Kayıt Ol

Küçük Fedakârlıklar

Çevrimdışı BlackOut

  • **
  • 71
  • Rom: 1
  • Mantık kontrolü eline aldığında insanlık ölür.
    • Profili Görüntüle
Küçük Fedakârlıklar
« : 11 Şubat 2016, 10:17:04 »
Okuma kolaylığı için: Metindeki "Volari" olayın geçtiği dünyanın ismidir. Karakterlerin ismi yazıldığı gibi okunuyor. (Ekledikten sonra gözüme çok bitişik göründü, paragraflar düzgünce belli olmuyor. Wordde daha düzgün görünüyor. Umarım göz yormaz.)
Uzun olduğun düşündüğüm için spoiler biçiminde ekleyeceğim, iyi okumalar. Umarım beğenirsiniz.
Spoiler: Göster
Küçük Fedakârlıklar
Rüzgârda Koşmak
Soğuk bir rüzgâr esti ve çadır kapaklarını dalgalanırdı, gücünü mangalda yanan ateşe dayatıp söndürmeye çalıştı. Soğuktan ürperen Dagor masasında uzanıp yazdığı rapora biraz kum serpti ve mürekkebin kurumasını özenle bekledi. Hazırlanmalarını emrediyordu son mektuplar. Savaş, yabancı bir sözcüktü diyarlarında, telaffuz ederken bile yabancıladıkları bir kelime. Nereden türemişti bu felaket, önemli değildi aslında, vardıysa isteyen onlara meydan okumak, gölgelerinde konakladıkları sıradağlar gibi dik karşılayacaklardı. Yine de savaş savaştı işte, henüz kan dökülmemiş olması dökülmeyeceği anlamına gelmiyordu. Dagor’un aklında bir sıralaması vardı savaş için, ilk önce heyecan geliyordu, bilinmezden duyulan yeni bir şeylerin heyecanı, ardından vahşet ve kanın yağmur gibi toprağı sulaması. Heyecan bunu gördüğünde bulabildiği en derin deliğe saklanıyordu. Sonra ufak bir ışık diyordu kendince ama umuttu o, ufakta olsa insan dört elle sarılıyor ona gitmesine izin vermiyordu. Umut kararlılığı getiriyor ve kılıcını sapladığı her adam için ağlamaması gerektiğini hatırlatıyordu, hayatta kalmanın umuduydu o. Böyle basitti işte savaşçının hayatı.

Düşüncelerinden içeriye haberci girdiğinde uyandı. Çadır kapakları aralandığında şafaktan önceki son karanlığın havada asılı olduğunu gördü. “Sizi bekliyorlar efendim.” dedi genç asker, eli kılıcında kafasıyla bir selam verdi ve dışarı çıktı. Dagor çadırın diğer ucundaki yatağına gitti, hiç yatılmamış gibi düzgündü, miğferini eliyle tarttıktan sonra onu takmadan askerin peşinden dışarı çıktı. Kafası düşüncelerle bulanıktı, kaç ay olmuştu buraya geleli? Sert soğuk göğüs zırhına çarptı ve buğulandırdı çeliği. Kullanılmamış parlak çelik… Bunca zaman lazım olmadıktan sonra neden diye düşündü. Dünya etrafında bulanıklık halinde akıyordu, muntazam dizilmiş çadırlar arasında konuşan şakalaşan askerler, ne kadar da gençtiler. Genç, deneyimsiz, üstlerine neyin geldiğini bilmeyen ve aldırışsız, evet gençler öyle olurdu, sanırım. Yakınından geçtiği birkaçı ona hafifçe selam verdi; Dagor ancak göz ucuyla fark edebilmişti ve o da selamlarına karşılık verdi. Düşüncelerinin ucunu kaçırmıştı o yüzden hepsini bir köşeye itip takip ettiği haberciye odaklandı. Omuzlarında kırmızı pelerini dalgalanıyordu, soğuk ellerini kızartmış olsa da kılıcının kabzasını tutuyordu hâlâ. Kampları büyük olmasa da küçük denemezdi, takip etti Dagor sabırla. Beynini ele geçirmeye çalışan düşüncelerine izin vermedi. İzlemeye odaklandı ve kendi çadırıyla askerlerin kaldıklarını kıyasladı. Kendi çadırı bir kereste masa, bir sandalye, yatak, iki adet ısınmak için mangal ve neyden yapıldığını bilmediği bir lavabodan oluşuyordu. Sabah kalktığında suyun donmamış olduğuna şaşırmıştı, ancak henüz yaşlanma belirtileri gösteren, kır sakallı kare yüzüne yansımamıştı bu duygu. Elindeki miğferin giderek ağırlaştığını ve soğuduğunu hissediyordu, aynı soğukluk bir hafta önce tıraş ettiği saçlarının eksikliğini de hatırlatıyordu. Dağ havası diye düşündü önündeki donmamış yumuşak çamura basmaktan kaçınarak. Dün başlayan kar gece kesilmiş olmalıydı, kamptaki hareket eksikliğinden, yağan karın yerde kalmış olması gerekirdi ancak donmuş çamurlar vardı ve araba tekerlerinin açtığı yarıklar. Etrafında değişen ışığı, gözleri bu konuda hassastı, fark etti ve kafasını kaldırdı. Güneş Yeis Sıradağlarını aşıyordu, sonunu gözle göremediği uzanıp ovayı kucaklayan yeryüzünün karlı dişleri, kuzeyin sınırları. Dağların ardını da görmüştü Dagor ve insanların Yeis hakkında düşündüklerini duymuştu, ölüm tuzağı, insan kapanı diyorlardı. Ev diyordu Dagor oraya, bu dağların diğer yanından bakıp evin kokusunu almıştı. İçindeki özlemi hatırladı ve yeni kavuştuğu evinden ayrılığı yüreğini burktu. Sıcak ocağın başında odun yontabilir, evlatlarının gülüşüne sevinebilirdi ama buradaydı işte kırmızı bir pelerini takip ediyor, Yeis Dağı’nın eteğine kurulmuş kampın diğer ucuna yürüyordu, soğuk onu tutup sarsmaya çalışıyor vücudundaki sıcağı emiyordu. Hasretinden kavrulsa da geri dönmezdi gerçi, Mavi Kış’ın emriyle toplanmıştı tüm halkı ve hepsi savaşacaktı, kraliçeleri için, hayatta kalmak için. Kuzeyin Mavi Kışı’ydı o, bu topraklar onundu ve o kuzeyin kendisiydi, ruhuydu. Dagor’un atalarına sahip çıkmış ve onlara bugünkü medeniyetlerini kurmaları için yol göstermişti. Dagor dedesinin gözlerindeki ışıltıyı unutacağını sanmıyordu, Mavi Kış’ı bir kez görmüştü ve her anlatışında gözleri parlardı. Huzur içinde yatsın, diye düşündü.

Kırmızı pelerin dedi kendi kendine ve kafasının içinde çakan şimşekleri duyabildiğini sandı. Bu kampın habercileri kırmızı pelerin giymezdi, beyaz olmalıydı. Çenesinin kasıldığını hissetti ve bütün vücudunun gerildiğini. Gözlerini önündeki gence dikti ve ölçüp tarttı, fiziksel olarak başa çıkamayacağı biri gibi görünmüyordu, kılıcına uzattığı eli tamamen kızarmıştı, buralarda büyümemiş olduğunu gösteriyordu, bahar ayları bu toprakların gördüğü en sıcak havaların geldiği aylardı. Dagor da üşüyordu ancak habercinin üşüdüğü gibi değil ve dahası çocuk yaşta görünen adam belindeki kılıcı kullanmayı bilse de deneyimsiz olduğu neredeyse kesindi. Hazır bekledi ve takip etti, son çadırı geçiyorlardı, gri çadırlar geride kalmıştı. Dagor durdu ve elindeki miğferine kafasına geçirdi, hissettiği soğukluktan gelen ürpertiyi bastırdı ve kılıcını çekti. Kılıcın kından çıkarken ki sesini seviyordu, özenle çekilmiş bir kılıç hafif bir sürtünme sesi çıkarırdı ama Dagor önündekinin duymasını istediği için sertçe çektiği kılıcın ucunu yerdeki kara sürtünecek şekilde, sol bacağının yanında tuttu. Haberci arkasını döndü ve kılıcı kabzasından ucuna izledi, Dagor’un kendisini değil kılıcı, pek azı böyle bir alışkanlığa sahipti belki de gençliğini küçümsememek gereken bir rakipti karşısındaki. Uzun siyah saçları pelerinin takılı olduğu omuzluklarını süpürüyordu, ince suratı ve çıkık çenesiyle sıskaydı. Gök mavisi gözleri kılıçtaydı, üstünde zırh yoktu, yalnızca sağlam yünden kahverengi bir kazak ve siyah yün pantolon. Güneş şimdi Yeis dağını aşmış üstlerine parlıyordu, zırhı yeniden buğulandı ve elindeki kılıç güneşi yansıttı, karlar güneşin gücünün altında büzülüyor gibi göründü. “Kimsin?” diye sordu çocuğa. Kılıçtan kafasını kaldırıp ilk defa Dagor’a bakan haberci “Henüz adımı almadım.” dedi “yalnızca bir ulak, şimdilik.” diye ekledi. “Bizim habercilerimiz kırmızı pelerin giymez, çocuk, kimsin dedim.” Aslında artık kim olduğundan daha çok hâlâ eski adetlerini devam ettiren birini görmek ilgisini çekiyordu, adını almamıştı demek. İsmini kendi alan son kişi olduğunu düşünmeye başlamıştı, ne kibirli bir düşünceydi. Adetleri bildiği gerçeği yabancı olduğu tahminini yalanlamıştı. “Ben Kuzeyin Mavi Kışı’nın habercisiyim.” diye bildirdi çocuk “yaratıcı adını kutsasın, barış içinde geldim.” Dagor küçük bir rahatlama hissetti ancak bir kalp atımı kadar sürdü. Karşısındakine bir güven sızıntısı hissetse de kendi ayaklarıyla bir tuzağın içinde yürümeyecekti. Kılıcını kınına kaldırmadan önce rakibini fırlatma bıçakları arayarak süzdü. Haberci arkasını dönüp tekrar yürümeye yeltenmişti ki Dagor, bunun hayatı boyunca işine yaramayacağı bir bilgi olduğuna inanmıştı, “Mavi Kış’ın nişanını göstermeden seni takip etmeyeceğim genç.” dedi. Artık onu çocuk olarak görmediğini de belirtmişti. Haberci olduğunu iddia eden diz çökerken pelerinini savurdu ve pelerinin arkasında bıçağıyla kara bir şeyler çizmeye başladı. O an Dagor içinde bir şeyin kıpırdanması gibi bir hisle savaştı, ne olduğunu anlamadığı bir histi ve geldiği hızla kayboldu. Haberci ani hareket ettiğinden Dagor kılıcını kınına koymadığına ve irkilmediğine memnun oldu. İkinci bir düşünceye fırsat kalmadan haberci diz çöktüğü yerden kalktı ve şimdi ayaklarının önünde hançeri ağzıyla yakalamak ister gibi uzanmış bir kurt kafası vardı ve aynı figür bir yuvarlak içinde birbirini kovalıyordu. İki kurt ve iki hançer, kurtlar dostunu kurtarma içgüdüsü ile ağzını açmıştı. Dagor gözlerini ayıramadığı şeklin mavi parladığını sandı ancak o kadar kısa sürdü ki gördüğünden şüphe etti. Benliğinin ondan alındığı birkaç saniye bittiğinde ağır hissediyordu, yerdeki şey, o kesinlikle bir amblemden daha fazlasıydı ve doğruydu. Atasının tarif ettiği gibi.

Haberciyi kafasıyla selamladıktan sonra, tek bir sızıntı halinde olan güven gür akan dereler haline geldi. İçinde bir huşu vardı, Mavi Kış’ı görecekti, kraliçesini, önderini, tek emriyle evini geride bıraktığı kadını. Tek hissettiği içini kaplayan bir huşu…

Yürüdüler, sonsuzluk gibi gelmişti Dagor’a. İçinde hissettiği şey onu öylesine itiyordu ki; koşmak istiyordu. Daha önce böyle hissetmişti, oğlunun doğumunu beklerken gelen sabırsızlıkla aynıydı. Biraz endişe, biraz hevesten ibaret bir his… Ve sonu da aynı olacak mı diye düşündü. Huzurlu bir mutluluk gelecek miydi ardından, içinde başka duyguya yer bırakmayacak kadar büyük bir sevgi? Pek de öyle olmamıştı aslında, Eadyth’i kaybetmişti o doğumda. Bir ışık sönmüştü içinde o gün fakat bugün acının ona değmesine izin vermedi, kayanın üzerinden süzülen yağmur damlası kadar etkiledi onu. Güneş tepedeydi artık ve kara bata çıka yürüyorlardı. Habercinin kırmızı pelerini ve pantolonun paçaları ıslaktı. Dagor’un da iyi durumda olduğu söylenemezdi ayakları soğuğa isyan ediyordu. Yüksek bir tepeye çıktıklarında arkada kalan kamplarına baktı, gri bir solukluk gibiydi. Belirli yerlerden göğe uzanan ince iplikler gibi dumanlar yükseliyordu. Sahibinin ayağına kıvrılıp yatan kedi gibi, Yeis’in dibinde kıvrılıp yatıyordu. Dagor’un dört bir yanı dümdüz uzanıyordu. Arkasında dağ önünde ise bembeyaz kaplanmış, düz, verimsiz toprak. Toprak da ev demekti Dagor için, seni besler büyütür, ölünce de seni kabul ederdi. Tekrar önüne baktığında habercinin tepeden aşağıya kaydığını gördü, ilk önce düşüp kafasını kıracağını sanmıştı ama adam hiç istifini bozmadan iki ayağı üzerinde kaymaya devam etti ve arkasında kardan bir toz bulutu bıraktı. Aşağıdan Dagor’a gelmesini eliyle işaret etti. Biraz yürüdükten sonra önlerinde Ufak Koruluk uzanıyordu. İsmini hep uyumsuz bulmuştu Dagor, ufak dedikleri yer diğer ucuna yürüyerek üç günde çıkılacak dev bir ormandı. Düşmeden aşağıya inmeyi başarmıştı ve haberciye yetiştiğinde “Rüzgâr koşucusu diyorlar size değil mi?” diye sordu. İlgiyle dönen adam bir kez daha Dagor’u inceledi, bunu yapmaya devam etmese iyi olurdu, yaşça küçük olanın kim olduğunu hatırlatmak istemiyordu. “Evet.” dedi genç adam ve dalları kar yüklü ağaçlara doğru yürümeye başladı. Takip etti Dagor, bitmek tükenmek bilmeyen bir sabır gerektiriyordu aklındakileri sormamak, ama sormadı ve yürüdü. Sık ağaçların içine girdiler, uzun çamların ucunu görmek için kafanızı kaldırmanız gerekirdi. Kafanızı kaldırdığınızda ise göreceğiniz bulutsuz mavi bir gök. Yerdeki kar ormanda daha azdı. Batıp çıkmadan yürüyebilecek kadar az. Bir kuş hareketlendiğinde dallardan dökülen karlardan başka ses yoktu. Rüzgâr koşucularının meziyet sahibi olduklarını duymuştu ancak bu kadar sessiz ve iz bırakmadan yürüyebilmesini beklememişti. Genç, bir haberci ve izci olmak için eksiksizdi. İzlerin ormandan sonra kesilmesi akıllıcaydı, hem onu takip eden olursa ormana kadar yürür vakit kaybeder hem de ormanın içinde ne yöne gittiğini bilmediğinden asla takip edemezdi. Ancak kendi ayak izleri hala yerde olmalıydı ya rüzgâr koşucusu unutmuştu ya da takip edilmekten çekinmiyordu. Kafasını çevirip ayak izlerini görmek istediğinde henüz geçtikleri ağacın etrafı pürüzsüz bir karla örtülüydü. Şaşırmıştı Dagor ama Mavi Kış’tan daha azını ummamıştı. Bir sonraki adımını attıktan sonra durdu ve ayak izinin yerden kaybolmasını izledi. Hiç dokunulmamış gibiydi, mükemmel diye düşündü. Eğer bu adam yeteneğini Dagor’un askerleri için kullanırsa, kimse görmeden yer değiştirebilir takip ve fark edilmeden gözcülük edebilirlerdi. Savaşın kaderini etkileyebilirdi bu adam. Peki, koşucu böyle basit bir işte kullanılacak kadar değersiz miydi; değersizlikten daha çok Mavi Kış’ın emrinde kaç rüzgâr koşucusu vardı? Bu işler için ayırabilecekleri kadar çok muydu? Hayatı boyunca zaman zaman tek istediği soruların cevaplarıydı, bu da gerçekten cevapları bulmayı dilediği bir andı. Ani bir his doldurdu beynini, bir kıpırtı, içinde bir başka bir canlının varlığını hissetmek gibiydi, bir uyanış veya gıdıklanma gibi, ancak dumanı elle yakalamak kadar zordu o hisse tutunmak. Benzerini koşucu yere nişanı çizerken hissetmişti, ama o bir an sürmüştü, şuan hissettiği ise tek kelime ile harika bir şeydi. Daha hafifti sanki vücudundan bir yük kalkmış gibi ve daha şendi, içindeki his onu hafifletiyor ve huzur veriyordu, inanılmazdı. Nefesini tutup saklamak, zamanı durdurup sonsuza kadar bu hisse sahip olmak istiyordu. Gözlerini kapattı ve benliğinin yok oluşunu izledi, artık Dagor Sartaganas değildi, bir olmuştu, bomboş bir bütünlüktü bu, eksiksiz hissediyordu son parçası konulmuş bir yapboz gibi. Süzülüp hareket ettiğini düşündü, hızlıydı rüzgâr gibi, canlıydı, hayır, canlı mıydı, formsuz olması cansız olmak mıydı? Fakat insan şeklinde hissediyordu hâlâ. Ölüm müydü bu? Elveda demeden gidemezdi, hem ölüm bu kadar hafif olmazdı değil mi? Bu yaşa kadar her şeyi gördüğünüzü sanırdınız, hiçbir şeyin çocuk kadar deneyimsiz hissettirmeyeceğini. Neydi bu yeni gizem? Bir şey merak etmemesini söylüyordu, annesinin ninnisi gibi huzurlu ve ikna ediciydi. Etrafındaki yoğunluğu hissetti, rüzgâr canlıydı, elle tutabileceğiniz, öldürebileceğiniz kadar canlı. Bir düşünce yankılandı beyninde, kendinin olmadığını sandığı bir kelime “Hayır.” dedi netlikle. Karanlık düşünceleri ve ölüm endişeleri solmuştu, farklı yaşamlar olduğunu seziyordu etrafında, hayvanlar, kurt, tilki, kutup tavşanları, kar baykuşları, kargalar,  sayamayacağı kadar çok ağaç ve rüzgârın kadim varlığı.

Başından beri iradesi dışında hareket ettiğini seziyordu, karşı koymamıştı çünkü nasıl yapacağını bilmiyordu. Etrafını yokladı, el, kol veya gözleri olmadan ne kadar becerebildiyse o kadar yokladı, bir iki adım ötesinde bir sıcaklık hissediyordu, ılık bir huzur saçıyordu varlığını hissettiği canlı. Bir ses duydu, bu huzura yakışır, sakin ve melodikti “Hepimiz cevaplar arıyoruz kumandan.” dedi. Ses ile birlikte gözlerini açtı, ani bir var oluş hissiydi soğuğu ve rüzgârı ilk defa hissetmek gibi. Diğer his kaybolmuştu. Kendini yokladı aradı taradı ancak yoktu, benliğini kaybetmişçesine üzüldü o kadar tatlıydı ki… Nereydi burası? Biraz önce içinde olduğu orman ayaklarının altında uzak bir manzaraydı, sağa ve sola uzanıyordu. Boyayla yapılmış bir iş gibiydi, orman yeşil beyaz, gök mavi ve beyaz. Ağaçlar, üstünde durduğu dağın yarısına kadar gelebiliyordu, onlardan sonra kara kayalar ve zirvede beyaz. Yeis’in en yüksek tepesi yalnızca bir başparmak büyüklüğündeydi, birkaç saat öncesinde eteğinde olduğu tepe. Şimdi ise zirvesi bıçakla kesilmiş kadar düz olan bir dağın üstündeydi. Güneş hala tam tepedeydi, güçlüydü meydan okuyordu yerdeki karlara. Gerçek miydi bu, yoksa… Arkasını döndüğünde bütün düşünceleri toza döndü. Mavi Kış’ın yanındaydı, bizzat karşısındaydı, tek dizinin üzerinde çöktü ve kafasını eğdi; ancak pişman olmuştu böyle bir güzellikten gözlerini çektiği için. Beyaz elbisesi karla birleşiyordu adeta, işlemeleri omuzlarına kadar uzanıyor dalgalı sarı saçlarının altında kalıyordu. Kahverengi pelerini kaliteli yündendi, üşütmeyecek bir şeydi. İnce pembe dudaklarında ufak bir gülümseme vardı, açık mavi gözlerine değmiyordu gülümsemesi, nasıl da iç burkucuydu. “Resmiyete gerek yok, lütfen kalk.” dedi. Dagor yükseldi ve tam Mavi Kış’ın karşısında durdu, yüzü yuvarlak, elmacık kemikleri hafif belirgin ve kırmızıydı, rüzgâr sarı saçlar savurdu ve yeni açmış çiçeklerin kokusunu, dağın tepesinde çiçekler yoktu elbette. Gözleri aynı hizadaydı ve Dagor bir an bile gözlerini ayırmak istemese de, etrafı izlemeye başladı. Bunu yaptığı için de o an kendini dünyanın en büyük aptalı ilan etti. Önemli değildi daha fazla bakmaması, diz çöküp kraliçesine baktığı an, saçlarının sarısının güneşle yarıştığını gördüğü an, o hatırdan çıkacak bir şey değildi. Çıkmadı da, saçlarının bahar kokusu kadar taze kaldı aklında ve dedesini anladı, gözlerinin parıltısının nedenini gördü.
Haberci arkasını döndü ve geldiği yöne yürümeye başladı. Görevi buraya kadardı, bir yenisi ise komutanlarını aldığı askerlere komutanlık etmekti. Ufak bir kıskançlık yok değildi içinde, kendilerine rüzgâr koşucuları diyorlardı ancak o adam varken bu isim onlara yakışmıyordu. Muazzam bir yetenekti bu rüzgârla bir olmak, özü olmak, rüzgâr özlü olmak. Gözlerini kapattığında varlıktan silinmiş gibi yok olmak. Ne bir süzülme, ne rüzgâra karışıyormuş gibi bir savrulma, aniden yok olmuş gibi gitmişti. Ancak kartal kadar keskin gözler veya ne olacağını bilenler görebilirdi koşucunun, Dagor’un, izini. Sıcak havada ufuktaki bulanıklık gibi bir izdi bu. Adam belki altmışını geçmişti, nasıl bir gücü elinde tuttuğunu bilmeden geçen altmış yıl, öğrenmeden, yönetmeden, sahiplenmeden geçen yıllar. Yazıktı, Mavi Kış olmadan gücünü kullanamayacak olması yani, güç halkaları etkinleşmeden kimse yapamazdı zaten. Çocuğun kurabiyelerin dolabın tepesinde olduğunu bilip istese de ulaşamayacağı gibiydi. En iyisi orada olduklarını bilmemekti. Dagor için çok geçti, zamanı olsa halkaları da öğreneceğinden şüphesi yoktu ancak tamu onlara geliyordu bir an önce karşı koymaları gerekmekteydi.


Spoiler: Göster
Güdülmesi Gereken
Başı ağrıyordu. Kaçıncı kez denemişti? On ikiden sonra saymak aklından çıkmıştı. “Dagor” dedi Mavi Kış’ın o müzik gibi sesi “Biraz dinlenmeliyim, sen de dinlenmelisin.” Dagor kafasıyla hafifçe onayladı. Mavi Kış olduğu yere bağdaş kurup oturdu. Altında kalması gereken karlar o otururken açıldılar ve kadın temiz bir taşın üstünde bağdaş kurmuştu. Dagor kendini iyi hissetmiyordu, bilgi insanı aydınlatırdı, ama ışık bir anda üzerinize parlarsa korkardınız. İçindeki korkuyu fethedeli uzun zaman geçmişti, bu yenisini ise zar zor zapt ediyordu. Mavi Kış birçok şey söylemişti. Çobanlar, muhafızlar, insanların özleri, güç, var oluş hakkında bir dolu bilgi… Ancak bir şey Dagor’u rahatsız ediyordu ki o da savaşın beklediğinden erken geldiği gerçeğiydi. Sonra bir de Mavi Kış’ın ona ihtiyacı olduğu ve belki üç dönümdür onu aradığı vardı. Üç ay dönümü altı hafta ediyordu. Özellikle kendisini değil tabii ki, onun yeteneğine sahip birini arıyordu. Sanki bulduğunda işine yarıyor diye düşündü kendi kendine. Biraz daha yürüdü Mavi Kış’ı gerisinde bırakarak. Zirve dümdüzdü, tek bir kılıç darbesiyle ucu alınmış gibi. Kıyısına kadar yürüdü, karlı orman karanlıktı, yakında aynı karanlık tepeye de çökecekti. Kırmızı güneş batıda ufkun altına saklanmak üzereydi. Bulutları da kızartmıştı güneşin ışığı. Rüzgâr esti, sırtındaki gri yün pelerini hareket ettirdi ve hemen yanındaki taşın üstündeki karları. Rüzgârın yarım bıraktığı işi eliyle tamamladı ve taşı temizledikten sonra üstüne oturdu. Çelik göğüslüğünü ve miğferini başka bir taşın yanına bırakalı çok olmuştu. Utanmalı mıydı bilmiyordu, bir türlü becerememişti, iradeni ona dayatmalısın diyordu Mavi Kış, saf rüzgârı hissedip onu itebileceğini iddia ediyordu. Mahcup hissettiğini gördüğünde Thaleon bile üç yılda öğrendi, gerçekleşen imkânsızlara yeni bir tanesini eklemeni bekliyorum demişti. Thaleon’un kim olduğunu sorduğunda ise gülüp, Tayfun, Kasırga, Fırtına hangisini bilirsin diye sormuştu. Tayfun üç yılda öğrenmişti, Volari’nin doğusuna ilk yolculuğunda duymuştu adını. Gemisi batmak üzereyken tek gözlü kaptanın duasıydı “Tayfun koru bizi.”. İronik ve gülünç bulmuştu bunu o zamanlar, adam fırtınadan kurtulmak için tayfundan medet ummuştu. Belki de Dagor bugünleri Thaleon’a borçluydu. Anıları onu gençliğine götürdü, nasıl da korkmadan izlemişti şimşeklerin ardı ardına düşmesini. Yağmur on metre ilerisini görmesini engelliyordu, uzun saçlarını da yüzüne yapıştırmıştı. Deniz, sema ve saçları aynı renkteydi, siyah. Geminin pruvasını bile ancak yıldırımın ışığı altında görebiliyordu. Bulutlar birbirine dolanmış kocaman sinirli yumaklar gibiydi. Mürettebat güverteden düşme riskine girmezken Dagor bu tehlikeyi birkaç kez atlatmıştı. Kaptanın bütün pis küfürlerini Dagor tek başına dinliyordu. Gemi her yalpaladığında yaratıcı bir yenisini ediyordu adam. Yüzüne hafif bir gülümseme geldi, cesurdu o zamanlar, gemi batsa bile yüzerek kurtulacağına inanıyordu, kaptan bunu öğrendiğinde “İki gözüme bahse girerim ilk defa bi’ gemiye bugün ayak basmışsındır.”dedi. “Bi’ de o belindeki yüzerken yükten başka bir şey olmaz.” Kaptan elindeki pusulasını şak diye kapattı, artık pek bir faydası yoktu. Haklıydı ilk defa gemiyle seyahat ediyordu Dagor, adamın onu toy görmesini görmezden gelmişti, ama iddiasının tutarsızlığını yüzüne vurmayı ihmal etmemişti. İki gözüymüş…

Güneşin eksikliği zirveye mor bir hava katmıştı. Zaman saçlarına biraz gri eklemiş onu hissettiğinden daha ihtiyar göstermeye başlamıştı. Dagor kılıcını bir kez daha tuttu, o zamanlar bırakmamıştı onu, henüz bırakmaya niyeti yoktu. Anısını sonunu duymak istediği bir hikâye gibi devam ettirdi kafasında.
Şimşeklerden biri yelken direğine düşüp güvertede güzel bir delik açtığında Dagor’un fikirleri biraz değişmişti, kaderin gözünün içine bakmak kolay iş değildi. İşte tam orada olmuştu her şey, tek gözünün yerinde kapkara, o an havanın olduğundan daha kara, bir boşluk olan adam yenilmiş görünmüştü. O adam savaşmıştı, hem de iyi savaşmıştı, mürettebatı onu bırakıp ölmeyi yeğlediğinde durmamış, yelkenler yırtıldığında ve gök patırdadığında yılmamıştı ama o delik iyiye işaret değildi, sanırım. Hala gemilerden pek anlamazdı. Orada duymuştu adını, kaptan elini dümenden çekmeden diz çökmüş “Tayfun koru bizi.” diye fısıldamıştı. Bir süre boyunca daha fırtına onları sürüklediğinde kaptan ölmeye hazırlanıyor görünüyordu. Dagor vücudundaki bütün kasların zorlu bir yüzmeye hazır olup olmadığını kontrol ederken gemi yalpalamayı bırakmış, yırtık da olsa yelkenleri yeniden şişmişti. Şaşkınlık ve sevinçle ayaklanan kaptan boğazını yırtacak gibi bağırmıştı “Alesta aborda.” Bunu duyan, ölmeye meyilli adamları saklandıkları deliklerden sevinçle çıkmışlardı ve çok geçmeden kıyıya ayak basmıştı Dagor. Bu kadar rahatladığı nadir olmuştu. Etrafına ördüğü duvarları kırmaya çalışan korkunun yok olmasının rahatlığıydı bu.
Hatırasını detaylandıramamış, aceleye getirmişti çünkü Mavi Kış ayağa kalkmış ona doğru yürüyordu, gördüğünden bilmiyordu, yalnızca kulakları ona çok az yalan söylerdi, bu sefer gerçeği söylüyorlardı, hafif ayaklı biri ona doğru geliyordu. “Neden bu kadar iyi duyabildiğini hiç merak ettin mi komutan?” dedi. Dagor ayağa kalkıp kraliçeye dönerken, beş adım kadar uzaktaydı, mavi gözleri kararlıydı. Sesi… Sesinin müziği değişmişti, sertleşmişti ve sorusuna cevap beklemiyordu. Dagor dinledi. “Neden dünyanın bir müziği olduğunu sandığını veya neden şimdi içimdeki hiddeti senin de hissettiğini merak ettin mi?” Şaşırmıştı Dagor, ama gerçekti, Mavi Kış’ın gözlerine yansımayan kor kızıl öfkesini hissediyordu. Rüzgârda onu yakalamaya gelen eller olduğunu sandı, etrafındaki hava şekil almıştı sanki Mavi Kış devam etti “Varsanı değil, gözlerine inan, kalbini söküp alacak eller görüyorsun.” Hayır dedi Dagor kendine rüzgâr şekil almazdı, Mavi Kış’ın işiydi bu, gözbağıydı yalnızca. Etrafındaki hava onu kaskatı duvar gibi sardı. Hareket edemiyordu kılıcına uzanmaya çalıştı, imkânsızdı. Eller kaybolmuştu ama etrafındaki duvar gerçekti. Kafasının da aynı katılığın içine girdiği hissetti, bir an sonra nefes alamıyordu. Ciğerleri yarı dolu kalmış ne bırakabiliyor ne de alabiliyordu havayı. Izdırap içinde kıvrandı, bağıramıyordu, hareket edemiyordu, nefes alamıyordu. Göğsünün yandığını hissetti, kalbi çırpındı, biraz hava için haykırdı son kez ve yavaşladı atışları, görevini yerine getirmeyi bırakacaktı az sonra, yalnızca birkaç kalp atımı süre kadar sonra. Bir his canlandı içinde, başka bir canlının varlığı, uyanış gibi bir şey, tutması duman kadar zor bir his. Etrafındaki duvar dağıldı, yarım kalan nefesini tamamladı ve susuzluğunu gidermek ister gibi doldurdu havayı ciğerlerine, canlıydı hem de hissettiği bu yeni şey yüzünden her zamankinden daha canlı. Mavi Kış’a baktı, şimdi gözleri beklenti doluydu, ufak bir şey daha vardı beklentinin hemen arkasında hazır bekliyordu, Dagor’un ona saldırma ihtimaline karşı. Bu yarı karanlıkta bile gözlerinin mavisi, saçlarının sarısı seçilebiliyordu, Dagor anlamıştı, Mavi Kış onu sınırına kadar itip kendini savunmasını istemişti ama hayır anladığınız şeyler sizin üzerinizde işe yaramazdı. Mavi Kış şaşırmış göründü, Dagor’un tepkisi gecikmişti, her geçen an şaşkınlığı umutsuzluğa kayıyordu. Dagor zekiydi, övünmekten ve övülmekten hoşlanmazdı ama gerçek buydu zekiydi ve Mavi Kış’ın denediği şey ancak Dagor’dan daha az akıllı adamlarda işe yarardı. Burada Dagor bir adım daha öteyi görebiliyordu kraliçenin aklını okuyabiliyordu, Dagor’a yeteneğini kullanması için bir araç vermek istiyordu ve başarmıştı, bunu onu öldürmeye çalışarak yapmamıştı.

İçindeki hafifliğe, huzura ve bütünlük duygusuna tüm gün çalışırken alışmıştı, bunu ona Mavi Kış sağlıyordu, güç halkası demişti ve önemli olan o değildi. Dagor kılıcını çekti, kendinden yaşlı ve kadim bir andaçtı elindeki, atalarının kılıcıydı, ilk savaşı görmüştü ve ardından pek çok savaşta hizmet etmişti. Çeliği parlaktı, kenarları her gün bilenmese de keskindi, kıvrılmıyordu, düzdü ve ucu üçgen biçimindeydi. Dik tuttu kılıcını ileriye doğru ve hissetti, etrafındaki tüm varlığı olduğu gibi kabul etti, can, her yer yaşam doluydu, tepenin bu kadar sessiz olması mükemmel bir çelişki oluşturuyordu; aynı anda birkaç çığ oluşturacak ses olmalıydı burada. Ancak onlar cisim değildi. Dagor emretti. Kılıcına boyun eğmelerini ve ona itaat etmelerini söyledi. Var olan bütün inancıyla yankılattı zihninde bu fikri ve iradesini güçlü tuttu, esen rüzgârlardan biri, artık onları net görebiliyordu, şeffaftı ancak suyu gördüğü kadar iyi görüyordu, kılıcının etrafında dolandı ve birçoğu Dagor’un vücudunu sarmaya başlamıştı. Yabancıyı tanımak için sokulan bir hayvan gibiydi. Kılıcının ağırlaştığını hissetti, bir dağ kadar ağırdı kılıcı, bağırdı, kılıcını dik tutmaya çalıştı ve sesinin yankılandığını duydu, tepe rüzgârlarla sarsılıyordu, yerdeki karlar havalanmış tipi oluşturmuştu. Beş metre ötedeki Mavi Kış görünmüyordu, etrafında kardan bir hortum vardı sanki. Dagor inanmayı bırakmadı, kendine inandı, içindeki huzurun kırılmayışına inandı ve bir dağı elinde tutarken bile ne kadar sakin olduğuna inandı, en önemlisi Mavi Kış’a inandı, sesi kulaklarındaydı bir fısıltı gibi “Var olanı yönlendirmen gerek, güç yalnızca iradesi sağlam olana boyun eğecektir. İçindekini keşfet, izin ver kendine, kendin olmana izin ver, artık mutluluğunu ancak orada bulabilirsin.” Kılıcına baktı, rüzgâr etrafında toparlanıyor, sarmaşık gibi sarılıyordu. Göğsünde hissettiği kendinden öte diğer canlıyı, canlı mıydı o, bilmiyordu, adını da bilmediği bir şeydi; yakaladı onu, dumanı yakalamak gibiydi ama becermişti bu sefer, tuttu ve kılıcına itti onu zihniyle. Etrafındaki kardan fırtına büyümeye devam ediyordu. Kulakları rüzgârın ve Volari’nin müziğiyle doluydu. Kılıcı hafiflemeye başlamıştı, rüzgârlar yavaşladı ve dağıldı. Dagor yere yığıldı. Yüzünü yalayan hafif bir rüzgâr kalmıştı tepede, huzurlu bir uykuya dalmak üzereydi. Gökyüzünde sayamayacağı kadar yıldız vardı ve çok uzakta parlak bir toz bulutundan ibarettiler. Dagor’a hiçbiri uzak gelmiyordu, sanki hepsiyle bağ kurmuş gibiydi, evren onunla konuşmuş gibi. Karların içindeki kafasını sola yatırdığında dolunayı ve onun önünde Mavi Kış’ı gördü. Ayağa kalktı, bu artık ömrünün yarısında bir adamın ağır kalkışı değildi, hızlı ve çevikti, rüzgârı arkasına almıştı ve hiç zorlanmadan taşıyordu vücudunu. Mavi Kış’a doğru yürüdü ve “Teşekkür ederim.” dedi. “Ben teşekkür ederim Dagor.” dedi Mavi Kış ve ekledi “Gözlerinin gri olduğunu fark etmemiştim.” “Karanlıkta gri oldukları belli…” lafını Mavi Kış yarıda kesti “Benim gözlerim de böylesine mavi değildi.”. Güldü, bu sefer gerçekti, nezaketen değil, gerçek bir gülüş, içten, iç ısıtan bir gülüş ve gözlerindeydi. Dagor da güldü, hatta kahkaha attı, yankılandı kahkahası orada ve Kurtuluş Dağı dendi oraya.
“What is history but a fable agreed upon?”
-Napoléon Bonaparte


"He saw it in her eyes. The anguish, the frustration. The terrible nothing that clawed inside and sought to smother her. She knew. It was there, inside. She had been broken.

Then she smiled. Oh, storms. She smiled anyway.

It was the single most beautiful thing he’d seen in his entire life."

Çevrimdışı BlackOut

  • **
  • 71
  • Rom: 1
  • Mantık kontrolü eline aldığında insanlık ölür.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Küçük Fedakârlıklar
« Yanıtla #1 : 14 Şubat 2016, 20:16:57 »
Tek mesaja sığmadığını yeni farkettim, sonradan silinmiş sanırım bu yüzden.
Spoiler: Göster
Savaşçının Kanı
   Savaşçının Kanı
   “Olmaz.” diye diretti Dagor. “Ne zamandır hayatlar bu kadar kolay feda ediliyor?” bir soru değildi, sitemdi. Mavi Kış ocağın yanı başına bağdaş kurmuş oturuyordu. Hafif yanan ateş boş tahta duvarlara gölgeler düşürmüştü. Dagor pencereye yürüdü, ahşap kulübenin sıcağı camı buğulandırmıştı. Son birkaç saattir Mavi Kış’a adamları sırf kendine zaman kazandırmak için ölüme sürmemesi gerektiğini anlatıyordu. Bu yalnızca onur değildi, savaştan anlamayan biri bile asker kaybetmenin eksilerini görürdü. Karşısındaki Mavi Kış’tı, ilk savaş dedikleri savaşta bulunmuş, anlatılana göre savaşı kazandıran da o olmuştu, hatta söylentiler koca orduyu tek başına yendiğinden bile bahsederdi. Dagor konuşmanın daha iyi geçeceğini sanmıştı. Büyük hata, karşısındaki hem inatçı hem de akılsız gibi davranıyordu. Bu cümleleri Mavi Kış için kuracağını biri söylese adamın aklından şüphe ederdi.
 İlk savaş eskiydi, tarihti, Mavi Kış’ı iki yüzünden büyük yapıyordu bu. Döndü ve kraliçeyi izledi. Ellerini kucağında birleştirmiş onları inceliyordu, en fazla otuz yaşında göründüğünü düşündü, imkânsızdı. Dagor da garip şeyler görmüştü belki bugün kendi yaptığının yarısı kadar garip, ama Mavi Kış başlı başına bir muammaydı. Şöminenin bir kıyısında sarı saçlı kadın, diğer kıyısında kılıç vardı. Tuğlalara dayanmış siyah kınında uyuyor gözüküyordu. Kabzası gümüş grisi parlak cevizdendi. Dagor’un yakalayıp kılıca ittirdiği his rüzgâr özüymüş. Mavi Kış’a anlattığında böyle demişti. Yalnızca tutabilmek önemliymiş aslında öyle kılıcına itmeye gerek yokmuş. Yine bir işi düzgün beceremedin Dagor diye payladı kendini. Düzgün olmamıştı çünkü rüzgâra çobanlık yapabilmesi için kılıcına ihtiyacı vardı. Çobanlık, Mavi Kış bugün ilk denemelerinde konuşurken söylemişti, gücü güdüp, yönlendirmenin adıymış. Yeni mertebesi yalnızca yaptıkları işin benzetme bir ismiydi. Çoban nasıl sürüsüne sahip çıkar yönlendirirse rüzgârın çobanı da aynısını yapabiliyordu. Çoban zararsız bir benzetmeydi, ancak yetersizdi çünkü yaptığınız iş size pek zararlı şeyleri yapmakta yardımcı olabilirdi. Rütbeyi isimlendiren insanlar alçak gönüllü davranmış olmalıydı. Henüz yeteneğinin neler yapabildiğini bilmiyordu; ama bunlar Dagor için önemli değildi. Ne yeni unvanı ne de becerebileceği yeni numaralar. Önemli olan Mavi Kış ona izin verdiğinde hissettiği mükemmeliyetti. Bu sanki ömrünüz boyunca aradığınız cevapların boşa olduğunu keşfetmekti. Hayatınıza bir amaç vermek için harcadığınız tüm saatlerin gereksizliğini görmekti. Çocukken her şeyin size yeni ve öğrenilecek olmasının merakı, gençliğinizde aradığınız heyecanlar, olgunluğunuzda evlatlarınızda bulduğunuz sevgi, zafer meydanında üzerinizden kalkan yük, kılıç kullanırken odaklanmanın verdiği zihinsel boşluk ve daha fazlası yalnızca birer tadımlıktı. Gerçeği ise Dagor’un kılıcındaydı şimdi.

Ocağın ateşi harlanmıştı, camda yansımasını izliyordu, kırmızıydı. Mavi Kış’ın kalktığını yeni fark etti. “Üzgünüm...” dedi Mavi Kış, üzgündü, havada hissediyordu Dagor, havanın taşıdığı her şeyi daha iyi algılayabiliyordu, oldum olası böyleydi bu. Sessizlik sürdükçe büyüdü hüzün, büyüdü ve göğsüne ağırlık çöktüğünü sandı Dagor, bu nasıl bir yüktü, yürek dayanmaz bir hüzün kapladı küçük kulübeyi, ateş büzüldü acıyla, dağları çatlatacak bir acı kesmişti hüznü, keskin bıçak gibi saplanmıştı sessizliğe, pişmanlık ve özlem doluydu. Yıkılmak istedi olduğu yere, Dagor’un vücudu ancak ayakta kaldı, taşıyamıyordu yüreğini, ağırdı kurşundan dağ gibi. Boğazına bir yumruk oturdu, yutkunduysa da geçmedi, gözlerinin ısındığını hissediyordu, kontrol edemediği bir doluluktu gözlerine yürüyen. Yaşlar yüzüne aksa temizler miydi bu hüznün izini. Aniden o kıpırtı geldi, yapbozun son parçası geldi oturdu yerine, daha canlıydı Dagor Sartaganas, daha gençti ve üzerindeki yük kalkmıştı. “Üzgünüm” diye tekrarladı. Mavi gözlerini yerden Dagor’a çevirdi “Ve özür dilerim. Özür dilerim seni bu yola soktuğum için, sana bu tatlı hissi verip kullanmayı öğretemediğim için, özür dilerim seni savaşa sokacağım bir kılıç gibi eğittiğim için, kardeşimin bu topraklara getirdiği kan ve karanlık için özür dilerim.”. Dagor’un ekleyecek bir şeyi yoktu. Pişmanlığı ve özlemi görmüştü sözlerinde, acının kaynağını. Tam bir özür listesi dinlemiş hepsini tek tek kabul etmişti. Anlayan gözlerle bakmıştı Mavi Kış’a çünkü insanların bazen tek dilediği anlayan bir kalp ve yoldaşlık olurdu sözlerinin yanlış olduğunun yüzüne vurulması değil. Sonuna kadar yanlış olsa bile. Mavi Kış’ın yaptığı bu şey Dagor için büyük şerefti. Onunla acısını paylaşmış, çekinmemiş olduğu gibi hissetmesine izin vermişti. Keşke söyleyebilseydi gönlündekileri, dökebilseydi Mavi Kış’ın yaptığı gibi kalbindeki huzuru ortaya. Evet, huzurluydu Dagor, çoğu insanın diken üstünde yaşadığı hayatına benzemezdi onunki. Peki, doldurur muydu onun acısı gibi odayı? Merhem olur muydu bu hüzne? İçten içe olmayacağını biliyordu, fazla derindi, gözyaşıyla değil kalp sancısıyla anlatılacak bir acıydı. Biliyordu çünkü hissetmişti sol yanında. Ne sarıldı Mavi Kış’a ne de karşılıklı ağladılar, zaman bu işlerin zamanı değildi. Zaman dardı, cehennem üstlerine yürüyordu ve karar verilecekti. Kan akacaktı. Savaşçı kanı.

Güneş kulübenin tek camından içeri vurdu. Havadaki tozların uçuşunu gösterdi ve Dagor’un sakalındaki grileri ortaya çıkardı. Gözlerinin grisini gördü camda ve yorgun göründüğünü fark etti. Kendini toparlamaya çalıştı, düşünceli halinden ayrıldı, düşüncelerine dalınca dünya soluyordu etrafında. Dik oturdu ve izledi. Ateşten geriye şöminede sadece korlar kalmıştı. Mavi Kış Dagor’un ucunda oturduğu sedirde uzanıyordu. Dagor sabaha kadar uyumamıştı ve kraliçesinin de uyumadığına emindi, uyuyan insanların nefesleri derinleşir, yavaşlardı. Mavi Kış yalnızca gözlerini kapatmış ve uzanmıştı orada. Tekrar dışarıya baktı, kulübe karsız ve ormansız olan sarp kayalık üzerindeki nadir düzlüklerden birine kurulmuştu. Rüzgârdan korunaklı, ormana yeterince yakındı, bunu yapan adam işini biliyordu. Güneş ufku sararttığından beri etrafta bir gariplik vardı. Bir ara Mavi Kış’la konuşmayı bile düşünmüştü. Hani bazen kötü bir şey olacakmış gibi hissedersiniz ama bir türlü olmaz ya, öyle boş bir gariplikti. Boşa olması gerçek olduğunu değiştirmiyordu ne yazık ki. Mavi Kış’ın aniden kalktığını gördü, kapıya doğru gitti ve dışarı çıktı. Dagor da peşinden dışarı yöneldi, kapıdan kafasını uzatınca Mavi Kış’ın birine sarıldığını gördü. Adamın kısa saçları ve teni buğday rengiydi ve Dagor’dan bir karış uzundu. Sarılma kısa sürdü ve Dagor, adamın daha da uzun olduğunu sarılmak için eğildiğini fark etti. Çenesi Dagor’unki gibi köşeliydi ancak sakalı yoktu. Adamın gözleri Dagor’a takıldı ve onu en az kendisinin incelendiği kadar iyi inceledi. Dagor’la göz göze geldiler ama onlar birer göz değil bulut parçasıydı, mükemmel bir griydi ve bulutlar gibi her yerde aynı renk değildi. Adamın rüzgâr özlü olduğunu görmeden önce de iyi anlaşacaklarını sezmişti zaten Dagor.
Adam elini uzattı, el sıkışı sertti, bileğinden yukarı bir yara izi uzanıyordu, ne kadar ilerlediğini bilmiyordu Dagor çünkü adamın kahverengi gömleği dirseğindeydi. Mavi Kış eğilerek önden içeriye girdi, arkasından adam ve en arkadan Dagor. Kapıyı kapatıp döndüğünde adamın kılıcı eline alıp kınından çıkarmadan tuttuğunu gördü. Mavi Kış “Thaleon” diyerek kılıcı ve Dagor’u sırayla işaret ettiğinde adam oyuncağını başkasına uzatan bir çocuk gibi davrandı. Dagor kılıcını alıp beline bağladı, demek Thaleon’un karşısındaydı şimdi de, iki gün iki hükümdar.

Thaleon farklıydı, Mavi Kış’a bağlı olsa da, çünkü küçüklüğünden beri anlatılan hikâyelerini dinlediği asil kadındı o, Thaleon’a can borçluydu. Thaleon gidip Dagor’un pencere kenarındaki yerine oturdu, Mavi Kış da sedire çıkıp bağdaş kurdu. Thaleon derin bir nefes aldıktan sonra “O kılıç harika, içindeki güç…” durdu ve iç geçirdi “İçindeki güç inanılmaz.”. Mavi Kış’a döndü “Şanslısın onu benden önce bulmuşsun, daha önce karşılaştığımızda bu kadar güçlü değildi.” diyerek Dagor’u kastetti. Dagor da öylece dikilmekten vazgeçip sedirin karşı ucuna oturdu, ancak kılıcı rahat vermeyince onu belinden çıkarıp yanına koydu. İçerisi yeterince aydınlanmıştı, daha önce de takdir ettiği gibi bu kulübeyi yapan adam biliyordu işini. Gün ışığından da iyi yararlanıyordu. “Küçük kardeşim Thaleon.” dedi Mavi Kış “Seninle tanıştığına ne kadar memnun olduğunu gözlerinden anlamışsındır.”. Dagor hafifçe gülümsedi ve Thaleon’u kafasıyla selamladı. “Seni o gün gemide bırakmayacaktım.” diye yakındı Thaleon. “Alacaktım yanıma ve Volari’nin gördüğü en kudretli muhafız yapacaktım.” sonra kendi dediğini beğenmeyip burun kıvırdı. Dagor eğlenmişti, adamın sesi pesti ve tonu ancak eğlenmeyi bilen birinin sahip olduğu bir tondu. Oturup saatlerce boş şeylerden türettiğiniz, en iyi arkadaşınızla sahip olduğunuz eğlence. Bu çabuk samimiyeti Mavi Kış sağlıyordu, yeni tanıştığınızda hep böyle olur. Sizi tanıştıran insan önemlidir, tabii bir de bilemediğiniz o çekim vardır ya da itim. “Sağ ol.” dedi Dagor “Kırk yıl gecikmiş bir teşekkür ama yine de…”. “Bana değil Fare’ye teşekkür etmelisin.” dedi Thaleon “Başka kaptan olsa o gemiyi yardım isteyecek kadar bile tutamazdı, neyse ki Fare adının hakkını verir, kapana kısılmadıkça ölmek gibi bir huyu yoktur.” güldü. Sonra bir şey fark etmiş gibi yeniden konuştu “Aslında o sana teşekkür etmeli, eğer o gemide sen olmasan geminin orada olduğunu sezemezdim. Hava gezip kontrol etmeye uygun değildi, hatırlarsın.”. Dagor kafa salladı. Güneş Thaleon’un saçlarını ve sakalını altın sarısı yapmıştı. Yüzünün güneşi almayan tarafında ise gözü çarpıcı bir şekilde griydi. Sezmek dedi kendi kendine. Birkaç saattir içindeki o boş hissiyat bundan kaynaklanıyor olmalıydı.“ Sabahtan beri etrafta dolanan sen miydin?” diye sordu aniden, kabaca ve içten. “Ah, evet…” dedi Thaleon bir şeyler söyleyecek gibi olup durdu, sanki en önemlisini söyleyip kelimeleri boşa sarf etmek istemiyordu. “Yeteneğin muazzam, çığ gibi büyümüş, çığları durduracak kadar büyümüş ama rüzgâr ateşi söndürmeye yetmez ve karanlığın umurunda bile değildir.”. Aniden sadede gelmişti, başkası olsaydı en az yarım saat boş konuşurdu. Bu söz Mavi Kış’tan ve Dagor’dan birer kaş çatış kazandı. “Kızmayın hemen.” deyip pencereden dışarıyı izlemeye koyuldu. Herkesi düşünceli bir hale sokmuştu. Hedefi de buydu, düşünmek, çünkü insanların zor durumlarda düşünmeye itilmesi gerekirdi. Bazı insanların, bazı küçük kalabilir burada büyük bir çoğunluktan bahsediyoruz, insanların birçoğunun zor duruma düştüklerinde yaptığı, felaket kapılarını çalana kadar görmezden gelmektir. Bence o insanlar yalnızca en büyük hayalperestlerdir, onlara açık açık meydan okuyan belanın şans eseri toz olup gideceğini umarlar. Kimseyi suçlayamazsınız bu konuda, belanın toz olup gittiği çok nadirde olsa görülmüştür ve insan beyni için en minik örnek bile umut etmeye yetecek açık kapı bırakır. Ne yazık ki Dagor hiçbir zaman bu çoğunluğa dâhil olmadı, aslında hiçbir çoğunluğa dâhil olmadı. Yalnızdı tüm hayatı boyunca, kalbinin en derininde, kemiklerinde, beyninin her köşesinde biliyordu yalnız olduğunu. Bu sade bir yalınlık, teklik durumu değildi. Zaten dışarıdan bakıldığında tek de değildi, çocukları, sorumluluğu ve işi olan düzgün bir adamdı. Düzgün, yalnız bir adam. Bu yalnızlık elle tutulacak kadar gerçekti, üzücü değildi çünkü Dagor yakınmıyordu bundan. Kaderiydi ve onunla dost olalı çok oluyordu. Lafını etmeden olmaz Dagor’a birçok şey katmıştı bu kader. İnsanları bir bakışta tanımak, on saniye içinde on yılda öğrenilecek kadar çok şey görmek. İzlemek, öğrenmek hem de iyi izleyip iyi öğrenme yeteneği katmıştı ona. Ne zaman konuşması ne zaman susması gerektiğini de onunla öğrenmişti. Var olduğu bugünkü adamı o yalnızlık yaratmıştı, tam merkezindeydi her şeyin. Diğer insanlar da nasıl oluyorsa biliyordu, bela Dagor’dan hep uzak durmuştu. Ne de olsa kendinizi geliştirdiğiniz tek anlar yalnız olduğunuz zamanlardı, en azından Dagor için öyleydi ve o yalnız zamanlardan bol bol bulmuştu. Yeteneğin çığ gibi büyümüş diye tekrarladı Thaleon’u, büyüyen yetenek değil Dagor’un kişiliğiydi. Kullanıldıkça parlayan demir gibi pası dökülmüştü özünün etrafındaki.   

Yeni bir sistemi inceliyordu Dagor, küçükken aldığı derslerini hatırlayarak inceliyordu, birinci adım yalnızca gözlem yapmaktı. Gözlem Kurtuluş Dağı’nın tepesinde saatlerce çalışırken yapılmıştı. İkinci adım hipotez ve üçüncü adım deneydi. Hipotezi gücü kullanmak için bir araca ihtiyacı olduğuydu, deney ise doğruluğunu kanıtlamıştı. Topladığı bilgiler ise Mavi Kış’tan geliyordu. Sistem ise ana hatlarıyla şöyleydi: Siz bir özle doğardınız, ruhunuz veya buna birçok isim verilmiştir ka, ahu, psyche, ki, parana, ama bunlar var olan şeylerdir zaten tanımlanmıştır. Dagor’un işine yaramayacak şeyler. Dagor’un söylemek istediği, toplumların isimlendirmeye çalıştığı o şeyin var olmadığıdır. Ruh dediğiniz kavramın var olduğunu birçoğunuz tartışmadan kabul edecektir, tüm toplumların öğretisi bu yöndedir ama insanların tamamı ruh dediği o kendinden öte şeyi tanımlayamayacaktır çünkü yoktur öyle bir şey. Dagor her zaman yazmak istediği kitabını yazar gibi düşünmeye başlamıştı. Bundan vazgeçip daha samimi düşünmeye başladı, kendi düşünceleriyle konuşabiliyor olması ruh denen bilincin varlığını reddettiğini yalanladığını düşündürdü. Düşünmeye devam ettiğinde ise reddettiği şeyin ruhun var oluşu değil tanımlanabilir sanıldığı olduğunu gördü. Evet, bugün sahip olduğu gücün kaynağı bir özdü, ruhtu ama hayır bir adı yoktu onun, insan beyni algılamak için isimlere ihtiyaç duyardı bu yüzden her şeyin ismi vardır. Kafasındakiler küçük bir kedinin dağıttığı ip yumağı gibi olmuştu. Bir adamın bilgeliği veya bilge bir adam bu düğümü çözmeye yeter miydi bilmiyordu. Sistem şöyleydi, siz öz diyebilirsiniz, o isimsiz şeyle doğarsınız. Zamanla büyür öğrenirsiniz, özenirsiniz, bazılarınız kıskanır, hepimiz severiz ve bu doğal şeyler o öze karışır. Bir kâse suya döktüğünüz boyalar hayal ettiniz umarım. Özünüz hep aynıdır, bazen koyulaşır bazen berraklaşır, temizlenip kirlenebilir. Üzerine eklenenler kişiliğinizdir, bir kere eklendi mi asla eskisi gibi olmayacaktır öz. Kısacası sizinle yaşar.

İşin uygulama kısmında ise bilinen dört farklı görünümü varmış özün. Kar, fırtına, tamu veya kristal mavi olurmuş. Dagor da duyduğunu anlatıyordu, gözüyle görme fırsatı bulamamıştı. Aklınızda soyut kalmasın, özünüzü sever onda huzur bulursunuz, yağmur veya kar yağdığında, ateşin karşısında otururken bulduğunuz huzur. Bu kadar basit mi? Ben de bilmiyorum diyerek itiraf etti Dagor okuyucusuna. Hâlâ o kitabı yazar gibi konuşuyor olması fikirlerine pek de pranga vuramadığını gösterdi. Biraz daha basitçe anlatmak gerekirse, Dagor küçüklüğünden beri rüzgârın yüzünü yalamasına bayılırdı. Yaşadığı yıllar boyunca gördü ki bazı askerleri yanan ateşteki kıvılcımı izlemeyi severken bazıları masmavi gölün kenarında beş dakika geçirmeyi seviyordu. Bazıları karanlıkta uyurken kimisinin ışıkta yattığını gördü, kimisi kar yağdığında sevinçten dışarı fırlarken, bir başkasının aynısını yağmurda yaptığını. Bunlar sizin doğdunuz özlerdi, sevip sevmeyeceğinizi siz seçmemiştiniz, bir baktığınızda görmüştünüz ki yağmur yağdığında seviniyordunuz, sanki evinize dönmüş gibi; ya da yanan ateşin dansını izleyip odunun çıtırtısını dinlemek size huzur veriyordu. Yine uzun lafın kısası özün pratiğe bu geçişi size bir güç sağlıyordu. Buradan sonrası Dagor için de bir muamma çünkü o da nasıl kullandığını bilmiyordu. Yine lafı kısa kesmiş, detaylandıramamıştı, etrafındaki insanlar hep böyle yapmak zorundaymış gibi davranıyordu, Dagor’un kitabını yarım bırakıyorlardı.

Thaleon karşısına gelmişti, tepesinde dikiliyordu, düşüncelerine dalınca etrafın solmasından nefret ediyordu Dagor. Adamın ayaklandığını fark etmemişti. “Neler yapabiliyorsun?” diye sordu Dagor’a “Hortumlar yapmayı denedin mi?”. “Hayır.” dedi Dagor “Mavi Kış’la birlikte çalışıp buz fırtınası oluşturmayı planladık.”. “Doğru” kafasını salladı “Doğru, ablamın hep bir planı vardır. Geceyi Getiren’le nasıl başa çıkacağınızı da düşündünüz mü?”. Küçümser ve inanmaz bir tavırla söylemişti.
Birincisi planı Dagor bulmuştu, tüm gece orduyu dağıtmanın en kısa yolunu aramıştı ama bunu düzeltmek yerine ikinciye geçti “Biz başa çıkacağımıza göre senin bize katılmayacağını varsayıyorum?” dedi. “Evet” dedi Thaleon, var olan en doğal gerçeği söylemişti sanki “Kendi ülkemi savaşa sokacak değilim. Zaten gelip yardım etsem de bir fark yaratacağıma inanmıyorum.”. Dagor bu yorumu dikkatle değerlendirdi ve sonuçta kan beynine sıçramıştı. Ne demekti bu, nasıl fark yaratmazdı Thaleon’un onların tarafında olması, Fırtınaların Gözetmeni nasıl bir hiç gibi değerlendirirdi kendini.


Spoiler: Göster
Karanlığın İçine
Bilmediğiniz şeyleri gözünüzde büyütürsünüz, Dagor bunu ancak Mavi Kış’ın gösterisinden sonra anlamıştı. Hafif bir rüzgâr pelerinin alt kısmını dalgalandırdı. Durduğu yerden askerlerin hazırlıklarını izleyebiliyordu. Düzenli sıralara giriyor, kılıçlarını kontrol ediyor, yaylarını geriyor veya dikkatlice rüzgâr koşucusunu dinliyorlardı. Komutanlarını diye düzeltti aklında. Karanlık üstlerine yavaşça çöküyordu, son aydınlık ufuktaydı. Beş bin belki biraz daha fazla adam vardı. Dagor’un kampındakinden on kat daha fazla, zeki bir adamın dünyayı fethetmesi için gerekenden ise biraz daha az. Askerlerin çadırları geride bırakılmıştı çünkü savaşı beklemeyeceklerdi. Bir veya iki saatleri vardı. Yaşamak için iki saat daha. Belki dedi kendi kendine, belki gözlerinde büyütüyorlar bu adamı, Dagor’un Thaleon’u gözünde büyüttüğü gibi. Dagor sinirlenip Thaleon’u zorla savaşa sokacak gibi göründüğünde Mavi Kış çözümün ispat olduğuna inanıp güçlerini karşılaştırmalarına izin vermişti. İkisinin de güç kaynağı aynı olduğunda yapılabilen bir kıyas. Sonuç Dagor’u yalnızca şaşırtmamış aynı zamanda utandırmıştı. Kendi gücü kükreyen bir aslansa, Thaleon’unki henüz anne sütüne muhtaç bir kedi yavrusuydu. Okyanus ve bir bardak suydu. Kum tanesi ve kumsaldı. Utanmasının ise bir nedeni yoktu, adam ne gücenmiş ne de gocunmuştu bu durumdan, yine de Dagor öyle anları yaşamamayı tercih ederdi. Kraliçenin çadırına döndü, komuta merkezi haline getirilmişti. Küp gibi yükselip çatı kısmında alçak bir piramit oluyordu. Kapısında iki muhafız uzun mızrak ve yuvarlak kalkanlarıyla bekliyordu. Mızrağın ucu boylarını aşarken sapının kafa hizasında koyu yeşil püskülleri vardı. Püsküller ancak çadır kapakları dalgalandıkça sızan sarı ışıkla görünüyordu ve sadece kraliçeye itaat ettiklerini bağırıyordu. On dakika önce çıktığı çadıra Dagor’u uzunca bir sorguya çekmeden geri almayacaklarını söyleyen birer yüz ifadesi takınmışlardı.

Kılıcının gümüş gri kabzasına elini koydu, bunu yapmak ona dik bir duruş ve keyif veriyordu. Askerleri izlemek için çadıra arkasını döndü. Solunda dün özünü dürtükleyip keşfettiği dağ vardı, kırık uçlu olan. Uzaktaydı ancak yine de görünüyordu. Sağında ise Yeis'in ovayı kucaklayan son dağını görüyordu. İki zirve arasında eğik bir çizgi çekerseniz vadinin kapısını işaretlemiş olurdunuz. Burası özellikle seçilmiş bir yerdi, kuzeyde iki dağ sırası arasındaki tek girişi olan bir ova, düşmanınızı kapıda karşılayabileceğiniz bir yer. Dagor haritada dağları hep dişlere benzetirdi, şu an bulundukları düzlük ise dişlerin kapanıp hasmınızı ezmenize yardım edeceği yerdi. On Tepe Vadisi. Buranın adını koyan adam Dagor’un durduğu yerde durmuş, çadırın olduğu yöne bakmıştı. Solunda sıradağın on tepesi birbirinin ardına diziliyordu. Sıradağa isim veren adam isim vermeliymiş buraya diye düşündü. Daha karanlık bir görüşe sahip biri yani, Dagor buraya basitçe Ölüm Vadisi diyebilirdi ya da Meşum Ova. Belki baharın solduğu yerdi burası, hayatının baharında ölenler için. İçinde bir şeyin deniz gibi kabardığını hissediyordu. Öfkeydi bu, eski dostu, yanlış şeyleri düzeltemediği için sinirli olduğu zamanlardaki tek dostu. Artık sürekli bir öfke yoktu içinde, yaşamı eskisi kadar sevmiyordu belki, belki de vazgeçmişti. Öfke fırtınalı bir okyanus değil diye tekrarladı babasının sözlerini. Öfke demirci ocağının körüğü diye devam etti kendi kelimeleriyle. Sabah hissettiği, Thaleon’un sezmek dediği duygu içini kapladı. Günün ilk saatinde onu rahatsız eden varla yok arasındaydı, bu ise içinde çağlıyordu. Saniyeler içinde neler olup bittiğini anladı. Bir saatleri yoktu hazırlanmak için, beş dakikaları bile yoktu. Ovanın kapısı tamamen kararmıştı. Arkasına dönüp baktığında ise oraya henüz karanlığın yetişmediğini gördü. Son gelmişti, Geceyi Getiren onlara isminin hakkını vererek geliyordu. Eliyle askerlerin başındaki koşucunun dikkatini çekti, sonra da parmağıyla işaret ederek ufku gösterdi. Ne olup bittiğini anlayan adam son kez ordunun düzenini kontrol etmek için atının sırtına atladı. Okçular ön saflardan yirmi metre gerideyken, onların on adım arkasında da ağır süvariler vardı. Ordunun bir kısmı Dagor’un önünde uzanırken diğer bir kısmı solda bükülerek vadinin geniş kapısını olabildiğince okçu mesafesine almaya çalışıyordu. Bugün Dagor ne piyadeydi ne de komutan. Arkasını döndü ve çadıra hızlı adımlarla yürüdü. Muhafızlar çadır kapaklarını tutarken altı kişi dışarıya çıkmaya başladı. Örme zırhlarıyla ve kılıçlarıyla Dagor’un beş dengi teker teker asık suratlarla geldiler ve Dagor zırhını giymemiş olduğunu o an fark etti. Onların ardından ise zarifçe eğilerek kraliçe mavi kıyafetiyle kapıdan geçti. Adun ve kraliçe dışında hiçbiri Dagor’a dikkat etmedi. Komutanlar hemen atlarının bağlı olduğu yere yönelip, ordunun yanına gitmeye koyuldular. Merkez orduya uzak olmasa da beş bin kişinin diğer ucuna yürüyerek gitmek akıllıca değildi. Hem belki birkaçı cesaret verici konuşmalar yapmaya karar verirse, o zaman o atlar birer kürsü olurdu. Adamlar uzaklaşırken kraliçe Dagor’a doğru yürümeye başladı, reverans yapmalı mı bilemiyordu, bu sefer hiçbir şey yapmamaya karar vermişti. Mavi Kış geldiğinde eliyle yürümeye davet etti ve beraber Dagor’un orduyu izlediği beş metre yüksekliğindeki kardan tepeye çıktılar. Kraliçe ordusunu izleyerek konuştu. “Ben savaşı hiçbir zaman anlamadım. Bulunduğum kaçıncı savaş olursa olsun yine de… Bugün fikirlerimin bazılarını kendime saklayacağım, görünen o ki bir kısmı seni sinirlendiriyor.” ufacık gülümsedi. Dagor hiçbir şey söylemedi, haklıya hakkını vermek gerekirdi. Açık mavi gözlerini Dagor’a çevirdi, üç gündür beraberdiler ve Dagor hâlâ onlardan etkilenmeyi bırakamamıştı. “Ağabeyim” dedi “O bugün benim onunla savaşmamı bekliyor. Öyle olmayacak. Benim ona karşı durmam beyhude olur.” Dagor Mavi Kış’ın gerçek gücünü bilmiyordu, eğer ortak bir öze sahip değilseniz anlayamazmışsınız. Rüzgârla yeteneği ise ancak meltemler kadar kuvvetliydi. Kafasında parçalar yerine oturuyordu, Thaleon’u sezip, güçlerini karşılaştırabilmesi bunun sonucuydu. İlginç olan ise Dagor üstlerine yürüyeni de hissediyordu. Tamu diye düşündü aklında ve sözcüğün tadına baktı düşünürken. Cehennem, ateş ve karanlık, rüzgâr hepsi Dagor’un içindeydi, hepsi ahenkli bir bütündü. Kim olduğunu gözleriyle görebiliyordu, karanlığın orada bir yerde onunla olduğundan şüphe ederdi, artık biliyordu. Gölgelere itip sakladığı kişiliği gerçekti. “Adı Maru” dedi kraliçe aniden. “Bu ismi bilmen benim için önemli, ona unuttuğu zamanları hatırlatacaktır. Anılar güçlüdür; bu isim onun geçmişinden dikkatini dağıtmaya yetecek kadar güçlü bir andaç.”. Ufuktaki karanlık yürüyordu, kırık uçlu dağ görünmez olmuştu. Dagor nasıl yapacağını bilmediği için klasik alaya alma yoluyla aklındakini dile getirdi. “Ağabeyinize hoş geldin demek ister misiniz?”. Mavi Kış’ın hafif kısık gözlerle ona bakması sonuç elde ettiğini gösterdi. “Gücümü kullanmama izin verirsen…” diyerek lafı yarım bırakıp planı kraliçenin algılamasına izin verdi. Bir kalp atımı sürmedi, Dagor harika bir huzur hissediyordu. Bu rahatlık, yorucu ve dolu bir günden sonra yatağınızda, en sevdiğiniz havada en sevdiğiniz kişiyle yürürken, saatlerce güldükten veya ağladıktan sonra hissettiğiniz türdendi. Hayatınızın bir bütün olması ve akla gelecek tüm huzurlu anlardı. Ufukta yürüyen karanlık durdu. Dağların ve ovanın üstüne çöreklenen karanlık öylece kalakaldı. “Tereddüt?” dedi Mavi Kış, sesi şaşkın çıkmıştı. Bana cesaret verdiğini biliyor dedi Dagor’un iç sesi, yalnızca üç saniye daha. Bir an sonra karanlık hareketine devam etti. Yavaş ve kararlı bir biçimde gölge düşürüyordu düzlüğe.

Atlardan bazıları huzursuzca karların üstünde dans etti. Dagor, Mavi Kış’a dönerek “Hazır mısın?” diye sordu. Kafasıyla yavaşça onaylayan kraliçe “İyi dövüş.” diye tembihledi. Dagor söylenmeyenleri okumayı öğreneli yıllar geçmişti. İyi dövüş, bir umuttu burada ve söyleniş tonu korkuyu gizlemek için hafiften alaylıydı. Sorumlu hissettiği için pişmanlık doluydu. Dagor insanların bu şekilde okunmaktan hoşlanmadığını deneyerek öğrenmişti, o zamandan beri kendine saklıyordu bunları. İkisi de önlerinde dizilen beş bin adama odaklandı. Doğal olan karanlık da etkisini göstermeye başlamıştı, güneş ormanın üstünden ufkun altına düşmek üzereydi. Bulutlar gökyüzünü griyle kapatmıştı. Kraliçe ve yanındaki pelerinli adam ordularının arkasında hafifçe yüksekte durmuş yazgılarının üstlerine yürüyüşünü gururla izliyorlardı.
Hava aniden soğumaya başladı, birkaç dakika sonra bazı askerler pelerinlerini çekiştiriyordu. Mavi Kış işine başlamıştı, Dagor’un da yapacakları vardı. Kılıcının kabzasına parmak uçlarıyla dokundu ve rüzgârı davet etti.  Belki yüzeyde olan kimse hissetmedi ama bulutlar onlara neyin geldiğini biliyordu. Hareket ettiler başta usulca, sonra hızlanarak karanlığın üstüne doğru. Birbirine yaklaşan bulutlar arasında şimşekler çaktı. Hava soğumaya devam etti ve ilk yağmur damlaları okçuların üstüne düştü. Dagor odaklandı, bu garipti belki ama kendini Eadyth ile müzik dinlerken hissettiği gibi hissediyordu, hayatında her şeyin tam olduğunu düşündüğü zamanki gibi. Bulutlardan düşen ilk buz parçaları piyadelerin önündeydi. Fırtına başlamıştı. Bulutlar deniz gibi dalgalanıyordu; bu kadar hızlı hareket edemeyeceklerini sanırdınız. Hava giderek soğudu ve buz taneleri büyümeye devam etti. Askerlerin bazılarının dönüp kaygıyla tepeye baktığını yıldırım düştüğünde fark edebildi Dagor. İşine devam etti. Metrelerce yukarıda esen rüzgârın gürültüsü göğün gürlemesine karışıyordu. Dagor rüzgârı ancak Mavi Kış koluna dokunduğunda bıraktı. Piyadelerin yüz metre ötesinde yumruktan büyük taneler yere düşüyor, çarptıkları yerde parçalanıyor ve takırdıyorlardı. Dagor’un son bir işi kalmıştı, rüzgârın avucunun içinden kayıp geçmesini izledi, ancak bu kadar yakınındakini böyle net görebiliyordu. Kılıcını hafifçe kınından çekti. Sol bacağının yanında eğikçe tuttu ve rüzgâra dönmesini söyledi. Bulutlar şekillenmeye başladı, buzdan taşlar döndü ve etrafa savruldular. Dagor birkaç hortum yerine devasa bir tane yapıyordu. Tüm gücünü odaklamaya çalıştı ve beceremediyse de devam etti. Zihni yorulmaya başlamıştı. Fırlayan birkaç dolu tanesi piyadelerin üstüne geldi. Kalkanlar zamanında kalkmıştı ancak birinin kolunun kırıldığına emindi. Artık kendisi değildi, her gün kılıç çarpıştıran adam değildi, oğluna yay tutmayı öğreten adam değildi, sevdiği kadını kaybetmiş adam değildi, bu fırtınanın sahibi Dagor Sartaganas değildi. Herkesin bildiği komutan, baba, koca, oğul, asker değil özüyle bir olmuş, olması gereken olmuştu. Bir isme, sosyal statüye, tanımlanmaya ve algılanmaya ihtiyacı yoktu.

Kocaman buz kütleleri hortumun içinde savrulup fırlıyordu, fırtına uzaklaşıyordu giderek ve rüzgârın kükremesi azalıyordu. Hava kararmıştı, bulutlar da havaya uyum sağlıyordu. Dagor rüzgârı salıverdi ve derin bir nefes aldı. Mavi Kış da halkayı etkin tutmayı bıraktı ve Dagor’un göğsündeki huzur dağıldı. Dagor’un bir yanı o histen mahrum kaldığı için kükredi ve Mavi Kış’a saldırmayı önerdi, neyse ki minik bir parçasıydı ve çabuk soldu. Fırtına giderek uzaklaştı. Dev bir mantarı andırıyordu, bulutlar şapkası gibi toplanmışken sürekli dönüp düşen dolu taneleri gövdesini oluşturuyordu. Böyle uzaktayken ancak yere uzanan bir toz bulutuydu dolu taneleri.

Gece üstlerine tamamen kapanmıştı. Çok geçmeden önlerinde düzenli sıralar halinde uzanan meşale sıraları oluştu. Ateş, piyadelerin, ağır süvarilerin ve onların atlarının zırhlarında parlıyordu. Dagor’un uzun mu kısa mı olduğunu kestiremediği bir süreden sonra düşmanları ufukta göründü. Askerlerin birbirine sorar gözlerle baktığını düşündü. Aslında sadece bazı kafaların birbirine döndüğünü görmüştü. Gelenler yüz kişi bile değildi. Ufak bir dikdörtgen şekli almış emin adımlarla yürüyorlardı. Ne zırh ne silah kuşanmışlardı. Yüz kişilik grup yalnızca dört meşale taşıyordu. Üşümemek için giydikleri pelerin, kazak ve pantolonlarla gelen yüz kişi. “Ne yapmaya çalışıyor?” diye ufak bir sinirle sordu Mavi Kış. Anlamadığınız şeyler stres altındayken sizi ancak öfkelendirirdi. Ne kadar şüpheli görünse de Dagor bunda bir numara görmüyordu çünkü Maru oradaydı. Hayatının her adımla değiştiğini hissettiği anlar olmuştu Dagor’un. Her adımın korku ve şüphe dolu olduğu anlardır onlar, önünüzdeki kapıdan geçtikten sonra aynı kişi olmayacağınızı bildiğiniz anlar. Maru o adımları atmış, geceyi getirmişti. Buradan aynı adam olarak ayrılmayacaktı. Dagor belindeki kılıcının kabzasını kavradı, başını eğip gözlerini kapattı ve rüzgârı dinledi. Dünyanın müziğini duymaya çalıştı. Bir adım attığında Mavi Kış kolundan sertçe tuttu. “Kendini gösterene kadar gitmeyeceksin, sana meydan okuyana kadar askerlerin arasına karış. Seni geleneğimize göre davet edecek, gücü hissettiğinde daveti kabul et.”. Dagor askerlerin arasında yürürken kafasını kurcalayan şey Mavi Kış’ın geleneğimiz derken buraların âdetinden bahsetmediğini bilmesiydi.
Meşale sırasını takip etti, yerdeki kar erimiş çamur olmuştu. Askerlere sürtünerek geçti ve piyadelerin en ön sırasına ulaştı. Beş bin, yüz kişinin karşısında devasa duruyordu. Ortadan piyadeler sağdan ve soldan atlılar atıldığında kaçıp gitmelilermiş gibi. Düşmanın dört adet meşalesi söndü ve uzakta hareket eden bir karaltıya dönüştüler. Ufak tefek şıngırtılar ve gıcırdamaların bozduğu sessizlikte okçuların yaylarını gerdiğini duyabiliyordu Dagor. Bir an sonra ıslık oklarının sesi duyuldu, hızla uçtular ve çıkardıkları ses bir an sonra duyulmaz oldu. Yalnızca beş ok atılmıştı, düşmanı vurmamış, okçular için yön işaretlemişti. Karanlıkta o kadar uzağa hedef alarak ok atamazlardı. Dagor yayların gerildiğini tekrar duydu ve yüzlerce oktan bazılarının dolunayın önünden geçmesini izledi, bulutlarla savaşıyordu ışığını Volari’ye iletmek için fakat kaybetti. Okların düştüğü yerden hiç ses gelmedi. O yayları geren adamlar deneyimliydi, oklar hedefini bulmamış olamazdı. Dagor birilerinin onlara doğru koştuğunu duyuyordu, piyadeler fark etmemişti. Ani bir hareketle sağına koşturdu ve meşalelerden birini kaptı. Beklentisini yüksek tutmuştu… Ama bu tam bir hileydi. Arkasındaki ordu aklını yitirdiğini düşünüyor olmalıydı. Dagor on adım öteye çıkmış elinde meşaleyle kendi ekseninde dönüyordu. Kılıcını var gücüyle çekti ve savurdu. Etrafında hareket eden ayakları sayabiliyordu, dört kişilerdi. Sesin geldiği yere baktığında ise bir silüet vardı, tam olarak değil, insan şekliydi bu ancak boşluğa bakıyormuşsunuz hissi veriyordu. Kafanızı sallayıp tekrar bakma isteği uyandırıyordu. Gözünüzün ucuyla yakaladığınız bir görüntü gibiydi, orda olup olmadığına emin olmadığınız bir şey. Dagor meşalesiyle dönmeye devam etti ve rakiplerinin onun etrafında dönmesini dinledi. Biri üstüne atıldı ve kılıçların çarpışması duyuldu. Dagor elindeki ateşi kaldırdı ve karanlıkta bir çift zümrüt yeşili buldu, adamı var gücüyle itip ordusuna bağırdı. “Elinde ışığı olan herkes öne.”. Bazı askerlerin komutanlarından adeta kurtulmuşçasına koştuğunu gördü, Dagor atıldığında onlar da öne çıkmak istemişti belli ki, ölmeye meyilli aptallar diye düşündü. Tek sıranın sağa ve sola doğru uzamasını izledi, herkes hafif kıvrımlı kılıçlarını çekmişti, diğer ellerindeki ateş ise metalde parlıyordu. Dagor karşıdaki sıranın beşe beşlik bir kare olduğunu düşündü, onlar da toplanıyordu. Kaç kişi olduklarını duyamadı, ancak önemli değildi her koşulda az sayıda olacakları kesindi. Aldıkları form yabancıydı, kare bir anda etraflarının çevrilip ortada kalmalarına neden olabilirdi. Dagor’un ordusu ise sağa ve sola uzayıp giden ve ateşten oluşan tek bir sıraydı. Arkadakiler ise karanlık içinde kalmıştı. Askerlerin gelmesi bittiğinde herkesin duyması için tekrar bağırdı Dagor “Ateşi göz hizanızda tutacaksınız, rakibiniz karanlık içinde bir çift göz.”. Anlamamışlardı. Bazılarının rakiplerini görmeye çalıştığını fark etti. “Yalnızca dinleyebilir ve gözlerini görebilirsiniz, kulaklarınızı iyi açın ve ışığınıza güvenin.” dedi. Burada durup ilim anlatacak değildi, ışık yalnızca gözlerinden yansıyordu, vücutlarından yansımayan ışık onları bir çeşit görünmez yapıyordu. Bunları anlatıp askerlerini kör bir savaştan kurtarmak isterdi ama vakti yoktu, tekrar ileri atıldı.
Kılıçların çarpışması okların vızıltısına karışıyordu. Yer kanla kayganlaşmıştı. Kötü durumdaydılar. Dagor solunda birinin ateşini yere düşürdüğünü gördü. Elindeki meşaleyi kavradı ve yerdeki adamdan bir metre yukarıya fırlattı. Düşmanın yanışını izlerken yerdeki askerin gözündeki korkuyu gördü. Göz bebeklerinde büyüyen ateşten bir korku… Düşen adamın gömleğine hızla yayılan kırmızı bir leke fark etti. Yanarak kaçan adamın feryadı savaş meydanındakilere karışırken kılıcını kabzasına koydu ve bağırdı “ Geri çekilin.”. Çok adam kaybetmişti. “Geri çekilin.”. Hiçbiri duymayı bilmiyor körü körüne kılıç savuruyordu. Onlar çekilirken okçular hızla çalıştı. Dagor’un yeni bir fikre ihtiyacı vardı, yoksa yüz kişi kocaman orduyu mezbahadaki koyunlara çevirecekti. Bastırdığı öfkesini yokladı, kaybettiği için değil, kazanması gerekirken kaybettiği için sinirleniyordu. Rakiplerinin hepsi kılıç ustasıydı, savaşmıyor dans ediyorlardı. Geceyi üstlerine örtmüşlerdi.
“What is history but a fable agreed upon?”
-Napoléon Bonaparte


"He saw it in her eyes. The anguish, the frustration. The terrible nothing that clawed inside and sought to smother her. She knew. It was there, inside. She had been broken.

Then she smiled. Oh, storms. She smiled anyway.

It was the single most beautiful thing he’d seen in his entire life."

Çevrimdışı BlackOut

  • **
  • 71
  • Rom: 1
  • Mantık kontrolü eline aldığında insanlık ölür.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Küçük Fedakârlıklar
« Yanıtla #2 : 14 Şubat 2016, 20:17:36 »
Spoiler: Göster
 Cehennemin İçine
Ordu yeni meşaleler yakıyor karanlıkla savaşıyordu. Aralarına girdi ve gözleri diğer komutanları aradı. Dagor kimseyi bulamadan atların sesi duyuldu. Hızla arkasını döndü ve en öne geri ulaştı, çok fazla ateş vardı. Herkesin yüzünü gündüz seçtiği rahatlıkla seçebiliyordu. Keşke mum gibi sönseydi meşaleler ve karanlığa gömülseydi endişe. Ağır süvariler soldan dörtnala koşturuyor fırtınanın çıkardığı sese benzer bir takırtı çıkartıyorlardı. Dagor öndeki adamı gördü. Mavi miğferine ateşin rengi düşüyor kırmızı ve maviden bir lider oluşturuyordu. Adun atı Kilin’le çok savaşta bulunmuş, insanın yürüyemediği yerlerde dörtnala at sürmüştü. Dagor onun yanında iki kere savaşmıştı yine de ne peşinde olduğunu anlayamadı. Adun atının dizginlerini çekip durdurmuştu. Süvarileri arkasından akıyor ve sağa sola genişleyen bir yuvarlak oluşturuyorlardı. Yuvarlak tamamlanınca bellerinden birer şişe çıkarıp yere fırlattılar sonra da ellerindeki meşaleleri. Ateşten yüksekçe bir çember oluştu, iki insan boyundaydı.  Adun işaret ve orta parmağını yukarı kaldırdı ve çembere doğru yavaşça indirirken yüzlerce ıslık oku kısa tiz bir çığlık oluşturarak çembere düştü. Yine hiçbir ses duyulmadı çemberin içinden. Adun Kilin’i geri çevirdi ve süvarilerine geri dönmeleri için emir verdi. Süvarilerin bazılarının atları kişnedi ve bağrışmalar kılıç seslerine karıştı. Adun arkasını dönmeden sürdü atını, rakibinin yenilmez olduğunu düşünüyor dedi Dagor kendi kendine, adamlarını kurtarmak için bile dönmüyor. Bir adam seni iki kere kandırdıysa kaybettin demektir demişti Adun Dagor’a ve bu Maru’nun üçüncü kurtuluşuydu. Dönebilen süvariler hızla düzene girip orduya katıldılar. Dagor yirmi metre ötedeki çemberi izliyordu, ne bir hareket ne bir canlılık belirtisi. Bir anlığına ateşin turuncusuna siyah düştü ve dağıldı. Alevin üstünde siyah bir şimşek çakmıştı. Geceyi gün gibi aydınlatıyordu ateş. Bir his musallat oldu Dagor’a barışı acının içine, gündüzü gecenin içine hapsetmiş bir şey. Ardından Mavi Kış’ın çemberini hissetti ve huzuru. Meydan okunmuştu, daveti kabul etme vaktiydi. Yavaşça çembere doğru yürüdü. Yürürken etrafını hissetti, bütün canlıları tek tek duyabiliyordu, her kalp atışını ve her alınan nefesi. Atları ve süvarileri… Piyadeleri ve okçuları… Kafasını önüne eğdi, yürüdü ve rüzgârın müziğini dinledi. Rüzgârı ona katılmaya davet etti ve kabul edildi. Çembere yaklaştı, ateşin önünde yükselmesini izledi ve derin bir nefes aldı. Gözlerini kapatıp rüzgârla bir oldu. Süzüldü. Bir an sonra gözlerini açtığında ani bir varoluş hissini, arkasından vuran sıcağı ve etraftaki soğuğu algıladı. Saplanan oklara baktı, bazıları siyah köşelerini seçemediği nesnelerin üzerindeydi. Kalkana benziyorlardı, bir maddeden yapılmış olmalılardı, geceyi üstlerine giymelerine izin veren oydu. Ateşin içinde yanan sekiz kalkan saymıştı. Çemberin ortasında dört tane meşale vardı. Hepsinin sapı aynı yere saplanmış uçları dört bir yönü gösteriyordu. Onların ortasındaysa kırmızı parlayan siyah metalli bir kılıç bulunuyordu. Geceyi giyinen biri kılıcın arkasında diz çöktüğü yerden kalktı. Kılıcını kavrayıp çekti ve meşaleler devrildi. Dagor, adamın siyah gözlerini izliyordu, ateş çemberinin her yönden gelen ışığı onu bir gölgeye çevirmişti. Adam üstünden ve kafasından bir şeyler çıkardı ve yerdeki meşalelere attı. Elmacık kemikleri çıkık, çene hatları keskindi. Dağınık siyah saçları vardı. İnce dudaklara, sert bir mizaca sahipti, Dagor’a kraliçesini hatırlatıyordu. Gerçekten de kan bağıyla ağabeyiydi. Aynı boydaydılar, adamın çıplak omuzları genişti. Kötü kalbinin yüzüne vurup çirkin olacağını sanırdınız ama adam tek kelimeyle yakışıklıydı. Bileğinden başlayıp dirseğine uzanan kollukları vardı, iç içe ve birbiri üzerine geçmiş sivri uçlu metal plakalar. Üzerinde bunlardan başka zırh yoktu. Dagor kılıcını alıp pelerinini ve kemerini çıkarıp kenara fırlattı. Grisi parlayan kabzanın soğukluğunu hissetti, savaşmadan önce bir şeyi merak ediyordu. Kılıcını yere hafifçe saplayıp “Ordun nerede?” diye sordu. “Öldüler desem?” diye soruyla karşılık verdi Maru, cevap beklemeden devam etti “İnanmazsın değil mi? Beyninizi kullanacağınızı sanıyordum, yanılmışım, bin kilometre ötede saklanan halkınızı avlıyorlar.” aldırış etmeden söylemişti. Nasıl diye düşündü Dagor, anlamıyordu. “İnsanlar gemileri icat etti, hani şu suyun üstünde giden şeyler.” eliyle havada tanımlamaya çalıştı adam. Keyifli görünmüştü, suratının yalnızca sol yanında dudağı hafifçe kıvrıldı ve alayla gülümsedi. Gemileri tabii ki hesaba katmışlardı ancak kullanabilecekleri tek yol vardı ve kılavuzsuz donmuş nehri aşmaları mümkün değildi, üstelik gözcüler de ırmağın her yerindeydi. Dagor bir şey fark etti, adam onun düşüncelerine hâkim olmuş konuşmasıyla onu istediği yöne itiyordu ve ne düşündüğünü söyleyip cevaplıyordu. Tüm kalbiyle soydaşlarına güç diledi ve onları geride bıraktı. Kılıcını sapladığı yerden aldı, önünde havaya doğrulttu ve rüzgârın onun etrafında dönüp dolaşmasını izledi. Maru da kılıcını kaldırdı, tek eliyle Dagor’u göstererek “Benim de sana bir sorum var. Adın ne savaşçı?” dedi. Ateş çemberi çıtırdıyordu. Kılıcın üzerinden geçen hava akımlarından birinin göğe yükselmesini izledi, bulutların arasındaki parlaklığa doğru ilerliyordu. Maru kılıcını omzuna yaslarken Dagor cevapladı “Ben Dagor Sartaganas, Volari’nin Rüzgâr Muhafızı.”. “Ne zamandır Fırtınanın Gözetmeni Thaleon işinden vazgeçti?” diye sordu Maru. Dagor’un sabrı tükenmiş bu adama edecek lafı kalmamıştı artık. Kılıcını sağ eline geçirdi ve sıkıca kavrayıp yürüdü.

Dagor’un kılıcı yalnızca saldırı için geliştirilmiş, kalkan ve zırhla kullanılması gereken bir yapımdı. Ne yazık ki Dagor bugün ne zırh ne de kalkan kullanıyordu, ama saldıracaktı. Sola eğilerek savunduğu bir hamleden sonra kılıcını sol bacağından başlayıp Maru’nun kafa hizasına kadar savurdu. Maru geriye bir adım zıplayarak kaçındı ve havadan yararak Dagor’un boşta kalan sol koluna saldırdı. Maru’nun elindeki Dagor’un kılıcının biraz kısa, simsiyah bir ikiziydi. Adam güçlüydü, kılıçlar çarpışınca Dagor tek dizi üzerine çökmek zorunda kaldı. Sağ elinin tersine geldiği için itmedi, kendini geriye bırakarak çamurun üzerinde takla attı. Adamın kolları bilekten dirseğe kadar zırhlıydı oralara saldırmak gereksizdi. Gövdeyi hedefledi. Maru’nun kılıcıyla karşı koyması için kafasının üzerinden ağır bir hamle indirdi ve kılıçları buluştu. Dagor hızla kılıcını geri çekti ve bel hizasından dik bir hareketle ittirdi. Maru hızla vücudunu yana çevirerek Dagor’un kılıcının havaya saplanmasına neden oldu. Hamlesi yüzünden dengesizleşen Dagor’a kolundaki sivri zırhla vurdu ve suratında alt alta üç derin kesik bıraktı. Yere düşen kan damlasını izledi Dagor, dünya yavaşlamıştı, bir tek damla yavaşça süzüldü, soğuktan alt kısmı yavaşça buzlandı ve beyazladı. Toprakla buluştu ve kirlendi.
Yer kaygan olduğu için form tutmak, tüm gücünüzle saldırmak ve savunmak neredeyse imkânsızdı. Ayaklarından ve bulunduğu yerden destek almadan kılıç kullananlar meydanda ilk düşenlerdir. Dagor rakibini bir sonraki hamle için izlerken dolunay bulutların arasına girdi. Maru aniden kafasını kaldırıp bulutlara baktı ve aynı hızla yumruklarını üst üste tutup kılıcını havaya doğrulttu. Ateşin içinde yine bir gölgeye dönüşmüştü. Dagor boşluğa bakıyordu sanki. Bunun kaynağının giydiği kıyafetler olduğunu sanmıştı, şaşkınlığın sakladı. Kafasını sallayıp gözlerini kırpıştırmak, rakibini net görmek istiyordu ama hepsinin faydasız olduğunu keşfetmişti. Dinledi. Sola ve öne birer adım. Sola döndü ve bekledi. Dagor yine acı içinde kıvranan huzuru, geceden kurtulmak isteyen günü hissediyordu. Maru gerilerken Dagor’un dalgalı duyguları yerini huzura bıraktı. Maru ateşin dibine kadar gitti ve durdu. Cehennemden çıkmış bir gölge gibi görünüyordu alevlerin önünde. Dagor orada öylece durup Maru’nun bir şey planlamasını beklemedi, geriye adım atmaya başladı ve çemberin diğer ucuna ulaştı. Sırtına vuran sıcak vücudunun yorulduğunu hatırlatıyordu ve yüzünün sağ yanı zonkluyordu. Karşısındaki gölge elini ateşe soktu ve hızla Dagor’a doğru savurdu. Uzaklık sayesinde ateş Dagor’a ulaşmadan sola kaçmayı başardı. Havadaki alevler çembere ulaştığında hızla dışarı fırlamak yerine, büyük ateşin eksik parçasını tamamlar gibi onun içine büküldüler. “Bu alevler yalnızca seni değil, tüm halkını yakacak.” dedi Maru, sesi korkunçtu. Dagor’un aklına evlatları geldi ve onları geride bıraktı. Maru kılıcını yere fırlatıp kollarını sağa ve sola açtı, elini ateşte tuttuğu sürece etraflarındaki duvar küçüldü ve savaşı gösterir oldu. Ordusu perişan haldeydi, okçular en az yüz metre gerilemiş, süvariler kocaman ovaya dağılmıştı. Adun küçülen ateşe baktı ve Dagor ile göz göze geldiler. Kafasıyla bir selam verdi ve süvarilerine döndü at sırtındaki mızraklı adam. Dagor içinde büyüyen şeyi hissetti. Eski dostunu. Babasının cümlesiyle başladı ve kendi savaş çağrısını söyledi. Öfke fırtınalı bir okyanus değil, öfke demirci ocağının körüğü. Körükledi ölüm ateşi. Yumuşadı demirden kalp ve örse kondu. Gölge ateşten ellerini yavaşça Dagor’a çeviriyordu, Dagor Adun’a ve tüm halkına asilce kafasını eğdi. Havada akan ateş Dagor’a ulaştığında kılıcını kaldırdı ve alevlerin ortasına savurdu. Sağına ve soluna ateşler akarken kılıcındaki rüzgârı izledi Dagor. Bir ter damlası yüzündeki kesiği yaktı. Rüzgârı izledi… Koruyordu onu, ateşi uzak tutuyor, Dagor’un muhafızlığını yapıyordu. Kılıcını indirdi ve alevlerin etrafından akmasına izin verdi. Biraz önce kılıcını tuttuğu yere çarpıyor, tek akış ikiye bölünüyor ve çembere geri karışıyordu. Olabileceğinden korktuğunu kabullendi. Rüzgârın müziğinin yanında, ateşin kalbini hissetti. Hızla çarpıyordu, âşıkların birbirini gördüğü zamanki gibi. Dagor ne kadar canlı hissettiği karşısındaki şaşkınlığını gizlemedi. Gülümsedi huzurla ve hızla savurdu kılıcını. Alevleri bölerek ilerledi. Kılıcını sağ bacağından yukarı iki eliyle savurdu ve ittirdi. Çemberin dışına fırlarken inledi Maru.

Rüzgâr Maru’nun elinden serbest kalan ateşi körüklemiş çemberi üç adam boyuna çıkarmıştı. Dagor kılıcını yere sapladı. Büyük ateşi söndürecek bir rüzgâra ihtiyacı vardı. Thaleon rüzgâr ateşi söndüremez demişti ama o Dagor’u tanımıyordu. Elini kılıcının kabzasına uzattı ve kibarca kavrayıp diz çöktü. Rüzgâra emretmedi, onu çağırdı ve dilekte bulundu, eski bir dostuna davranır gibi. Muhafızının çağrısına yanıt veren rüzgâr kükredi kılıcın etrafında. Islıkla başlayan ses korkunç olmuştu, gök gürültüsünden beterdi. Dagor’un kılıcından başlıyordu her şey, dalga dalga yayılıyordu rüzgârın gücü. Rüzgâr ve ateş dans etti, birbirlerine karıştılar ve döndüler. Çemberin alevi yerlere eğilip küçülerek söndü. Ama kılıcın etkisi hala sürüyordu, kulakları rüzgâr dolduruyor, inanılmaz bir fırtınanın başladığını haber veriyordu. Kılıcın etrafındaki çamur savrulup havalanıyor, havadaki akımla dönüyor ve fırlıyordu.  Süvarilerin zırhlı atları bile kişniyor, kaçmaya çalışıyordu. Savaş meydanı donmuştu. Maru kılıcının kıyısında yatıyordu. Rüzgâr Dagor’un pelerinini ve kemerini götürmüştü ama ona kükremiyor, şarkı söylüyordu.  Tüm meşaleler mum gibi sönmüş On Tepe Vadisi kararmıştı. Dagor kılıcını geride bıraktı ve yürüdü Maru’nun yanına. Bu fırtınada adım bile atamıyor olması gerekirdi. Süvariler Dagor’dan kaçıp uzaklaştı, yüz metre ötedeki okçuların yerdeki sadaklarından oklar dökülüp fırladı.  Dagor çiçek bahçesinde adım atar gibi yavaşça yürüyordu. Dolunay yüzünü bulutların arasından çıkardı ve Maru’nun gölgesi dağıldı. Elleri ve çıplak omuzları yanmıştı. Gözleri öfke ve nefretle bakıyordu. Kılıcını kavradı ve acıyla inleyerek ayağa kalkmaya çalıştı. Esen rüzgârlar onu geri devirdi. Dagor birkaç adım daha attı ve elini yerdeki Maru’nun göğsüne koydu. Maru üzerinde yılan varmış gibi debelense de fayda etmedi. “Neden Maru?” diye sordu Dagor. Gerçek ismini bildiği için şaşırarak çevirdi kafasını Geceyi Getiren. “Anlatsam da anlamayacağın için.” diye bağırdı rüzgârın içinde sesi soluyordu. Dagor, kalbinin atışını ve dumanı tutmak kadar zor olan hissi duydu. “Yıkmadan yenisini yapamayacağın için.” dedi Maru. Yavaşça yaklaştı ona, yeni atınıza yaklaştığınız gibi güven vererek ve yavaşça dokundu Maru’nun özüne. “Yeni bir Volari kurmak için.” bağırıyordu. Sakince yakaladı onu, zor işti ama Dagor deneyim edinmişti. Maru gözlerini hızla kırpıyor, rüzgârdan zarar görmemeleri için kapatmak istiyordu ancak Dagor’dan korktuğu için yapamıyordu. Gri gözleri karanlıkta ışığı toplamış gibi belirgindi, Maru’nun kalbine buzdan parmakların dokunmasına neden oluyordu. Dagor’un bir dizi bilek zırhının üstündeydi. Maru diğer eliyle kılıcını kaldırmak için çabalıyordu. Dagor göz ucuyla görüyordu, yaptığı zihinsel iş onu izlemekten alıkoysa da gözlerini kapatmamıştı. Kılıcı elinden bırakması için sert rüzgârlar Maru’ya saldırdı, acıyla kıvranan Maru’nun parmakları yavaşça açılıyordu…
Rüzgâr aniden kesildi. Etraftaki fırtına yavaşça dağılırken Maru acıyla “Hayır!” diye feryat etti ve sesi yankılandı. Gözleri deliye dönmüş görünüyordu hızla kılıcını kavradı ve onu eli hala göğsünde olan Dagor’un omzunun altından içeriye soktu. Dagor kolunun altında keskin bir acı hissetti ve buz gibi metali. Ağır ağır ciğerlerine doğru ilerliyordu soğukluk, sıcak kanı gövdesine akıyordu. Yere devrildi. Saplı olan kılıcına dönük düşmüştü, dik yarısı kararmıştı kılıcının. Dagor’un olduğu gibi Maru’nun da özü kılıçtaydı artık. Onun arkasında ise bulanık bir şekil görüyordu. Mavi elbisesi kırmızıya bulanmış bir kadın diz çökmüştü, elleri kanlı göğsündeydi. “Hayır” diye fısıldadı acıyla, son nefesiyle.


Spoiler: Göster
Düşüşten Sonra
Adun, Kilin’in dizginlerini çekti. Sonra koyuverdi. Böyle bir harekete alışkın olmayan at bir iki adım atıp durdu. Kafası fazlasıyla doluydu. Güneş Yeis’i aşıyordu, öğlene beş saat olmalıydı. On Tepe Vadisi iğrenç kokuyordu. Kan ve yanmış et, toprak ve çürük… Miğferini çıkardı ve sadağındaki okların üstüne yerleştirdi. Süvarileri bütün gece at binmiş, herkesten önce Mauja’ya varıp diyarın tek kalesini savunmuştu. En azından öyle olması gerekiyordu, zira kendisi bütün gece vadideydi. Geceyi örtünenlerden biri kraliçeyi, Maru da Dagor’u öldürmüştü.  Düşmanlarının tamamı ölmüştü ancak neye yarardı. Adun da savaşçıydı, böyle şeyleri anlaması gerekirdi ama anlamıyordu. Belki de artık bırakmanın vakti gelmişti. Her kaybı gözünde ve kalbinde dağ gibi büyüyordu. Sağ bacağını hızla kaldırarak atından yere atladı. Kilin’e “Dur.” dedi ve yürüdü. Gözlerini kapatıp kusmak isteyene kadar derin nefesler aldı. Gece gözlerinin önündeydi. On Tepe Vadisi yanmış ve kanamıştı. Yavaşça adımlarını sürdürürken gözlerini açtı. Güneşin doğmuş olması zihninde bir ikilem yaratıyordu çünkü onun için bugün aydınlık değildi. Yürüdü ileriye doğru Dagor’un kılıcına. Dik yarısı uzaktan yokmuş gibi görünen bir siyahken diğer yarısı tam tersiydi. Gözlerini kapattı ve ateş çemberini gördü, Dagor’u ve yüzündeki üç kesiği. Karanlıktaki gümüş gri gözlerini gördü. O adam gitmişti şimdi. Kılıcın etrafı iki metre derinliğinde kazılmış bir yuvarlakla çevriliydi. Saplı olduğu yer ise bir direk gibi ortadaydı. Rüzgârlar kazmıştı burayı, Adun uzun zamandır hissetmediği bir korku hissetmişti dün gece. Fırtına başladığında kulaklarını kapatmak istemişti. Çukura atladı. Kılıca yürüyüp saplı olduğu yere çıktı ve diz çöktü. Kılıç bacaklarının arasındaydı. Dün gece Dagor’un Maru’ya doğru attığı her adım için kraliçe de bir adım atmıştı. Dagor ve Mavi Kış… Adun ikisini de tanıyordu. İnsanların ölümü ağır geliyordu artık. Gözlerini kapattı ve gecenin karanlığında sarı saçlı kraliçenin düşüşünü gördü ve göğsüne fırlatılan bir hançer… Dagor’un yere uzanışını gördü ve göğsüne saplanan bir kılıç… Ağladı Adun, yas tuttu orada. Zalim bir bedel ödemişlerdi. Vadinin toprağı suyu ve kanı tatmıştı. Şimdi gözyaşıyla ıslanıyordu. Kılıcı yavaşça çekip ayağa kalktı. Yarısı ışıldarken diğer yarısı onun parlaklığını kıskanır gibi soğuruyordu ışığı. Yanaklarından süzülen yaşlar çenesinden damlıyordu.
 Atına ulaştı ve yarısına kadar çamurlu olan kılıcı temizleyip heybesine soktu. Bir çağ kapanmıştı dün gece.
“What is history but a fable agreed upon?”
-Napoléon Bonaparte


"He saw it in her eyes. The anguish, the frustration. The terrible nothing that clawed inside and sought to smother her. She knew. It was there, inside. She had been broken.

Then she smiled. Oh, storms. She smiled anyway.

It was the single most beautiful thing he’d seen in his entire life."

Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Küçük Fedakârlıklar
« Yanıtla #3 : 04 Mart 2016, 00:13:35 »
İlk kısmı okudum şimdilik. İlk dikkatimi çeken anlatımdaki akıcılık ve etkileyici dil. Karakterin iç dünyasını ve tasvirleri dengeli bir biçimde vermişsin. O yüzden okurken kurgudan çok anlatıma odaklandım. Kurgu yavaş yavaş oluşmaya başlarken karakteri iyice tanımamı, hatta hislerini algılamamı sağladın. Hayal gücünü yazıya iyi dökebiliyorsun. Biraz kıskandım açıkçası. :p Sadece uzun paragraflar telefondan okuduğum için biraz göz yordu. Bir de başlık bu hikaye için biraz sönük kalmış gibi geldi. Daha çarpıcı bir başlık seçebilirdin sanırım.
Hikayeyi okumak benim için zevkliydi, ilk fırsatta devamını okuyacağım.
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-

Çevrimdışı BlackOut

  • **
  • 71
  • Rom: 1
  • Mantık kontrolü eline aldığında insanlık ölür.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Küçük Fedakârlıklar
« Yanıtla #4 : 04 Mart 2016, 10:50:13 »
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Beni motive ettiğini söylemeliyim, kendimi henüz kanıtlayamadığım için öz güvenim pamuk ipliğine bağlı gibi, yazmak konusunda. Olumlu veya olumsuz bir şeyler duymak iyi geliyor, olumlu oluşunuz beni ikinci kez sevindirdi. Uzun paragraf konusunda tamamen haklısınız, çözmeye çalışıyorum bu problemi :). Her ne kadar yazı içeriğini Türkçe yazıp düşünsem de karakterlerin bazı cümlelerini ve başlıkları İngilizce yazdığımı söyleyeyim.(Daha doğrusu bir anda gelen İngilizce fikirler oluyor.) Bu yüzdendir ki "A Small Story of Sacrifices" çeviride kaybolup sönükleşti diye düşünüyorum, benim de hoşuma gitmemesine rağmen ilk halini tutmak istedim. Tekrar teşekkürler, beni mutlu ettiniz  ;D
“What is history but a fable agreed upon?”
-Napoléon Bonaparte


"He saw it in her eyes. The anguish, the frustration. The terrible nothing that clawed inside and sought to smother her. She knew. It was there, inside. She had been broken.

Then she smiled. Oh, storms. She smiled anyway.

It was the single most beautiful thing he’d seen in his entire life."

Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Küçük Fedakârlıklar
« Yanıtla #5 : 04 Mart 2016, 15:36:19 »
Hepsini okudum ve tekrar bir genel yorum yapmak istedim. Hayal gücünü kullanış tarzın ve savaş bölümünü çok beğendim. Hislerle ve soyut şeylerle ilgili cümlelerini etkileyici buldum. Ancak bazı uzun cümleler anlam karmaşasına yol açmış gibi görünüyordu. Bir de paragrafların uzun olmasından sanırım, bazı yerleri okurken kopukluk hissettim. Sanki bir romanın sadece belli kısımları paylaşılmış gibi.

Diyalogların daha geniş yer kaplamasını isterdim. Tüm hikaye boyunca diyalog o kadar azdı ki zaman zaman sıkılmama neden oldu. Belki fantastik kurgu olmasa daha normal görünebilirdi bu durum. Bunun yanında bir de gözlerim daha fazla karakter aradı. Bu şekliydi sanki özet geçilmiş gibi hissettim. Yan karakterler de önemlidir ve hikayeye renk katar.

Bu eleştirilerimin dışında hikayeyi oldukça beğendiğimi söylemeliyim. Biraz daha uğraşırsan ve dikkat edersen başarılı fantastik yazarlardan aşağı kalmayacağını düşünüyorum. :)
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-