Kayıt Ol

Adı Gereksiz Caddesi İnsanları

Çevrimdışı Daarlan Gardan

  • ***
  • 722
  • Rom: -1
  • to hell with gatech
    • Profili Görüntüle
Adı Gereksiz Caddesi İnsanları
« : 24 Şubat 2013, 21:18:05 »
1) ''kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık.''

  Sabah saatleriydi. Zamanın keyfi buyruk hareketlerini tekrarladığı günlerden biriydi. Gün de dünya ve evrenin buyrukluğunda çorbasını karıştırıyordu. Çorba. Dünyanın içerisine ne attığını bilmediğimiz çorbadan tadıyorduk her gün. Bu çorba sıcak içilmesi gereken ve bunun yanında acılı bir çorba olsa gerek.

  Mayısın coşkulu güneşi Deniz'in yüzünde dans ediyordu. Perde desenleri ve odanın önünde dikilen ağacın yapraklarının sebebiyle güneş ışığı gölgeli bir şekilde düşmekteydi. Nisanın yağmurlu geçtiği bir seneden sonra güneş bu ayda geçmiş bahar ve yazlarını bulmuş, haklı dansını insanların yüzünde hissettirmekteydi.

  Kendisini de sayarsak takvimlerin yaza bir kaldığını gösteren bu ay insan aklında suyla beraber hayali bir ilişkideydi.

  Deniz de suyu düşünüyordu.

  Uykusundan uyanırken saçlarını savurmuştu. Karşıda, dikkat vaziyette bekleyen ayna kıvırcık saçlarının savruluşunu görmüştü. Ona da göstermişti. Bu cisim canlı olsaydı Deniz daha güne başlar başlamaz bir can yakmış sayılacaktı. Günün planı aklında şimşekler çakarken aydınlandı. İstanbul'un kıvrak caddelerinde dolaşacaktı.

  Üniversite ve ev arasında eksiksiz mekik dokuyan bu kız, günün planını çok öncelerden yapmıştı. Eli dün geceden kalma bayat suya giderken, iki gece önce baktığı küçüklük fotoğraflarının bulunduğu eski albüm anılarını tetiklemişti.

  Yapması ve yapılması gereken bir gün planı vardı. Beynindeki anıları dalga dalga soğuk su yapan ve gözyaşlarını tutamamasına sebep olan fotoğrafın tarihi de bundan on yedi sene öncesine düşmekteydi. Deniz bugün bunun yıl dönümünü kutlayacaktı. Geçmiş on altı yılı kutlamamış olmasına rağmen.

  Kutlama olasılığı büyük kayalarca yarılmıştı. Bilmiyordu ve Deniz yirmi yaşındaydı; eskiden eski fotoğraf albümlerini kurcalayacak kadar yalnız kalmamıştı hayatta.

  Kıvırcık saçlarını tarıyordu, tarakla gizli bir anlaşma yapmış olsa gerek bu kıvırcık saçlara aylardır dayanıyordu. Kıvırcık esmer kızların kutsandığı gözler boncuk boncuk parlıyordu. Aynada kendisine göz kırptı. Göz kırpışı tehlikeliydi, gönül kapılarındaki muhafızları yakabilir ve kalbi fethedebilirdi.

  İstanbul kıvraktı. Anılar kıvraktı. Bir daha ki sefere çabuk bulunabilsin diye kenarı kıvrılan fotoğrafların ruhları daha kıvraktı. Öyle ki kenarı kıvrılan fotoğraf, Deniz'in bir kolu kıvrık gömleğinin cebinde duruyordu. Deniz İstanbul'un kıvrak sokaklarında dolaşırken, dünya kıvrak hareketlere girmeden dönüyordu. Uzay onu kendi kıvraklığında gayet başarılı kıvırıyordu.

  Babasının yıllar önce kıvırıp cebine koyduğu paralarla alınan arabanın tekerlekleri de kıvraktı.

  Deniz'in çocuk ruhu, babasından izin almadan kaçırdığı arabanın içinde kelebek kostümüne bürünmüştü.

  Cam kalbe atardı. Kalp cama bakardı. İşte bunların fazlasıyla çok olduğu bir caddeden geçerken camcıların hastanelerin karşılarında sıralanması akıllara cam tabutları ya da yüzünü gerdirmiş bir kadının elinde tuttuğu altın kaplama aynaları getiriyordu.

  Deniz direksiyonu hiçbir yere kırmadı. Caddeyi ezmeye devam ediyordu. Lastik ve asfaltın sert sürtünmesinden doğan ses ağlama sesi miydi?

  İsmi lazım olmayan caddenin beşinci kilometresinde ağaçlarla kuşatılmış ve yaşlılıktan duvarlarında çatlaklar, kırışıklar doğmuş bir karakol yükselmekteydi. On altı küsür sene önceki kararmış, solmuş, bir ateşe denk düşmüş ve kenarı hasar görmüş, gönüllerde unutulmuş fotoğrafta, bu bina çevresi boş olduğundan duvarları geçilmez bir kale gibi yayılmaktaydı. Şimdi çevresinde küçük bir ilçeyi barındırabilecek apartmanlar, hastaneler, hoteller hüküm sürmekteydi.

  ''Seneler önce buralarda traktörler toprak sürerdi ya!'' dedi park yasağı olduğunu bilerek, bunu bile bile caddenin kenarına park etmiş Deniz.

2) ''ocakçı köşede bir başına.''

  ''Gezdin tozdun aman aman,'' diye sayıklıyordu polis memuru. Parçanın sözleri durumuyla alakalıydı. Masabaşı görevinin, sürgün akrabası olduğunu düşünen bu adam, şu an sokaklarda dolaşan arkadaşlarına bir gönderme yapmaktaydı.

  ''Ne diyon lan!'' diye karıştı Behzat. Anadolu'nun toprağından kopup gelmişti. Topraktan kopmuştu, orası öyleydi. Geceleri uyumadan önce Ankara'dan getirttiği toprağı kokladığını kimseler bilmezdi.

  Soy ismi Ç'yle başlamıyordu.

  ''Duman,'' diye karşılık verdi genç memur. Yirmili yaşlarının ortalarında at koşturuyordu. Birkaç kez attan düşmüş gibiydi, yüzündeki morlukların masabaşı görevi sırasında kendini yumruklamasıyla oluşmayacağı gerçekti.

  ''O olay bitti,'' dedi gazeteyi kurcalarken. ''Adam hapçıymış, kullanıyormuş, satıyormuş. Suyu bile kontrol ederek içmek gerek. Buraya kadar girmiş piçler!''

  Duman tabii ki kitleleri saatli bomba yapan bir müzik grubu değildi.

  Bu Duman İstanbul'un bulutlarını karaya çevirmiş, her köşe başı hap, uyuşturucu, akla gelebilecek her türlü habis şeyi satan çetenin adıydı. Birkaç hafta içinde tüm çete üyeleri hayatlarını çürümüş elmaya çevirecekleri hapishanelere postalanacaklardı.

  ''Seninki ne yapıyor? Aranızdan su sızmıyor. Muhabbetiniz barajla yağmur gibi.''

  Donup kalıyor masada oturan memur. Komiser akrabasına yapılan göndermeyi seziyor, süzüyor ve çatışma ortasında tek bir mermisi kalan polis ruhunu giyiyor.

  ''Samimiyet ağları çok incedir. Koparılma ihtimali beynimi bulandırır. Olur da koparsa ve ihtimal gerçekleşir gözle görülür duruma gelirse, bundan sonra yaşanacaklar da midemi bulandırır.''

  Dünyanın üstüne buz kütlesi bir gezegen bırakmışlar gibi hissediyor Behzat. Nefes alsa donup kalacak sanıyor, sadece soluğu değil, kendi de. Öyle donma ki, beş dakika önce içtiği ve her içtiğinde soğukluğundan şikayet ettiği çayın sıcaklığını arıyor odada ve içinde.

  Odadan dışarıya atıyor kendisini, bedeninin görünüp kaybolduğu o ince zaman diliminde gönderme yapılan akraba yetişiyor masabaşı memurunun yardımına, odayı ısıtmaya.

  Mayıs Ocak oluyor. Ocak mayısa karışıyor. Ocak ayında bir farklı yanan ocağın altındaki ateş mayısın suyuyla karışıyor. Soğuk ve sıcaktan bir çocuk doğuyor. Adını çay koyuyorlar. Bunlardan bazıları soğuk kalıyor, tepelerden vadilere akıyor. Bazıları da sıcak kalıyor.

  Karşı karşıya çay içiyorlar.

  Erkek erkeğe içildiğinde çay başarısız erkek rolünde değildir.

  Uzaklarda bir yerde bayatlamış bir suya uzanan eller direksiyon tutuyor.

3) ''kupkuru bir hayat kalmış ve adeta oyun bitmiş.''

  Cama parmakların kemiği saldırıyor. Vuruyor. Arabanın içinde denizi seyreden Deniz'in sinir ağları, uzaklarda gözüne takılan balıkçı ağlarıyla birleşiyor. Balıkçı ağları balıkları, o direksiyonu yakalıyor. Fazla büyük ve yanlış bir balığa denk geliyor, elleri çekiyor ve camı açıyor.

  Havasız kalan arabanın içine şehir kokusu doluşuyor. Havasız kalmak ve boğulmak tadından yenmez bir yemek olarak sunulmuştu önüne. İstanbul havası yetişiyor yardımına, bir polis memuru yetişiyor.

  ''Bayan?'' diye soruyor durumunu kontrol etmek için kendinden yaklaşık beş yaş küçük kıza.

  Kıvırcık saçlar ve gözler bir yerden tanıdık gelmeye başlıyor gözüne. Gözlerinden vurulmuş fakat yatmıyor. Gözleri kenetleniyor Deniz'in gözlerine, kelepçeyle çıkmış olsa ve imkan sınırlarını zorlayabilse gözlerini tutuklamak istiyordu.

  Deniz tutukluyor gözlerinden onu.

  Bir canlının, bir kızın gözlerine baktığında; kendini görüyorsun... Televizyonu açmak kadar kolay değil. Onun gözlerinde parıltılar eşliğinde seninle yaşadığı mutluluklar ve ağlamaklı anlar birikiyor. O anlar birikiyor, birikiyor ve patlıyor. Gözyaşı oluyor ve onun indiği yerlerde yollar, izler kalıyor.

  Anılar yanaklarında belediyelik kuruyor ve o yanakları öpüyorsun. Kalp kazanıyorsun. Belediye başkanı oluyorsun. Belediyenin yollarla neden bu kadar uğraştığını anlıyorsun.

  Meğerse her şey böyle ilerlemek zorundaymış, bedenler yakın olunca, ruhlar kaynaşıp en yakındaki ruha karışıyormuş.

  Polis memuru kızı öpmüyor.

  Fotoğrafta öpmüştü.


1- Didem Madak, Ağrı.
2- Turgut Uyar, Bir Çay Bahçesinde.
3- Sezai Karakoç, Leyla Köşesi.
''Civilizations have the morality and ethics they can afford.''

 — Larry Niven & Jerry Pournelle, ''Lucifer's Hammer''

''These colonies in nature can reach at least two million individuals at a time, last for decades, and occupy a hundred cubic meters of space. It was a wonderful achievement to see a fragment of this world captured all around you, so that you almost had the experience of being inside the ant colony when you were in that room.''

 — Robert Trivers, ''Natural Selection and Social Theory'', p. 162

''... Bu amaç doğrultusunda nükleer santraller hedeflenecekse, yapılması gereken şeyler vardır. Çünkü nükleer elektriğe geçiş bir hobi değil, bir akademik egzersiz hiç değil, temel bilimlerden yaygın endüstriyel alt yapıya açılacak bir uygulamadır.''

Ömer Faruk Ağa Yarman 1993