KUMARBAZ
Son iki aydır evimi geçindirmek için herhangi bir çaba içerisinde değildim. Çalışmıyor ve elime geçen az miktarda parayı içkiye yatırıyordum. Hayatım boyunca bir kere bile ağzıma sürmediğim içkiye karşı son iki aydır, tuhaf bir şekilde, bağımlıydım. Onsuz bir hayat hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için. Yorgun olduğumda, kendimi iyi hissetmediğimde, karımla kavga ettiğimde ve son iki ayın her gecesinde mutlaka içiyordum şu illeti. Artık öyle bir durumdaydım ki; hangi içkinin daha kaliteli olduğunu, koklamaya cesaret edemeyeceğiniz o mide bulandırıcı kokusundan rahatlıkla anlayabilir hale gelmiştim.
Çoğu gece beş parasız gittiğim barda, edindiğim birkaç arkadaşımdan borç para alarak içiyordum. Gel zaman git zaman borçlarım kabarmaya başladı. Zaten sefilin tekiydim ve borçlarımı ödeyebileceğim tek kuruşum yoktu. Artık kimse borç para vermeye yanaşmıyordu. Hatta bardan içeriye girer girmez, sanki oraya geleceğimi biliyormuş gibi, beni öldürmeye yemin etmişçesine hemen üzerime üşüşürlerdi. ‘Borçlarını ödeme vakti geldi, Nico’ diyorlardı bana. Oysa birçoğu benden çok daha iyi durumdaydı.
Giderek artan borçlarım yüzünden bara gidecek cesareti bulamıyordum. İçki içemez olmuştum ve bu, kötü hissetmeme neden olmuştu. Eve geç saatlerde dönüyordum; bu yüzden karımla sürekli kavga etmeye başlamıştık. Ailesinin artık bize yardım parası yollamayacağını, bir işe girip çalışmam gerektiğini geveleyip duruyordu. Karım Sophia mızmızın tekiydi. Çenesi bir kere açıldı mı kapanmak bilmezdi. Bir ay boyunca aynı şeyi söyleyip durdu. Evinde yemek dumanın tütmesini istediğini ve benimle beraber çok daha mutlu bir hayat yaşamayı arzuladığıyla ilgili birkaç saçmalıktan bahsetti. Bense onun söylediklerine aldırış etmiyordum. Sabrediyordu ama ben, sabrının bir gün tükeneceğini anlamıştım.
Yine bir sabah yatağıma uzanmış, içki parasını nereden bulabileceğimi düşünürken bana seslendi.
- Seni tembel herif! Nereden buldum senin gibi ayyaş ve züğürt bir adamı bilmiyorum.
Her zamanki gibi saçma sapan konuşuyordu işte. Şehirde benden başka onunla evlenecek aptal bir erkek yoktu. Oldukça çirkin bir kadındı ve iyi yemek yapmazdı. Alnından gözlerine ve oradan da ağzına doğru inen keskin bir yarası vardı. Evde kalmadığı için bana dua edeceği yerde azarlıyordu.
- Kapa çeneni kadın! Karnım açıktı, yemek yap bana.
- Eğer yemek istiyorsan, diye bağırdı Sophia, çalışmak zorundasın. Evde hiçbir şey kalmadı. Bütün paramızı aç domuzlar gibi yedin bitirdin.
- Düğün çeyizini sat o zaman! diye karşılık verdim ben de.
Duyamadığım birkaç kelimede daha sarf ettikten sonra odama geldi. Hışımla kolumu tuttu ve beni yataktan yere doğru çekti. Her şey çok ani gerçekleşmişti; hiçbir şey yapamadım ve olduğu gibi yere serildim. Afallamış bir halde Sophia'ya baktım. Gözleri ateş saçıyordu.
- Çeyizimi asla satmam, anladın mı ? Onlara elini sürdüğünü görürsem gebertirim seni!
- Aptal kadın! diye bağırdım kendimi tutamayarak. Çeyizini satmazsan açlıktan öleceğiz. Kışın yağan yağmur çatıdan içeriye giriyor, yakında ev de başımıza yıkılır. O zaman anlarsın...
- Önce kendine bak ayyaş seni! Sabahtan akşama kadar evde pinekleyip duruyorsun. Ayağa kalkacaksın ve şehre inip iş bulacaksın. Eğer iş bulmazsan ailemin yanına giderim, sen de burada açlık ve pislik içinde geberip gidersin.
- Beni tehdit mi ediyorsun?
- Evet, seni tehdit ediyorum. Yeter artık, yeter! Anlamıyor musun? Bıktım usandım senden ve bu boktan hayatımdan.
Bir an Sophia’nin gözlerinden yaşlar geldi. Ağlamak istemediğini ama buna engel olamadığını biliyordum. İnsan zor durumdayken ağlamak istemez; bunun bir kabullenme ya da pes etme göstergesi olduğunu düşünür. Ama Sophia’nın buğulanan sesi, gizlemeye çalıştığı pes etmişliğin kanıtıydı. Her şey anlaşılıyordu. Karım, tükenmişti. Yolun sonuna yaklaşmıştı. Ona baktığımda yürüyen bir ruh görüyordum artık. Ama bundan bana ne! Tanrım, benim tek derdim içki. Damarlarımda hissetmek istediğim tek şey o!
Sophia, iki eliyle yüzünü kapadı. Kendini toparlamış göründükten sonra:
- Sana her gün kalk ve iş bul demekten sıkıldım. Başkalarının evinde hizmetçilik yapmaktan, hayvanlarının dışkılarını temizlemekten de… Şimdi ayağa kalkacak ve derhal şehre ineceksin, anladın mı? Bulacağın iş ne olursa olsun çalışacak ve evine para getireceksin. İşte o zaman yemeğini de yersin.
Karım Sophia’nın söyledikleri normal birini kamçılayabilirdi ama bana pek bir anlam ifade etmemişti. Ben içki içmek istiyordum. Çalışmamak istiyordum. Oturduğum yerden para kazanmaktı tek arzum. Eski Nico değildim artık. Değişmiştim.
Ancak öte yandan, eğer bir iş bulup çalışırsam içki için gereken parayı da bulabileceğimi biliyordum. Ne yazık ki tükenmiştim. Çalışamayacak kadar yorgun ve güçsüzdüm. Karımın beni kolumdan tutup yere savuruşunu tekrar düşündüğümde aslında ondan ne kadar da aciz bir halde olduğumu fark ettim. Karım bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bu inanılacak gibi değil !
- Madem öyle diyorsun şehre ineceğim ve iş bakacağım, dedim yalan söyleyerek.
- İş bulmadan evin yanına bile yaklaşayım deme sakın.
Paçaları ve dizleri yamalı pantolonumu ve eski gömleğimi giyip dışarıya çıktım. Kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştı, anlaşılan yağmur yaklaşıyordu. Şansıma havada ılık bir rüzgar vardı. Zira hava soğuk olsaydı üstümdekilerle fazla yaşayamazdım. Kış ayına yeni girmiştik ve ben, yazın gelmesi için defalarca dua ediyordum tanrıya. Gerçi benim gibi işe yaramaz, dinden anlamayan cahil bir adamın duasını neden kabul etsin ki tanrı?
Derin düşünceler içerisinde şehre giden ağaçlık yola girdim. Evet, şehre iniyordum ama iş bulmak için değil. Çalışmayacaktım. Başıma silah dayasalar bile bunu yapmazdım. Bu zamana kadar çalışmıştım da ne olmuştu sanki? Öğlen sıcağında biçtiğim buğdaylar ne fayda getirmişti?
Şehrin girişindeki köprüye vardığımda bir korku kapladı tüm benliğimi. Borçlu olduğum insanlar bir hayli fazlaydı. Belki şehrin yarıdan fazlasına borçluydum. Buradakiler içmeyi sever, bu yüzden tıpkı benim gibi sürekli barlarda vakit geçirirlerdi. Şehre girdiğim anda başıma üşüşecekleri kesindi. İyisi mi yolu biraz dolandırayım da batı yakasından gireyim diye düşündüm.
Ne yazık ki işler pek umduğum gibi gitmedi. Aniden bastıran sağanak yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştum. Üzerimde beni yağmurdan koruyabilecek hiçbir şey yoktu. Üşütüp hasta olacaktım. Keşke içebileceğim bir içkim olsaydı; o zaman içim ısınacaktı. Ah, ah!
Neyse ki dalları uzun, yaprakları gür bir ağaç buldum ve onun altına sığındım. Yağmur akşamüstüne kadar devam ettiğinden şehre geç varmıştım, ki bu vakitte iş yerleri kapalı olur. Sevinsem mi üzülsem bilemedim. İş bulma imkanım olanaksızdı artık. Tüccarların ve insanların evlerine kazançlı dönmek için son kez pazarlık yapmaya çalıştıkları pazar yerinden geçip ıssız sokaklara karıştım. Buralar oldukça iyi tanıdığım yerlerdi. Sadece fenerler yardımıyla aydınlanan ürkütücü sokak, başından sonuna kadar bar ve türevi mekânlarla doluydu. Hangisine isterseniz girebilirdiniz.
Gözüme sarı renkli tabelası rüzgarda savrulan Çekirge barını kestirdim. Orası fazla kalabalık olmazdı. Belki bir şekilde içki içebilirdim. Bir iki adım atmıştım ki, barlardan birinden borçlu olduğum bir adam çıkıverdi. Ardından bir başkası… Aniden korkuya kapılmıştım. Elim ayağım birbirine dolanmıştı. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken, yere yatmayı akıl ettim. O sırada aklıma gelen tek mantıklı şey buydu. Sokak zaten karanlıktı, bu iki adam da kör kütük sarhoş olmuşa benziyordu. Kalp atışlarım inanılmazdı. Daha önce kalbimin bu kadar hızlı attığına şahit olmamıştım hiç. Sakin olmaya çalışarak bekledim.
- Nico eğer şehre inerse, dedi adamlardan biri aniden. Öldür onu. Cesedini de köprüden aşağıya at gitsin. Balıklara akşam ziyafeti olur.
Diğer adamın gülerek cevap verdiğini duydum.
- Onun eti kemiği balıkları doyurmaya yetmez ki (!)
Yanımdan geçip giderlerken tekrar birincisi konuştu.
- Paramızı getireceği yok. Borçlu olduğu çok fazla adam var ve hepsi öfkeli. Bir araya gelip bize borçlanmanın ne demek olduğunu göstermeliyiz ona.
- Gebertelim o eşşek suratlı herifi!
Bir süre sonra sesleri boğuklaştı. Ardından da kesildi. Benden uzaklaşmışlardı. Rahatlamış bir şekilde ayağa kalktım. Başım çok fena beladaydı. Eve dönsem karım almazdı içeriye ve sokakta çakallara yem olurdum; şehirde kalsam borçularım beni kim bilir ne hale getirirdi. Bir çıkar yolu düşünürken aklıma eski dostum Simon geldi. Uzun süredir onu görmemiştim. Kendisi şehrin öbür yakasında yaşıyordu ve bana mutlaka yardım ederdi. Yetersiz ışıktan dolayı karanlığa hapis olmuş sokaklardan, şehrin karşı yakasına geçtim. Burada yoğun bir sis vardı ve evlerin çoğu birbirine benziyordu. Kaybolduğumu anlamam uzun sürmedi. İçkinin olmayışı beni iyice zıvanadan çıkartmıştı. Bağırmak, küfür etmek istiyordum zifiri karanlık sokağın ortasında.
Neyse ki kendimi toparlamayı başardım. Başka çaremin olmadığını anlayarak, ay ışığı altında boyaları dökülmüş, pencereleri kırılmış bakımsız ve tekinsiz görünen bir evin ahırına saklandım. Geceyi saman yığınlarının arasında uyuyarak geçirecektim.
Gözlerimi açtığımda şaşkınlıktan donakalmıştım. Geceyi ahırda geçirdiğime adım gibi emindim ama şimdi uyandığım yer bir ahırı andırmaktan çok uzaktı. Temiz ve mis gibi gül kokan konforlu bir yatakta uyanmıştım. Tavanı kalp, kapıları ve camları daire şeklinde olan, sade düzenlenmiş bir odaydı burası. O hayvan dışkısının iğrenç kokusundan geçilmeyen rutubetli ve karanlık ahırda uykuya dalıp sonra ferah ve havadar bir yerde uyanmak çok tuhaftı.
Tedirgindim çünkü buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Üstümü başımı kokladım, içki kokmuyordum. Kafam yerindeydi. Acaba biri benim zavallı halimi görmüş ve bana acıyıp buraya mı getirmişti? Gerçi o pis ahıra benden başka girmek isteyecek hiç kimsenin olmadığına bir içki şişesi parasına bahse girerdim.
Benliğimi saran şaşkınlıktan kurtulur kurtulmaz odayı incelemeye başladım. Düzenli olarak temizlendiği apaçık ortadaydı. Duvarlarda, yerlerde, tavan aralarında ve odanın diğer bütün köşelerinde tek bir toz yoktu. Her yer mis gibi kokuyordu. Oda, duvarlara asılan her biri farklı renkteki meşalelerin yardımıyla aydınlanıyordu. Sanki gökkuşağının içindeymişim gibi hissediyordum. Kırk yıl düşünsem böyle bir yerde uyanacağım akılımın ucundan bile geçmezdi. Tek umut ettiğim şey bu büyüleyici anın bir rüyadan ibaret olmamasıydı.
Odadaki küçük koltuklardan birine oturdum, ayaklarımı da gayet rahat bir şekilde masaya uzattım. Bu anın keyfini çıkarıyordum. Keşke elimde bir içkim olsaydı diye düşünmekten de alıkoyamadım kendimi. Arkadaşım Simon'un zorlamasıyla başladığım içki hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti; en ufak bir keyif anımda yanımda istediğim tek şeydi artık. Ama yine de beni sarhoş eden başka bir şey vardı; büyüleyici odanın içime doldurduğu o muhteşem his. Mutluluk mu, yoksa tüm günahlardan arınıp huzura ermek midir bunun adı bilemiyorum. Garip bir şekilde mutlu olduğumu ve bunun beni sarhoşmuşum gibi sersemlettiğini hissetmiştim.
Beni buraya getiren yardımsever her kimse, onunla konuşacaktım. Ona minnettar olduğumu, elimden gelen herhangi bir işi de yapabileceğimi söyleyecektim. Belki bana yapabileceğim, parası bol bir iş verirdi. O zaman karımı da bin pişman ederdim beni azarladığı için.
Odada yalnız başıma kalmaya alıştığım bir esnada kapı çaldı ve ben aniden heyecana kapıldım. Ayaklarımı masadan çektim, üzerimi başımı topladıktan sonra ayağa kalktım. Kalp şeklindeki kapı gıcırdayarak açıldı ve içeriye sarışın, melek gibi bir kadın girdi. Üzerinde vücut kıvrımlarını belirgin bir şekilde gözler önüne seren kırmızı satenden bir elbise vardı. Dalgalı saçları hoş bir ahenk ile omuzlarına dökülüyordu. Aklımdan 'Tanrım nasıl bir yere yolladın beni' diye geçirmeden edemedim. Heyecandan elim ayağım titremeye başlamıştı.
Güzeller güzeli kadın iyice yanıma yaklaştığında, dolgun göğüslerine bakmaktan kendimi alamadım. Uzun süredir Sophia gibi çirkin bir kadınla beraber yaşadıktan sonra bu gördüğüm şey tarif edilemezdi.
- İyi uyuyabildiniz mi efendim? dedi kadın, oldukça nazik bir sesle.
Dilim tutulmuştu. Ağzımdan zorlukla şu kelimenin çıktığını duyunca kendim de şaşırdım:
- Evet.
Başka diyecek bir şeyim yoktu. Rüya âleminin tam ortasına düşmüştüm. Acaba kendimi tokatlasam, çirkin surat Sophia'nın yanında mı uyanırdım?
- Sizin için birkaç kıyafet getireceğim. Banyo odanızın hemen sağ tarafında...Temizlendikten ve üzerinizi değiştirdikten sonra aşağıya inin. Bay Şakacı ve oyun arkadaşlarınız sizi bekliyor.
- Anlamadım, oyun arkadaşlarım mı?
- Evet. Oldukça kazançlı bir oyunu oynamak için geldiniz buraya. Size bol şanslar dilerim efendim.
Bütün bunların bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yüzümü birkaç kere tokatladım, gözlerimi kapayıp açtım ama değişen hiçbir şey olmadı. Hala bu odadaydım. Sarışın güzel de yanımdaydı.
- Bakın, beni biriyle karıştırıyorsunuz. Ben oyun oynamak için gelmedim. Hatta kendi isteğimle bile gelmedim. Yüce Tanrım, neler oluyor burada?
Kadın, elbisesinden üzerine kırmızı mühür damgalanmış bir parşömen çıkardı.
- Bakın, efendim. Bu kağıt sizin adınıza mühürlenmiş. Bize her yıl düzenlediğimiz oyuna katılmak için başvuru formu yollamışsınız.
- Bana bunun bir rüya olduğunu söyle, lütfen!
- Söylediğim gibi, dedi kadın, bu oldukça kazançlı bir oyun. Sizi dünyanın en zengin adamı edebilir.
- Beni buraya nasıl getirdiniz? Kimsiniz siz?
Kadın bana doğru yaklaştı. Sanki başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu. Ona daha fazla bakamayacaktım. Gözlerimi kuvvetlice yumdum ve sonra şöyle bir cümlenin kulağıma fısıldandığını işittim:
- Sadece oyunun keyfini çıkarın, Bay Nico.
Gözlerimi tekrar açtığımda kadın ortalıkta görünmüyordu. En başında hissettiğim mutluluk ve huzur yerini korkuya bırakmıştı. Yoksa bütün bunlar borçlu olduğum insanların bana oynadığı korkunç bir oyun muydu? Bay Şakacı. Kimdi o ? Oyun arkadaşlarım. Ya onlar? Ben böyle bir yere gelmek istememiştim ki!
Kaçabileceğim herhangi bir yer var mı diye etrafıma bakındım. Pencerelerdeki demir parmaklıklar büyük bir sorundu. Normal bir şekilde odadan çıkıp elimi kolumu sallaya sallaya dışarı çıkabilir miyim diye düşündüm. En azından şansımı deneyecektim.
Parmak uçlarımda yürüyerek, çıt çıkarmadan kapıya ulaştım. Başımı yavaşça sağa çevirdiğimde kaçışımın olanaksız olduğunu anlayıp fikrimi değiştirdim. Düzgün giyinmiş kuşanmış bir düzine adam kapımın hemen önünde bekliyordu. Odamın tam karşısından ormanlık bir alan görünüyordu. Eğer yüksekçe duvarlardan atlayabilirsem...
- Bay Nico siz misiniz?
Son planımda böylece altüst oldu.
- Evet, benim, diye karşılık vermek zorunda kaldım.
Diğerleri gibi iyi giyinmiş kuşanmış bir adamdı. Fazla yaşlı değildi. Kahverengi gözleri, seyrek kaşları ve küçük bir burnu vardı. Boyu da benden hallice kısaydı. Güneylileri oldukça fazla andırıyordu.
- Oyun sırası sizdeymiş. Bol şanslar dilerim, dedi adam omzuma dokunarak.
- Teşekkür ederim ama ben neyi ima etmeye çalıştığını gerçekten bilmiyorum. Ne tür bir oyundan bahsediyorsunuz?
- Kazançlı bir oyundan… Sıra sizde, tanrım büyük şans!
- Bakın, dedim adama yaklaşarak, bana yardım etmelisiniz. İsteğim dışı getirildiğim buraya. Eve dönmeliyim.
- Oyun bittiğinde zaten eve dönmüş olacaksınız, dedi adam gülerek. Tekrardan bol şanslar, umarım siz kazanırsınız.
Sinirlerim bozulmuştu. Bu insanların arasında ne işim vardı? Hayatımda ilk kez eve dönmeyi çok istiyordum. O güzeller güzeli sarışın da umrumda değildi artık. Bu lanet olası oyunu da oynamak istemiyordum. Canıma tak etmişti artık. Hiç kimsenin bana engel olmaya hakkı yoktu. Kalabalığa aldırış etmeden merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Şaşkın bakışlar arasında çıkış merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Tahmin ettiğimden daha kolay olacaktı. Merdivenlerden inmiş, çıkışı andıran kırmızı bir kapıya yaklaşmıştım ki keskin bir ağrı tam kafamın arkasından saplandı. Yere doğru eğildim. Kafamı hareket ettirecek halim olmadığından arkama dönüp bakamadım. Gözlerim kararırken iki kişinin beni kollarımdan tutup sürüklediğini hissettim. Hatırladığım son şey buydu.