Kayıt Ol

Kovan Savaşları Öyküleri (devam edecek)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Kovan Savaşları Öyküleri (devam edecek)
« : 06 Mayıs 2012, 14:38:16 »
Mayıs 2006'dan. 8 bölümlük romanımın 1. Bölümü. (2006 yılından bu yana çok fazla düzeltme yapmadım üzerinde)

Türkler ezik değil biz de bilim kurgu yapabiliriz diyerek ve çok eğlenerek yazdığım bir öykü dizisiydi bu. Bilim kurgunun daha ziyade askeri bilim kurgu ve space opera denebilecek bir tarzına kaydım. Aksiyon ve macera içeren bir öykü dizisi, bir roman oldu sonuçta.

Ezikliği sevmiyorum. Bilim kurguyla sadece dalga geçen komik Türk işi ürünleri sevmiyorum. Kendine güvenmeyen ve olmaz-saçma olur-inandırıcı olmaz şeklindeki çıkışları sevmiyorum. Yaparsan, olur. Yaptım. Oldu.
Birinci bölümün tamamını tek parça olarak sunuyorum. Zaten önceden büyük bölümü buradaydı o yüzden kırpıp yayınlanan kısımları silmek istemedim.
İkinci bölümden başlayarak Kovan Savaşları isimli çalışmamı burada kısa parçalar halinde okumaya sunmaya karar verdim. Üçer sayfa ile gönderecek olursam epey bir süre buralarda olacağım heralde. İyi okumalar.


1. Bölüm (İlk Temas)

Şeref Paşa İstanbul’u izledi. Yani ondan geriye kalan harabeleri. Yağmur yıkıntılarla bezenmiş ve cansız şehrin üzerine yağarken, helikopterini Ayasofya’nın çevresinde bir tur döndürdü. Dalgınca havadan seyretti İstanbul’unu.

“Eskiler bina yapmasını biliyormuş Kemal,” diye konuştu, ikinci komutanına. “2012 depreminde şehrin neredeyse tamamı yıkıldı ama Ayasofya, Camiler ve Hisarlar ayaktaydı. Bugün hala ayaktalar. Buna ilahi bir anlam vermeli miyiz sence?” diye ifadesizce konuştu, emeklilikten zorunlu olarak geri gelmiş olan Paşa. Kullandığı saldırı helikopterini geri çevirdi ve rotasını vurucu üs olarak kullandıkları Yenişehir İnşaat Sahası olarak belirledi. Otomatik pilota bağlandı.

Kemal Yarbay rütbesine göre genç ve gazi bir komutandı. İlk hizmetini Şeref Paşa emrinde icra etmiş ve ona her zaman aşırı bir sadakatle bağlı kalmıştı. Yıllar boyu görüşmeden, uzak kalsalar da kader yollarını yeniden birleştirdiğinden bu yana eskinin sıkı bağlarının gevşemediği görülmüştü. Kemal Yarbay dünyanın sonunu getireceği kesin sayılan; kıyamet sayılan, devasa meteorun sanıldığı gibi bir kıyamet yaşatmadığını görmüş ve sağ kalmıştı.

Meteor dünyanın umutsuz ama ortak çabaları ile çarpışma öncesi uzayda vurulmuş ve anlaşılan durdurulamasa da parçalara bölünmüştü. Kayadan yağmur öncesinde bile ayaklanmalar ve çatışmalar, şiddet olayları ve suç dalgası ile kitlesel çılgınlığa kapılmış bir dünya varken şimdiki durum daha da berbattı.

“Kıyamet tellalları ölmediklerini görünce derin bir kedere batmışlardır. Cehennem diye bağırıyordular. Daha çekecek çileleri olduğunu görünce dehşete düştüklerine eminim. Fırsatını bulduklarında buna da bir kulp takacaklardır Paşam,” diye gülümsedi Yarbay.
Paşa onayladı, “Ona ne şüphe.”

Şeref Paşa orduda önde gelen ve ağırlığı sadece üst düzeyde değil, daha aşağı kademelerde de hissedilen bir Paşa iken, emekliliğinin yaklaştığı sıralarda iki çok üzücü olay yaşamıştı. Önce çok sevdiği eşini bir hastalık neticesinde kaybetmiş hemen az sonra da bir trafik kazası sonucu kızı ve oğlu ile onların ailelerini ve torunlarını kaybetmişti. Yıllar boyu muharebe görevlerinde pek çok askerini kaybetmek acısına yüreği kolay dayanamamıştı ama bir de ailesini de kaybedince Şeref Paşa’nın hayata küsmesine hiçbir şey mani olamamıştı. Yıllanmış asker tüm ısrarlara karşılık erken emeklilik alıp İstanbul’a yerleşmiş ve buradaki sayılı kadim dostlarından başkası ile görüşmez olmuştu.

Sonra bu meteor haberi dünya gündeminde patlamıştı!

Bütün dünya çılgınlığın eşiğindeyken önlemler de alınmaya çalışılıyordu. En iyi ihtimale karşılık hazırlıklar yapılıyordu, çünkü daha kötü bir senaryoda insanın soyunu kurtarma şansı yoktu. Sığınaklar her ülkede seçilmiş kişileri ve sonra da kura yöntemi ile belirlenen kişileri belli ölçüde koruyabilecekti. Devletlerin dışında özel kuruluşlar ve birleşen halk da sığınaklar inşa etmeye, su ve besin stoklamaya başladığında daha sekiz yıl vardı meteorun çarpmasına. Bununla beraber süre aldatıcıydı. Üç yıl geçtikten sonra meteor güneş sistemi içinde birden hız arttırmış ve kalan süre beş yıldan üç yıla inmişti. Üstelik artan hızına rağmen hala Dünya ile çarpışma rotasındaydı! Bu çok inanılmaz bir şeydi! Hala yeterli bir süre olmasına karşılık bu halktaki korkuyu körüklemişti. Korkan büyük kitleler bir sorundu. Ama korkan bir bütün dünya halkları başka bir şeydi! Sıkı yönetim ve askeri darbeleri isyanlar ve iç savaşlar, suç dalgaları izledi. Kaos bütün dünyayı sardı. Devletler parçalandı. Ülkeler arasında çatışmalar baş gösterdi.

Sonra yine bir şey oldu, son yaklaşırken. Daha üç ay varken meteor yeniden hız kazandı ve süre on yedi güne indi. Sürat artışına rağmen hala dünya ile çarpışma rotasındaydı.  Bu inanılmazdı. Sığınaklar süratle son hazırlıklarına ve dolup mühürlenme işlemlerine başlarken sığınaklara halk hücumları artık yalvarış, yakarış değil öfke ve şiddet doluydu; silahlıydı, organizeydi. Ordu, polis ve özel sığınak bölgelerinin güvenlik kuvvetleri ile ölmemek için çabalayan koca halk yığınları arasında kanlı çarpışmalar yaşandı.

Sonunda gün geldi.

Meteor gelmeden bir iki hafta öncesinde başlayan kısmi meteor yağmurundan sonra; büyük meteor yörüngedeki güçlü lazer topları ve nükleer silahlarla vurulduktan sonra, asıl fırtına dünyaya vurdu.
Dünyada yer yer büyük yıkımlar ve felaketler yaşanırken bazı bölgeler ise sadece kayan yıldızları izlemekle yetinmiş ve uzaklara düşen meteorların sarsıntılarını zaman zaman duysalar da hepsi o olmuştu.
İstanbul on iki yıl önceki depremde neredeyse tamamen yıkıldıktan sonra kısa sürede yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Şehir bütün hatalarından ders alma ve eski ününü gölgede bırakacak bir çehreye bürünme çabasında çok çalışmıştı. Tam iyi şeyler ortaya çıkıp toparlanmaya başladığı sırada ise meteor bilgisi gündeme düşmüştü! Sonrasında ise bütün kaynaklar sığınaklara ve savunmaya yönlenmişti.

Son üç aydır şehirde kan durmamıştı. Ayaklanmalar ve suç dalgası mahallelerin örgütlenmesine ve mahalle savaşlarına kadar gitmişti. İnanılmaz bir çöküş, tüm dünyada olduğu gibi, burada da insanoğlunu karanlık bir çağa atmıştı sanki! Hal böyle iken kıyamet gününde ilk meteorlar gökten ateş olup yağmaya başlamıştı. Bu tam on dokuz gün önceydi. Yağmur kısa sürmüş ve şehri kısmen vurduktan sonra bir iki gün içinde kesilmişti. Fakat hala gökte, gündüz vakti bile ışık şenlikleri ile izlenen, meteor sağanağı vardı ve onlar da kaybolana kadar yağmurun uğrayıp uğramayacağından emin olunamazdı.
 
İstanbul’un sığınak bölgelerini koruyan asıl garnizon bu meteor yağmurunun en büyük parçaları ile vurulmuştu. Bir sığınak tamamen yok olmuştu. Bir diğer sığınak ise ağır yara almıştı.  Bir iki gün sonra oraya silahlı sivil savunma örgütü ile ulaşmıştı Paşa. Sığınaklara alınmamış sivilleri, ayaklanan başıbozuk güruhlardan korumak için organize ettiği toplulukla beraber İstanbul’da en ağır yarayı dramatik bir biçimde sığınakların aldığını görmüştü. Kemal Yarbay ve kurtulanlara ulaşmalarından bir hafta sonra ise onların lideri ve komutanı sıfatını taşıyordu. Ondan daha rütbeli bir subay şu an için ulaşılır durumda değildi ve Yarbay, o hayatta olduğu sürece; emekli dahi olsa, ona komutanım diyecek kadar bağlıydı. Paşa’yı bin bir dil döküp sonunda komutayı almaya ikna etmişti. Epey duygu sömürüsü yapmıştı doğrusu.

Saat daha öğlene geliyordu ama hava git gide kararıyordu. Yağmur hızlanıyordu. Karanlık ve sert, sağanak yağmura rağmen iki asker de fırtına beklemiyordu.

“Belki de kıyamet budur Kemal Yarbayım. Baksana, her şeyi gördüm diye bilirdim. Ama daha görmemişim.” diyordu Paşa, o anda acil bir mesaj aldılar.
“Gökdelen’den Çevik 1’e! Gökdelen’den Çevik 1’e! Tamam!”
“Çevik 1 dinlemede. Tamam.”
“Komutanım! Kuzeydoğu, stadyum bölgesindeki devriyelerimiz saldırı rapor ettiler! Kod Mavi 09 bildirdiler Komutanım!”

Helikopterdeki iki asker de şaşkın durumdaydı. Bu acil durum kodları arasındaki Mavi 09 özel bir kod idi ve Küresel Güvenlik Teşkilatı adındaki varlığı inkar edilen uluslararası bir güvenlik örgütünün tavsiyesi ile dünyadaki bütün ordularda son on beş yıldır kullanıma açıktı. Anlamı, tanımlanamayan; olasılıkla dünya dışı içerikli düşmanca hareket, idi. Şaka gibi gelmiş ve bütün ordularda dalga geçilmiş olmasına karşılık üst düzey komutanların bu konuya ciddiyet gösterip önem vermesi kısa sürede rahatsız edici bir hal de almıştı. Az zaman sonra bu meteor olayının ortaya çıkması ise bazı zihinleri çok karıştırmıştı.

“Devriyenin komutası kimde Binbaşım” diye sordu Yarbay.

Bu esnada Şeref Paşa helikopterin kumandasını otomatikten çıkarmış ve istikameti kuzeydoğuya çevirmişti. Saldırı helikopteri Rusya’dan özel anlaşmalarla alınan ve son on yıldır askeri çevrelerde ünlü olan Omega 1B idi. En büyük özelliği sürati ve çevikliğiydi. Helikopter saatte beş yüz  mili aşan maksimum muharebe sürati ile etkileyiciydi. Üstelik yerden atılan roket ve füzelerin büyük bölümüne karşı çok etkili gizli bir savunma sistemi de vardı. Bu çok pahalı ve üstün savaş oyuncağını Rusya’nın nasıl sattığı ve Türkiye’nin teknoloji transferi ve ülkede üretim şartları ile nasıl aldığı uluslararası sırlar içinde en merak konusu olanlardandı.

“Komutada Cihan Yüzbaşı var komutanım. RPG ve LAW roketleri yanında bire ondan az olmamak kaydıyla hafif piyade tehdidi raporlandı. Gaz saldırısı ile karşılaştıklarını, bağlantımızın kopabileceğini bildirdi. Bölgedeki bir sığınak kompleksine çekildiklerini bildirdikten sonra bir daha bağlantımız olmadı. Başka haber alamadık. Sürekli irtibat kurmayı deniyoruz. Yakındaki diğer devriye uyarıldı ve destek için yönlendirildi komutanım”

“İkinci devriye uzak gözetimde kalsın Binbaşım. Cihan’ın devriyesi onlardan aşağı değildi. Paşam, üç operasyon gurubunun havadan bölge güvenlik sınırına indirilip desteklenmesini öneriyorum,” diyerek onay istedi Yarbay.
Şeref Paşa onayla yetinmedi, “İlave olarak yerden ZPT desteği ve hava eşliğinde Omegalar ile Cobraları istiyorum. RPG ve LAW uyarısı yapın. Gaz konusunda da dikkatli olun. Topçu desteği için kapasitemiz ne durumda, Oktay?”
“Emrettiğiniz tahkimatların yarısına yakını tamamlandı ve muharebeye müsait durumda Paşam” diye cevapladı Oktay Binbaşı.
“Bütün devriyelere şu an itibariyle acil topçu desteği isteme yetkisi tanınmıştır. Bildirilsin.”
“Emredersiniz Paşam.”

Şehir içinde top ateşi kullanımı başka şartlarda sadece düşman topraklarda uygulanabilirdi. O da sivil kayıp endişesi nedeniyle tartışmalı bir karar olurdu. Amma İstanbul, depremden sonra, hala yarı savaş alanı ve dağınık yerleşim adaları arasındaki moloz denizleri halindeydi. Geniş ve molozdan temizlenmiş, boş alanlar da epey fazlaydı. Şehir, yeni inşaatlara ve düzenlemelere rağmen hala yaralıydı.

Şehirdeki çete savaşları ve kargaşa orman kanunlarını tek kanun yaptığından, düzeni sağlamak için mücadele veren Şeref Paşa komutasındaki 17. Sığınak Bölgesi Muhafız Tümeni farklı yerlerde günlerdir -küçük çaplı çatışmalarda- çarpışıyordu ve her an çarpışmaya hazırdı. Şu anda da helikopter tamamen silahlı ve savaşa hazır durumdaydı.

Helikopter kısa sürede artık sözü geçen mevkiye ulaşmıştı. Devriyenin araçlarından arta kalanlara bakılırsa saldıranlar devriye ile mukayese kabul edecek beceride değildi. Bir kitabı okur gibi muharebe meydanını okuyabilirdi usta bir komutan.

Devriyede süratli hareket eden Humex zırhlı arazi araçlarından iki ve hafif zırhlı BMP nakliye kamyonlarından bir tane ile silahlı ikişer kişinin kullandığı savaş motosikletlerinden altı tane vardı. Burada bir Humex terk edilmişti ve diğeri de iki isabetle alevler içindeydi. Terk edildikten sonra vurulmuştu. Kamyon bir binanın alt katındaki dükkana kafadan girmişti. Araçlar aniden terk edilmiş olmasına rağmen terk eğitimli bir biçimde olmuş ve neredeyse tam bir çember ile siper oluşturulmuştu. Motosikletler ortada yoktu. Hızlı ve çevik araçların personeli süratli vur kaç ve çevirmeler için eğitilirdi. Sağlam olmaları iyiye işaretti ve Paşa sağlam olduklarından emin gibiydi. Savaş alanında çok fazla ceset vardı. Silahları ise çeşitli hafif makineliler, tüfekler ve RPG roketleriydi. Bu kavşak meydanında pek çok patlama izi ve hala yanan bir sürü ateş çukuru vardı.  

“Paşam, başıbozuk güruh işine benziyor” diye ifade etti Yarbay.
“Silah kullanmayı bilmediklerini kastediyorsan haklısın ama organize olmadıklarını söylemek doğru olmaz. İyi organize olmuşlar. Ve cesetlerin yığılma durumuna bakılırsa çekinmeden çarpışmışlar. Önceden olsa intihar saldırısı derdim ama kitlesel bunalımın insanları nerelere getirdiğini gördükten sonra şaşırmıyorum.”
“Paşam, ölüler arasında bizim çocuklardan iz göremiyorum. Belki de en kötü ihtimalle yaralımız vardır.”
“İnşallah öyledir Yarbayım. Bu arada, RRP’de iz var mı?”

Bütün askerlerin bileklerinde muharebe istihbarat ve iletişim amaçlı Asker Veri İşlem bilgisayarı AVİ vardı. AVİ hem telsiz hem de bilgisayar ve daha fazlasıydı. Farklı modelleri farklı kabiliyetlere sahip, uydu bağlantı kabiliyetli harika bir aygıttı. Uydulardan çalışan küresel yer belirleme sistemi; GPS, uydular meteor yağmurunda yok olduğu için çalışmıyordu. Bununla beraber GPS herhangi bir durumda kapanacak olursa diye geliştirilen eski moda bir yöntem daha vardı. Yer istasyonlarından ve elektronik muharebe destek uçaklarından faydalanan RRP için altyapı süratle kurulabilir durumdaydı. Uyduların yerini tutmasa da sistem kendi bölgende ya da operasyon sahasında önemli bir hakimiyete imkan sağlıyordu.

“İstasyonlar bu bölgede henüz yeni kurulacaktı Paşam. Kuramadan saldırıya uğramışlar. Paşam termal tarayıcıda stadyumun güney yönünde kalabalık iz gurubu okuyorum. Keşif gözü için yüksekliğe ihtiyacımız var.”
“Tamam, Kemal, yükseliyorum ve yavaşça o tarafa ilerliyorum. Silah sistemleri hazır. Bana ne olduğunu göster. Bu gördüklerimize Mavi 09 diyemem ama Cihan Yüzbaşı bende sağlam bir adam intibası bırakmıştı. Bir bildiği olmalı.”
“Cihan ve takımı çok iyidir komutanım. Büyük Orta Doğu Savaşı’nda cephe ötesinde yüz on gün takviyesiz savaşmıştılar. Mavi 09 diyorsa bunu en azından on kere düşünüp söylemiştir. Tek bir şüphesi olsa rapor etmezdi.”

Kemal Yarbay, Cihan Yüzbaşı ve takımına büyük saygı ve güven duyardı. Öyle bir savaşta düşman hattı gerisinde yüz on gün tek başına ve kendi kaynaklarını yaratarak çarpışan bir birlik kahramandan başka bir şey değildi.

Omega yarım bir yay ile dönüp aynı anda da yükselme manevrası ile hedef bölgeye yönelirken hızı düşüktü ve Paşa gece saldırı modunu aktif hale getiriyordu. Az sonra helikopter bir metre yanındaki birisi için bile bir arabanın motorundan daha fazla ses çıkarmıyordu, nerdeyse sessizdi. Yağmur yumuşamıştı ama hava hala karanlıktı. Uzaklarda şimşekler çakıyordu.

Pervanenin üzerinde bulunan bir metre çapındaki bir kürecik uzun mesafede etkili ses alıcı ve çeşitli farklı özelliklerde görüş sağlayıcı bir donanımdı; Omega’yı sadece saldırı değil, saldırı öncesi tam bir keşif ve istihbaratta da eşsiz kılıyordu. Bulunduğu konumdan dört metre yukarıya yükseltilebilen küregöz helikopterin bina ya da tepe gibi yükseltilerin ardına gizlenip görünmeden yükseltinin arkasını görmesine imkan veriyordu. Tıpkı şu anda olduğu gibi.

Bu esnada Yenişehir Operasyon Komutası; Gökdelen, Omega üzerinden sinyalini güçlendirerek bölgeye sürekli sesleniyor ve devriyeden cevap almaya çalışıyordu.
 

Daha sabahın ilk saatleriydi ve hava günün nasıl olacağını açıkça söylüyordu. Devriye ve RRP istasyonlarının kurulumu görevi ile dışarı çıkacak olan Cihan için tatsız bir gün demekti bu. Bir sürü savaş yarasına sahip olan yıllanmış asker böyle ıslak günlerde eski yaralarından bazılarını şiddetle hissediyordu. Bir küfür uçtu dudaklarından.
“Efendim Komutanım. Bir şey mi dediniz?” dedi hemen yanındaki Rafael Yüzbaşı. Türk ordusundaki Yahudi kökenli bir subaydı Rafael. Yakın dost olmalarına rağmen, binbaşılığı bir iki disiplin hatası yüzünden epey gecikmiş Cihan’a genelde komutanım derdi.
“Tatsız bir gün olacak,” dedi Cihan.
Anlamıştı Rafael. Gülümsedi. “Şahin Başçavuş dün bana geldi,” diyerek konuyu değiştirdi.
Cihan ilgilenmişti bununla. Ona doğru döndü.
“Bir sorun mu varmış?”
“Olabilir. Nişancıların ikisi birden huylanmış,” diyerek gülümsedi. Takımın iki nişancısı işlerinde çok iyi olmalarının yanında kesinlikle hasta paranoyaklardı. “İki üç gündür devriye hattında anormallik olduğunu söylüyorlarmış. Etraf çok sessizmiş. Levent kuşlar yok diyormuş, Ural da kedilere takmış. Kediden geçilmiyordu şimdi bir tane bile yok diyormuş,” dedi ve farkında olmadan suratı karardı. Aklına Berusum gelmişti.

Orta doğu savaşında Cihan’ın takımı üç ay boyunca düşman hattı gerisinde çarpışırken bu iki nişancının çıkardığı savaş bir noktada takımın kurtarıcısı olmuştu. Zaten ikisini paranoyak yapan da o savaş olmuştu. O savaştan, öyle ya da böyle, yara almadan çıkan kimse de yoktu.

Cihan da anladı ve  hatıraların tuzağına dalmadan kendine geldi. “Berusum, değil mi?” diye sordu Rafael’e. Dostunun yüzünde derin acı izleri vardı. İnsanlıklarından utandıkları bir yerdi Berusum. Savaşın çirkin yüzünün en çirkin halini görmüştüler.

“Evet” dedi silkelenen Rafael.

İkisi de bir an durup düşündüler.

“Bu kadarı ile Komutan’a gidip somut bir nedenimiz var diyemeyiz ama nişancılar vurucu timdeki en iyi gözlerdir. Yola çıkmamıza bir saatten az kaldı. Bütün timi sen kontrol et. Tam donanım ve yedek kitleri de alın. Bundan hoşlanmayacaklar, böyle bir görev için çok ağır olacak ama her şeyi alacaklar. Herkes. Bütün devriyelere de uyanık olma uyarısı yollat. Fazla dillendirme. Sadece uyarıldıklarından emin ol.”
“Her gün çatışmanın içindeyiz. Standart donanımımız bile çok iyi. Bu hazırlık fazla olabilir mi?” diye cidden merakla sordu Rafael.
“İtiraf etmek gerekirse öyle olmasını diliyorum ama buna inanmıyorum. Batıl inanç sahibi olmak savaşta iyidir Rafael. Uyanık olmak için sana neden verir. Nişancılarıma güveniyorum. Bir ay kadar önce ayaklanma guruplarını birleştiren birisi olduğu istihbaratını almıştık. Hatırladın mı? İlgisi olabilir.”

Takım gerçekten bundan subayı, astsubayı ve erleriyle beraber nefret etmişti. Daha önce de bu olmuştu. Sorumluları biliyordular. Sıradan bir görev ne zaman böyle bir kıyafete bürünse bunun altından nişancılar çıkardı. Ve işin kötü yanı daha önce sadece bir kere yanılmıştılar. Onda da herkes açıkça çok iyi hazırlıklı olduklarını gösterdikleri için karşı tarafın vazgeçtiğini düşünüyordu ve nişancıların orada da haklı olduğuna inanıyordu.

“Bursalı, olum, bu G6 silahı on iki kilo, tam takım muharebe zırhı ve miğfer dokuz kilo, cephane kitleri on kilo, gaz maskesi, gecegörüş gözlükleri, erzak.” bu son ikisini bastırarak söylemişti; bunlar hava kararmadan dönecek bir tim için fazlaydı. “.AVİ, 14’lü Block tabanca, elektrik tabancası, patlayıcılar ve el bombaları. Bunları benim yerime sen taşıyacaksın,” dedi Savaş. Diğerleri açıkça sırıtıyordular. Savaş, Levent’e çok kızmıştı.

“Gün bitmeden Erzurumlu poponu bunlara borçlu kalabilirsin. Dua et de haksız çıkayım,” dedi Levent. O da gülümsüyordu.
“Dua et de haklı çıkasın” dedi Savaş. Sonra ne saçmaladığını fark edip bir koca küfür savurdu. Herkes kahkahalara boğuldu ama bunlar açıkça sinirli kahkahalardı.

İçinde bulundukları durum hoş değildi. Önce meteor lafı ile çıkan olaylar, ayaklanmalar, suç olaylarına ordu destekli müdahale ve sonrasında da meteorun düşmesi gereken gün vurulması ve sığınakların yaralanmasını takip eden günlerde şehirdeki çatışmalar. Savaşta başka ülkenin insanlarını öldürmek bile bir yerden sonra bir askerin ruhunda yaralar açıyordu ama kendi ülkenin insanına silah doğrultup ateş açmak başka bir şeydi. Ayaklanma, isyan ya da adı her ne olursa. Bu askerin insanlığını yaralayıp ruhuna işkence çektiren bir şeydi. Aslında savaşın kendisi başlı başına insanlığın en büyük illetiydi.

Rafael aynen emredildiği gibi bizzat donanımı kontrol etti. Şahin Başçavuş bile ekşi bir surat ile yardım etmişti askerlerin denetlenmesine. Takımın rütbelileri de devriye ve istasyon kurulumunda bu kadar silah ve cephaneye işkence gözü ile bakmıştı. Hatta Okan Teğmen açıkça ağlamaklı olmuştu çünkü Hummex 2’deki yedek cephanenin sorumluluğu ona aitti. Bu, bir çatışma anında koca bir mermi sandığını yüklenmek demekti.

Sonunda tatsız bir görev için son kontroller de yapıldı ve istasyon sandıkları BMP kamyonuna, askerlerin yanına yüklendi.

“Birinci manga rütbelileri öndeki Hummexde benimle olacak. İkici Hummex ikinci manga rütbelilerinin. Panterler iki ön, iki arka ve iki ileri keşif şeklinde guruplanacak. BMP, Hummexlerin arasında olacak. Yani standart ilerleyeceğiz arkadaşlar. Bununla beraber herkesin gözünü dört açmasını istiyorum. Endişelenmek için yeterince sebebimiz zaten var. İstanbul’da hakim değiliz ve düşmanca hareket eden silahlı guruplarla çatışmalarımız devam ediyor. Son günlerdeki yavaşlamaya dikkatimiz çekildiği için bugün daha bir temkinli olacağız,” diye konuşurken üzerindeki kıyafeti gösterdi Cihan Yüzbaşı, “Bu sizin giydiklerinizden daha hafif ya da rahat değil. Ve ben de sizden daha mutlu değilim. Hadi gidip görevimizi yapalım olur mu?!”

Askeri ve rütbelisi ile hep bir ağızdan çıkan tek ses, güçlü ve yırtıcı bir onay nidası ile Cihan Yüzbaşı komutasındaki 51. Vurucu Komando Takımı araç binip yola koyuldu.

“Ne var o çantada Ural?” diye sordu Hüseyin Çavuş. Şahin Başçavuş nakliye kamyonunun ön tarafında Süleyman Çavuş ile beraberdi. Hüseyin’in askerlerin başında olması Şahin’i rahatlatıyordu. Hem Süleyman daha bir geyik bir yol arkadaşıydı ve önlerinde epey yol, bir dolu iş vardı.

Ural fazladan bir yük olarak taşıdığı çantayı açıp sırıtarak gösterdi.
“Oohhhaaa!” nidası Özgür Onbaşı’dan geldi.
“O düşündüğüm şey mi?” diye sordu Levent.
“S-40 tipi KANN-S mermisi,” dedi Ural gevrek gevrek.
S-40, iki safhalı KANN-S keskin nişancı silahının kullandığı mermi çeşitlerinden patlayıcı özellikli olanıydı ve zırhlı araçları da etkisizleştirecek kapasitedeydi.
“Onun bizde olmaması gerekiyor. Sadece SAT’ların envanterindeydi. Nerden buldun?” diye ağzının suyu akarak sordu Levent.
“Yeşilköy Baskını’nda ele geçirdiklerimizden. Numune amaçlı birkaç kutuyu zulaya atmış olabilir miyim acaba?” diye gülüyordu  Ural.
“Bir kutuyu bana vermezsen seni Şahin’e ispiyonlarım.” diye şakayla tehdit etti Levent. Diğerleri buna gülerken Ural;
“Kardeşim, lafı mı olur? Al bakem,” diyerek bir kutuyu hemen uzattı. İki Nişancı da ağızları kulaklarında gülümsüyordu.
“Dikkatli kullan birader.”
“Çocuk diiliz abisi. Elimizdeki nedir biliyoruz.”

Yolun başları böyleydi. Şamata ve muhabbetle, tasasızca ilerlediler. Askerler ölümü en iyi bilenlerdi. Yaşamı da. Ölümden zaman çalarak yaşadıklarını biliyordular. Ölümden kaçış yoktu. Bu nedenle hayatı gülerek ve neşe ile yaşamayı ve de yeri gelince de savaşmayı çok iyi dengeleyebiliyordular. Askerler sivillerin, sıradan insanların garip bulacağı bir eğlence ve yaşam tarzına sahiptiler ve onlar da sıradan insanı garip buluyordular. Bu komikti ve de acıydı.

Tanıdık ve kontrol altındaki bölgede ilerledikleri süre boyunca rahattılar.  Yenişehir İnşaat Sahası dışına çıktıkları andan itibaren yolun rengi değişmişti. BMP’nin kurşun geçirmez branda kasa örtüsünde, askerlerin dışarıya atış yapabileceği atış yuvaları vardı ve şimdi herkes ayakta, silahları hazır biçimde, dört gözle etrafı tarıyordular. Sessiz ve boş sokaklarda kimseyi görmeden ve hiç bir şey duymadan ilerliyordu devriye.
Yağmur kalınlaşıyor ve hızlanıyordu. Hava bulutlu ve karanlıktı. Koca metropolde deprem ve meteora rağmen hala üç milyon kişi olmalıydı. Şehir o kadar hasar almamıştı. Meteor yağmuru hasarı bölgesel ve aslında bu büyüklükte bir şehir ve nüfus için çok zayıftı. Radardan izlendiği kadarı ile düşen meteorların büyüklüğü bir iki metre çapa ancak ulaşmıştı. Ama meteorlardan daha kötüsü halkın kendine ettiği idi. İnsanların deliliği sınır tanımamıştı. Ayaklanmanın karmaşası ve suç dalgası çok kan ve gözyaşı akıtmıştı.

İnsanların çoğu korku ve dehşet içinde bulabildiği her delikte yaşamaya çalışıyor ve saklanıyordu. Otorite ve kanun olmadığında orman kanunlarının neler yapabileceği ve insanın ne kadar çirkinleşebileceğini görmek askerlerin kendi vatandaşlarına silah çekme konusundaki çekincelerini kısa sürede çok zayıflatmıştı. Her şeyden önce onların da aileleri vardı ve birilerinin kendi ailelerine bunları yaptığını düşünmek onları çok etkilemişti.
İki saat boyunca ilerlediler ve planlanan hakim noktalara RRP istasyonları olan çanta boyutlarındaki cihazları ve antenlerini yerleştirip kamufle ederek görevlerini yaptılar. Sonra işler değişmeye başladı.

Motosikletli birimler olan Panterler AVİ iletişim kanalından görüntülü bir mesajla ilginç bir durum bildiriyordu.
“Cihan Yüzbaşım, Kedi 3 bildiriyor. Bu görüntüyü alabiliyor musunuz?”
Görüntüde yeşil yosunla kaplı sokaklar ve meteor hasarı olduğu belli olan hasarlara sahip binalar vardı. Yosunların arasından yer yer ilginç tropikal ağaç ve bitki kümeleri de fışkırıyor gibiydi. Yani buna benziyordu en azından.
“Görüyorum Kedi 3. Deniz seviyesinde misiniz?”
“Rakım tam olarak yüz elli bir Komutanım. Şehitler Tepesi’nin güney kısmında burası. Kuzeydoğu,  Stadyum bölgesinin en kuzey ucu. Etraflıca araştırma için izin istiyorum.”
“İzin verilmedi Kedi 3. Bizden çok öndesin. Mevkini koru. Sana doğru geliyoruz.”
“Anlaşıldı, tamam.”
“Kedi 4 ve Kedi 6. Önden gidip Kedi 3 e katılın.”
“Anlaşıldı.”
“Yoldayız. Tamam.”
“Biz de gidelim. Sür Cengiz.”
“Emredersin Komutanım.”
“Komutanım, meteorların boğazda yol açtığı tsunami o rakıma çıkabilir mi?” diye soran Melisa Üsteğmen’di. Narin ve hanım hanımcık bir doktora göre savaş şartlarında inanılmaz bir sertlik ve askerlik sergileyen bu subayın halleri Cihan’ı hep şaşırtıyordu. Bazen ukala bir çokbilmiş bazen ise tam bir iyi öğrenci tavırları ile öne çıkıyordu.

“Denizbilimci değilim ama o rakım bir yana benim gördüklerimi siz de gördünüz. Rüya değildi, değil mi?”
“Ben sizinle aynı fikirdeyim komutanım. Bir ay su altında kalsa bile o halde olmamalıydı orası” diyen Murat Üsteğmen idi.
Genç Dilaver Teğmen heyecanlanmıştı.
“Ne demek oluyor o zaman bu gördüklerimiz?”
“Gidip göreceğiz Teğmenim,” dedi Cihan Yüzbaşı.
Ve yola çıkmıştılar.

Daha on dakika yol almıştılar ki öncüden mesaj geldi. Miğferlerinde bulunan kameralar ve AVİ’leri sayesinde bütün tim üyeleri sesli ve görüntülü haberleşebiliyordu.

“Temas bildiriyorum. Saklanıyorlar.”
Ve aynı anda da arkadaki Panterden bir mesaj geldi. Bu aslında tam bir feryattı.
“Pusu! Pusu! Pusu! Arkayı kapatıyorlar! LAW ve RPG görüyorum! Kalabalıklar!”

Cihan Yüzbaşı ilk kez pusuya düşmüyordu. 51. Vurucu Komando Takımı da ilk kez pusuya düşmüyordu. Aynı emri birçok ağız aynı anda haykırırken emri bütün takım süratle ve eğitimini aldığı şekilde uyguluyordu.

“Araç terk et!!”
“Araç terk et!!”
“Araç terk et!!”

Araçlar terk edilirken 51.takım; Yalnız Kurtlar, siper alarak yayılıyordu ve roketlere toplu hedef olmamak için süratle hareket ediyordu. Silah sesleri patlamıştı. Yoğun ateş altındaydılar. Roketler havada uçuşmaya başlamıştı. Bu ilk atışlar pusuya düşenlere epey umut vermişti. Savaş deneyimli takımın her üyesi kısa sürede düşmanın iyi nişancı olmadığını biliyordu ama sevinmek için çok erkendi.

Cihan takımının durumunu görebiliyordu. AVİ’si bütün takım üyelerinin yakınlarda oldukları sürece sağlık durumu ve yer bilgisini ona söyleyebiliyordu. Ama Kediler uzaktaydı ve  uydular ile GPS olmadan arazi şekilleri ile mesafe engelleyiciydi.

“Kedi 1! Kediler ne durumda?!” diyerek en yakın ve ulaşılabilir Panter’e seslendi.
“Sağlam ve süratle bu tarafa akıyorlar.”
“Sizden tam keşif istiyorum. Saflarının arkasında kalın. İyi değiller ama kalabalık gibiler. Ateş güçleri ve sayıları bilgisine ihtiyacımız var”
“Anlaşıldı. Mesafeli keşifteyiz.”

Cihan adamlarına döndü. Mermiler havada uçuşuyordu. Pusucular bir Humex’i güç bela vurmuştu ama arkasındaki Okan oradan çoktan uzaklaşmıştı. Bir binanın alt katındaki dükkana kafadan dalmış ve sağlam bir siper bulmuş olan kamyondaki guruba katılmıştı.

“Rapor verin! Herkes sağlam mı?!” diye AVİ’den seslendi Cihan.
İlk  cevap veren Şahin Başçavuş idi. “BMP sağlam ve tam teçhizat. İyi bir örtümüz var. Şimdilik idare ederiz. Okan Teğmenim de yanımızda.”

Rafael Yüzbaşı da aynen cevapladı.
“Humex 2 tayfası sağlam ve tam yüklü. Yer değiştirip tutunuyoruz. Sağlam bir mevzi arıyoruz.”

Yağmur sağanak halde yağıyordu. İstanbul sokakları her yağmurda olduğu gibi yine dereler gibi akıyordu. Şimşeklerin ışıkları bulutlu ve karanlık havayı yırtıp duruyordu.

Cihan Yüzbaşı ağzını açacaktı ki bir roket siper aldıkları köşe başını ıskalayıp az ileride patladı. Etrafa beton ve çam parçaları alevlerle beraber patladı. Cihan Yüzbaşı kendini yüz üstü yere atarken alevler ve cam parçaları, beton ve tuğla molozlarıyla beraber üzerinden akıp geçti.

O daha ayağa kalkamadan BMP gurubu topçu tüfeği ve roketatarları ile karşı saldırıya başlamıştı. Şahin Başçavuş ve askerlerin çıkışı çok etkiliydi. Nişancılar roketçileri bir bir indiriyordu ve boşta kalan zamanda da ıskalamadan diğerlerine destek oluyordu. İki tane topçu tüfeği, iki tane G6 ağır makineli ve iki tane ROM roketatarları vardı. Kalan takım üyelerinin hepsi piyade katili adı ile ünlenmiş çok hızlı ve güçlü bir silah olan FAMAC piyade tüfeği taşıyordu. Silah dipçikten yüz yirmi mermilik bir şarjörle besleniyordu ve doldurmadan daha uzun süre kesintisiz ateş etme imkanı vererek ateş üstünlüğü sağlıyordu. Savaş gurubu bu haliyle çok etkiliydi. Silah ve donanım üstünlüğü,  eğitim ve savaş deneyimi ile birleşince bu kaçınılmazdı.

Şimdiden düşmanları ağır kayıplar vermişti ve pusu dağıtılacak gibiydi.

Ama öyle değildi. Düşman kayıp veriyordu ama pusu dağılmıyordu. Sel gibi akıyordular. Düşenin yerini yenisi alıyordu. Böğürüp gırtlaktan anlaşılmaz haykırışlarla saldırıyordular. Yalnız Kurtlar el bombaları ve ağır makineli desteğinde bir saldırıya kalktıkları esnada düşmanın da aynen sertlikle karşılık vermesi ve ölerek karşı koyması üzerine geri çekildiler. Sayı üstünlüğü çok fazlaydı.

Cihan küfretti. Düşman ölüm pahasına saldırıyordu. Böyle çılgınca, fanatikçe bir direnişi en son savaşta görmüştü. Ayaklanmanın delirttiği insanlar bile bir yerde kırılıp geriliyordu. Ama burada öyle değildi.

“Kedi 2 bildiriyor. Sayıları çok fazla. Çevrenizde silahlı beş yüz kişi var. Kedi 4 bu yöne ilerleyen iki yüz kişilik bir gurup bildiriyor. Geri dönüş yolunu barikatla kapatan gurup da yüz kişi kadar. Tam evlerinin ortasındayız. Tek açıklık kuzeydoğu yönünde. Yaya kaçış mümkün. En zayıf hat burada. Sadece otuz kırk kişi sayıyorum.”
“ O halde uzaklaşma pahasına o yönü kullanacağız. Ama bu konuda içim rahat değil, bir salak bile bu kadar büyük bir güç varken bu kadar zayıf bir kenar bırakmaz. Bir şey biliyor ya da planlıyorsa o başka.”
“Üzerinize kapanacaklar Komutanım. Binalar sizi bir süre koruyabilir ama roket atışı yoğun ve bu binalar ise bunu kaldıramaz. Dar alandasınız.”
“Başka şansımız olmadığını biliyorum.” diyordu Cihan ama konuşması AVİ’ den herkese seslenen bir uyarı ile kesildi. Melisa Üsteğmen’in sesiydi bu.
“Gaz maskeleri! Gaz maskeleri! Kimyasal silah kullanıyorlar! Gaz maskeleri!”

Tek bir soru ve tereddüt olmadan takımın doktorunun uyarısı ile herkes gaz maskelerini takmıştı.

Çatışma sürerken, bir yandan da gerçekten düşman, turuncu el bombası benzeri silahlarla saldırısını yeni bir şekle sokmuştu. Kurtlar da buna sert cevap veriyordu. Silahlar isabetle ateşleniyor ve el bombaları ile topçu tüfeği atışları kalabalıkları havalarla uçuruyordu. Çevreye sarı ve turuncu renkli toz bulutları saçan bombalar gaz maskeleri sayesinde etkisiz olsa da yer yer görüşü iki taraf için de engelliyordu.

Cihan, sürüne koşa, ateş altında ilerlemiş ve etrafında mermiler vınlarken doktorun yanına ulaşmıştı.

“Yüzbaşım! Murat Üsteğmen etkilendi. Bilinci kapalı.”
Daha bir şey soramadan bir mesaj daha geliyordu.
“Komutanım, düşman yaralılarından birinin yanındayım! Buna inanmayacaksınız ama bu adamın bildiğimiz türden insan olduğunu sanmıyorum.”

Bu noktada Şahin Başçavuş konuşmadan sadece miğferinin kamerası ile görüntüleri aktardı. Yaralı düşman polis üniforması giyiyordu. Cüssesi çok kaslıydı ve aşırı derecede kıllıydı. Gözleri de akına kadar kapkaraydı. Parmak uçları tırnaksız ve etsiz, sırf pençe misali kemiktendi. Ölmek üzere olduğu belli olan düşmanın nefretle sıkılı dişlerinde ise sivri azı dişleri ve keskinlik göze çarpıyordu. Et obur vahşi bir hayvanı andıran bu düşmanın attığı şeyler ise Şahin’in deyimi ile “..bir tür kocaman bitki tohumu ya da öyle bir şey gibi.” idi. Patlayarak çevreye sarı dumanlar, toz bulutları yayan bu şey gerçekten de bıçakla kesilince bir bitki tohumu gibi görünüyordu.

“Bu ne s... böyle?!!” diye koca bir küfür savurdu Savaş.
“Neler oluyor burada!?” diye kendi kendine bağırdı bir diğeri.
“Yarma harekatına hazır olun. İstikamet kuzeydoğu. Bayır yukarı köşeleri siper alarak süratle ilerleyeceğiz. Bu sokaklardan akmaya devam edecekler ama önemi yok. Bayırı bir kez aşarsak stadyumun yanındaki metro girişine kadar arkamıza düşmek zorundalar. Sağlam bir bina orası. Parça parça destekli çekilirsek oraya kadar ulaşmak sorun olmaz. Nişancılar önden gidip yerleşecek. En son ağır makineliler ve topçular benimle gelecek. Panterler! Biz yoldayız. Gözlerimiz olun. Destek ulaşana kadar kör kalmak istemiyorum! ” dedi Cihan.
“Anlaşıldı Komutanım. Uzaktan devam ediyoruz.”

Ve birkaç dakika süren pozisyon yenilemelerin ardından harekete geçildi. ROM roketleri çemberin zayıf kısmı olduğu bildirilen kenarı parçaladı ve cesetlerin üzerinden atlayarak koştu Kurtlar. Ağır makineliler ve topçu tüfekleri arkalarından sel gibi akan düşmanı yavaşlatıp dağıtıyordu. Saklanmak ve adım adım izlemek zorunda kalan düşman arkalarındayken Kurtların büyük bölümü yeni direnç noktalarını hazırlamak için önden gidiyordu. Bu arada Cihan Yüzbaşı da Gökdelen ile ikinci kez bağlantı kurup yeni bilgileri ulaştırıyordu. Burada bir Mavi 09 vardı!

Çekilmeleri karşı taraf için hayli kanlı olmuştu. Düşmanın, zırh ya da çelik yelekleri olsa bile; ki yoktu, Kurtlar’ın silahları en kıyıcı özel harekat silahlarıydı ve onları çok iyi kullanıyordular. Buna karşılık güruhun silahları genelde M16, G3 ve MP5 gibi Kurtlar’ın zırhlarının dayanıklı olduğu türden silahlardı. Hem zaten yaralanmalara sebep olacak türden dik açılı bir isabete yol açacak kadar yaklaştırmıyordular düşmanı.

Az bir zaman sonra nişancılar metro sığınaklarına giden terk edilmiş girişe ulaşmış ve binanın üçüncü katına sağlam bir mevziye silahlarını kurmuştular. Önlerinde yaklaşık sekiz yüz metrelik bir bulvar ve oradan arkalarında düşmanla çekilecek dostları vardı. KANN-S ikinci safhası hazırdı. Altı yüz metre ve üç bin metrelik iki safhalı atış kabiliyetli silah yere oturtulup ilave parçaları takıldığında üç bin metreye etkiliydi. Bir mermiyi  o mesafeye bir buçuk saniyede, hassas bir isabet oranı ile ve üç dört kişiyi delecek bir güçle gönderiyordu. Yere mıhlanmış ve iyice bağlantıları sıkıştırılmış koca nişancı silahı üç bin metreden parmak izi alabilecek teleskobik dürbünü ile atışa hazırdı. Gurup da yerleşmiş ve barikatlar kurup mevzi hazırlıyordu.

“Arka ve yan kapılar çelikten ve kapalı. Tuzakladık komutanım,” diyerek Şahin Başçavuşa bildirdi Süleyman Çavuş.
“Bina içi temiz ve yaklaşma istikametleri tuzaklandı komutanım. Sadece ön cepheden gelebilirler” diye rapor verdi Hüseyin Çavuş.
“Biz de ön kapıyı sağlamlaştırdık Şahin. Nişancılar sadece roketçileri gözetleme emri aldı. Gerisine karışmayacaklar. ROM’cular ikinci katta. Yanlarında Okan ve Dilaver var. Zemin katı on FAMAC kolluyor. Hazırız” diye ifade etti Rafael.
“Hazırız komutanım” diyerek kararlı bir ifade ile başını salladı Şahin Başçavuş.
“Komutanım, hazırız,” diye AVİ’den bildirdi Rafael.
“Yoldayız!” diye cevapladı Cihan, “Özgür, Kazım, Savaş, Zülküf! Ricat ediyoruz! Tekrar ediyorum derhal ricat! Geri çekiliyoruz! Mevzi yerleşti!”

Emir aynen alınmıştı. Hemen uygulanmaya başlandı. Çekilme süratle başladı. Sızma ve operasyon sonrası süratle uzaklaşma konusunda Kurtlar kadar iyi olan timler sayılıydı.

“Ricat!”
“Ricat!”
“Ricat!”
“Ricat!”

Geride düşman akışını korkunç ateş gücü ile baskı altında tutan beşli ateşi bırakıp süratle aralardan ve köşelerden, yanmış araba ve otobüs enkazları arasından koşturmaya başladığında ilk bocalama sürecinin ardından düşman da peşlerinden hücum etti ve arkalarından bayırı devirip bulvara adım attı.

Adım atmaları ile de en öndeki RPG roketatarı taşıyıcısı göğsünü parçalayıp geçen bir KANN-S mermisi ile ikiye bölündü. Mermi yoluna devam etti ve arkasındaki cephanecisini de vurup sırtındaki yedek roketleri patlattı. Ceset parçaları havada uçuştu. Şanslı bir atış ve çekilenlere zaman kazandıran bir gelişmeydi bu. Düşman yavaşlamıştı. Ayaklanmanın aylardır yol açtığı yıkım ve şiddetin göstergesi olan bulvardaki otobüs, araba enkazlarını siper alarak ilerlemeye başlamıştı. Yine de ölüyordular.

Cihan durup geriye baktı. Düşen düşmanın roketlerini diğerleri yükleniyordu. Hafif silahlar bırakılsa da roketlerin çoğu hemen el değiştiriyordu. Mavi 09 vermişti ve kararının arkasındaydı. En azından uzaylı değilse bile bunlar sıradan bir durum değildi ve bunun bildirilmesi gerekliydi. Umutsuzluk için bir neden yoktu. Savaş bu hali ile daha bitmemişti ama savaşta kazalar olabilirdi! Bildirmesi iyi olmuştu. Koşmaya devam etti.

Çatışma sertti. Düşman gelmiş ve kapanmıştı. Beş dakikadır ağır bir ateş gücü ile savaşan Kurtların çevresi ceset çemberi olmuştu. Bir iki roket binayı vursa da bunun çok daha fazlası ateşlenemeden nişancı mermileri ile yere düşmüştü. Sonra uyarı mesajı geldi.

“Kedi 1! Kedi 1 bildiriyor! Doğudaki arterden size akan kalabalık hareket görüyorum. Bunlar da ne böyle!! Neler oluyor Komutanım!”

AVİ’lerin ekranı çatışma sürerken göz ucu ile kontrol edildi. Motosikletli Panter birimi vur kaç ve istihbarat için donanmış bir birimdi. Sahip oldukları özel teleskobik görüş cihazları çok kabiliyetliydi. Ayrıca iki kişilik motosikletlerin model uçak büyüklüğünde bir keşif helikopteri fırlatma-yönetme kabiliyeti vardı. Havadan aktarılan bu görüntülerde herkesi donduran şeyler görmüştüler.

“Bu ne böyle!!”
“Allahım!”

Küfürler şaşkınlık kadar korku izi de taşıyordu. Çok kalabalıktılar. Ve kesinlikle bugüne kadar böyle bir şey görmemiştiler.

“Kangal kadar büyükler ama köpek değiller!” dedi Levent.
“Örümceğe de benziyorlar” diye şok olmuşça konuştu Ural. Kanı donmuştu. Terliyordu. Korkuyordu. Bin tane vardı bunlardan. Ve hepsi de üzerlerine doğru koşuyordu!
“Ateşe devam Kurtlar! Ateşe devam! Önce elimizdekilere bakalım! Buraya ulaşmaları beş dakikadan önce olmamalı! Ateşe devam!”
Ve ateş yeniden sertleşip öfke ile yüklenerek düşman insan güruha vurdu.
“Cephane raporu!! Cephane Raporu!”
Şahin Başçavuş herkesi süratle kontrol etti.
“Yedeklere geçtik. Harcadığımız kadar daha  var komutanım” dedi.

Bu yetmeyecekti.  Destek ulaşana kadar direnebilmeleri tek şanslarıydı. Kendi başlarına buradan çıkamazdılar. Cephane olmadan bunu yapamazdılar.

Bunları düşünürken bina içinden gelen Block tabancası sesleri ile hepsi arkalarına döndüler! Yaralıları; Murat Üsteğmen, silahını çekmiş ve yattığı yerden yanındaki Melisa Üsteğmen’e mermi yağdırıyordu. Cihan Yüzbaşı ve Şahin Başçavuş aynı anda bellerindeki elektrikli tabancaya uzanıp tıbbi müdahale esnasında zırhı çıkarılmış Murat’ı vurdular.

Murat yere baygın düşerken Şirin Yüzbaşı hemen doktorun yanına koştu.

Melisa’nın miğferini ve zırhını çıkarıp yarasına baktı. Bir parça rahatlamış bir halde konuştu, “Haklıymışlar. Yeni zırh yakından Block atışını durdurabiliyor. Sadece bayılmış. İyi olacak.”

Herkes yine dikkatini dışarıya verirken Şahin Başçavuş, Cihan Yüzbaşı’ya seslendi, “Komutanım, Şuna bakın.”
Murat’ın gözlerini gösteriyordu.

Rafael çok nadir küfür ederdi ve şaşkınlık ve öfke ile beraber ağzında koca bir küfür çıktı.

“Aynen komutanım,” dedi Savaş.
Murat’ın gözleri de kararıyordu. Derin nefes alıyor ve titriyordu. Terliyordu. Teri sarı renkteydi. Vücudu zangır zangır sarsılıyordu.
“Bağlayın, kelepçeleyin. İki üç kat bağlayın.” dedi Cihan, “Şirin, Melisa’yı ayılt. Az sonra herkese ihtiyacımız olacak.”

Yalnız Kurtlar son çarpışma için bütün silah ve cephanelerini kolay ulaşılır bir şekilde önlerine yerleştirirken Omega’nın güçlendirdiği sinyallerle Gökdelen, Kurtlar ve Panterler ile bağlantıyı sağlamıştı. Az sonra Paşa ve Cihan konuşuyordu.

“Yetişebilmenize sevindik komutanım. Cephanemiz yedeklerde ve çok kalabalık düşman saldırısı altındayız.”
“Mavi 09 bildirmişsiniz Cihan?”
“Komutanım siz karar verin. Doğu istikametinden yaklaşan bine varan sayıda olası düşman mevcut. Bir dakikaya burada olurlar. Tanımlamakta güçlük çekiyoruz.”

Burada araya süratle ve heyecanla Kemal Yarbay giriyordu. Göz küresinin teleskobik optikleri ekrana her şeyi seriyordu.
“Komutanım!! Şuna bakın!” sesi dehşet doluydu!
Paşa bela gördüğü zaman tanıyacak bir askerdi. Sesinde askerleri için endişe ve acele tınısı vardı. Sesi eyvah ediyordu!
“Bakacak zaman yok Kemal! Bakacak zaman yok! Bu ne Allah’ın belası böyle!” dediği anda helikopteri binanın arkasından kaldırmış ve ileriye süratle hamle etmişti. “Kemal otomatik top kumandası bende, roket ve füzeler sende! Buraya bir baraj kuruyoruz!” Ateşe başlamıştı Paşa.

Pilot miğferi nereye baksa otomatik top o yöne dönüyor ve Paşa tetiği asıldığında oraya saniyede yüz mermi fırtına gibi vuruyordu. Roketler ve füzeler kalabalık ve sıkışık bir halde koşturan düşman yaratık sürüsünü kısa sürede parçalayıp çok küçük bir guruba indirmişti. Paşa’nın durmaya niyeti yoktu. Ama uyarı geldi.

“Nişancı konuşuyor, Komutanım, roketçiler helikoptere doğru yöneliyor. Görüşümün dışına kayıyorlar,” diye bildirdi Ural.
“Nişancı 2, Bende de durum aynı komutanım,” dedi Levent.
“Yeniden konumlanıyorum. Anlaşıldı çocuklar,”  diye bildirdi Paşa.

Omega konumlanırken Cihan karşı saldırı emri verdi ve Kurtlar binadan çıkıp düşman hatları arasına daldı. Son el bombaları ve roketler savruluyordu.

Kısa sürede artık yakın çevre tamamen güvenlik altındaydı çünkü üç Blackhawk helikopteri de beş dakika sonra atmış kişilik tam donanımlı bir vurucu destek indirmişti. Çevrelerinde on Cobra ve iki Omega saldırı helikopteri ile dikey iniş kabiliyetli nakliye uçağı olan Hurricane’lerden birinin indirdiği iki Zırhlı Personel Taşıyıcı yerlerini almıştı.
On dakika sonra çevre emniyeti yerden ve havadan tamamen sağlanmıştı. Şeref Paşa’nın helikopteri yere inmişti ve Paşa çevreyi inceleyip süratle bilgi alıyordu. Hava karanlıktı, iç karartıcıydı.

Çatışmanın cereyan ettiği bu geniş bulvar hem önceki enkazlar hem de şimdi bu koca güruhun kanlarıyla ürkütücü bir manzaraydı. Parçalanıp yarılmış köpek ve insan cesetleri yağmurla birleşince bu yüksek İstanbul tepesinden dört bir yanına kızıl ve yeşil kan nehirleri akıyordu.

Keşif esnasında insansı ve köpeksilerin arasında canlılara rastlanmıştı.

“Ne yapalım Paşam?” diye sordu Kemal Yarbay.
Paşa bir an durup düşündü. Ne yapılacağından çok onları nasıl isimlendirmesi gerektiğini düşündü.
“İnsansıların hepsini yanımıza alıyoruz. Emniyetli bir biçimde Gökdelen’deki revire götürelim. Bu canavarların içinden bazılarını da istihbarat amaçlı incelemeliyiz. Silahlı muhafızlarla nakledeceğiz. Gökdelen’e bilgi verin hazırlık yapsınlar. Kalanları öldürün.”
“Emredersiniz Komutanım.”

Herkes hala gaz maskelerini takıyordu çünkü bu köpeklerin vücudundan da yer yer spor bulutlarının patladığını görmüştüler ve şimdi cesetleri bile ara sıra spor püskürtüyordu. Yağmur altında maskeli bir halde alana yayılmış askerlerin hepsi savaş alanı ve çatışma görmüş gazilerdi. Ama burası başkaydı; burası açıkça sinirlerini bozmuştu.

Az ileride Kurtlar bu köpek yaratığı inceliyordu. Etrafta iki yüze yakın bunların cesetlerinden vardı.
“İyi ki silahsızlar” dedi Savaş.
“Müdür, süratlerini gördün mü!?” diye sordu Kazım.
“Bir tanesi ikinci kata hiç yavaşlamadan örümcek gibi tırmandı a... k...”  diye bir küfür savurdu Yaşar. “Şarjörün yarısını boşalttım ama hala kıpırdıyordu o... ç.”
“Ben birini tek atışta bitirdim, üzerime koşuyordu. Tam kafadan vurması koşarlarken kolay” dedi Okan Teğmen.
“Yaşar vurmasaydı biri beni biçiyordu, akşam helvamı yerdiniz artık,” derken yaratığın aynı zamanda koşarken bacak olarak kullandığı dört ön kolunu işaret etti Faruk Onbaşı.
Kasatura gibi kocaman pençelerden her elinde üçer tane vardı. Altı ayakta koşup iki arka ayağında yükseliyor ve sonra dört ayak kolu ile pençelerini savuruyordu. Yüzünde bir örümcek gibi pek çok göz ve örümceğimsi bir ağız yapısı vardı. Korkunç ağız uzuvları hem diş hem kıskaç gibiydi ve bir insanın göğüs kafesini umarsızca parçalayabilirdi.
“İyi ki silahsızlar. Süratleri umurumda değil. Cephanem olduğu sürece bunlarla uzaktan dövüşürüm. Ama yaklaşırlarsa teke tek kalmak istemem,” dedi sinirlice gülümseyen  Savaş.

Sessizce bu konuşmaları izleyen Paşa ve Cihan da aynı fikirdeydi.
“Derhal bu bölgeye izleme istasyonları kurulsun ve uzak takipte kalınsın. Kemal, Gökdelen ve Tepeyurt subayları brifing için Gökdelen’de hazır bulunsun. Yer devriyeleri zırhlı olacak ve asgariye inecek, konumumuzu güçlendirmeliyiz. Nöbetçileri arttırın. İzleme istasyonları kurulumu en kısa sürede bitecek. Hava gücü kırmızı alarma geçsin. Tam savaş durumu Yarbayım. Şu kuzeydeki bölgenin de havadan yüksek keşfi için Tepeyurt’tan bilgi alın, yeni pistlerin inşaatı ne durumda öğrenin. Süratli çalıştıklarını biliyorum ama tek pist yeterli değil. Meteor yağmurunun etkilerini olabildiğince silmeliyiz. Uçaklara ihtiyaç duyabiliriz. Bu lanetin ne olduğu belli değil. Sürprizleri sevmem.”

İşte böyle konuştular ve herkes hemen işinin başına koştu.

Gün öğleni devirip akşama kavuştuğunda Sığınaklar bölgesi olan Tepeyurt’tan gelen subaylar ve Yenişehir bölgesindeki vurucu üs olan Gökdelen’in subayları Paşa’nın istediği toplantıda hazırdı.

Şeref Paşa toplantı salonuna girmek üzere iken AVİ’sinden bir mesaj geldi.
“Söyle Oktay.”
“Komutanım uzun mesafe bağlantılarının bir kısmı uygun durumda! Ankara hatta Komutanım!”
Paşa süratle yürüdü ve salona girdi. Herkes selam için kalkarken oturmalarını işaret etti.
“Oktay toplantı salonuna bağla. Büyük ekran.”
“Geliyor Komutanım.”
Bir iki saniye içinde Başkent Genel Kurmay Sığınağı ile bağlantıdaydılar.
Şeref Paşa hattaki kişiyi tanıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Paşa’ydı bu. Bir eski dost daha.
“Paşam!” oldu Hikmet Paşa’nın ilk sözü. Şaşkınlık vardı sesinde.
“Komutanım, üst düzey komutamız bana kadar, meteor yağmurunda kaybedildi. Komutamız şu anda Şeref Paşam’da” diye süratle açıkladı Kemal Yarbay.
Hikmet Paşa kayıpları düşündü bir anda. Sonra teselli ile içindeki karanlık biraz aralandı.
“Kara haberler ama sonunda Şeref Paşam orada duruma hakimken en ufak bir zafiyet söz konusu değil. Sizi aramızda görmek çok güzel Paşam.”

Aslında alışılmadık ve tamamen gayri nizami bir durumdu ama bu olağanüstü şartlar altında, Paşa’nın emeklilikten gayri resmi dönüşü Hikmet Paşa tarafından sözlü ve resmi bir biçimde onay almıştı!
Paşa başıyla sessizce selamladı.

“Bununla beraber bizde de benzer kayıplar söz konusu ve zaman içinde telafisi güç olabilir. Genel Kurmay 1. Sığınağı tamamen yok oldu. Yüksek Komutanın büyük bölümünü ve pek çok askerimizi kaybettik. Üçüncü gündü. Genelkurmay Başkanımız ve Jandarma Genel Komutanımız da şehit oldular. Başbakan şans eseri 2. Sığınak'ta olmasa onu da kaybedecektik. Bununla beraber iyi gelişmeler de var. İletişim kısmen normale döndü ve elektromanyetik partikül yüklü meteor hareketleri duruldukça tamamen düzelmesini bekliyoruz. Meteor’un tek parça halinde vurmadığını biliyorsunuz. Son saatlerde savunma önlemleri ile en azından parçalanması mümkün oldu. Küçüklerin fırtınası az değil elbette ama Uzay Komutanlığı’ndaki uzmanlarımız bunun da kısa sürede durulmasını bekliyorlar. Bunun en kötüsünü atlattık.”

“Bir tehdit söz konusu olabilir Paşam. Sadece bize özel bölgesel bir oluşum olabilir ama.” diyordu Şeref Paşa ama Hikmet Paşa atılıp sözünü kesti. Sesi heyecanlıydı.
“Kod Mavi 09 mu Paşam!?”
“Bilginiz var mı Paşam?”
“Bütün üst düzey Generaller beş yıl önce bilgilendirildiler, Komutanım. Meteor’da parazit bir yaşam formu olduğu ve uzaylı bir ırk tarafından meteorların yayılmacı tohumlar gibi kullanıldığı söylenmişti. Küresel Güvenlik Örgütü evrende yalnız olmadığımızı ve bilinen üç ırk içinde Kovan adı verilen bu tehdidin bizim için en büyüğü olduğu bildirmişti. Hepimiz dehşete düşmüştük. Şaka değildi ve bu bilgi kanımızı dondurmuştu. Çarpışma sonrası her ne olursa olsun bu düşmanın dünyaya ayak basacağı ve gelişip insana yok etmek için saldıracağı bildirilmişti. Sanırım bize destek olan uzaylı bir güç de söz konusu ama bilginin dışında pek bir yardımlarının olamayacağı bildirilmişti.”

Hikmet Paşa bir süre sustu ve kimsenin ağzının bıçak açmadı bu bir iki dakika boyunca. Bu öyle kolay sindirilecek bir bilgi değildi. Meteor düşüyor dendiğinde ortalık karışmıştı. Şimdi uzaylılar meteorla geldiler ve bizi yok edecekler deniyordu. Bu bir kabus olmalı diye düşünüyordu herkes. Herkes uyanmak istiyordu. Bildikleri dünyayı geri istiyordular!

Paşa o kadar da etkilenmemiş gibiydi. Büyük acılar görmüş bir asker ve komutan olarak bazen duyarsızlık derecesinde soğukkanlı olduğu çevresinde bilinen bir durumdu.

“Bugün ilk kez karşılaştık. Çarpıştık ve şimdilik kazandık. İlk istihbarat sonuçlarımız çok ayrıntılı değil. Ama Karadeniz sahilinden dağları saran yosunumsu, çimenimsi bir bitki örtüsü çember halinde genişliyor. Farklı bir orman örtüsü gelişimi gözlemlendi. Bir noktada sıçrama ile İstanbul’a kuzeydoğudan giriş yaptığını tespit ettik. Bir bio-kimyasal ajan aracılığı ile süratle insan aklını kendi silah arkadaşlarına çevirebildiğine dair tecrübe edindik. Gaz maskesi kullanımı şimdilik bizi koruyor gibi. Ayrıca canlı ele geçmiş insan ve yaratık örneklerine sahibiz. Bilgilerimizi paylaşmalıyız.”

“Elimizde kısıtlı bilgi var ve sadece ana hatlar. Ama size hemen bir dosya gönderilmesini sağlayacağım. Paşam, bu bir düşmandır. Doğasının süratli ve yayılmacı olduğunu ilk baştan söyleyebilirim. İstanbul içindeki yayılımı durdurmalısınız. Bunlar, gezegenlerin kendi canlı nüfusunu kullanarak istilasını hızlandırıyor. Bir metropolü ele geçirmeleri büyük bir felaket olabilir.”

“Korkarım o konuda geç kalmış olabiliriz. Bilgilerimizi karşılaştıralım ve salim kafa ile bir değerlendirme yapalım.”
“Size bir bilim ekibi gönderebilmeyi isterim ama burada hala bazı bölgeler meteor yağmuru nedeni ile uçuşa elverişsiz. Kıymetli insan gücü kaybı büyük zaafa yol açabilir.” diye konuştu Hikmet Paşa.

“İnsan demişken Hikmet Paşam. Bir an evvel düzen sağlanması da şart. İnsanlar hala bizim halkımız ve onlarla savaşıp onları öldürmektense onlar için savaşıp ölmeye daha meraklıyım. Ayaklanma başları süratle kesilmeli.”
“Ne öneriyorsunuz Paşam?”
“İmkanlar dahilinde, tespit edildikleri anda gece timleri ile başların alınmasını.”
“Kazalar olabilir.” diye sordu Hikmet Paşa. Onun da bunu düşündüğü ve tartmakta olduğu anlaşılıyordu.
“Vücudu kurtarmak için kolu verebiliriz Paşam. Kuru ve yaş olayı. Bu şart.”
Hikmet Paşa onaylar bir edayla başını salladı.
“Yapacağız ama zaman alacak. Bir yandan da düzeni tesis ve yeniden çarkların dönmeye başlamasını sağlamak zorundayız.”
“İrtibatı koparmayalım Hikmet Paşam.”
“İrtibatı koparmayalım Şeref Paşam.”

Konuşmalar böyle oldu ve Subaylar bir süre daha o gün olanlar hakkında bilgilendirilip yeni emir ve görevlerle hemen vazifelerine koştular. Artık akşam ve sabah yoktu. Sadece uyunacak ve yemek yenecek kısıtlı saatler arasında durmaksızın bir mesai vardı. Paşa Ankara’dan Kovan ile ilgili dosyayı toplantıdan hemen sonra almıştı ve hemen inceleyip gizliliğine rağmen askerlere ve bütün sivil üs personeline bile dağıttırmıştı. Savaştaydılar ve düşmanı herkes tanıyıp bilmeliydi.

Paşa sabah ilk iş ilk inceleme sonuçları için revire gitmiş ve bilgi almıştı. Buradaki donanım son derece iyiydi ve kapasite düşük bile olsa tam kabiliyetli minik bir hastane olarak anılmayı hak ediyordu. Ayrıca görevli doktor ve personel de çok iyiydi. Yenişehir bölgesinde özel teşebbüs imkanlarıyla yapılan, devlet sığınaklarına giremeyenlerin kaldıkları bu sığınakta kalanlar önemli ve değerli kişilerdi. Sığınakların kapasitesi ve kura çekimi nedeniyle dışarıda kalıp kendi başının çaresine bakmış sanatçılar, bilimadamları, ve zenginler ile ünlülerden bir topluluk artık Gökdelen’in sınırlarında ve himayesinde idi.

“Sizi dinliyorum, Hocam,” dedi Paşa, demir hücrede ve elektrikli parmaklıklarla muhafaza edilen yaratığı bir kez daha incelerken. Aralarında hava geçirmez çift kat laboratuar izolasyon camı vardı. Dört silahlı ve zırhlı muhafız da camın hemen yanındaydı. Yaralı yaratık Rapor’da da yazdığı gibi bir günden kısa sürede ayağa kalkmıştı ve sağlamdı.

Profesör Doktor Cemil Akça değerli bir bilimadamı idi ve yaratıkla o ve diğer iki profesör ilgileniyordu.

“Dosyayı inceledikten ve subaylarımızdan bilgi aldıktan sonra süratle elimizden gelenin en iyisini yaptık, Paşam. Genel hatlar bize ulaştırdığınız dosya ile aynı. Süratle iyileşiyor, hızlı, güçlü. Pek zeki değil gibi ama aptal da değil. Daha ziyade; bir şekilde böcekler gibi, uzaktan bir kraliçe tarafından yönlendirildiği doğru dersek bu da normal. Yüzemiyor. Tırmanma kabiliyeti mükemmel. Tek silahı pençeleri diyemeyiz; sırtının iki yanında spor kesecikleri var ve patlayan bir kese rapordaki gibi civardakileri solunum yolu ile etkiliyor. Bunun tazelenme süresi minimum iki saat. Elektrik ve ateşe bizden daha dayanıklı değil. Ama soğuk testinde çok güçlü çıktı. Yine de sıfır altı sıcaklıklarda metabolizması ve hareket kabiliyeti önemli ölçüde yavaşlıyor. Derisi sert ama tam bir zırh da sayılmaz. Gövdesinden aldığı hasarlara çok dirençli ama kafasına tek bir iyi darbe yeterli. Gövdede; tam göğüs ortasında, zırhlı bir kutu misali bir kemik kafes içinde, dayanıklı iki kalbi var. Buradan hasar alırsa ölüyor ama zorluğunu siz de takdir edersiniz. İlk incelememiz bu yönde Paşam. Çalışmalarımız devam ediyor.”
“Askerimizin ve yaralı insansıların durumu nedir?”
“Şu anda bilinçleri kapalı. Uyutmak zorunda kalıyoruz. Yaraları ciddi olanlardan bazıları öldü. Ama diğerleri süratle iyileşiyor. Paşam, sürat kelimesi de hafif kalır. Altı aydan önce yataktan doğrulamayacak yaralılar neredeyse tamamen iyileştiler. Bununla beraber kurtulmak için öyle çılgınca çabalıyorlar ki kendilerine zarar vermesinler ve kontrol altında tutabilelim diye uyutuyoruz.”
“Eğer raporlardaki bilgiler bu durumda geçerli ise en kısa süre spor etkisine maruz kalan Murat. Onu iyi izleyin Doktor. İlk önce o bilincine kavuşmalı. Bize ne söyleyebilirse kardır. İnsanların uzak bir irade ile kukla gibi yönlendirilmesi ile ilgili daha çok bilgiye ihtiyacımız var.”

Şeref Paşa bir süre sessizce düşündü. Köpekcek adı verilen yaratığa döndü. Düşmanın en kalabalık saldırı gücü olarak tanımlanan ve karşı karşıya olduklar mevcut tehdit buydu.

“Yüzemediğinden emin miyiz?”
“Raporda da öyle yazması bir yana test ettik Paşam. Yüzemiyor. Gazlara dayanıklı ciğerleri olduğu doğru ama suda boğuluyor. Bir dakika içinde çırpınması duruyor ve ölüyor.”
“Bu iyi. Kemal, Şantiye depolarında bir sürü iş makinesi yatıyor. Biraz ortaçağ kaleciliği oynayalım. Sığınaklarda ve askeri personelde operatörler vardı. Gökdelen birinci ana güvenlik çemberinin dışına içi su dolacak bir hendek istiyorum. Mayın tarlasını da ekle buna. Yatmak ve ağlamak devri bitti. Herkes bir işle uğraşacak. Okulu da açın ve öğretmenlere sınıf verin. Zorunludur bu dediklerim. Sivillerin boş durmasını ve düşünecek vakit bulmasını istemiyorum. Bir milyon sivilimiz sığınaklarda boş oturuyor. Savaş askerlerin işi, siviller yaşayabilsin diye çarpışıyorsak yaşamalılar. Bu günden itibaren başladık. Sivil imkanları Gökdelen’in iç çevre düzenlemesinden inşaata kadar aklına ne geliyorsa oraya aktar. Subaylardan bir kaçını buna ata. Yaratıcılık yapabilirler. Güzel bir kışla istiyorum, çalışan ve kara kara düşünmeye vakti olmayan umutlu bir kışla istiyorum. Yaşamın yavaştan da olsa yeniden kurulması şart. Askeri kapasiteyi de arttırın. Savunmalar sağlamlaştırılsın. Stratejik noktalara beton ve çelikten ateş sığınakları yapın. İçine ağır makineli, alev makinesi, elektrikli parmaklıklar vesaire ve gatling ya da bu türden bir şeyler ile bolca cephane doldurun. Piyade silahı ve cephanesinde sıkıntımız yok, bunu kullanalım. Bu dediklerimin aynısı Tepeyurt için de geçerli. Şimdi Gökdelen’e geçelim de savaş baltalarımızı çıkartalım. En son ne durumdayız bakalım.”

Az sonra Gökdelen’in kalbinde, adının kaynağındaydılar. Sadece ufak bir espri farkı ile. Yenişehir’in en yüksek binası olan atmış katlı bina iş merkezi olması için planlanmıştı. Ama meteor olayı patlak verince inşaatı camları bile takıldıktan sonra durdurulmuştu. Derin temelindeki  çok katlı bodrumu sağlam bir sığınaktı ve bu koca bodrum vurucu üssün operasyon komuta merkeziydi.

“Gelişme var mı Oktay?”
Oktay Binbaşı, “Boğaz’da iki gemimiz ile az önce bağlantı kurduk komutanım” derken odadaki herkesin ağzı bir anda bir şakaya güler gibi kulaklara kadar varmıştı.
Paşa da farkında olmadan gülümseyerek sordu.
“Bu güzel bir haber ama sevinçten fazlasına gülüyor gibisiniz.”
“Afedersiniz Paşam. Safir 2 sınıfı en yeni savaş gemimiz Ergenekon ve Derya C sınıfı en yeni denizaltımız Malazgirt bağlantı kurduklarımız.”
“Ve…” diyerek sordu Paşa.
“Komutanları  Temel Albayım ve Dursun Yarbayım”
Şeref Paşa bir an öylece durdu kaldı.
“Atıyorsun!?” dedi Paşa.
Paşa güzel bir kahkaha attı. Kemal Yarbay ve sonra da Oktay Binbaşı ve diğerleri ona katıldılar. Uzun uzun hep beraber gülüştüler buna.
“Oy anacığım oy. Bu uzun bir savaş olacak gibi.” diye güldü Paşa.


Kemal Yarbay öğleden sonraki günlük toplantı da en son haberleri Paşa’ya ve diğer bölüm sorumluları ile birlik komutanlarına iletiyordu. Bu toplantılar artık her gün yapılacaktı çünkü Ankara ve diğer pek çok nokta artık ulaşılabilir durumdaydı. Her saat yeni bir yerler, yeni kurtulanlar ses veriyordu. Ve yeni yardım çağrıları alıyordular.

“Ankara raporundaki bilgi ve tanımlamalar ışığında keşif uçuşlarımızı geniş alana yaydık ve gerçekten farklı tiplerde koloniler ile geniş bir alana yayılma sağladığını tespit ettik. Keşif uçaklarımız Karadeniz açıklarında iki yüzen koloni tespit etti. Rapordaki tanımlamalar ışığında ikisinin de maden söküm kolonisi olduğunu söyleyebiliriz.”

Burada araya Tepeyurt’ta görevli en üst rütbeli havacı olan Cenk Binbaşı  girdi.

“Şimdi bu bitki ve böcek kökenli yaratıkların canlı bitki binalar ile su yüzeyinden deniz tabanına kök salıp, toprağın derinlerindeki demiri, petrolü, metali, cevheri emip bize düşman olarak yumurtladığını mı söylüyoruz!?”

Cevap veren Profesör Doktor Cemil Akça idi.

“Radyasyonu emen, metalleri topraktan alıp depolayan, rüzgara tohum saçıp yayılan, spor püskürtüp kendini savunan, hayvan ve böcekleri tuzakla yakalayıp yemek yapan bitkiler dünyaya yabancı değil. Bunları gezegenimizin kendi sakinleri de yapıyor. Ama bu denli evrimleşip tek bir amaca kilitlenen kolektif bir organizma değiller; bir iradenin kontrolünde değiller ve kapasiteleri çok önemsiz. Lakin görüldüğü üzere durum budur. Bilgiler ayrıntılı değil ve araştırmalarımız çok yetersiz ama bunlar kesin ki gezegenin kaynaklarını bir savaş endüstrisi gibi söküp işleyebilme ve canlı silaha; askere dönüştürme kapasitesi mevcut.”

Raporda okunanların bu denli yetili bir ağızdan yorumlanması her şeyi daha bir başka hale sokmuştu.
Kemal Yarbay tatsız sessizliği hemen dağıtıp devam etti.

“Ana koloniyi tespit edemedik. Bulduklarımız maden kolonileri ve bunların asker tabir edeceğimiz köpekceklerden; adının bir askerimiz koydu ve öyle kaldı, .” kısa, gergin bir gülüşme oldu, “dediğim gibi köpekceklerden üretme kabiliyeti yok. Civarda tespit edilen ve bugünkü hava saldırısının bir diğer hedefi olan şehir içindeki bölgeler ise sadece ikmal koruları ve spor kolonileri olarak isimlendirdiğimiz ileri sıçrama tahtaları.  İstihbarat uçuşlarımız sürüyor. Maden üslerini izleyip ana koloni ile bir bağlantı yakalamayı deneyeceğiz. Bu arada Edirne ve Çanakkale ile iletişim sağlandı. Kovan sorunu hakkında bilgilendirildiler. Otorite tesisi ve suç dalgası onların en büyük sorunları. Ve son yeni haberlerimiz çok iyi yönde. Ankara, İç Anadolu’daki petrol kuyuları bölgesini ayaklanmacı topluluklardan arındırdığını bildirdi. Bildiğiniz gibi Kocaeli Petro-Kimya tesisimiz de sağlam ve bölgede düzen neredeyse tamamen sağlanmış durumda. Boru hattının Boğaz dibindeki kısmında onarım bitmeden iki ikmal tankeri dolusu yakıtı deniz yolu ile teslim aldık. Benzin ve jet yakıtı akışımız yakında normale dönecek. Ankara, iç kaynak üretim ve işleme kapasitesinin bir ay içinde rayına gireceğini söylüyor. Bu da yeterli bir süre. Meteor sonrası dönem için sığınaklar hazırlanırken en iyi senaryo düşünülerek ve kısa sürede gücümüze kavuşabilecek şekilde hazırlanmıştık ve bu da aşağı yukarı böyle bir durumdu. Yani Kovan olmasa.”

Gece yarısı olduğunda Karadeniz Kalkanı Operasyonu başlamıştı. Artık top uçaklardaydı. Tepeyurt’taki yeraltı hangarlarından inşaatı taze bitmiş pistlere sıralanan otuz F16 kalkışa geçiyordu. Bunlar birinci saldırı gurubu idi. Hedefleri doğrudan deniz üzerindeki kolonilerdi. İkinci gurup Omega helikopterlerinin yerinde ve anında keşfi ile saldırıya başlayacaktı. Bu gurup, Omegaların verdiği hedeflere nokta atışı yapacak olan on adet F22 savaş uçağından oluşuyordu. Orta Doğu Savaşı sırasında, Türkiye’ye satışları çok gürültülerle; İsrail lobisinin desteği ile, Amerikan senatosundan geçmişti. İsrail ile aynı cephede savaşmak onları  hava kuvvetlerine kazandırmıştı. Yeni Türk politikası Meteor öncesi dönemde Orta Doğu ve dünyayı şekillendirecek yeni bir dönemin işareti idi. Ama Meteor araya girmişti.

Uçaklar yarım saat sonra Karadeniz açıklarındaydı ve hedef radarlarındaydı. Uçaklar AVİ’nin araç versiyonu olan ASAVİ ile iletişim halindeydi.

Saldırı gurubundaki bir F-16 son teknoloji keşif donanımı ile yüklüydü.

“Kartal 1. Şahingöz bildiriyor.”
“Devam et Şahingöz.”
“Hala yaptığımıza inanamıyorum Ayhan. Sanki bir rüya gibi.”
“Ne yazık ki değil Kaan. Buna ne kadar çabuk uyum sağlarsak yapılması gerekeni o kadar iyi yapabiliriz.”
“Haklısın Ayhan. Tarayıcılarım Hedef 1 ve 2 üzerinde yeni yer oluşumları ve hava hareketi okuyor. Ankara Raporu’na dayanarak konuşursak Kolonilerin üçüncü gelişim safhasına girdiğini söyleyebiliriz. Sanırım.”
“Sanma Kaan. Kaşif sensin. Muhakemene güvenildiği için o uçağı uçuruyorsun.”
“Bildiriyorum. Şahingöz, Karadeniz Kalkanı ve Gökdelen için bildiriyor. Koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Tekrar ediyorum, koloniler Safha 3 emaresi gösteriyor. Hedef 1 ve Hedef 2 de yeni yer oluşumları gözlemleniyor. Tanımlanamıyor. Hedef 2 üzerinde kalabalık hava hareketi. Pek yavaş hava hareketi düzenli ve kuzey – güney doğrultusunda kuzeye akıyor.”

Safhalar olarak tanımlanan süreç önemliydi. Kovan bitki ve böcek yaşamlarının birleşimiydi. Binaları bitkidendi ve araçları, gereçleri de canlılar idi. Canlı binalar asker, silah ya da işçi türünde çeşitli Kovan yaratıklarını bir atölye; bir fabrika gibi üretebiliyordu. Bazı binaların en çekirdek kovan canlısı olan larva üretim kabiliyeti vardı. Kovan larvaları bina ya da kraliçelerin aşılamasına göre farklı canlılara dönüşüyordu.  

Böcek ağırlıklı olmasına rağmen Kovan’ın askerleri için kullandığı gen bankası geniş bir yelpazeye yayılıyordu. Bir Kovan; bir yeni Kraliçe ve onun yeni istilacı filosu yolu ile yayılırken tamamen Ana Kovan ve Ana Kraliçe
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Kovan Savaşları, 1. Bölüm (devam edecek)
« Yanıtla #1 : 02 Eylül 2012, 13:46:15 »
Kovan Savaşları: (Sıcak Savaş)2. Bölüm'ün 1'i

***

Karadeniz Kalkanı Operasyonu’nun sabahında Şeref Paşa Kemal Yarbay’dan gecikmiş ve şu son iki günden sonra aciliyete binmiş brifingini alıyordu. Paşa emekliliğinin ardından askeri hayattan tamamen kopmamış ve yılların kemikleşmiş alışkanlıkları ile gelişmeleri ve ordunun bunlara karşı tavrını dikkatle takip etmişti. Ama envanter ile ilgili bilgisi dost sohbetlerinde söylenenler ve medyadan takip edebildikleriydi.

Saat öğlene gelmişti de geçiyordu. Paşa sabahtan beri bir sürü ilginç şey öğrenmişti. Savaş esnasında aktif görevdeydi ve alımı planlanan, anlaşması yapılan pek çok şeyi biliyordu. Ama şu son altı yıl içinde büyük gizlilik ile alınan bazı kalemlerin onu açıkça şaşırttığını söylemek şarttı. Özellikle de bir tanesi!

“Kemal bu ne!?” diye sordu Paşa! Dünya nereye gidiyordu. “Bu uçuyor mu?”
“Evet Komutanım.”
“Kemal bu uçak mı, gemi mi, uçan daire mi? Bunu Ruslar nasıl yaptı Kemal? Son on, bilemedin on beş yıldır ekonomileri belini doğrulttu. Omegalar neyse ama bu başka. Burada neler dönüyor?”diye konuştu Paşa.

Kemal Yarbay dolandırmadan anlattı.
“Ruslar teknoloji hırsızlığı konusunda çok yetenekli bir ajans ile on yıldır bağlantıda Paşam. Dünya üzerinde bunu bilenlerin sayısı iki elin parmaklarını az önce sizinle beraber geçti,” diyerek gülümsedi Yarbay. Kemal Yarbay ordu istihbarat teşkilatında önemli bir subaydı ve daha da yükselmesi kesindi.

“Kuklacılar da mı bu işin içinde?” diyerek dünya çapında etkili, gizli ve varlığı ona karşı savaşanlar tarafından da sır olarak saklanan örgütü işaret etti Şeref Paşa. Dünya sıradan insanın hayal gücü için çok karışık ve entrikalar ile dolu bir yerdi. Komplo teorisi denen şeylerin büyük bölümünde az ya da çok gerçeklik olduğunu pek az kişi biliyordu. En acar gazeteciler bile bunu hayal edemezdi ve varlığına yaklaştıkları anda daha fazla hayatta kalamazdılar.

“Bu yeni bir oyuncu Paşam. Ruslar onunla çalışıyor. Kuklacılar’dan da çaldıklarını Rus Askeri İstihbarat Başkanı bizzat söylemişti.”
“Dünya yaşanacak bir yer değil aslında Kemal. Birbirimizin gırtlağını parçalamak için türlü düzenler kuruyoruz. Bu uzaylı da gelmiş bu gezegeni istiyor! Salak ne istediğinin farkında değil!” diye sinirli sinirli söylendi Paşa. Paşa arada böyle nedenli nedensiz parlardı ve onu tanıyanlar bu zamanlarda onu sessizce soğumaya bırakmanın en iyisi olduğunu bilirdi.

Bir süre burnundan soluyup odayı adımladı Paşa. Sonra sakinleşip yerine oturdu.

“Devam et Kemal.”
“Paşam bu tasarım ilk kez soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyet cephelerinde bir yarış olarak doğdu. Nükleer güçle çalışan sonsuz yakıtta bir uçağın hareket kabiliyeti askerler için etkileyiciydi. Bunu siz de duymuşsunuzdur,” diye konuştu Kemal Yarbay.
“Ağırlık ve mürettebatı radyasyondan koruyamamak gibi sorunları aşamamıştılar. Ruslar bir prototipi uçurabilmiş ama arkasında radyasyondan uzun bir kuyruk oluşmasını engelleyememişti. Uçuştan sonra pilotların da çok yaşamadığı söyleniyordu,” diye ne kadarının doğru olduğu tartışmalı bilgiyi söyledi Paşa.
“Amerika bunu 2009 yılında başarmış ve nükleer güçle çalışan yeni nesil ve yeni bir sınıf uçan aracı envanterine almış. Ruslar bunun havada ve uzayda nükleer ve solar kökenli bir itici güçle çalıştığını öğrendikten kısa süre sonra planlarına da kısmen ulaşmışlar. Bu söz konusu araç; ki biz ona Sıcakkanat adını verdik, işte bu yarım bilgilerden doğmuş. Bizimki yerden yirmi bin kilometreye ulaşıp orada haberleşme ve casusluk maksatlarını tamamen icra edebilen, uydu vazifesi görecek bir hava gemisi-bir mekik. Yüz kilometreden sonrasının uzay kabul edildiğini düşünürsek bir uzay gemisi.” diyerek güldü Yarbay.

“Bundan üç tane mi var? Kaça aldık bunları Kemal?”
“Tanesi altı yüz milyon dolar. Teknoloji transferi de söz konusuydu anlaşmada.”
“Bizim ödediğimiz bir yana bu şartlarda ucuz. Ama çalıntı mal diye düşünürsek." diyerek gerisini getirmedi Paşa. “Biz bu bütçeyi nasıl aldık hükümetten? Sabahtan beri bir sürü oyuncak saydın daha da listen bitmedi.”
“Biz almadık Komutanım. Hükümet verdi. Komutanım, bu ülkenin başına Atatürk’ten sonra gelen en güzel şey rahmetli Başbakan’ımız Cihan Bayraktar’dır. O da Atam gibi erken göçtü, ne yazık. Lakin takipçileri yolundan şaşmadılar da yaptıkları boşa gitmedi. Onun zamanında bulunan İç Anadolu’daki petrol kuyuları ve akıllı yönetimin devamı bütçeyi artılara getirdi. Yasama, yürütme ve yargıda yaptığı köklü reformlar sistemi çalışır hale getirince işler göründüğünden bile daha iyi bir hale geldi. Eğer ki bu Meteor olayı olmasaydı kesinlikle bu yüzyıl bizim yüzyılımız olacaktı.” diye, ateşli ateşli konuşuyordu Kemal Yarbay.

Paşa genç dostuna hak vermeden edemedi. Son dönemde doğru yapılanlar, yaşanan iyileşmeler, günlük hayata ve sokağa yansıyan elle tutulur gelişmeler saymakla bitmezdi. Yapılan akıllı yatırımlar ve doğru kaynak yönetimi ülkeyi adeta bir rokete bindirmişti. Ama şimdi buradan bütçeye dair daha net bir fikir edinince Paşa daha bir iyi anlıyor ve daha bir şaşırıyordu.

“Devam edelim Kemal. Nur içinde yatsın diyelim de öyle analım Cihan Bayraktar’ı. Ata’dan bu yana en büyük işleri o yaptı bu vatan için.”
“Bir de bunlar var Komutanım” diyerek ana ekrana diğer görüntüleri aktardı Kemal. “Güneşinoğlu ve Güneşinkızı dedik onlara. Güneş enerjisi ile ömür boyu uçabiliyorlar. Erkek olan ilk modeldi. Tamamen yerli tasarım ve üretim. Çok yüksekten uçan düşük gözlenebilirlikli bir araç. Radar işareti aşırı zayıf. Biz bile orada olduğunu bildiğimiz halde zor görüyoruz. Elektronikleri ve optikleri çok güçlü. Dişi olan silah yüklenebilen daha küçük modeli. İki adet ŞAHİ füzesi taşıyabiliyor. İnsansız hava ve kara araçları envanterindeki en pahalısı bu ikisi ama radarda çok zor görülmeleri nedeniyle bunlar çok faydalı.”

Paşa rakamları ve açıklamaları bir süre inceledi. Cidden bunlar dehşet şeylerdi.
“Keşke savaş zamanında elimizde olsaydılar. O zaman elimizdekiler de işimizi gördüler ama epey kayıp verdiler.”

Yarbay devam etti.
“Mig50 Rasputin. Savaş uçağı ve bombardıman uçağı arasında bir saldırı kuşu. Üç pilotu var”
Cidden büyük bir uçaktı. Açıkça  avcı uçaklarından dörtte bir, hatta iki oranında daha iri ve uzundu.
“Elektronik savaş kabiliyetleri büyüye benzer beceride olduğu için Rasputin adını vermişler. Filoda onlara Büyücü de deniyor. Ayrıca uçan bir silah platformu. Yük kapasitesi çok fazla. Üç uçağınkinden çok silah taşıyabiliyor. Bir kez gören radar ya yanıyor ya da çift görmeye başlıyor. Füzelerin çoğu, roketler ona ulaşamadan yolunu şaşırıyor ya da patlıyor. Büyü gibi. Savunma için küçük ama güçlü bir otomatik silah tareti var. Oldukça isabetli.”
“Böceklere karşı işimizi görür mü bilmiyorum. Ama silah kapasitesi ve hızı ilgimi çekti. Çok hızlı. Gürültülü ama hızlı. Manevra gücü de o cüsse ve silah kapasitesine rağmen hiç de fena değil.” Dedi Paşa.
“Biz elektronik gücüne güvenmiştik ama siz bu şartlarda haklısınız Paşam.”
“TT 10 Balyoz tankları. Bunları okumuştum Savunma Dergisi’nde. Ama şimdi inceleyince.” diyerek diğer başlığa ve tatbikat videolarına geçti Şeref Paşa. “Bunlar çok işimizi görecek kanaatindeyim. Ruslar ile aramız cidden çok iyiymiş. Adamlar bunun da teknolojisini vermiş. Burada üretiyoruz. İşin aslı nedir Kemal? Ayıdan post, Moskoftan dost olmaz demiş atalarımız. Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslarla Doğu cephesinde yaşanan savaşın korkunç anıları Anadolu’da hala hatırlanır. Eski düşmanlıkları gütmeye ilk ben karşıyım ama şu son yedi sekiz yılda yakınlaşmamız çok ivme kazanmış?”

Kemal Yarbay bir an durdu. Söyleyeceklerini aklında toparladı.

“Paşam, dünyaya hakim olmak, güçlü olmaktı. Ama hakimiyet mücadelesinde daha önce hiç gelmediği bir noktaya geldi insanoğlu. Bütün geçmişi bir yapıp bundan sonrasını iki yapacak; bambaşka bir dönemin eşiğine geldik. Paşam dünya artık insana dar geliyor. İnsan kabına sığamıyor. Dünya kaynakları insana yetmiyor. Paşam, yıldızlar artık o kadar uzak değil. Amerika şimdiden ayda ve Mars’ta bilimsel koloniler kurdu. Bilimsel diyorlar ama ellerindeki teknoloji ile şehir bile kurabilirler. Biz onların söylediğini biliyoruz. Söylemedikleri neler var. Sivil Konsorsiyumlar, Modüler Teknoloji olarak adlandırılan ucuz sistemlerle ayda ve güneş sistemindeki gezegenlerde geniş çaplı koloniler kurmanın artık sadece küçük bir zaman sorunu olduğunu vurguluyor. Uzay yarışında süper güçlerin rakipsiz saltanatı sallanıyor. Gözler yıldızlarda. Avrupa, Çin, İsrail ve pek çokları az çok değişimi hissediyor. Bu yeni dönem orta çağdaki coğrafi keşiflerin muazzam sonuçlarına benzer sonuçlar doğurmaya gebe. Yıldızlara uzanma yarışında Rusya bizdeki yeni potansiyeli fark edip ilk yaklaşan oldu. Açıkçası en iyi teklifleri de onlar yaptı. Esip gürleyen ama bir türlü yağamayanlar; eski, boş vaatler ile gelenler fırsatı kaçırdı.”

“Yıldız pastasından pay alabilmek için güçleri birleştirmeye karar verdik, öyle mi?”diye sordu Paşa.
Kemal Yarbay başını sallayarak devam etti.
“Savaş güç dengelerini değiştirdi. Artık el üstünde tutulan bir ülkeyiz. Hem bölgemizde hem de dünya çapında. Su ve bor bizde ve son on yılda ikisini de yapılan akıllı yatırımlar ile en iyi şekilde değerlendiriyoruz. Müttefikimiz İsrail ile aramız da artık o kadar sıcak değil. Savaştan İsrail toprak olarak büyüyerek çıktı ama sonrasındaki politik süreç ve savaşın ekonomik sonuçları bize herkesten çok yaradı. Güçlendik. İsrail bundan pek hoşlanmadı. Özellikle savaş sırasında bazı hamlelerine karşı tavır koyup onu engellediğimiz için.”
“Savaştan en karlı biz çıktık diyemem. Ölen vatan evlatlarına, şehit arkadaşlarıma saygısızlık etmiş olurum. En az zararı biz aldık diyelim,” diye, hatırlayarak konuştu yaşlı asker. Savaşın en ön cephesinde askerleri ile beraber çarpışmıştı. Tozu, ateşi, barutu ve kanı beraber tatmıştı onlarla. Kemal Yarbay bir kez daha Paşa’nın yanında olmasından tarifsiz memnuniyet duydu. Böyle bir Komutan’ın emrinde savaşmak her asker için büyük bir onurdu.

Kemal bu noktada konuyu süratle değiştirdi ve günlük bir bilgiyi verdi.

“Komutanım  emrettiğiniz duyurular bastırıldı ve Hurricane’ler şehre atmaya başladı. Ayrıca sesli duyuru için yüksek binalara hoparlör montajı sürüyor. Halkı bilgilendirip korunaklı bölgelere çekmeyi kısmen başarabiliriz ama ayaklanmanın başıbozukları ve bu düşman varken tam bir sonuç almamız çok zor.”

“Deneyeceğiz Kemal. Kurtarabildiklerimizi kurtaracağız. Sen vapurların ve diğer gemilerin hazır olmasını sağla. Silahlandırıldılar değil mi?”
“Emrettiğiniz gibi Paşam.”
“Güzel. Seçtiğimiz kıyı bölgeler nüfusun Kovan ve ayaklanma tehdidinden en uzak ve rahat ulaşabilecekleri mevkiler. Oraya ulaşanı gemi ve vapurlarla karşıya aktarabiliriz. Boğaz Köprüleri’ndeki teknik inceleme bitti mi?” diye sordu Şeref Paşa.

Birinci Köprü depremden bu yana araç trafiğine kapalıydı. Bir de şimdi meteorlarca yaralanmıştı. Boğaza yağan kayadan yağmur köprüyü delik deşik etmişti. Bir noktada ikiye ayrılmak üzereydi.
“Paşam ilk izlenim desteklenmiş. Birinci Köprü yaya için bile tehdit. İkinci Köprü daha az hasarlı ama tank geçişi için garanti verilemiyor.”
“O halde elimizde Avrupa’ya üç kara bağlantımız var ama ikisi askeri olarak savunmaya kritik bölge teşkil etmekten öteye yararsız. Bana kalsa bu şartlarda İlk Köprü’yü havaya uçururum ama neyse. Kemal, ikisini de güvenceye almalıyız.” Bir an düşündü. “Her ihtimale karşı ilk Köprü’yü uçurmaya hazır biçimde donatın. Bu düşmanı daha yeni tanıyoruz. Sağlam basalım. Fatih Köprüsü’nün Anadolu yakasına insansız savunma taretleri ve izleme istasyonları kurun. Avrupa yakasında piyade ateş sığınakları ve tam bir kara savunma hattı istiyorum. Aynısı Boğaziçi için de geçerli. Şu durumda iki yakada da elimde istediğim tek yer tüp geçit. Anadolu Çıkışı’ndaki alışveriş ve iş merkezleri sağlam yapılar. Tahkim edin. Donatın. Kaybetmeyelim. Avrupa yakası da aynen.”
“Emredersiniz Paşam.”
“Oyuncaklar güzelmiş Kemal Yarbayım. Bu bitki ve böcük zımbırtılarına karşı kullanmak hoşuma gidecek.”

 Paşa gülümsüyordu. Kemal Yarbay da gülümsedi.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Kovan Savaşları: (Sıcak Savaş) 2. Bölüm'ün 2'si
« Yanıtla #2 : 04 Eylül 2012, 21:42:08 »
Öğleden sonraki toplantıya kadar yeni gelişmeler olmuştu ve günlük olağan toplantıda bunlar masaya yatırılıyordu. Gökdelen Karargah Birinci Subayı olan Oktay Binbaşı yeni gelişmeleri aktarıyordu.

“Edirne’nin bildirdiğine göre Balkanlar ve Doğu Avrupa’da durum karışık gibi. Net bilgilerimiz hala yok. Süratle iletişim ve keşif gücümüzü kazanmaktayız lakin hala yetersiz durumdayız. Edirne sürekli savaş ve canavarlara dair panik dolu telsiz temasları bildiriyor. Askeri ve sivil frekanslara bakarsak batı sınırımız ve komşularımız tehlikede olabilir. Bununla beraber Rusya’dan aldığımız son haberler de belirsiz. Rus birlikleri Karadeniz sahil şeridi ve iç kesimlerde geniş bir alana yayılan düşmana karşı geniş çaplı yer ve hava harekatı için hazırlık yapıyor. İlk saldırılarında çok ağır kayıplar vermişler ve bu çok daha büyük saldırıda balistik füze kullanımı da düşünülüyor. Ruslar Karadeniz dışında Sibirya bölgesinde de savaştıklarını bildirdiler. Doğuda İran, Azerbaycan ve Ermenistan’dan da bölgesel kanlı karşılaşmalara dair bilgi edinebildik. Bunun dışında fazla bir bilgimiz yok. Yurt içinde haber alamadığımız yegane bölge Doğu Anadolu. Bölgedeki sığınakların civarında bugün hala meteor aktivitesi bulunuyor. Üslerin tamamı en sağlam dağlık alanlara oyulmuş derin üslerdir ve üç ana üssümüzden birisi buradadır. Ankara Uzay Komutanlık Merkezi atmosferdeki meteor aktivitesinin kayda değer bir biçimde düştüğünü ve yörüngeyi gözlemleyebildikleri kadarı ile bunların son olduğunu bildiriyor.”

“Bu iyi bir haber,”diye başladı Şeref Paşa. “Keşif konusundaki zayıflığımıza gelince; içinde bulunduğumuz şartlar düşünüldüğünde son derece tehlikeli. Bu konuda Ankara ile hemfikiriz. Yarın itibarı ile yüksek keşif kabiliyetli insansız hava keşif araçlarından bazıları deneme uçuşlarına başlayacak. Sorunla karşılaşılmaz ise uçuşlar arttırılıp yaygınlaştırılacak.”

İyi haberler gerçekten iyiydi ama dört bir yandaki savaş gölgeleri ve korku çığlıkları da duyulmayacak gibi değildi.

Akşam üzeri iki Paşa baş başa özel bir görüşme yapıyordular.

“...Size bir bilim ekibi gönderiyoruz Paşam. Durumlar oldukça müsait. Bölgeniz sıcak temas alanlarına daha yakın ve daha hızlı faaliyet gösterebilmek için bunu gerekli gördük. Saat altı itibarıyla Ankara’dan donanım ve ekibi taşıyan on Hurricane yola çıkacak. F 16 eskortları olacak. Havada bir düşman etkinliği gözlemlenmedi ama tedbirde fayda var.”
“Doğru söylüyorsun Hikmet Paşam.”
“Paşam bir şey daha var. Burada Kuvvet Komutanı arkadaşlar beni Genelkurmay Başkanlığı mevkiine önerdiler ve Başbakan da üç yıldır taşıdığı olağanüstü yetkileri dahilinde bunu onayladı.”
“Yani ülkeyi, bu ağır savaş şartları düşünülecek olursa, pratikte artık siz yönetiyorsunuz. Başbakan bu şartlarda işin çoğunu askerlere bırakmakla akıllılığını ortaya koymuştur. Ama bu askeri otoriteye ağır bir yüktür. Burada size.”
“Böyle takdir edeceğinizi biliyordum. Bu sebepten bu ağırlığı yetkin omuzlara paylaştırıp Başbakanla beraber sorunlara genel bakışta daha iyi odaklanabilmek için emirler gönderdim. Paşam Marmara Bölgesindeki Kara ve Kara Hava unsurları ile bölgenize tahsis edilmiş Deniz unsurlarının komutası üç saattir sizde. Toplantınızı böldürmedim. Emirler gerekli yerlere bildirildi. Ulaşamadığımız yerler için de sıkıştırılmış yayınlar devam ediyor. Benzer şekilde cephe komutanlıkları oluşturuldu ve yetkiler dağıtıldı. Ayrıntılar biz konuşurken dosya ile ulaştırılıyor. Kaya yağmuru diniyor gibi. Ve bu bittiğinde iletişim ve keşif alanımızın normale dönmesini bekliyoruz. Ani hamlelere hazır olmalıyız. Işıklar yandığında ne göreceğimiz belli değil.”

Bu son sözleri söylerken Hikmet Paşa’nın sesindeki karanlık Şeref Paşa’nın dikkatini çekmişti. Ama bir şey söylemedi. Dostu belli ki epeydir iyi uyumamıştı. Uykusuzluk insanın bedeninden çok ruhunu etkiliyordu.

“Paşam, bir dost tavsiyesi?”
“Lütfen Paşam.”
“Gidip biraz uyu Hikmet. Berbat görünüyorsun ve sana bunu söylemeye cesaret edemediklerine eminim. Biraz dinlen. Aklın salim olmazsa görevini yapamazsın.”
Dostça gülümseyerek konuştu Hikmet Paşa.
“Haklısınız Paşam. Sıcak süt de içeyim mi Paşam?”
İki yaşlı asker de güldüler.
“Ama çok şekerli olmasın. Dişlerinizi de fırçalayın Paşam.”

Sabahın erken saatleriydi. Oktay Binbaşı görevinin başındaydı. Gökdelen şu anda yeni kurulan cihaz ve istasyonlar ile tam kapasiteli bir savaş harekat ve komuta merkeziydi. Her şeyi izleyebiliyor ve aynı anda birden çok operasyona tam destek verebiliyordu. Oktay’ın sorumluluklarını epey arttırmıştı bu ama o şikayetçi değildi. Dosyasında bütün komutanlarının düştüğü ortak not şuydu; ne kadar ağır yük yüklersen o kadar dayanıklılığı artan tam bir görev ve vatan, millet aşığı. İşte Oktay buydu.

Geniş ve loş ışıklı merkeze hakim sandalyesinde oturmuş, ekranları ve raporları inceliyor bir yandan da sabah kahvesini yudumluyordu. Oktay işini severek yapıyordu. Ülkesine aşık, asker bir ailenin çocuğuydu ve kendini bildi bileli asker olmayı istemişti. Ve olmuştu da. Hem de madalya ve takdirnamelerle dolu bir sicile sahip güzide bir asker olmuştu. Bunlar vatan millet sevgisi yanında yaptığı işi sevmekle de ilgiliydi. Oktay işini çok seviyordu.

“Komutanım.”
Oktay seslenen genç Teğmene döndü.
“Bir şey mi var Haluk?”
“Ankara gurubu yaklaşıyor. İniş hazırlıklarına başladılar. İstanbul üzerindeler. Yalnız değiller komutanım. Peşlerinde ÇES’in tanımlayamadığı bir şey var. Radar ve termallerde bir şey yok ama ÇES görüyor. Bunu görmelisiniz.”

ÇES, Çevre Emniyet Sistemi olarak anılan görsel bir tarama sistemiydi. Gözlenmesi istenen alana kurulan optik alıcı istasyonlarından gelen görüntü ana istasyondaki bir bilgisayar ile işlenirdi. En basit bir kameradan gelen görüntüyü tanıyabilme, yorumlayabilme, sınıflandırabilme gibi kabiliyetleri eşsiz seviyede olan bir programdı. Yedi gün, yirmi dört saat uyanık ve hep pür dikkat bir gözcüydü ÇES.

“Büyük ekran yap Haluk.”
“Geldi Komutanım.”

Ve işte oradaydı. Yüksek binalardan birinin üzerine yerleştirilmiş güçlü bir alıcıdan gelen çok temiz ve iyi ışıklı bir görüntüydü ve açıkça görülüyordu. ÇES’in ekranda hatlarını çizmesine rağmen hala zor seçiliyordu. Ama oradaydı. Şeffaftı ve on beş metrelik, havada süzülen bir denizanası ya da bir mürekkep balığıydı. Yani benzediği şey buydu. Ankara Raporu olarak adlandırılmış raporda adı geçen olası yaratık tehditlerinden sadece birisi olabilirdi bu.

“ÇES’e kaydını yapın. Düşmanın süratli casus ünitesi ile tanıştık. Casusana. Bu bir yerlerde altıncı safhaya geçmiş bir Kovan üssü olduğunu söylüyor. Uçan düşmanlar var demektir bu. Acilen Ankara’ya ve bütün birliklere bildirelim” dedi ve Haluk Teğmen’e döndü Oktay Binbaşı. “Çok yaklaşmış bize. Savunma füzelerini ateşleyebiliyor muyuz?”
“Komutanım radar ve termal veri yok. Sadece güç bela görebiliyoruz. Optik kumandalı füze istasyonlarımız şu an sadece Tepeyurt güvenlik çemberinde mevcut.”
“Optik hedeflemeli taretler ne durumda?”
“Otomatik topların menzili dışında Komutanım.”
“Gurubun eskortu olan F 16’lar?”
“Bağlıyorum Komutanım.”

Birkaç saniye içinde Ankara’dan gelen Hurricane’lerin refakat uçakları ile temas sağlanmıştı. Onlara durum bildirilmiş ve görüntüler RRP destekli biçimde ulaştırılmıştı.

F 16’ların lideri emirlerini bildiriyordu.

“Yılan 3 ve Yılan 6 sağa, sola ayrılın ve bitirin şunu.”
“Anlaşıldı, tamam şef.”
“Yoldayım, tamam.”
Yılan 6 ve Yılan 3 birkaç saniye sonra sert dönüş manevraları ile guruptan kopmuş ve geriye dönmüştü.
“Yılan 3, arkamda kal. Tipsizi gördüm ve çirkinliği için az sonra cezalandırıyorum. Yeterince cezalandıramazsam işi sen bitir.”
“Şu anda kavga etmek istemiyorum ama hep böyle yapıyosun abi. Çocukken de böleydin. Hep arkandan dağınıklığını toplardım. İşini ben tamamlardım.”
Yılan 3 ve Yılan 6 ikiz kardeşlerdi!
“Sen neden bahsediyosun be avanak! Asıl ben senin…”
“Yeter be! Kesin şunu! Ulan ikiniz de burama getirdiniz! Sizin yüzünüzden uçmayı bırakıcam şerefsizim! Olm, babanızın kim olduğu umurumda diil! Bi daha aynı görevde hayatta beraber uçurmam sizi! Bu ne ya! İnsanda acıma olur biraz!”

Yılan 3 ve Yılan 6’nın babaları Hava Kuvvetleri Komutanıydı!

“Ve işte geliyoooooooo!!!” deyip tetiğe asıldı Yılan 6. F 16’nın vulkan topundan şimşek gibi parlayan otuz milimetrelik mermiler daha çok pilotun mahareti ile nişanlanmıştı. Pilotun atışı sürat ve hedefin doğası düşünüldüğünde oldukça iyiydi.

“Ve gidiyoo!!” diyerek kardeşinin yarım bıraktığı işi tamamladı Yılan 3. Casusana ilk saldırıdan yara almıştı ama kaçarken işi tamamen bitirilmişti. Yaralarından yeşil sıvılar saçarak süratle alçaldı ve sonunda binaların arasında yeşil, küçük bir patlama ile yok oldu.
“Epey çevikmiş” diye, son kurtulma manevrasını yorumladı gurup lideri olan Yılan 1. Gerçekten de hızlı ve çevik bir baş belasıydı bu casus yaratık.

Gökdelen’de herkes casusana vurulduğu için sevinçliydi ama Oktay düşünceliydi. Casusluk onun kitabında savunmadan ziyade bir saldırı sanatıydı. Saldırmadan önce casuslardın. Sonra saldırırdın!

Oktay yarım saattir düşünüyordu. Ankara gurubu Tepeyurt’a inmiş ve yerleşiyordu. Refakatçiler geri dönüş yolundaydı. Derken bir kez daha operatörleri ona seslendi.

“ÇES Anadolu yakasında kalabalık hareket belirledi Komutanım. Erken saatlerde bir iki motosiklet de o hatta hareket etmişti. Bildirilerde ve sesli mesajlarda bildirdiğimiz kıyı hattına ilerliyorlar. Siviller. Kadın, çocuk ve yaşlılar. Yanlarında gaz maskeli, silahlı muhafızları var.”

ÇES görüntüleri oldukça iyi bir görüş sağlıyordu şu anda. İnsanların yüzündeki acele ve korku kadar muhafızların onlar için duyduğu endişe de hareketlerinden; yaralıları, yaşlıları dikkatle taşımalarından anlaşılıyordu. İnsanlar da muhafızlarına korkudan ziyade güvenle itaat ediyor ve onları izliyordu.

“Kemal Yarbay’a ve Komutan’a haber verin! Hazırkıta havalansın! Operasyon başladı! Hava desteği yerini alsın! Denizdekilere kıyıya yanaşmaya hazır olmalarını bildirin. ”
Emirler süratle ve ikiletmeden uygulanıyor, ilgili yerlere gerekli emirler veriliyordu.

Gökdelen’de üslenen beş adet V100 Hurricane; askerlerin verdiği isimle Kasırga, gerçekten de küçük bir kasırga kopartarak havalandılar. Kasırgalar jet hızında uçmalarını sağlayan güçlerini dikey iniş ya da kalkışa çevirdiklerinde toz dumana karışıyordu ve bu güçlü kuş epey şamata yapıyordu. Adlarını kesinlikle hak ediyordular.

Cihan ve takımı zaten diğer hazırkıta takımları gibi Kasırgaların yanı başında nisan güneşinin tadını çıkarıyordular. Her şey yüklüydü ve bir anda içeriye doluşup bağlanmaları ile kapılar kapandı. Kasırga havalandı.

Cihan’ın ve takımının içinde oturduğu iki ZPT’yi taşıyan V100’ün pilotu çılgın bir pilot olan Aslı Yüzbaşı’ydı. Kendisi aynı zamanda taşımakta olduğu ZPT’lerden birinin; Çapkın 1’in komutanı Haydar Başçavuş’un eşiydi.

Kasırga süratle havalanmış ve sert bir dönüşle, süratle hedef bölgeye yola çıkmıştı. Hakim ve yüksek mevkideki Yenişehir tepesinden aşağıya dalışı insanın yüreğini ve midesini ağzına getirecek cinstendi. Birkaç saniye içinde boğazdan sadece birkaç metre yukarıda saatte üç yüz kilometre ile yol alıyordular.

“Haydar, aşkım senin için fazla hızlı değilim, di mi?” diye gülümseyerek masumca sordu Yüzbaşı. Sadece araç içindeki alıcıları kapsayan AVİ gurubuna konuşuyordu. İkinci pilot olan Mesut Teğmen sessizce gülüyordu.
“Acıma bana Biriciğim!” diye her defasında olduğu gibi kükredi Haydar. Haydar’ın midesi hassastı, Aslı Yüzbaşı bunu biliyordu, ve daha yeni kavga etmiştiler. Haydar, Aslı’nın yeni saç rengini fark etmemişti!!
“Bana Komutanım diceksin Haydar! Görevdeyiz!” diye kükredi Aslı.
“Emredersin Komutanım!” diye öfkeyle dişlerinin arasından kükredi Haydar.
“Hadi Başçavuşum bir dangal. ehhh… hata etti! Bizim ne suçumuz var Yüzbaşım?!” diye acıyla sordu Çapkın 1’in nişancısı. Haydar, arkadaşının midesine yumruğunu geçiriyordu bunu söylemesinden hemen sonra.
“Kurunun yanında yaş da yanar Mehmet.” oldu Aslı’nın cevabı.
Cihan gülüyordu. Bu V100’ün kod adı Melek idi. Düşündü; şeytan da bir melek idi. Sessizce gülmeye devam etti.

Kasırgalar iki kıta arasında açıkta bekleyen vapur ve römorkörlerin, deniz otobüslerinin üzerinden geçip süratle karşı kıyıya ulaştılar. Konmaları ile birlikte kapılar açıldı ve araçlar ile birlikler dışarıya çıkıp alana yayıldı. Subaylar megafonlarla hemen kıyıya akın eden bu büyük topluluğu yönlendirmeye başladılar. Savaş ve karmaşa bölgelerinde görev yapmış asker ve subayların tecrübesi kısa sürede her şeyi düzene sokmuştu. İskelelere yanaşan vapurlar sorunsuzca dolmaya başlamıştı.

Kurtlar ve diğer takımlar hemen önceki keşifler esnasında saptanan kritik mevkilere yerleşmiş ve ağır silahlarını kurup savunma durumu almıştı. Gatling topu taşıyan ve paletli bir telefon kulübesini andıran  tek kişilik hafif zırhlı Tart’lar da buradaydı. Beş zırhlı araç kilit noktalara yerleşmişti ve beş tanesi de kasırgalar ile az sonra inecekti. Paşa demişti; sürpriz olmayacaktı. Hava da iki Omega ve altı Cobra uçuyordu. Cihan hemen muhafızlardan birine yanaşmış ve askeri disiplinle hareket eden; gri kamuflaj, zırh, AVİ ve askeri silahlarla donanmış adamdan komutanın kimde olduğunu öğrenmişti. Muhafız bu arada ona telaşla gaz maskesi takmalarını söylemişti. Cihan yatıştırmak istemişti ama muhafızın ısrarı onu tedirgin etmişti. Muhafızların hepsinde gaz maskesi vardı ve takıyordular! 

“Bütün birlikler. Derhal gaz maskelerini takın. Doğrudan bir tehdit yok. Bu sadece önlem amaçlı.”
AVİ’den iletilen bu bilgi ile herkes süratle maskeleri takıyordu.
“Neler oluyor?” diye muhafıza sordu Cihan.

Bu sırada Muhafız da lideri ile konuşmuş ve komutanın onunla konuşmak istediğini söylemişti. Lider arkadan yanında beş iyi silahlı adamla geliyordu.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Kovan Savaşları Öyküleri (2. Bölüm - 3)
« Yanıtla #3 : 08 Eylül 2012, 22:25:29 »
“Adım Cenk.”
“Ben de Yüzbaşı Cihan,” daha fazlasını söyleyemeden Cenk anlatmaya başlamıştı bile.
“Sonunda haberlerinizi alınca çok sevindik. İnanın yalnız kaldık sanıyorduk. Size ulaşmayı istedik ama geniş çaplı iletişim yoktu ve çevrede hep o çalınan insanlardan dolanıp duruyordu. Kerim’in adamları da bir başka belaydı. Sonra da köpekler ve canavarlar geldi. Son bir haftadır doğu bölgesinde kan gövdeyi götürüyordu” diye, kara bir sesle hızlı hızlı konuşuyordu Cenk.
“Yavaş ol Cenk. Adım adım anlat. Çalınan insanlar; şu turuncu bitki bombalar ile çalınanlar mı?”
“Evet ama bombalar; onlar savaşta kullanılıyor. Asıl bela olanlar şu sinsi pislikler. Uçan balıklar. Onların ne olduğunu anlayana kadar biz de, Kerim de çok kayıp verdik.”
“Uçan balık da neyin .?” dedi ama sonra Rapor’u hatırladı Cihan.

Bu arada Cenk ona kolundaki AVİ aracılığı ile eski bir görüntüyü gösteriyordu. Yaklaşık bir buçuk metre uzunluğunda ve şişman, büyük bir balıktı bu. Şeffaf gibi görünüyordu. Yerden bir metre kadar yukarıda havada süzülüyordu. Antenleri ve uzun bir kamış dili vardı. Ama en önemli bilgi sırtının iki yanından kuyruğuna doğru uzanan tohum keseleriydi. Keseler yumruk büyüklüğündeki el bombası tohumları belki iki yüz metreye kadar fırlatabiliyordu.

“İsabetli bir topçu gibi çalışıyor ve de sinsi. İşini bitirip kayboluyor. İnsandan daha hızlı değil ama uyanık ve zeki. Şimdilik atıcılığından başka bir silahını görmedik. Dayanıklı değil ama yakından vurmayın. Küçük bir patlama ile patlıyor.” diye anlattı Cenk. Cihan bunu aklına not aldı.
“Köpekler ve canavarlar dedin.?” Diye sordu Cihan.
Cenk akıllı birisiydi ve durumu anladı.
“Bildirilerde ve megafondaki metinde sadece çalınan insanlar ve canavarlar var. Ama hayvanları da çalabiliyorlar. Sokak köpeklerini de etkilemiş bu şey. Beş yüz köpeklik bir sürü açık alanda az kalsın sonumuz olacaktı. Bereket tankımız yetişti.”

“Tankınız mı var?” diye şaşırdı Cihan.
Cenk güldü. “Ordunun hurdaya verdiklerinden üç tane. Zengin bir koleksiyoncu dostumuz var. Meteor ortaya çıkınca bize çok yardımları oldu.” diyerek üstünü baştan aşağı işaret etti. “Ama bu uzun bir hikaye. Asıl size Kerim konusunda bilgi vermek istiyorum. Şu aralar başında bela varken bizimle pek uğraşamaz ama o da başka bir bela. Ayaklanma guruplarının çoğunu öyle ya da böyle etrafına toplayan bir psikopat. Tam bir deli ama gücü ve karizması ile korku saçarak herkese sözünü geçiriyor. Çok insan öldürdü. Pek çok esiri var. İşkence ve türlü eziyetler çekiyorlar.” derken sesi kinle keskinleşmişti. “.Meteordan önce ve sonrasında çok çarpıştık. Ama çok fazla yandaş topladı. Gizli olan asıl sığınağımızı da keşfetti. Eğer bu canavarlar ortaya çıkmasaydı bizi de diğerleri gibi mahvedecekti. Bizi her şeye rağmen onlar kurtardı. Kerim kuzeyden gelen bu bela ile aramızda bir duvar gibi. Ama git gide zayıflıyor. Çok kayıp verdi. Kerim hafife alınacak biri değil. Bir zamanlar asker, polis ya da öyle bir şey olduğu belli. Ayaklanma ganimeti malzemeleri, yağmalanan polis ve asker silahlarını kullanmayı iyi kötü öğretti adamlarına. Kendi komuta ettiği yüz kişilik bir gurup ise açıkça seçkin bir gurup.”

“Sizde fena değilsiniz.” dedi Cihan. Emir komuta ağı ve silah tutuşları bile çok şeyi söylüyordu. İyi bir askerin en temel işaretleri silahı tutuşu ve disipliniydi.
“Aramızda savaşta çarpışmış küçük bir gurup var. Bizi onlar eğitti. Ve başka şeyler de var.”
“Ne gibi?” diye sordu Cihan.
Vapurlar ve deniz otobüslerinden ilk parti dolmuş ve karşı kıyıya yola çıkmıştı. Bu yakanın tehlikelerinden kurtulana kadar Gökdelen ve Tepeyurt’un korumalı geniş dış sınırlarında oluşturulan yerleşimlere taşınıyordular.
“Bizim ana sığınağımız Kale 1’dir komutanım. İstanbul’daki sığınağımız ise Kale 15’dir. Biz Fortress ittifakı üyeleriydik.” Derken sesi gülümsüyordu Cenk’in.

Fortress İttifakı meteor haberine kadarki on yıl boyunca bütün dünyada otuz milyon kişinin oynadığı bir bilgisayar oyunundaki en büyük ittifaktı. İnternet üzerinden oynanan oyun başlarda bir tarikat olmakla suçlanmış ama oyunun yaygınlaşması ve her yıl daha çok insanın oynaması ile zengin olan yaratıcıları ise buna sadece gülmüştü. Zaten bir iki yıl sonra tarikat diyenler de bir ittifaka üye olmuş ve Peacemakers; Barışçılar, oynuyordu.

Oyununu yaratan şirketin çılgın sahipleri su gibi para harcayan iki gençti. Bu meteor olayı ve sonra da kaosun ilk işaretleri patlayınca, sadece kendilerini değil oyunun senaryosundaki gibi; insanlığı da, sevdiklerini de kurtarmayı istemiştiler. Ve böylece bütün dünyada Fort’lar; Kale’ler doğmuştu. İttifakın bölgesel sığınak karakolları! Meteora ve kaosa karşı sığınılan sağlam sığınaklar ittifak üyelerinin güç birliği ile inşa edilip gizlenmişti. Çılgıncaydı. Ama tam da Peacemakers’ı yapanlara göreydi! Oyundaki dostluklar gerçek hayata taşmıştı!

Cihan, Cenk’in anlattıklarını dinlerken aslında çok az şaşırmıştı. Yüzü maske ile kapalıydı ama sesi açıkça gülümsüyordu.

“Hangi bölgede oynuyordun Cenk?”
“Orta Doğu.”
“Kod adın neydi?”
Cenk sorulara şaşırmıştı. Ama cevaplıyordu.
“Çingiz.”
“Memnun oldum Çingiz. Ben de Omar Sharr.”
Cenk bir an için sadece öylece şaşıp kaldı. Sonra;
“Dalga geçme benimle!” diye açıkça neşe ve şaşkınlıkla konuştu.
“Bir asker boş zamanlarında askercilik oynarsa şaşmamalı,” dedi gülümseyen sesi ile Cihan. Oyuna bir bakmak için girmiş ama sonra çok eğlenip oynamaya devam etmiş hatta karargahtaki diğer özel kuvvetçileri de oyuna sokmuştu. Kingdom İttifakı’nda, Fortress’e karşı oynamıştılar. Omar da Krallık’ın en tehlikeli oyuncusuydu.

“Seni yakalamak için kaç kez operasyon yaptık. Çöl Ateşi senaryosunun ikinci haftasında geniş çaplı bir operasyon yapmıştık. Çok iyi ayarlamıştık her şeyi. Nasıl haber aldın?”
Cihan gülüyordu. Baskına gelen düşman takımlarını bina blokları ile beraber havaya uçurmuştu.
“Karargahınızdaki ana santralde bir cihazımız vardı. Silah kaçakçılarına çok para verdik ama taramada yakalanmayan en yeni teknolojiyi aldık. Organik verici. Karargahınız patlatılana kadar her konuşmanızı dinliyorduk.”

Cenk de kahkahalarla gülüyordu. “Rezillik! Oyunun tasarımcılarından biri de bizimleydi biliyor musun. Bunlarda onu alacak para olamaz. Boşuna detektöre o kadar para gömmeyelim. Belli ki bi yaralıyı konuşturdular demişti.”

Onlar böyle muhabbet ile vakit geçirirken seferler birbirini izledi ve akşama kadar on bin kişi karşı kıyıya sorun çıkmadan güvenle taşındı. Cenk iki sığınakta on bin kişi daha olduğunu ve bu yakadaki tahmini bir milyon kişiden beş yüz bininin ayaklanmalar esnasında şehirlerden daha sakin ve emniyetli olan küçük kır ve dağ yerleşimlerinin gizliliğine kaçtıklarını anlatmıştı. Ordu İstihbaratı da bunu destekliyordu. Galiba halk meteordan çok kendi içinden çıkan bu zalimlerden korkmuştu. Gerçekten de Meteor’un son hızlanma haberini çoğu kişi duymamıştı, önlem alamamıştı bile. Dünya o denli kaosa batmıştı!

Gün kararıp güneş batarken;
“Kerim’in yerini biliyor musunuz?” diye sordu Cihan.
“Gazilerimiz; bize gerçek eğitimi verenler, biz buraya gelirken o yana gittiler. Bu gece geç saatlerde, onlar uyurken Kerim’i almayı planlıyorlar. Bu gurupların çözülmesini hızlandıracak diye düşünüyoruz. Ellerinde çok fazla esir var ve köle gibi kullanıp eziyet ediyorlar. O insanları ona daha fazla bırakamayız.”

Cihan bu operasyon meselesini duyunca rahatsız olmuştu. Savaş gazisi bile olsalar bu türden bir operasyon sivil işi değildi.

“Onlara ulaşmalıyız. AVİ kullanıyorlar mı?”
“Evet ama gurup içinde bile iletişimleri olmayacaktı. Son bir haftadır AVİ’leri dinleyebildiklerini fark ettik. Karışık modda bile mesajlarımızı çözüyorlar.”
“Sanırım ellerinde bir Karakulak var. Yeni bir cihaz. Tam bir baş belası. Alman buluşu. Ayaklanma esnasında ordu depolarından yağmalanmış olmalı. Nasıl haberleşecektiniz.”
“İşi bitirip dönecektiler. Kendi aralarında da bir işaret dilleri var. Dürbünleri olduğu sürece  kuş dili onlara kilometrelerce mesafede bile yeter.”

Cihan’ın aklında bir şimşek çaktı.

“Onlar mı kuş dili diyor buna. El işareti diline?”
“Dili diğerlerine öğreten Önder. Ondan duyduk. O sanırım yüksek rütbeli bir operasyoncu. Ya da eskiden öyleymiş. Saç sakal çok hırpani bir hali vardır. Pek fazla konuşmaz ve hakkında Savaş’a katıldığından başka pek bir şey bilmeyiz. Ama bize çok yardımı oldu. Diğer gaziler ve hepimiz ona çok saygı duyarız. Lider bile önemli şeylerde ona danışmadan harekete geçmez. Neden böyle ilgilendin? Bir şey mi var?”

Cihan bir an sessiz kaldı. “Olabilir. Kuş dili lafı bir şeyler hatırlattı ama hepsi o. Kesin bir şey yok. Savaş’ta özel kuvvetlere bağlı operasyon birlikleri çok işler başardı. Çoğumuz ortak operasyon ve eğitimlerden tanışırız. Kara Kuşlar’ı hatırladım bir an. Onlar Kuş dili derdi bu el lisanına. Bir operasyondan geriye hiçbiri dönemedi. İlgisi olmayabilir. Sadece hatırladım.”


Küresel Güvenlik Teşkilatı’nın çokuluslu vurucu askeri gücü takımlar halinde örgütlüydü ve dünyaya yayılmış durumdaydı. Yerleşik olan bu timlerin belirli operasyon bölgeleri vardı. Ama en seçkin birkaç timin çok yüksek hareket kabiliyeti ve sınırsız yetkileri vardı. Renk Takımı kod adı ile bilinen tim de onlardan biriydi.

Yarbay Siyah, meteorların yağmaya başladığı 16 Mart’tan bu yana sürekli çarpışıyordu. O ve takımı dünyanın herhangi bir noktasına bir buçuk saat içinde ulaşma kabiliyetine sahip yeni nesil bir uçucuyu; bir savaş mekiğini kullanıyordular. Önceleri ayaklanmaların zor durumda bıraktığı üslere yardım için çabalıyor ve meteor sonrasındaki savaş için bu üslerin sağlam kalmasını sağlıyordular. Sonra çabaları meteor yağmurları nedeniyle çok yavaşlamıştı. Üstelik hasar da almıştılar.

Yarbay Siyah çok keyifsizdi. Aydaki Amerikan üssü Küresel Güvenlik Teşkilatı; KGT’nin de ana karargahına ev sahipliği yapıyordu. Ve bu üs ile doğrudan bağlantıları yirmi iki gündür yoktu. Ayın arka yüzündeki üs ile çarpma öncesi ve sonrası protokoller görüşülürken hep dünyadan yana sorunlar üzerinde durulmuştu. Ay üssü ay yüzeyinin çok derinlerindeydi ve çok sağlamdı. Üstelik ayın arka yüzünde olması ona çok koruma sağlayacaktı. Ama şimdi ayda sorun vardı. Haberleşme şamandırası bu gün daha yeni atılmıştı ve kötü haberler vardı. Ay saldırı altındaydı.

Çoğunlukla saldırı yok edilmişti. Ağır hasar ve kayıplara rağmen, planlanan bir operasyon ile kısa sürede düşmanı yenecektiler. Bununla beraber dünyaya destek olmak için hazırlanmış ay üssü; Nuh, bunu bir süre ertelemek zorundaydı. Düşman yüz milyon çok seçkin dünyalının dondurulduğu Soğuk Uyku Komplesi’nin depolarının önündeydi ve sert bir savaş veriliyordu. Savaş kazanıldığında ise tamiratı gereken çok fazla şey vardı. Araç ve silah kaybı çok fazlaydı. Sadece tohumlanmış bir meteor ve onu güden bir Çoban bekliyorken devasa meteorun kanyonlarında gizlenmiş bir Kovan kolonisi ve uzay savaşçıları ile karşılaşmıştılar. Bu uzaylı dostlar olan Grekulları bile şaşırtmıştı.

Normalde Kovan, meteorları sadece tohumlayıp bırakırdı. Belli bir hedefi vurmak istediğinde çok eşsiz bir tasarımı olan ve sadece bu işe yarayan Çobanları kullanırdı. Çobanın meteora kısıtlı ama uzun mesafede kusursuz bir hedefleme sağlayan kabiliyeti yakın mesafede de kısmen etkiliydi. Bu etki ile küçük meteorları korunma, gizlenme ve yakına saldırı için kullanıyordu. Ama bütün bunların ötesinde şu anki durum sıradışıydı. Burada meteorun kaynakları ile gelişmiş bir koloni vardı! Grekulların yardımı ile uzay savaşçıları yok edilerek kara saldırısına karşı savunma başarılabilmişti.

Ay üssü Mars kolonisinin de saldırıya uğradığını ve benzer şekilde çok ağır hasar aldığını bildirmişti. Mars ile bağlantı kopuktu ve ve açıkça hayatlarından umut kesilmişti.

Şu anda dünya yüzeyinde bulunan bütün KGT güçlerine ikinci bir emre kadar yüzey komutanlıklarına bağlandıkları bildirilmişti. Eğer karşı bağlantıları olsaydı Siyah bunun yeterli olmadığını ve gördüklerini Nuh’a anlatabilirdi.

Afrika’da üç noktada gizli fırlatma üsleri sadece bu savaş için hazırlanmıştı ve yörüngeye yeniden çok rollü uydular fırlatmak için hazırdılar. Birkaç saat içinde KGT bu süreci başlatıp otomatik fırlatma emrini verecekti. Bununla beraber vurucu güç zafiyeti yüksekti. Siyah şu anda yörüngede idi. On beş bin kilometre yukarıdan dünyayı izliyordu. Gelişmiş casus gözleri taramayı bitirmişti. Sonuç hiç iyi değildi. Bütün tim kokpitteki görev yerlerindeydi. On beşi birden kara kara düşünüyordu. Yayılma çok tehlikeli bir boyuttaydı.

Afrika, Sibirya, Güney Kutbu ve Avustralya ile Güney Amerika’nın iç kesimlerinde gelişmiş koloniler vardı. Bu bölgeler 1 Nisan tarihinde büyük meteor vurulmadan iki hafta önce yağmaya başlayan kaya yağmurunun indiği yerlerdi. Böcek akıllıydı. Son yağmurlar ile dünyayı bombalayıp etrafta sadece karışıklık yaratacak oyalayıcı koloniler kurmuş ve asıl kolonilere karşı bir kalkan oluşturmuştu. Renk Takımı bile önceliği bu küçüklere vermişti çünkü bunların gelişmesi daha süratli kötülüklere yol açacaktı.

“Bu yetmez” dedi Yeşil.
“Ona katılıyorum” diyerek destekledi Mavi.
“Ne öneriyorsunuz?” diye sordu Siyah.
İkisi de sessizdi.
“Patron sensin, onu sen bul” diye konuşarak onlara destek oldu purosunu tüttüren Gümüş.
“Mekikler ve Zırhlı Savaşçılar olmadan şu durumda çok kayıp vereceğiz.” Dedi Turuncu. Kara derili dazlak kafasını tatsızca iki yana sallıyordu.
“Sence ne zaman bize dönebilirler?” diye soran Mor’du.

Siyah ona döndü. İkisinin arasındaki ilişkiyi bütün takım biliyordu. Siyah’ın iyi bir yalancı olduğunu ama Mor’a yalan söyleyemediğini de. Badem gözlü genç kadına baktı Siyah.

“Henry McAndrew’u iyi tanırım. Onun yüzündeki o ifadeyi biliyorum. Gerçekten durum berbat olduğunda karşısındakine moral verebilmek için takınır. Bence ay üssü bunu atlatacak. Ama bize yardım edebilmeleri çok zor.”

Mesaj kaydını tekrar açtı ve bir yerinde dondurup görüntüyü büyüterek netleştirdi. “Şuna bakın.” Görüntü dikkatsizce ana komuta merkezinde ve ana ekrana karşı kaydedilmişti ki bu dikkatsizlik bile işlerin ne derece karışık olduğunu gösteriyordu. Ekranda Siyah’ın işaret ettiği noktada üssün savaş gücü rezervi ve yenileme kabiliyeti ayrıntılı bir biçimde raporlanıyordu. Henry’nin vücudunun gösterdiği kısım küçük ama en önemli kısımdı. Üssün dünyaya indirme yapma kabiliyeti yoktu! Mekiklerini kaybetmişti! Bu üs içindeki fabrika ile belki birkaç ayda kısmen telafi edilebilirdi. Ama daha önemlisi fabrika da hasarlıydı! Silah ve malzeme depolarının büyük kısmı da saldırılarda hedef alınmıştı. Durum berbattı.

“Durum berbat.” dedi Gümüş. Yüzü ekşi ve öfkeliydi.
“Biz oraya ulaşabiliriz. Dünya’da en azından beş mekik var. Kapasitelerimiz yüksek. Ama şu durumda kendi hayat destek üniteleri ve yüz milyon insanın hayatta tutulması daha önemli olabilir. Biz burada bir şeyler yapabiliriz. Amerika, Çin, Avrupa ve Rusya en yoğun hasarı alan bölgeler. Askeri üslerin Çoban tarafından özellikle hedeflendiği belli. Meteor yönlendirme kabiliyeti korkunç etkili bir bombardımana neden oldu. Şu durumda toparlanmak için zaman gerekli. Elimizdekilerin önemini çok büyük ölçüde arttırıyor bu,” dedi Siyah.

“Aklında bir şey var” diye sordu Mavi.
Siyah bir iki tuşa bastı ve ekrandan slaytlar geçmeye başladı.
“Bunlar dünyanın şu anda sağlamlığı raporlanmış ve Kovan ile savaşan ya da savaşabilecek direnç noktaları. Bunlar da savaş, üretim ve teknoloji değerlerinin analizleri. Ve bu da benim aklımdaki şey” dedi ve asıl slaytlara geçti Siyah. Amerikan ordusu ve KGT tarafından kullanılan özel silah ve ekipmanlardan bazılarıydı bunlar. Planlar ve teknoloji sırlarıyla beraber.

“Başka zaman olsa çıldırmışsın derdim!” diye yüksek sesle gülerek purosundan derin bir nefes çekti Gümüş. Dumanı halka yaparak üfledi.
Ekibin doktoru Pembe, Siyah’a sordu, “Onlara mı vereceksin?”
“Fikirlerinizi duymak istiyorum. Uzaydan gelen bir düşman bütün insanlığı tehdit ediyor ve bizim en çok güvendiğimiz silahlarımız, en güvendiğimiz kalemiz ağır yaralandı. O olmadan diğerlerinin en iyi şansı onun güçlerinden bazılarını kullanmayı öğrenmeleri. Ağır üretim değil söz konusu olan; buna alt yapı hazırlanması bile çok zaman alır, üretimi saymıyorum. Alt yapıları var olan ama gelişmeleri zaman alacak şeyleri hemen vereceğiz. Burada adı geçen destek donanımın bazıları birkaç gün içinde pek çok yerde rahatlıkla üretilebilir. Stabilizör serumu ve genomedikal serumları, suni organ nakli desteği bile askerlere büyük güç verecektir. Sente-Muscular zırh ve birinci seviye kalkan teknolojisini söylemiyorum bile.”

“Bu kararı Uzun John’da Albay Woo ile konuşmayacak mısın?” diyerek Antartika ve tropik Güney denizleri arasında dolaşmakta olan koca üs gemiyi işaret etti Mavi. Uzun John bir süper tanker gibi görünen seyyar bir KGT üssüydü ve şu anda oraya bağlıydılar. Aslında bütün yeryüzü KGT’si oraya bağlıydı.

“Elbette konuşacağım ama eminim Albay Woo bunu onaylayacaktır.”
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Yeşil  öfkeyle konuştu.
“Bunun önceden yapılması gerekirdi.” dedi. Ses tonu gayet iyi açıklıyordu ne demek istediğini ve çok haklıydı. Bu düşmanın gelişi biliniyordu ve çok önceden bazı bilgilerin paylaşımı çok büyük bir fayda sağlayabilirdi. Dünyanın bölünmüşlüğü çok kötü bir şeydi.

Siyah sadece başını onayla salladı. İletişim kanalını ayarladı ve Albay Woo ile görüşmesine başladı.
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)