Ne gün ama diye düşündü Alfred, apartmanın kapısından dışarıya, yağan şiddetli yağmur yüzünden üzerinde küçük dereler oluşmuş sokağa bakarken. Dışarıya çıkıp şemsiyesini açtı ve on yıllık emektar aletin kumaşının yırtılarak elinde can vermesine tanık oldu. Yağmurda ıslanmayı dert etmezdi ama iş görüşmesine gidiyordu ve üzerindeki takım elbise, sahip olduğu tek takım elbiseydi. Ana yola kadar koşup bir taksiye atlarken düşüncelerini tekrarladı; Gerçekten de ne gün ama...
Belki de yanılıyordu, sonuçta sabah CV’ sini yolladığı şirket 6 saat sonra onu mülakata çağırmak için aramıştı. Şimdiye dek başına böyle bir şey gelmemişti. Taksiden inerken şansının döndüğünü düşünme cürretinde bulundu ama bu umut dolu düşüncesi kısa sürdü; sağ ayağı su birikintisine girmiş, ayakkabısını ve çorabını sırılsıklam yapmıştı.
Şirketin büyük kapısından girmeden önce sağ ayağını bir iki kere salladı ama bir faydası yoktu. Omuz silkip içeri girdi ve oldukça geniş bir salon onu karşıladı. Karşısında danışma masası, sağ taraftaki asansörlerin önündeki güvenlik masası ve sol taraftaki bir kaç kapı dışında içerisi oldukça sade ve koyu renklerle döşenmişti. Bilmediği bir klasik müzik eşliğinde danışma masasının arkasında oturan siyah takım elbiseli ve gözlüklü kadına doğru kendinden emin adımlarla ilerlemeye başladı. Etkileyici göründüğünü düşünmek istedi ama attığı her adımda vıcıklayan sağ ayağındaki ıslak çorabı buna engel oldu.
“Styx Ulaştırma Şirketi’ne hoş geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?”
Kadın kadar içten olmasa da Alfred gülümsemeyi başardı.
“Ben iş görüşmesi için gelmiştim.”
Kadın önündeki bilgisayara bakıp, bir süre klavyeyi tıkırdattıktan sonra tekrar başını kaldırdı ve gülümsedi.
“Bay Alfred Armington, birazdan sizi şu taraftaki odalardan birisine çağıracaklar. Bu sırada kapıların önündeki koltukta rahatınıza bakabilirsiniz. İyi günler.”
Başını sallayıp teşekkür eden yarı ıslak adamın poposu daha koltuğa değmemişti ki kapılardan birisi açıldı ve içeriden üç kişi çıktı. İkisi oldukça şık ve siyah renkli takım elbise giymiş, ellerinde dosyalar olan adamlardı. Üçüncüsü ise kahverengi bir takım elbise giymiş, orta yaşlı bir adamdı. Etrafa boş bakışlar attıktan sonra çıkışa doğru ilerledi.
“Bay Armington sanırım? Lütfen, buyrun.”
Siyah renkli takım elbiseli olanlardan ince ve gözlüklü olanı, Alfred’i içeri buyur ederken kenara çekilmişti. Kel ve sakallı olan adam ise çoktan nispeten küçük ama içerisinde bir masa ve üç sandalyeden başka bir şey olmayan odaya girmişti. Alfred masanın bir tarafındaki tek sandalyeye otururken, kel olan ikili sandalyenin soluna oturdu. Bu sırada gözlüklü olan kapıyı kapatıp, elindeki dosyayı masaya bırakarak boştaki sandalyeye oturdu ve derin bir nefes aldı.
“Vay be, ne gün ama. Yağmur çok şiddetli sanırım.”
Alfred saçından damlayan suları eliyle silerek gergin bir şekilde gülümsedi.
“Şemsiyem yırtıldı da, kusura bakmayın.”
Sakallı adam kıpırdamadan öylece Alfred’i izliyordu, gözlüklü olan ise içten bir kahkaha patlatmıştı.
“Hiç önemi yok, gerçekten. Ben James Cormick ve bu da arkadaşım Henry Darkwood. Mülakata başlamadan önce, herhangi bir isteğiniz var mı? Çay, kahve?”
Eğer bu bir mülakat değil de sorgu olsaydı tam olarak iyi polis-kötü polis oyunu oynuyorlardı. James güler yüzlü ve yardımsever görünüyordu ama Henry’nin bakışları pek sert bir mizaca sahip olduğunu gösteriyordu. Soruya kibarca teşekkür ettikten sonra James’i dinlemeye devam etti.
“Peki, başlayalım o zaman. Hmm, 28 yaşındasınız ve son işiniz Rile-Wendy Kağıt Şirketi’nde kargo departmanında şoförlükmüş. Burada ekonomik sorunlar nedeniyle işten çıkartıldığınız yazıyor ki bunu şirketle yaptığımız görüşmede teyit ettik. Herhangi bir sağlık probleminiz yok, kötü alışkanlıklarınız yok, gayet güzel. Lise mezunusunuz ancak bu çok da önemli değil. İlanımızda belirttiğimiz gibi aradığımız kişiler için herhangi bir diplomaya ihtiyaç duymuyoruz. Sonuçta bu taşıma işlemi için hangi bölümden mezun olmak gerekir ki, değil mi?”
James tekrar gülmeye başladı fakat Henry’nin bakışlarının ona kaymasıyla gülmeyi bıraktı.
“Evet neyse. Kağıt üzerinde bizim için herhangi bir sorun yok. Sizi dinleyelim Bay Armington. Neden Styx Ulaştırma Şirketi? Bu iş için uygun olduğunuzu düşünüyor musunuz?”
Alfred, kel olan adama bakmadığı sürece gerginliğini üzerinden atabileceğini fark edince tamamen James’e odaklandı ve konuşmaya başladı.
“CV’mde belirttiğim gibi uzun yıllar taşıma ve ulaştırma işinde çalıştım. O yüzden bu işi de başarabileceğimi düşünüyorum. İlanınızda ölülerin taşınmasından bahsetmişsiniz fakat bu benim için bir sorun teşkil etmiyor. Ölüleri mezarlığa ya da yakım merkezlerine taşımanın kağıt taşımaktan pek bir farkı olmayacak, sonuçta cansızlar değil mi?”
Alfred kendi yaptığı küçük şakaya gülemedi. Çünkü odanın havasını değiştiren çok ilginç bir şey oldu; Henry gülümsemiş, James’in suratı asılmıştı.
“Ah... Bay Armington... Size Alfred diyebilirim değil mi? Evet, Alfred, sanırım o kadar basit değil. Yani tabi yaptığımız işi ilana açık açık yazamazdık ama bir yanlış anlaşılma olmuş sanırım. Tamamen bizim hatamız, bunu bir şekilde düzeltmeliyiz tabi ki.”
Tek kaşı havaya kalkan Alfred bir açıklama beklercesine önce Henry’e sonra James’e baktı.
“Şöyle anlatayım Alfred, ilgi alanımız olan taşıma işi cansız bedenleri kapsamıyor. Biz burada ruhları taşımaktan bahsediyoruz.”
Karşısındaki adamın sanki on gündür tuvalete çıkmamış gibi bir surat ifadesi takınması Henry’i oldukça eğlendirmiş olacaktı ki, Henry güldü. Hem de sesli.
“Ruh taşımak derken?”
James önündeki dosyayı nazikçe kapatırken bir süre düşündü.
“Öldüğümüzde bedenlerimizden ayrılan ruhları düzgün bir şekilde gidecekleri yere ulaştırmaktan bahsediyorum. Ölüm anında, bildiğiniz üzere ruhumuz bedenimizden ayrılır. Bir şekilde ölümden sonraya ilerlemesi gerekmektedir. Bu yüzden ruhların-“
Alfred elini kaldırıp James’i susturdu.
“Ne demek istediğinizi anladım. Beni şaşırtan, ciddiyetiniz. Kamera şakası falan mı bu? Ruhları taşımak? Nasıl yani? Bir çanta, bir koliden bahsetmiyoruz.”
Büyük bir ihtimal bir kamera şakasıydı bu. Ya da mülakatın bir parçası; absürd bir durumda adayın tepkilerini ölçmek üzere uygulanan bir test. Bir tür akıl oyunu. Öyle olmalıydı, evet.
“Eh tabi ki, farklı konseptler ve yöntemler var ama temelde yaptığımız iş bu. Eğer kabul ederseniz, kısa bir eğitim sürecinden sonra aklınızdaki sorular tamamen cevaplanmış olacaktır.”
Henry oldukça eğleniyor gibi görünüyordu ki bu Alfred’in canını daha çok sıkmıştı.
“Peki ya kabul etmezsem?”
James yavaşça gözlüğünü çıkartıp masaya bıraktı.
“O zaman korkarım hafızanızı silmek zorunda kalacağız. Sizden önce görüştüğümüz beyefendinin bakışlarını hatırlıyorsunuzdur.”
Alfred ne düşüneceğini bilmiyordu. Şaşkındı, kahkaha atmak istiyordu, bu odadan çıkmak istiyordu, Henry’nin o iğrenç sırıtışına bir tane yumrukla son vermek istiyordu ama en kötüsü tüm bu konuşulanların doğruluğunu merak ediyordu. O yüzden oturuşunu düzelterek sessizliği bozdu.
“Ücret?”
Rahatlamış gibi görünen James yeniden gözlüğünü taktı ve cevap verdi.
“Başlangıç için ruh başına iki madeni para ödüyoruz.”
Evet, şimdi olmuştu. Alfred sonunda kahkaha attı.
“İki madeni para mı? Dalga mı geçiyorsunuz?”
Henry sıkkın bir şekilde James’e döndü.
“İşte tam olarak bundan bahsediyorum. Ölüm, ölümden sonraki yaşam, ruhlar, ruhları taşımak; bunların hiç birisine para konusuna verdikleri tepkiyi vermiyorlar.”
James arkadaşını sakinleştirircesine eliyle adamın omzuna dokundu ve tekrar Alfred’e döndü.
“Bu sembolik bir şey. Şirketin kurulduğu zamanlardan kalma bir gelenek. Madeni paraları muhasebeden bozdurup paranızı alabiliyorsunuz. Parayı dert etmeyin, böylesine önemli bir işin karşılığını cömertçe alacaksınız.”
Alfred istemsizce sağ ayağını sallamaya başladı. Bunun, ıslak çorabının çıkarttığı ses yüzünden sinirini daha çok bozduğunu farkedince sallamayı durdurdu. Bazen o kadar çok şey düşünürüsünüz ve aslında hiç bir şey düşünemezsiniz ya, Alfred kendisini az önce kapıdan çıkan boş bakışlı adamdan farklı görmüyordu. Sonunda düşünmenin bir faydası olmayacağını anladı ve derin bir nefes aldı.
“Peki. Kabul. Şimdi ne yapacağız?”
El çırparak ayağa kalkan James masadaki dosyaları topladı. Bu sırada Henry odadan çıktı ve doğruca salonun diğer tarafındaki asansörlere doğru ilerlemeye başladı.
“Ah bunu duyduğuma çok sevindim. Bu sıralar malum; savaşlar, hastalıklar, felaketler... İşimiz bir hayli fazla. Bu yüzden sizin gibi yeni ve azimli kişilere ihtiyacımız var. Lütfen beni takip edin.”
Beraber odadan çıkıp asansörlerden önünde güvenlik beklemeyen olanına doğru ilerlediler. Bu sırada Henry güvenlik görevlisiyle konuşmayı bırakıp yanlarına geldi. Alfred’in meraklı bakışlarını gören James, adamın sormasına fırsat vermeden yanıtladı.
“O asansör patronun odasına çıkıyor.”
Alfred daha fazla şaşırmam diye düşünüyordu ama bir kere daha yanılmıştı.
“Tanrının odası mı var?”
Henry bir kere daha o kaba kahkahasını patlattı ve Alfred’in omzuna vurdu.
“Uzun zamandır bu kadar gülmemiştim bak. Universal Şirketler Grubu’nun CEO’sunun ofisine çıkan asansörün böyle tek bir güvenlikle korunduğunu sanmıyorum. Biz bu şirketin genel müdüründen bahsediyoruz; Ölüm.”
James konuşmayı devam ettirdi.
“Çok ilgileneceğin bir asansör değil, emin ol. Aramızda patronu görmüş kişi sayısı bir elin parmağını geçmez. Hayatının sona erdiği anda gördüğün son şeyin patronumuz olduğunu düşünecek olursak, uzunca bir süre görmemeyi dilerim.”
Asansör hızlı bir şekilde üst katlara çıkarken kimse konuşmadı. Alfred’in konuşacak bir durumu yoktu zaten. Delirmek ile insanüstü bir bilince sahip olmak arasında gidip geliyor, bunca yıllık hayatında yaşadıklarını gözden geçiriyor ve bugün bir hayli ıslanmış olmasından şikayetçi olmasına şaşırıyordu. Asansörün kapısının melodik bir şekilde açılmasıyla tekrar kendine geldi ve “yeni iş arkadaşları”nı takip etti.
“İşte geldik. Bu önünde durduğumuz oda toplantı odası; iş ve şirket hakkında genel bilgileri anlatacaklar burada. Sonrasında muhasebeye uğrayıp işlemlerini başlatırsın. Bir iki haftalık eğitimden sonra da aktif olarak çalışmaya başlarsın. Şimdiden aramıza hoşgeldin.”
Alfred kafasında milyarlarca soru eşliğinde toplantı salonuna girerken içinden çıkamayacağı soruları bir kenara bırakıp düşünebileceği tek şeyi düşündü.
Ne gün ama.