SAFİR TAŞIYICISI I
Yüksek arkalıklı ahşap sandalyesine yaslandı. Elleri önünde duran kadehi sardı. Masada bir noktaya bakmaya başladı. Ne gördüğünü tanrılar bilir. Geçmiş mi? belki. Bekledik. Ben ve cüce sadece bekledik. Meşalelerin gölgeleri arttırdığı bir saatte sesi fısıltı halinde akmaya başladı.
“Doğumum pek çok insanın düşündüğünün aksine yağma veya tecavüz eseri olmadı. Babam yüzlerce yıl ömür hediye edilen bir elf di. Annemse şifacılık yapan ve ömürleri sadece bir anlık alev parlaması kadar süren bir insan. Nerede, nasıl karşılaştıkları ve yaşadıkları maceralar bambaşka bir öykü. Ama aralarındaki sevgi birbirlerini erken kaybedecek olmalarının hüznünü aşıp babamın klanından izin alıp doğduğum sahil kasabasına yerleşmesine neden olacak kadar büyüktü. O zamanlarda ırkları birbirinden ayıran, genç tanrıların bile nedenini unuttuğu karşılıklı nefretin başlangıcı; Tanrılar Savaşı yaşanmamıştı.”
Doğduğum kasaba güzel ve huzur doluydu. Sabahları güneşin doğuşuna eşlik eden martıların sesini, havanın taşıdığı deniz kokusunu, av iyi geçmişse balıkçıların neşe içinde karşılandığı limanı ve kasabanın arkasında yer alan kadim dağlardan gelen bahar esintisini, elf kadınlarının ormandan topladığı meyvelerin, erkeklerinin çıktığı uzun avların taze etlerinin, insanların yakaladığı balıkların, demirci ustası cücelerin körüklerde yaptığı süslerin ve ok başlarının sergilendiği Pazaryerini hatırlıyorum.
Kasabanın dağlara bakan kıyısında, birbirine bağlı üç kulübenin hilal biçiminde dizili olduğu evimizde doğmuşum. Babam doğduğum gece gökyüzünden bir yıldız kaydığını söylerdi. Bu yüzden yazgımda büyük bir şeylerin parçası olacağımın yazıldığına inanırdı. Ben de inanmıştım. Annemin şifalı merhem ve karışımlarını yaptığı uç odanın loş karanlığını ve babamın porsuk ve akağaçlarını zarif yaylara çevirdiği imalathanesinin tutkal, deri ve ağaç kokuları ile büyüdüm. Birkaç ağacı berbat etmemden sonra babam yay yapmak için değil sadece kullanma yeteneğim olduğuna karar vermişti.”
Gülümsediğini gördüm. Çocukluk zamanı. Acaba kaç yıl sürer bir yarımelfin çocukluğu? Ve hiç duymadığım tanrılar savaşı ne zamandı? Yıllardır sıkıcı parşömenleri sadece satmak için ele geçirip içindekine bakmayan benden ne beklenebilirdi ki. Kadehinden ufak bir yudum alıp devam etti anlatmaya.
“İlk okçuluk eğitimimi babamdan aldım. Doğal yeteneğim olduğunu düşündüğüm yatkınlığımla ilk kibrimle tanıştım. Kasabada yapılan müsabakalarını kazanmak, eğlence olsun diye meyveleri ağaçlardan yayla düşürmek ve kasaba halkının şaşkın alkışlarını almak çok keyifliydi. Nasıl olsa büyük olaylar işlenmişti yazgıma. Çocukluktan çıkma törenlerimin yaklaştığı zamanlarda elf haberciler belirdi kasabamızda. Annemin üzgün babamın kızgın olduğunu hatırlıyorum. Ve evimizde yaptıkları fısıltılı konuşmaları. Klanının sözcüsü babamı çağırmıştı. Ve bilmiyorduk o zaman tüm klanların kendi üyelerini topladıklarını. Ve elf savaş tanrıçasının kılıcını kınından çıkardığını. Babam ve tüm elfler çağrıya uydu. Ve annem orta yaşlarını bitirmeye başladığı zaman korkunç haberleri almaya başladık. Babamın klan sözcüsü tanrıçanın gölgesinde yapılan mecliste tüm klanların sözcülüğünü talep etmişti. Ve bölünen elfler tarihlerinde ilk defa birbirlerine karşı silaha ve büyüye sarılmışlardı. Hala ağıtlarında yer alır kardeşkanı dökülmesi.
Şimdide klan savaşı, kardeşkanı. Ne sanıyor bunlar beni? Zamanını tozlu raflar ve parşömenler arasında geçiren sıkıcı bir ihtiyar mı? Birde anlatılanlara bilmişçe sakalını çekerek onay veren düzenbaz cüce. Eski efendimin yanında olmayı tercih edeceğim neredeyse.
Birden cücenin gerildiğini fark ettim. Taşıyıcının kızıla çalan kahverengi saçlarına, aynı anda hem ince hem de ışıltılı bir kırmızılıkla dolgun olabilen dudaklarına, pek çok ton barındıran gözlerine, ezgili bir fısıltı gibi gelen sesine odaklanmaya çalıştım. Ama görebildiğim beyaz boynundan hafifçe parlamaya başlayan safirin renk oyunlarıydı sadece.
“….kasabanın arkasından yükselen yeşil dağ sırasının arkasında tek bir yüksek zirve dururdu. İnsan gözlerinin sadece açık gün ışığında görebildiği, kadim, taştan dikitlerin olduğu karlı zirve. Soğuk kış gecelerinde ortak salonda hakkında hikayeler anlatılan, perilerce korunduğu ve gitmeye kalkanın delirdiği söylenen dikitler. Annemin gitmemi yasakladığı tek yer. Gençtim, kibirli ve tüm doğruları kendimin bildiğini düşünecek kadar tecrübesizdim. Anneme karşı gelmenin, geri geldiğinde babamın benimle gururlanacağı hayalinin cazibesi baş döndürücüydü. Rüyalarımda, zirveyi ve bir elin parmakları gibi sıralanmış beş dikiti görüyordum. Ve bir sabah ava gideceğimi söyleyerek tek başıma yola çıktım. Elf kanının bana verdiği hız, soğuğu hissetmeme ve uzun görüş yeteneklerimi ilk defa sınıyordum. Olaysız geçen birkaç gün içerisinde zirvedeydim. Çocuk masalları anlatan ihtiyarlara gülüyordum. Nefes kesici bir manzaradan kasabama, doğduğum eve, yüzmeyi sevdiğim denizime ve avlandığım ormanıma bakıyordum. Rüzgar taş parmaklar arasından kendine has ve devamlı tekrarlanan bir ezgi mırıldanıyordu kulaklarıma. Sonra sesin dokusunda bir farklılık hissettim. Bir anlık. Taşların birbirine çarpması gibi tok ve hafif bir farklılık. Yayımda demir uçlu okum, hafifçe dikitlerin içine girdim. Dikitler… Tam bir çember yapmadan kasabaya bakan bölümünde elin dış ayası gibi bir boşluğun olduğu, zemini tanımadığım beyaz bir taştan örülmüş ve metrelerce yükseklikte devasa yapılardı. Boşluktan içeri girdim. Ses ortada yer alan en büyük dikitten gelmişti. Temkinlice yanına gittim. Normal gözlere taşın damarları gibi gözükecek çizgiler arasında tanımadığım silik rünlerin hatlarını oluşturduğu bir kapı gibiydi. Ve ilk defa orada duydum adını. Nazik ve içten bir ses fısıldıyordu sanki; Amrasalcarin…. Babamdan öğrendiğim vurgulara dikkat ederek tekrar ettim. Amra zal karin. Taşın damarları hafifçe ışıldayarak bir geçit açtı.”
Sessizlik. Elleri kadehi sıkmaktan buz rengine bürünmüş bedeni kendini sıkmaktan seğirmeye başlamıştı. Cücenin anlamadığım bir dilde mırıldandığını duydum. Gözlerini kapatmış, aralıksız birbirini takip eden ve yapışkanmış gibi bir his uyandıran bir dilde mırıldanıyor, sağ el parmakları havada bir desen dokuyordu. Sesini aniden yükseltti ve dokuduğu büyüsünü yarımelfe doğru fırlattı. Sandalyeden fırlarken çektiğim hançerimi cücenin kalın boynuna dayadım. Şaşkın gözleri hançerimin parıltısına kilitlenmişti. “sakin, sakin ol evlat” diyerek küçük nasırlı parmaklarını hançerin ucuna yasladı. “kalın kafanı çevirip bakarsan O nu kurtardığımı görürsün.” prensesin bedenindeki seğirmelerin geçtiğini, ellerinin renklendiğini gördüm. Ama transta gibiydi, boşluğa bakıyor ve anlatmaya devam ediyordu. Tereddüt etsem de hançerimi yavaşça geri çektim ve kılıfına koymadan sordum. “neydi o yaptığın?” cüce bir yandan elleri ile kısa boynunu ovalarken cevap verdi. “aptal aptal hayallere dalacağına kıza gerçekten baksaydın konuşurken safirin tepki verdiğini anlardın. Sanki o da kızla beraber hatırlıyor gibi. Geçici bir rahatlama sağladım sadece. Önce beynin sonra çeliğin yarım. Sende ilkinden pek kalmamış olduğu için affediyorum bu seferlik. Şimdi otur ve sus.” Dediğini yaptım. Ne oluyordu bana. Neden korumuştum yarımelfi. Ve neden şaşırmamıştı cüce…
“ geçidi aştım. Sanki düşüyor gibi bir histi. Kısa bir koridoru geçip geniş bir odaya girdim. Girişin iki yanında cübbeli birer insan duruyordu. Beyaz cübbelerinin kol yenlerine ve yere sürten eteklerine kapıda gördüğüme benzer siyah rünler işlenmişti. Cübbelerinin başlıkları kapalı ve kalpleri üzerinde renksiz tek bir göz işlenmişti. Biri yerinden kıpırdamadan iki elini de bana doğru uzattı. Hiç konuşulmasa da yayım ve ince avcı bıçağımı istediğini anladım. Garipti ama korku hissetmiyordum. Silahlarımı teslim edince ellerini davetkar biçimde salona doğru uzattılar. Penceresiz, yüksek kubbeli, yuvarlak bir salondaydım. Duvarlarda çeşitli halıların asılı olduğu meşalelerin ve şöminenin aydınlattığı geniş sıcak bir salon. Rahip olduklarına karar verdiğim başka bir beyaz cübbeli yanıma gelerek eli ile onu takip etmemi istedi. Salonun aşınca benzer salonlara bağlanan uzun koridoru geçmeye başladık. Diğer salonlarda aynı şekilde giyinmiş onlarca kişi vardı. Bir kısmı bir salonda parşömenlere sessizce yazıyor, bir kısmı binlerce olduğunu düşündüğüm yazıtların konduğu rafları temizliyor, bir kısmı kalın ciltli kitaplara dalmış okuyorlardı. Etraf da sadece tüy kalemlerin kağıda akarken çıkardığı sürtünme sesi ve yumuşak deri sandaletlerin çıkarttığı belirsiz ritim dışında hiçbir ses duymuyordum. Bilgeliğe adanmış sessiz bir huzur hissi şöminelerden gelen sıcaklık gibi kaplıyordu her yanı. Yeşile çalan uzun tuniğim, kahverengi deri çizmelerim, çeşitli malzemelerin takılı olduğu çizmelerimle aynı renk geniş kemerim ve gümüş bilekliklerimle kendimi var olan ahengi bozacak kadar kaba ve çirkin hissettim. Koridorun sonunda aşağıdan yukarı doğru sarmallar çizen kızıl ve siyah damarlı beyaz mermerden bir merdivene geldik. Rahip yürürken önünde saygı ile birleştirdiği ellerini açarak merdiveni işaret etti. Ve hafif öne eğilmiş, elleri birleşik durumda beklemeye başladı. Merdivenler anlamsız biçimde inanılmaz davetkar görünüyordu. Sarmal merdivenlerin sadece tek tarafında var olan ve halen çam kokusunu üzerinde taşıyan trabzana tutunarak çıkmaya başladım. Ne merdivenler de ne duvarlarda nede trabzanlar da ekleme yerleri veya zanaatkarların imzası gibi olan hafif keski izleri yoktu. Sanki hepsi yekpareymiş gibi doğal ve canlıymışçasına ışıltılıydı. Merdivenlerin bitiminde iki rahip daha duruyordu. Bu seferkilerin siyah cübbelerinin kol ve eteklerindeki rünler beyaz ve kalplerinin üzerinde bana bakıyormuş gibi hissettiren parlayan tek bir göz ise kızıldı. İki rahip de önünde durdukları çift kanatlı, kalın meşeden yapılmış ama cilalanmamış bir kapının kanatlarını açarak diğer elleri ile içeriyi gösterdiler. Derin bir nefes alıp merakla içeri adım attım.
Oda, kasabamın ortak evinden daha büyük ve salonlar gibi daire biçimindeydi. Girişin tam karşısında tek parça gece kadar kara bir masa, masanın üzerinde yazı takımı ve çeşitli derilerden işlenmiş sayfaları olan kitaplar duruyordu. Masanın arkasında büyük arkalıklı ve kenarlıklı sade bir koltuk duruyordu. Duvarlara simetrik aralıklarla ışık veren ama is çıkarmayan meşaleler yerleştirilmiş, meşalelerin arasında ise farklı varlıkların ve daha önce duymadığım olayların işlendiği renkli goblenler asılmıştı. Goblenlerin en solundakine üzerinde binicileri bulunan yedi farklı ejderhanın süzülüşü, yanındakinde bizim barbar kabilelerin gibi giyinmiş sarışın, uzun saçlı kadın ve erkeklerin gökyüzünde bulutlar arasından bir adamdan altın bir çekiç almaları tasvir ediliyordu. Bir sonrakinde farklı renkli güller, orkideler ve sümbüllerle bezenmiş bir bahçede lir çalan kanatlı küçük kızların baştan aşağı parlak zırhlı bir adama mücevherlerle süslü bir kılıç vermesi, hemen yanındakinde çöllerin ortasında yükselen piramitlerin etrafında toplanmış beyaz giysili insanların diz çökmesi, diğerinde uzun, siyah pullarla kaplı, uzun dişli yaratıkların gökyüzünde uçan birçok gemilere bindiği, masanın tam karşısında girdiğim kapının üzerinde bulunan en sonuncusun da benim gibi bir yarı elfe benzeyen bir kadına sarılmış kırmızı cübbeli bir adam ve adamın baktığı yönde çatallı bir mızrak taşıyan kuyruklu korkunç bir canavarın gülümsediği farklı “an” lar tasvir edilmişti. Goblenlere dalmış bakarken arkamda havanın büzülmesi gibi bir akım hissettim. “beğendin mi?” diye sordu ne genç ne yaşlı, ne zayıf nede çok güçlü, ne neşeli nede öfkeli olan bir ses. Ağır hareketlerle masaya doğru döndüğümde onu gördüm.
Geniş arkalıklı koltuktaydı. Arkasını yaslanmış masanın üzerinde birleştirdiği ellerinde taşlı bir yüzük takılıydı. Siyah cübbesinin başlığı etrafına gümüşle işlenmiş rünler soğuk bir ışık yayıyor ve gözlerini saklıyordu. Bedeninden hem güven veren bir ısı hem de her an saldıracak bir tehlike hissi yayılıyordu. Yüzünü göremesem de omuzlarından dökülen sarı saçları ve soluk teni ürkütücüydü. “Bir soru sordum” dedi. “Çok farklılar” kelimeleri döküldü kendiliğinden. “onların hepsi paralel evrenlerde yaşanılan hayatlara ait diyerek karşısında duran sandalyeyi işaret etti. Aklımı toplayamaz halde karşısına oturdum. Üzerinden yayılan kudreti tüm hücrelerimde hissediyordum. Yüzünü bana çevirdi ve yavaşça başlığını çıkarttı. Gözleri kor ateş kızılıydı. Bağırmamak için kendimi zor tutarken yüzünü gördüm. Gülümsemesi hüzün yüklüydü sanki. Gözlerimin içine baktığında tüm ruhumu okuduğunu hissettim. Bir parçam çığlık atarak kaçmak bir parçam ona sarılıp sonsuza kadar öyle kalmak isterken “çok uzun zamandır seni bekliyordum” dediğini duydum. Ve karanlık tüm odayı sardı.