu yeni arkadaşımdan tek bir mesajıyla tiksinsem de, içimden; en derinlerden gelen bir ses onun tanıdık olduğunu ve bir zamanlar aynı sıraları paylaştığımız söylüyordu. Bunun ne hafızayla ilgisi vardı, ne de başka bir şeyle. Bu, içgüdüden başka bir şey değildi.
"Canın istediği zaman insanlardan bilgi koparabileceğini mi sanıyorsun? Aslında düşündüm de, bir kaç bilgi biliyorum sanırım. Rivayete göre bu herifin ismi Cemil, Cemil İpekçi. Ressamlığa soyunmuş bu godoş, ben de onun resimlerinden birini koruyorum şu an. İnsanın inanası gelmiyor değil mi, ama gerçek bu. Galiba iblislerle falan da gizli anlaşmalar yapmış. Asırlar öncesinden kalma bir katedraldeki gizli kapıyı arıyorlarmış. Neyse, söyleyeceklerim bu kadar, Bilge'yi görürsen selam söyle. : )"
Eğer Arda denilen herif gerçekten benim lise arkadaşımsa, o zaman akrostişleri sevdiğimi de bilirdi. Ayrıca birazcık akıllıysa da, mesajdaki akrostişi görürdü. Görmezse de, çok ta sikimde.