İkinci kitap da böylece bitti.
Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler, ilk kitaba göre oldukça hacimli (sanki ilki inceymiş gibi), ama sanki onun kadar heyecanlı değildi. Güzel bir kitaptı. Yine merakla okudum, yine oyunlar kuruldu ve bozuldu ve kuruldu ve bozuldu... Böyle devam etti. İlk kitaptaki oyun içinde oyun işleri burada da işliyor. Eh, Centilmen Piçler'in olduğu yerde böyle de olmalı. Ne de olsa bu onların yöntemi ve hayat da her zaman planlara uygun gitmiyor.
İlkiyle benzer bir çizgide ilerledi kitap. O çok dikkatimi çekti. Yapılan planlar, bozulan planlar, dahil olan hesapta olmayan kişiler ve (spoiler)
Yine işin sonucunda hedefi vuramayıp çok daha azıyla yetinmek zorunda kalmaları. İlk kitapta olduğu gibi büyük vurgunun tadına varamıyorlar. Evdeki hesap çarşıya uymuyor.
Acaba yazarımız bunu serinin geneline mi yaymak istiyor? Bunda bir sakınca görmüyorum. Mesela James Bond filmlerinin de belirgin bir çizgisi vardır ve tüm filmler bu dış çizgide ilerler. Centilmen Piç serisinin tarzı bu olabilir.
Bu defa bambaşka şehirlerde ve denizlerdeydik. Scott Lynch'in yine hiçbir klişeyi kullanmadığı (ehehe, siz de o yayını hatırladınız) betimlemeleri ve en az onlar kadar orijinal olan küfürleriyle dünyasının bilmediğimiz yeni köşelerini soluduk. Yine dev gibi şeyler yaratmış, bir de üşenmeyip hepsini tek tek anlatmış. Tabii daha görmediğimiz bir o kadar daha yer var o dünyada.
Her şey iyi hoştu da ve ben bu kitabı yine keyifli okudum ama, birkaç yer var ki ilk kitapta yaptığı hatalara düştüğünü düşünmeme yol açtı.
Şöyle ki,
İlk kitapta olduğu gibi yine büyük olayları küçük şeylerle geçiştirmenin söz konusu olduğunu düşünüyorum. Pekala, bu defa zehir Locke'un vücudunda kaldı. Bu büyük bir değişim (ilk kitaba göre). Ama Lynch, Ezri gibi bir karakteri bir Centilmen Piç yapmak ya da ekibe katmak yerine öldürmeyi seçti. Bu tam da yapmasından korktuğum şeydi, çünkü kolaya kaçmak olduğunu düşünüyorum. Tahmin edilebilirdi de aynı zamanda. Zira ben bekliyordum bunu. Belki yazar bunu kolaycılık olarak düşünmedi ama, üzgünüm, benim gözümde böyle oldu.
Aynı şekilde Drakasha ne olursa olsun bir korsandı ve ne kadar merhametliydi öyle. Evet, kendisini iş başında da gördük, ama bir peri masalı gibiydi bu kitap (bazı açılardan). Askeri diktatör ve ona karşı çıkan anarşistler. Yani korsanlar.
Bazı şeylerin oldu bittiye geldiğini düşünüyorum. Locke ve Jean'ın arhonun istediği kıyımı yapmamasında Drakasha daha bir kahramanlaşıyor. Ayrıca, olay biraz oldu bittiye geldi benim gözümde. Zaten arhonun admları arasında Priori sempatizanları vardı, hehe, gibi bir durumla işi kotardılar. Orası beni pek tatmin etmedi ve Locke'ın ilk kitapta Gri Kral rolüne girişinden sonraki kurtuluşu geldi aklıma. O zaman da Barsavi kızını öldüren adamı nasıl böylesine "küçük" bir şekilde cezalandırır ki, demiştik.
Son olarak, ben bir ara Drakasha falan Rodanov ile olan savaşta ölecek, Drakasha çocuklarıysa yeni Centilmen Piçler olarak Jean ve Locke tarafından yetiştirilecek diye umdum. Olmadı

. Muhteşem ikili bozulmadı.
Hırsızlarımızın denizin insafına kalışı, öğrenmeye çalıştıkları yeni şeyler ve ellerine yüzlerine bulaştırışı gayet keyifliydi. Özellikle Iono gelenekleri pek keyifliydi.
Scott Lynch bir şeyi çok güzel yapıyor bir de. Her meslek dalında ve hayatın her alanında hem kadın hem erkek var. Lynch'in dünyasında her şey oldukça olağan. Bizim dünyamızdaki bazı kabullerimiz onun kurduğu düzenle hiçbir şekilde uymuyor. Ne de güzel oluyor. Bunu yapışındaki doğallığı takdir ediyorum. Genelde bu tür denemelerde bir zorlama hissi olabiliyor. Yazarımızda böyle bir şey yok.
Eveeet, sıra 3. kitaba geldi ve 3. kitapta Sabetha var. Nereden mi bilmiyorum? Arka kapaktan

. Sonunda o dillere destan Sabetha'yı, yani,
Hayatta kalan 3. ve son Centilmen Piç'i
görebileceğiz. Gerçi puanı ilk iki kitaba göre daha düşük, ama okuyup kendi yorumumuzu yapmamız en iyisi

.
Kızıl Gökler Altında Kızıl Denizler, yine koşturmaca içerisinde, kimin eli kimin cebinde (ahaha, kelime anlamıyla) belli olmadan geldi geçti. Bize güzel yeni karakterler ve keyifli bir macera bırakarak bitti.