Kayıt Ol

Bazen Herkes Duysun Diye

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Bazen Herkes Duysun Diye
« : 06 Ağustos 2012, 07:18:24 »
Şunu söylemek istedim sadece:

Bazen sırf herkes duysun istiyorum diye söyleyemediğim cümlelerim oluyor. İçimde çok büyükler o cümleler, ve yeterince çok kişi yoksa yakınımda söyleyip büyüklüklerini almak istemiyorum. Yıllardır biriktiriyorum ben onları. Belki bir gün şair ederler beni.

Bir de eskiden cümle değil "tümce" derdim ben. Tekrar "tümce" demek istiyorum. Küçük bir Türkçe militanı olmak için değil, cümlelerin kafamdaki saçma sapan bağımsız bağsız sözcük ve harfleri "tüm"lüyor olması, aşağı yukarı tümce bir şeye çeviriyor olması çok hoşuma gidiyor.

Ben eskiden blog tutardım böyle düşünce akışlarımı akıştırıp yatıştırabilmek için. Sonra mutlu oldum, eskisi gibi yazamadığımı sandım. Yanılmışım. Eskiden böyle yazamıyormuşum meğersek. Benim mutluluğum ve beni mutlu eden şey aslında önümdeki engelleri bir bir kırıyormuş. Ama çok geçti bunu farkettiğimde. Londra'ya geliyordum ve İngilizcem iyiydi, o yüzden kapatıp ingilizce bir blog açtım. Dikkat ettiyseniz ingilizce sadece benim İngilizcem olduğu zaman ilk harfi büyük yazılıyor, benim İngilizcem benim için çok büyük, çok önemli çünkü. Çok iyi olduğu için değil, benim için değeri büyük olduğu için. Neyse. Sonra o ingilizce blogu devam ettiremedim; çünkü ısınamamıştım. Şimdi de geri dönemiyorum bloglara. Neden bilmiyorum. Çok isterdim.

Hiç okumamış olsaydım hayatım daha kolay olurdu dediğim bir sürü kitap var; ama hiçbiri komünizmle alakalı değil. Zaten ideolojilerle aramda yoktur. Salinger'ı okumasaydım derim mesela. Ergenliği hala anlamıyor olsaydım, ya da ailelerin garip ve karmaşık dinamiklerini. O zaman rahatım yerinde olurdu, baba olursam nasıl bir baba olurum diye düşünmezdim. Çocuğum nasıl olurdu diye düşünmezdim.

Sait Faik okumamış olsaydım ya da. Ne güzel olurdu. Diyebilirdim "Ben de Çok Güzel Öyküler Yazabilirim!" diye. Hepsi de büyük harfle başlardı; ama işte nereye yazıyorsun? Sait Faik zaten bilmem kaç yıl önce yazdı. Şiir mi? Cemal Süreya okumasaydın keşke be kardeşim.

"Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların 
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur 
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü 
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna 
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki 
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın"


Yazmıştı adam zamanında. Okuduğun anda bildin iyi şiir yazamayacağını. Hoş Attila İlhan da zamanında söylemişti bunu sana; ama Cemal Süreya çok ağır konuştu.

Bilingual sözcüğü çok güzel bir sözcük. Çift dillilik anlamına geliyor. Elif Şafak anlamına geliyor. O anlama gelmeye başlıyorum; ama arada kalmak bunaltıyor. Fikirlerimin yarısı İngilizce yarısı Türkçe geliyor, kafam dönüyor. Bu arada size bir sır da vermek zorundayım: Dünya sizin bakmadığınız zamanlarda dönmeyi bırakıyor. Kaç zamandır dönüp duruyor zaten, sıkılmıştır artık. Hak vermelisiniz.

Konudan konuya zıpladığım için özür dileyerek güzel şeylerden de bahsetmek zorundayım:

Şu an bu dünyada sadece kırmızı saçlı bir kızın sahip olduğu, benim yazdığım benim çizdiğim aptalca bir öykü var ve bu beni çok mutlu ediyor. Hindu kökenli Jaya adında bir kadın söylemişti bunu bana Mart ayında. Hiç de sevmiyorum o kadını; ama çok haklıydı. Demişti ki ne yazıyorsak aslında kafamızda tek bir kişiye yazıyoruz. Onun beğenisini almak istiyoruz. O yüzden bundan önce bundan sonra benim yazacağım herhangi bir şeyi tek bir kişinin beğenmesi yeterli, ve bu rahatlatıcı bir duygu.

Aşık olmak güzeldir.

Postmodern dünyaya bazen sinir olmamak mümkün değil. Aşık olmanın güzel olduğunu düşünen milyarlarca insan vardır elbet; ama sırf postmodern yaşamımız yüzünden "aşık olmak güzeldir" diyemiyoruz artık. "Aşık olmanın o kozmosa meydan okuyan naifliğinden fevkalade bir tatmin duyuyorum" dediğimiz zaman alkışlanıyoruz, ya da "Aşkın bedende yarattığı kifayetsiz dalgalanma kuantumumuzu okşuyor" dememiz herhangi bir yerde ödül almak için yeterli olabiliyor; ama "aşık olmak güzeldir" diyemiyoruz.

Kadınlar "seviştik" demek yerine "onun erkekliği içimde kabarırken dişiliğime sarıldım" diyor, erkekler "öpüştük" demek yerine "dudakların ağzıma kazındı artık" diyor. Ne konuşuyor bu insanlar?

Ama yine de postmodern dünyayı seviyorum o ayrı.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #1 : 07 Ağustos 2012, 03:49:23 »
Ben de bazen herkes duysun diye bir şeyler söylemek istiyorum, sonra sırf o yüzden söylemek istediğimin pişmanlığıyla susuyorum. Yalnız olmamak güzeldir, aşk değil.
try again fail again fail better

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #2 : 07 Ağustos 2012, 22:21:31 »
Ikınıp sıkınmak ve yine yapacak herhangi bir yorum bulamamak üzerine nameler okumak istedim bir an.

Spoiler: Göster
Samimi olsaydık sana küfrederdim. O kadar iyiydi.

Çevrimdışı DarLy OpuS

  • ********
  • 2766
  • Rom: 35
  • Dansımız Marşandiz
    • Profili Görüntüle
    • Uykusuzluk Kulesi
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #3 : 08 Ağustos 2012, 00:23:47 »
Cemal Süreya çok ağır konuşuyor ya. İki adım daha atamıyoruz bu yüzden, bizi tutuyorlar böyle.

Çevrimdışı Fırtınakıran

  • *
  • 8351
  • Rom: 1
  • Unique Ravenclaw
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #4 : 08 Ağustos 2012, 15:52:51 »
Ben en çok bu yazıdaki naifliği sevdiğim. O naifliğin içindeki berraklığı, yalınlığı sevdim sanırım. Söylenmek istenip de susulanların arkasındaki masum yüzle hafif isyanı benimsedim. Bir de hemfikir oldum ki, o konuya hiç girmeyelim.

Çevrimdışı LegalMc

  • ****
  • 1215
  • Rom: 33
  • Unimpressed was his default state.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #5 : 09 Ağustos 2012, 12:23:34 »
Bu kadar sade bir yazının beni etkliyeceğini düşünmüyordum. Ama etkilendim işte. Postmodern bir şekilde söylersek, "Sadeleğin kozmosunda ufak bir kum tanesi gibi salınırken gözlerimin önünden naçizane bir yalınlıkla geçti öykünüz." Ya da sadece, "Etkilendim."
Yaşasın!
Ne kadar da ideolojik yaklaşıyoruz birbirimize.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #6 : 09 Ağustos 2012, 12:46:50 »
Çok samimi bir yazı olmuş. Okurken kendimi gerçeklerden uzaklaştırdım, sadece yazına odaklandım. Kendine çekiyor yani. Öyle böyle değil.

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #7 : 12 Ağustos 2012, 15:56:44 »
Çok teşekkür ediyorum hepinize. Doğrusu gölgelerin arasından öylece kaybolup gitmesini bekliyordum bu yazının. Gizlice araya sıkıştırabilirim sanmıştım.

Amras'ın sözünü dinlememelisiniz. Yalnız olmamanın güzel olmasıyla çok ilgisiz bir şey aşık olmanın güzelliği bana kalırsa. Allah'tan kumsalda aptal bir ateş yakmadık ve liseye giden birimizin elinde gitar yok ve "Cesaretin var mı aşka!!" diye şarkılar söylemiyor ki, ben de burada uzun uzun neden böyle düşündüğümü, neden şöyle düşünmediğimi açıklamak zorunda kalmıyorum.

Gerisi teferruattır. Teşekkür ediyorum her birinize efendim.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
"Bazen Herkes Duysun Diye" NO: 2
« Yanıtla #8 : 26 Eylül 2012, 00:44:30 »
Bana vücudunuzdaki her bir hücrenin tek tanrılı dinlerden birinin mensubu olduğunu söyleyebilir misiniz? Farkedeceksiniz ki, tanrı da tıpkı ingilizce gibi benim Tanrım olduğu noktada büyük harfle yazılacak; ama daha sonra yazılacak. Belki de hiç yazılmayacak. Yeterince şeyin yazıldığını, konuşulduğunu varsayıyor; "Herkesin tuttuğu kendine..." yaklaşımını can-ı gönülden benimsiyorum.

Benimsemek... Bazı sözcüklerin göründüklerinden güçlü olması hoşuma gidiyor. Benimsemek diyoruz ve az çok anlamını biliyoruz değil mi? Oysa sözcüğün ta kendisinde bir "imsemek" var, tam olarak "ben" edemiyoruz hiçbir şeyi, "benimse"yebiliyoruz sadece, "benim"miş gibi, "benimsi" oluyor. Eninde sonunda ta varoluşumuzdan dolayı içimizde, bizde olan şeyler dışında, doğrudan kendimizin adledebileceğimiz bir şey olmuyor yani. Varoluşsal bir yalnızlık gibi. Hepimiz yalnızız gibi. Ve Özgür şu an çok seviniyor. Niye bilmiyorum, seviyor yalnızlıkla ilgili temennileri.

Ama değiliz. Hiç değiliz bence. Paragrafı TDK'ya ters düşerek bir bağlaçla başlatacağım kadar değiliz hem de. Bilinçlerimizin belli bir düzlemde birbirine bağlı olduğuna inanıyorum. Bir şekilde demin bahsettiğimiz "yalnız" olan varoluşlarımız belki de birbirine öz. Öyle geliyor bana. Ve daha bir sürü sıkıcı, felsefik sözler; ama anlatacak başka şeylerim de var.

Yersizlik, aidiyetsizlik, "benimsemek" kadar güzel sözcükler değiller. Hele ki "yabancılaşma" sözcüğünü hiç girmeyelim bile. Sahi, büyüklerimiz giriyorlar mıydı? O yakınıp durduğum post modern dünyada fazlasıyla aşinayız; ama şimdi düşününce, o da bilgisayar, ya da uçak gibi "icat edilen" bir şey olmasın.

Acaba biz "Ben bugün çok yabancılaştım vallahi." diye hayıflandığımız zaman yabancılaşmamızın tek sebebi gerçekten böyle bir kavramın varlığından haberdar olmamız olabilir mi? Bundan nesiller nesiller önce taşralardan büyük şehirlere taşınan insanlar örneğin, hiç mi yabancılaşmıyorlardı? Bizim küçük, günlük, gnçtrkcll tarifesine sığabilecek post modern sorunlarımıza oranla çok daha büyük olaylar yaşayan bu insanlarda, neden bizim büyük dışavurumlarımızı göremedik?

Gördük mü yoksa? Belki.

Gerçekten oturup da düşündüğüm zaman şu dünyada iki hakikatin mutlaklığından emin olabiliyorum galiba. Aslında tabii ki sayı "iki" değil; ama aşağıda yazacağım bir anda gelen anlamlı maddeleri somutlaştırmak istedim. Eğer "bunlar bunlar doğrudur yahu" dersem bira eşliğinde sohbet ediyor olurum. Eğer "şu iki maddeyi gözler önüne serelim" dersem, ertesi dönem Kadir Has'ta Powerpoint sunumları eşliğinde ders anlatmaya başlar, ve 2 vize 1 finalle birlikte bir de araştırma projesi ödevi verdiğim için öğrencilerin gözünden düşerim. Üstelik yoklama da zorunlu olur.

Bunlardan birincisi, çocukluğunuzda Nesquik'li süt içmediyseniz şu an içinde bulunduğunuz post modern dünyaya yeterince erken hazırlanamadınız. Ayrıntısına ineceğim.

İkincisi ise şu: Hayatınızı bir Facebook zaman tüneliymişçesine düşünmeyi bırakıp, uzam-zaman kavramlarından soyutlaştırdığınız anda, onun başı-sonu olan bir ipten çok kocaman pofuduk bir buluta benzediğini göreceksiniz.

Herkes bulutları sever.

Nesquik işi de şundan ibaret. Anneniz-babanız çocukken UHT ambalajından süt içmemiştir ve dahası sütü çocuklukla özdeşleştirmişlerdir. Sizse sütü ambalajıyla birlikte bellediğiniz için bir meşrubat olarak görür, deneyimlediğiniz diğer meşrubatlarla karşılaştırırsınız. Coca-Cola VS. Süt. Kapışın bakalım. Eğer bu noktada, ailenizden gelen o "gelenekçi ve korumacı" süt kavramı, önünüze sunulan "yenilikçi ve güvenlikçi" süt kavramı, ve de Nesquik'in getirdiği "ara bulucu ve heyecanlandırıcı" süt kavramı üst üste gelmişse, şu an içinde olduğunuz post modern hayatta daha rahat ediyor olabilirsiniz.

Netice de içinde bulunduğumuz ortam gelenekleri korumaya çalışırken yenilikçi bir yapı sergiliyor. Korumacı ve güvenlikçi olduğu aşikar. Sitelerde oturuyor, eve gelince çaldırıyoruz. Eninde sonunda bu eski hal ile yeni halin arasını bulmaya çalışıyoruz ve sizi bilmiyorum; ama en azından beni hayat eskisinden çok daha fazla heyecanlandırıyor.

Akıştırdığım ve her yere bulaşan bilincim için özür diliyorum. Yerler hala ıslak olabilir. Bastığınız yere dikkat ediniz.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
"Bazen Herkes Duysun Diye" No:3
« Yanıtla #9 : 15 Mayıs 2013, 03:46:18 »
Bazen ne garip bir zamanda yaşıyoruz diye düşünüyorum. Hemen ardından acaba önceki zamanların bundan daha farklı/daha az/daha çok garip olup olmadığı sorusu geliyor aklıma. Hayır diyorum... Sadece kendi göreceliliğimize mahkum olduğumuz için öyle geliyor olmalı.

Güzel günler geçiriyor olmak muhteşem. Daha güzel günlerin çok yakında olduğunu bilmek de güven verici; ama bekleyiş ve bekleyişin yanında getirdiği sabırsızlık insanı çok yoruyor. İnsan yetinebilmek, kanaat edebilmek istiyor, bunun bir erdem olduğu söyleniyor; ama aksine tamah edecek yer arıyoruz.

Neil Gaiman ne güzel demişti oysa ki (ona da Stephen King söylemişti); tadını çıkar diye. Çıkarmamız gerekiyor. Tadını ve suyunu ve bokunu çıkarmayı öğrenmemiz gerekiyor. Geleceği düşünmemekten, anı yaşamaktan bahsetmiyorum. Demeye çalıştığım şey belki de kozmos bize sinirleniyo bir şeylerin tadını çıkarmadığımız zaman.

Hoş, evrenin, hayatın herhangi birimizle kişisel olarak ilgilendiğini veya kişisel bir garezi olduğunu düşünmüyorum. "Bu neden benim başıma geldi"lerin insanı olmamaya çalışıyorum. Kim olduğunu hatırlamıyorum şimdi (örnek verirken daha kesin konuşabilmeliyim aslında); ama dünyaca ünlü bir atlet ya da bir tenisçi. Bir Şey Turnuvası'nı en genç kazanan da insan ve daha bir sürü şey. Kanser olmuşmuş. Bir röportaj yapmışlar adamcağızla, şöyle demişler kanserle ilgili:

Hiç, neden ben diye serzenişte bulunduğunuz oluyor mu?
Adam da cevabı yapıştırıvermiş: O turnuvaları kazanırken, kupaları gırla kaldırırken "Neden ben?" diye sormadım, öyleyse şimdi de sormaya hakkım yok.

E şimdi, bunu bir analoji olarak kullanırsak size iyilik yapan birine iyilikle karşılık vermek genel geçer bir erdemse, hayat da önümüze iyi şeyler çıkardığı zaman iyi şeylerle karşılık vermeliyizdir herhalde. Hiç değilse sevinmeyi ve tadını çıkarmayı bilmeliyiz. Vallahi olabildiğince tadını çıkarmaya çalışıyorum ben. Hatırladıkça çıkarıyorum tadını... ve suyunu...

Genellikle sokakta mendil, gül vs. satmaya çalışan çocuklara ya da dilencilere para vermem. O çocuklar genelde adımlarca peşimi bırakmazlar. Hatta bir keresinde bir tanesi "para vermezsen tükürürüm" demişti. Vermemiştim. Tükürüğünü şöyle bir güzel ağzında toplayıp PUH! diyerek attı; ama artık nerede yanlış yaptıysa tükürük ivmelenip de bana ulaşamadı. Dudağından çıktı ve kaldı. Şıp şıp diye kendi kazağına damlamaya başladı.

Neyse, genellikle vermem para işte; ama bazen bir şey olur. Bir his gelir diyeyim. O günümün güzel geçmesini; ya da yakın zamanda güzel şeyler olmasını istediğim için ilk gördüğüm para isteyen insana para veririm ve bu beni mutlu eder. Şimdi düşününce, belki de sırf bu hareketin beni rahatlatıp mutlu ediyor olması bile bahsi geçen günlerimin güzel geçmesini sağlamış olabilir.

Bu noktada batıl inancı olan insanlara gülmememiz gerektiğine inanıyorum. Sonuçta hepimiz sığınacak, tutunacak veya hatırlayacak bir şeylerin peşindeyiz. "Zalimin zulmü varsa, sevenin Allah'ı var" derler ya, aynen o şekilde, bizim 21. yüzyılın sarcasmı yücelten değerleriyle bezenmiş ve olay örgüsü güzel olmayan bir TV dizisinden fırlamışızcasına sırıtan mantık arayışımız varsa, bazılarının da batıl inançları var. Hatta hangimizinkinin daha batıl olduğuna dair kapışabilirizdir kesin.

Bir insan daha Voltaire'in "Düşüncelerine katılmıyorum; ama senin düşüncelerini özgürce söyleyebilme hakkını korumak için canımı feda edebilirim" sözünü alıntılarsa tavşan yavrusu katledeceğim. Yeter artık! Bu sözü bilmeniz umrumuzda değil. Etkilenmedik. Hepimiz biliyoruz sözü. "Gazeteciler hapse girdi. Kib, Bye" yazılı bir mektupla intihar edeceksen eyvallah. Etmeyeceksen yeni entellektüeliteler, yeni alıntılar bul kendine. İnternet onlarla dolu.

Bence eskiden birbirimizin üzüntülerini daha güzel paylaşabiliyorduk. O yetimizi ne zaman kaybettik? Böyle şeyler kaybettiğimizi anladığımız anda bize geri dönerler mi? Peki geri döndülerse bir daha gitmemelerini sağlamak için ne yapacağız?

Tadını çıkaracağız. Yetilerimizin, güzel günlerimizin, mutluluklarımızın hep tadını çıkaracağız.

Suyunu çıkaracağız.

Bokunu çıkaracağız.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı

  • *
  • 7
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #10 : 19 Mayıs 2013, 21:44:57 »
kelime oyunlarınla sana tahsis ettiğimiz ''sahne''desin.sahne hakimiyetinse sektörde yirmi seneyi deviren şu kılıksız capulet i kıskandırır.sana saygı duyuyorum

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #11 : 23 Mayıs 2013, 03:18:01 »
kelime oyunlarınla sana tahsis ettiğimiz ''sahne''desin.sahne hakimiyetinse sektörde yirmi seneyi deviren şu kılıksız capulet i kıskandırır.sana saygı duyuyorum

Koltuk kabartıcı yorumlarınız için teşekkür ederim..
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Abim Ölmüştü Ve Ben Koşuyordum (Bazen Herkes Duysun Diye No. 4)
« Yanıtla #12 : 21 Ağustos 2014, 22:55:20 »
2000’lerin başıydı. Ankara’da, Aşağı Ayrancı’da, Güvenlik Caddesi’nde, Liva Pastanesi’nin olduğu binada, kirada oturuyorduk. Halıflekslerimiz hiç güzel değildi ve gece tuvalete kalkacak olursak mutlaka bir hamamböceğiyle karşılaşıyorduk; ama evimizdi ve seviyorduk. Abim irydi ve büyüktü. Ben çelimsiz ve küçük. Yine de boğuşmaya başladıımız zaman kimin altta, kimin üstte olacağı belli olmazdı. Abimle boğuştuğumuz bir gün salonda onu yere serdim. Hıncını alacağımı bildiğimden tüm hızımla uzun koridoru koşup odama gittim. Abim hışımla arkamdan geliyordu; ama planlarımın farkına varamamıştı. Odama girip bana saldırmak üzere atıldığı sırada kapının eşiğinden çıktım, göğsüne var gücümle tekme attım. Filmlerdeki gibi olsun istedim. Abimin ayakları yerden kesilsin, birkaç metre havalansın ve poposunun üstüne düşsün. Sonra da filmin sonuna kadar ayağa kalkamasın.

Öyle olmadı. Tekmemin gücü onu havalandırmaya yetmedi; ama oldukça sertti. Abim olduğu yerde iki büklüm oldu. Göğsünü tuttu, yere eğildi ve hırlamaya başladı. Büyük nefesler almaya çalışıyor; ama başaramıyordu. O panik ne kadar sürdü bilmiyorum; ama herhalde saniyeler içinde kendine geldi ve boğuşmaya devam ettik. O gün abimin nefesini sadece benim kesebileceğimden emin olmuştum. Ona sadece ben zarar verebilirdim.

Birkaç hafta önce koşmaya başladım. Koşmak fikri aslında evlenmeden kısa bir süre önce yerleşmişti zihnime. Takip ettiğim bir internet karikatüristi ‘Uzun Mesafeler Koşmamın Korkunç ve Muhteşem Nedenleri’ adında bir çizgi-öykü yayımlamıştı ve okuduklarım ufkumu açmıştı. Aynı çizgi öykünün sonundaki notlarda ünlü yazar Haruki Murakami’nin de bir maraton koşucusu olduğunu, ve koşuyla yazın hayatı arasındaki bağı anlattığı ‘Koşmasaydım Yazamazdım’ adında bir kitabı olduğunu öğrendim. Kitabı aldım, hayallerimin kadınıyla evlendim. Balayına gittim. Kitabı okudum. Maraton koşmayı çok istiyordum.

Kitabın, çizgi-öykünün, internetteki pek çok insanın koşmak hakkında söylediklerinden çok etkilenmiştim ve sonuç olarak Temmuz ayının ortasında, abimin ameliyatından iki hafta sonra ilk kez koştum. Abimin iyi olmasını istediğim için, ve bunun zor olduğunu da bildiğim için iki haftadır düzenli olarak dua ediyordum. Neler istediğimi biliyordum, yatmadan önce bunları hangi sırayla söyleyeceğimi biliyordum. Dualarımın yasalarında hiçbir açıklık kalmıyordu; böylece kötü şeyler olursa ‘Evet, öyle dua etmediğim için olmadı herhalde’ diyemeyecektim. Hiçbir duamda ‘hayırlısıysa’ demedim; çünkü hayırlısını değil abimlisini istiyordum.

İlk koşum 6 kilometreydi. Kendime hiç yürümeyeceğime dair söz vermiştim. Bir de 50 dakikanın altında koşacaktım. O süre içinde kafamda bir şey olmayacaktı, sadece dua edecektim. Sadece dua edebilecektim. Olmadı. Meğersek beynim kendini bacakların ritmine ve düzenli nefes alıp vermeye adamışken bir de dua etmeye konsantre olması mümkün değildi. Sorun değildi, kendime önümdeki 6 kilometre boyunca ağzımla değil ayaklarımla, adımlarımla dua edeceğimi söyledim. Belki 6 cümle, 6 sure olmayacaktı duam; ama 6 kilometre olacaktı.

47 dakika boyunca, hiçbir şey düşünemeden koştum. Belgrad Ormanı’nda bir parkurda koşuyordum. İlk kez koşuyordum ve yaşadığım bu deneyim ‘nefes aldırıcı’ydı. O günden beri koşuyorum. 1 Ağustos’ta dedem abimden önce öldüğü zaman da koştum, 9 Ağustos’ta abim öldüğünde de.

Ölüm tuhaf. Büyük cümleler kurmak istiyorum. Yaşadığım bu acıdan bir şeyler paylaşmak, bilmişlik taslamak istiyorum; ama olmuyor. İşin aslı, insanın kardeşini gömmesi hiç güzel bir his değilmiş. Sanki kaburgalarımın tam bittiği yerde, diyaframımın şişmeye başlayacağı yerde bir el var, ve o el yumruk olmuş içlerimi sıkıyor gibi hissediyorum. Tutuyor, döndürüyor, büküyor, burkuyor. Elini kalbime, miğdeme, akciğerlerime atıyor, böbreklerimi yumrukluyor, acıtıyor. Ama aslolarak tırnaklarıyla orayı yavaş yavaş kazıyor. Nasıl tarif ederim bilmiyorum; ama beni oymaya çalıştığını hissedebiliyorum.

Hayatımda en çok dostum Can Koçak’ın küçüklük anılarına güldüm. Ailesiyle çıktığı seyahatlerde tuttuğu notları okumuştuk. Defterler dolusu gezi notlarında küçük bir çocuk balon yapmanın türlü yollarından bahsediyor, kızılderililerden daha güzel çadır yapacağını iddia ediyor ve karadenize gitmek konusunda ‘bir kere mutlaka, bir daha asla’ tavsiyesini veriyordu. Akşam okumaya başladığımız defterler sabah saat 8’e kadar bitmemişti, gözümüze uyku girmemişti ve gülmekten tüm kaslarımız ağrımıştı. O gün ‘Hayatımda en çok bunlara güldüm’ demiştim, bugün hayatımda bir daha asla o kadar gülemeyeceğime eminim.

Galiba insanın kardeşinin ölmesi bunu yapıyor. O içeriyi oyan yumruğa yer açmak için bir parçayı alıp götürüyor. Hiçbir şeye eskisi kadar gülemeyen, ağlayamayan, şaşıramayan insanlara dönüştürüyor. Hep biraz eksik olacak gibi hissediyor insanı. İnsanın ruhundan, canından, insanlığından eksiliyor.

Belki de diyorum, bu mantıklıdır. Belki de asıl sınav budur. Her bir ölümle insanlığımızdan biraz daha kaybediyoruzdur ve Allah Baba’nın asıl görmek istediği şey de insanlığımızı ne kadar koruduğumuzdur. Öyleyse abim insanlığından çok kaybetmeden gittiği için şanslı. Bense başta o olmak üzere ileride hayatımın vereceği ölümlerden eksilmemeye çalışacak, eksilen insanlığımı yerine koymak için çabalayacağım. Eksilen insanlığımın yerine gelen o yumruğu bir şekilde tutmak, o eli sıkmak ve dışarı çekmek için elimden geleni yapacağım. Koşacağım.

Belgrad Ormanı’ndaki 6 kilometrelik parkurda özel bir yerim var. Dördüncü kilometre. Nasıl oluyor bilmiyorum; ama her seferinde, tam oraya geldiğimde tüm yorgunluğum gidiyor üzerimden. Sonsuza kadar koşabilirim gibi hissediyorum. Bacaklarım tüm ilişkisini kesiyor ve mekanik bir şekilde ilerlemeye başlıyor. Yani koşumu, bacaklarımı kontrol etmiyorum.  Yani kaslarımı ben hareket ettirmesem de seyahat etmiş oluyorum. Bir çeşit astral seyahat gibi…

Ve işte o zamanlarda Ogan’ıma hiç olmadığı kadar yakın olduğumu düşünüyorum. O benim yanıma gelmiş gibi değil, ben onun yanına çıkmışım gibi de değil; ama sanki tüm dinler ve kuantumla başlayan bilimler ve paralel evrenler arasında bir nokta, bir frekans, bir geçit bulmuşuz da kavuşabiliyormuşuz gibi. O anlarda, Ogan da yanıbaşımda oluyor. Ben ağaçların gölgelerinde, tartan zeminde koşarken o da galaksiler ve kozmoslar arasında gidiyor. Ben ona gittiği için kızgın olmadığımı; ama kesinlikle ölmemeseydi daha iyi olacağını söylüyorum. Oysa bana ‘aman boşver’ der gibi omuzlarını silkiyor, ‘Merak etme’ diyor. Tüm meraklar o an siliniyor zihnimden. Ne cumhurbaşkanlığı seçimini, ne Ogan’ın daha iyi bir yerde olup olmadığını, ne ölümden sonra ne olacağını, ne de maaşımın ne zaman yükseleceğini merak ediyorum. Onu özlediğimi söylüyorum. O da beni özlediğini söylüyor; ama ‘merak etme’ diye ekliyor. İşte o zaman ‘çok özlemek’ acı vermek yerine yüzümde bir gülümsemeye dönüşüyor. Ve belki de bu yüzden, her koşuda dördüncü kilometreden sonra hep gülümsüyorum.

Acı ve trajedi anında insan hiç beklemediği yerlerde huzur buluyor. Babam gitarda çalınan birkaç şarkıda bulmuştu mesela. Annem Ogan’ın arkadaşlarının hikayelerinde bulmuştu. Kedileri Mıncık ve Bebek’te bulmuşlardı o huzuru. Bense huzuru nerede arayacağımı bilemedim. Kalabalık  istemediğimi, tüm ağlama ve özlemelerimi kendi kendime yapmak istediğimi biliyordum; ama beni neyin rahatlatacağına dair bir fikrim yoktu… Ta ki dördüncü kilometreye kadar…

Her şey böyle oldu işte. Bir Pazar günüydü. Abim ölmüştü ve ben koşuyordum. Abimin ölmesiyle ilgili hiç mutlu değildim ve anlam veremediğim şeylerin sayısı çok fazlaydı; ama merak etmedim. Derin ve düzenli nefeslerle, gülümseyerek sekiz kilometre koştum.

Bundan sonra da koşmak istiyorum. Önce 7k, sonra 10k, sonra yarı-maraton, sonra maraton koşmak istiyorum. Ayaklarım bir yerden sonra kendi kendine hareket ederken ben de etrafıma bakmak, merak etmeden bütün bir evrenin bilgisini içime çekmek istiyorum. ‘Neden koşuyorsun?’ diye soranlara ne cevap vereceğimi de biliyorum.

Koşuyorum; çünkü bir gün koşarken dördüncü, kırk dördüncü, ya da dörtyüzüncü kilometrede her şeyi anlayabileceğime inanıyorum.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #13 : 22 Ağustos 2014, 00:04:28 »
Başınız sağ olsun Orçun, çok üzüldüm. Bir sürü şey demek geçiyor içimden ama ne desem boş, biliyorum. Kelimeler boğazımda düğümleniyor zaten. Allah rahmet eylesin demekle yetineceğim o yüzden. Hem dedenin hem de ağabeyinin mekanı cennet olur inşallah. Şimdi çok daha iyi bir yerdeler.
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bazen Herkes Duysun Diye
« Yanıtla #14 : 22 Ağustos 2014, 00:13:59 »
Orçuncum bir kez daha başın sağ olsun. Her kayıp üzücü, her kayıp bir keder. Ama kardeş olunca durum farklı oluyor. Kelimeler bazı zamanlarda kifayetsiz kalsa da, sen gerekli şekilde dökmüşsün içindekileri yazıya.

Hem deden, hem de abin için çok üzgünüm. Daha temiz bir dünyaya gözlerini açtılar inanıyorum.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "