-Gerçek bir öyküdür.
Duvardaki kırmızı saatin akrebinin yirmiye geldiğini görünce kalbim hızla çarpmaya başladı. Elim ayağım titriyor, heyecandan yerimde duramıyordum. Babamın eve gelmesine dakikalar kalmıştı. Birazdan zil çalacak, babam elinde koca bir kutuyla girecekti kapıdan. Uzun zamandır bu anın gerçekleşmesini hayal ediyordum. Heyecandan dayanamayıp oturma odasındaki koltukların üzerinde zıplamaya başladım. Koltukların tellerini koparana kadar zıplıyor, tavandaki avizeye dokunmaya çalışıyordum. Aslında neden böyle bir şey yaptığımı bilmiyordum. Heyecan ve sevinç ikilisinin yaşattığı tuhaf bir enerji patlamasıydı. Her mutlu olduğumda böyle yapardım. Bu da onlardan biriydi. Zıplamak çok zevkli gelmişti. İyice keyiflenmiştim. Birden dayanamayıp çığlık atmaya başladım. Bir koltuktan diğerine atlıyor, kollarımı iki yana açıp, gökyüzünde uçan bir süper kahraman olarak hayal ediyordum kendimi.
Annemin “Koltuklarda zıplama eşek sıpası!” diyen öfkeli sesini umursamıyordum bile. Hayal dünyasına kapılmıştım. Gerçek gibiydi her şey. Koltuklar benim için uzun kulelerdi. Şimdi, o uzun kulelerin üzerinde zıplıyordum. Halılar kum tepelerine dönüşmüştü. Kuvvetli esen rüzgar kum tepelerini savuruyor, etrafına zor görünür kılıyordu. O kum yığınlarının içinden büyük bir örümcek, beklemediğim bir patlama eşliğinde fırladı. Savrulan kum taneleri yüzünden geç fark etmiştim. Tek amacı beni yakalamaktı. Elimde sihirli bir kılıç olduğunu hayal ettim hemen. Kılıcımı, bana doğru saldıran örümceğin gözlerinden birine sapladım. Hayvan kan dondurucu bir çığlık attı ve üzerinde dolaştığım kule şiddetle sarsıldı. Son anda biraz daha uzaktaki kuleye atladım. Örümcek, beni yakalayabilmek için ağlarını fırlatıyordu . Üzerime doğru gelen ağ demetlerini kılıcımla kestim. Öfkesi giderek artan hayvan, kuleye tırmanmaya başladı. Çok hızlıydı. Neredeyse yakalanıyordum ki bir başka kuleye atladım. Ayağım kayar gibi oldu, en sonunda dengemi buldum.
Bu iş uzamıştı. Örümceği hemen öldürecektim. Artık sıkılmıştım bu oyundan. Kılıcımı havaya kaldırıp zafer naraları eşliğinde örümceğin üzerine doğru atladım. Ama hata etmiştim. Örümcek kocaman ağzını açmış, benim düşmemi bekliyordu. Korkarak çığlık attım. Süper kahramanlığı falan boş verin. Örümceğin içi sonsuz bir karanlığı andıran ağzına düşmek üzereyken gözlerimi yumdum.
Benim gibi bir süper kahraman için kötü bir sondu. Örümceğin pis nefesini hissettiğimde her şeyin sonuydu. Bitmişti her şey. Beni gülümsetmesi için örümceğin midesinin konforlu bir yer olduğunu ve birçok oyuncağın orada beni beklediğini söyledim kendime. Bu düşünce tebessüm etmeme neden olmuştu. Hızla düşerken yumuşak, narin bir şey tuttu beni.
Birden annemin kucağında açtım gözlerimi. Kaşlarını çatmıştı.
“Sana kaç defa koltukların üzerinde zıplama, düşersin dedim. Ama dinlemedin. Az kalsın düşüp bir tarafını yaralayacaktın. Büyüklerinin sözünü hiç dinlemiyorsun, Kağan.”
Öyle mi olmuştu gerçekten ? Koltuktan mı düşüyordum? Etrafıma baktım. Oturma odasındaydım. Kum tepeleri ve kuleler gitmişti. Annem beni yere indirdi.
Bir parmağını bana doğru sallayıp azarlamaya başladı.
“Baban gelince söyleyeceğim, bakalım o zaman ne yapacaksın?”
Başımı öne eğip masum görünmeye çalıştım. Eğer babama söylerse hayallerim suya düşerdi. Babam, o çok istediğim şeyi vermezdi bana. Sahi, babamın bana getireceği şeyin adı neydi ya. Bil... bir şey, bir şey. Oyun oynayabileceğim şeydi. Neredeyse aylardır hayalini kuruyordum o şeyin. Bunun için yalvarmak üzereydim ki, gözüm tavan arasına ilişti. Bir örümcek! Ağlarını örüyordu.
“Yakaladım seni!” diye bağırdım. Annem şaşkın şaşkın bana baktı. “Neyi yakaladın, oğlum?”
Benimle savaşan örümcek buydu. Emindim. Bir koşuda mutfaktaki süpürgeyi kaptım geldim. Annem ne yapacağımı anlamıştı.
“Oğlum, öldürme hayvanı. Günahtır. Bırak süpürgeyi! Bir kağıt getireyim de camdan dışarıya atalım.”
Annem öyle diyordu ama ben kararlıydım. Öldürecektim o örümceği. Süpürgemi dengesiz bir şekilde savurdum. Ama boyum yetişmedi. Etrafıma baktım. Annem gelmek üzereydi. O gelmeden, bir süper kahramanın yapması gerekeni yapmalı, düşmanımı alt etmeliydim. Hiç düşünmeden yemek masanın üzerine çıktım. Hala yetişemiyordum. Ayak parmaklarımın üzerinde durmaya çalışıp süpürgemi savurdum. Aniden parmaklarımın arasından kurtulan süpürge tam akşam yemeğimiz olan çorbanın üzerine düştü. Tabii yuvası bozulan örümcek de.
Annem sesleri duymuş olacak ki söylene söylene geliyordu. Tekrar saate baktım. Çok çok az kalmıştı. Babam, belki de site bahçesine girmişti. Ne yapmalıydım? Hızlı davranıp önce süpürgeyi aldım yerden. Sonra da tarhana havuzunda yüzen örümceği. Annem içeriye girince olduğum yerde zıpladım.
"Ne yapıyorsun sen bakayım?" diye şüpheci bakışlarla süzdü. Bir yalan uydurmak zorundaydım. Beni zeki bir çocukmuş gibi hissettiren şu sözleri söyledim;
"Çorbanın tuzuna bakmak istedim, anne. Bir şey yok yani."
Annemin kaşları birleşti. Yüzümü inceliyordu.
"Tuzu yerinde mi bari?" diye sordu. Başımı evet anlamında salladım. Ucuz yırtmıştım. Ama annemin bakışları "bunun hesabı verilecek" der gibiydi.
O sırada zil çaldı. Kalbim yine kanat çırpıyordu. Bu sefer çok daha şiddetliydi. Müthiş bir heyecan dalgası kabarmıştı içimde. Babam gelmişti çünkü. Babam ve hediyesi!
Önce babam girdi içeriye. Ardından iki uzun boylu genç adam. Büyük ve ağır görünen bir kutuyu benim odama taşıdılar. Büyülenmiş gibi kutuya bakıyordum. Benim güzel hayalim, o kutunun içindeydi işte!
Annem bir bıçak getirdi. Adamlar, bıçak yardımıyla kutunun dışındaki naylonu kestiler. Kutunun bantları söküldü. Genç adamlardan bıyıklı olanı elini kutunun içine soktu ve koca bir ekranla beraber tekrar çıkardı. Koca bir ekran! Ardından ne işe yaradığını bilmediğim birkaç ara gereç daha. Sonra en önemli parça olan kasa çıkarıldı. Dilim tutulmuştu. Televizyonlarda, gazetelerde, komşuların oğlanlarında gördüğüm ve hep hayalini kurduğum büyük oyuncağım buydu işte. O zaman adını hatırladım: Bilgisayar.
Sevinç gözyaşlarım ince bir çizgi halinde süzülüyordu yanaklarımdan. Babama sarıldım. Ağlıyordum. Nedenini bilmiyordum. Sanırım mutluluk gözyaşlarıydı bunlar. Odamdaki gereksiz eşyaları büyük bir torbanın içine atmaya başladım. Oyuncak ayılarımı, askerlerimi, arabalarımı, silahlarımı, resim defterlerimi, oyuncak piyanomu... Her şeyi. Artık onlara ihtiyacım yoktu. Bilgisayar oyunları bana yeterdi.
Bilgisayarım daha önce satın aldığımız masanın üzerine kuruldu. Tam bilgisayarın başına geçiyordum ki annem uyardı.
"Önce yemeğimizi yiyelim, sonra doya doya oynarsın. Nasıl olsa artık bizim."
Artık benim, diye düşündüm. Sürekli komşularımıza gitmek zorunda değildim. Dayanamayıp yine sarıldım babama.
"İsteğin oldu bak," dedi babam. "Ne demiştin? Eğer istediğimi alırsanız hiç yaramazlık yapmayacağım; hatırlıyor musun?"
Başımı salladım. " Hatırlıyorum. Sözüm söz baba, " dedim içtenlikle. "Artık yaramazlık yapmayacağım."
Doyumsuz bir iştahın etkisiyle tüm önüme konulanları silip süpürdüm. Hem annemi hem de babamı şaşırtmıştım. Başımı okşayıp "Aferin," dediler. "İşte şimdi bilgisayarı gerçekten hak ettin."
Bunun ne anlama geldiğini biliyordum. Hemen odama koştum. Öyle hızlı koşmuştum ki odama geldiğimde kendimi ışınlanmış gibi hissetmiştim. Heyecanla ellerimi birbirine sürttüm. Komşumuzda sürekli bilgisayar oynadığım için nasıl açıldığını da öğrenmiştim. Önce prize bastım. Kırmızı bir ışık yandı. Onay verilmişti. Kasanın üstündeki bir tuşa dikkatlice dokundum. Ama bir şey olmadı. Önce korkuya kapıldım. Tekrar tekrar bastım. Yine olmuyordu. Elimle iyice bastırdım ve motor çalışmaya başladı. Bilgisayarım o derin uykusundan uyanıyordu. Ardından ekranı açtım. Ekran, yani bilgisayarın gözleri de açılmıştı. Yeni bir arkadaş edinmiş gibi hissetmiştim. Mavi bir sayfa, ardından rengarenk başka bir yüklenme sayfası açıldı. Farklı bir dünyaya yolculuk ediyordum. O kadar heyecanlıydım ki kalbim duracak gibi olmuştu. Derin bir iç çektikten sonra koltuğuma yaslanıp iyice yerime yerleştim.
Tuhaf bir sayfa açıldı. Farklıydı. Burası bilgisayarımın bana arkadaşlık teklif ettiğini düşündüğüm yerdi. İsmimi soruyordu. "Kağan," dedim bir şey olmadı. Ne yapmam gerekiyordu? Elim klavyenin üzerinde dolaştı. İsmimin harflerini bulmaya çalıştım. Annem okuma-yazma öğretmişti biraz. Harfleri tanıyordum. K-A-Ğ-A-N diye tuşladım. Bilgisayar "Hoş geldiniz" dedi bana. Gülümsedim. "Merhaba."
Açılan yeni sayfa daha geniş ve büyüleyiciydi. Bir sürü dosya vardı. Ama hangisinde oyun olduğunu bilmiyordum. Hepsini tek tek aramak zorunda kaldım. Sonunda oyun yazan dosyaya tıkladım. Bir sürü oyun, "Beni oyna, ne olur beni oyna," diye yalvarıyordu. Şaşırmıştım. Oyunların birçoğu benim hayal ettiğim gibi değildi. Çok daha güzeldi.
Hepsini saatlerce oynadım. Ta ki yatma vakti gelene kadar. O zamana kadar büyülenmiş gibiydim. Bir kere bile gözümü ayırmamıştım ekrandan. Annemin zoruyla bilgisayarın başından kalktığımda vücudum tutulmuş gibiydi. Gözlerim içine kum kaçmış gibi yanıyordu.
"Bu kadar yeter. Bilgisayar da biraz dinlensin. Sabah oynarsın," dedi annem. Haklıydı.
Yatağıma uzandım. Yorulmuştum. Annem alnımdan öptü, iyi geceler diledi. Lambayı söndürünce koyu bir karanlığa gömüldü odam. Bilgisayarım o karanlıkta parlıyordu. Ya da bana öyle gelmişti. İnanamayınca tekrar baktım. Basbaya parlıyordu. Sebepsiz yere el salladım ona. "Yarın görüşürüz, iyi geceler."
Gözümü kapattım. Yaşadığım olayların hepsi bir film şeridi gibi önümden geçti. Bir an gözlerimi açıp bilgisayarın hala yerinde durduğuna emin olmak istedim. Oradaydı. Zaten, ben buradayken bir yere gidemezdi.
İçimde dindiremediğim bir sevinç ve heyecan vardı. Gözlerimi defalarca kapatmama rağmen yine açıyor, karanlıkta pırıldayan bilgisayarıma bakıyordum. Artık oyuncak arabalarla oynamayacaktım. Artık oyuncak askerler yoktu. Resim çizmeyecektim. Çizgi film seyretmek yoktu. Büyüyordum ben. Bilgisayar, büyümenin bir simgesiydi. Çocukluktan çıkmıştım. Vücudumda bir değişiklik hissediyordum hatta. Emindim. Büyüyordum.
Son...