Kayıt Ol

Acı Çay

Çevrimdışı Müstehzi

  • *
  • 38
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Acı Çay
« : 12 Nisan 2016, 22:28:16 »
   İyi bir mühendis ve iyi bir insandı. Belediyeye gelen birinin eğer onunla işi varsa binadan mutsuz ayrılması pek muhtemel değildi. Benim canımı sıkan onun bu iyilikseverliği ve hoş sohbeti değil, gelenlerin ricası olurdu: “Bir çay içelim” dediler mi kafam atar, kaynar suyla baştan aşağı yakmak isterdim onları. Onun çaycısı bendim. Orada, benim demlediğim çayı içip de başka bir yerde çay içmeyi önerdiklerinde bana hakaret etmiş olurlardı. “Bu da çay mı azizim, sen bizim kahveninkini gör” derler ancak bunu benden başkası duymazdı.
   
        Meslek hayatımda da bunun dışında canımı sıkan pek bir şey olmaz. Zaten canımı sıkan her mevzu, dış dünyadan ziyade şu kafamın içinde bulunur. Ben bedenimi çaydanlığa benzetirim. Üst kısmı, yani kafam, asıl yaprağı bulundurup lezzeti barındırır, altı da onu taşıyıp pişirir. Lakin gelin görün ki bu demliğin yirmi altı yıldır kaynamasından olsa gerek çay pek acı hale geldi. Hele son zamanlar içilmez oldu. Ne zaman dudaklarımı düşüncelerime değdirsem yanar, yutkunsam tiksinir oldum.
   
        Tüm bu olanların bir başlangıcı vardı elbet. Ancak nerede başladığını da bu acı çay yüzünden araştırmaz oldum. Suçu tanrıya atmak aklıma geldiğinden beri öyle yapıyorum. Toyluk zamanımda hep yalnız öleceğimi düşünür, biraz da bunu dilerdim. Hatta bu benim acizane duam haline gelmişti.
   
        İşte bu yüzden tanrıyı suçlama hakkını kendimde buluyordum. Bu duayı, öyle olmadık bir zamanda öyle istediğim bir hayatın içine düşmüşken kabul etti ki neyi isteyip neyi istemediğimi, neyi sevip neyi sevmediğimi ayırt edemez oldum.
   
        “Neden?” diye sormasını bekliyorum birisinin uzun zamandır. “Çünkü yalnızlığın en çok bu huyunu sevmiyorum” diyeceğim. Merak edecek, “Hangi huyunu?” diyecek... “Tam yalnızlığı tüm çaresizliğinle kabullendiğinde kafanın içindeki o kişinin seni yalnız bırakmamasından.”
   
        Sonra durup düşüneceğiz. Kafamızın içindeki kimselerden dert yanıp konuşacağız. İstedim bunu, delicesine istedim. Geceler boyu karımın gözlerine boş boş bakıp bu soruyu sormasını bekledim. Ne o ne de kızım sormadılar bunu. Öyle ya bizim ufaklık sorsa da ona bahsedilmez bunlardan. Altı yaşında daha. Okula yeni başladı. Görseniz ne güzel, ne tatlı bir canlıdır. Hele eve girdiğimde attığı şu sevinç çığlığını kim hangi kitapta hangi şiirde anlatabilir?  Bazen kendime şaşıyorum. Benim gibi kendi dahil herkesi tiksindiren bir mahlukattan nasıl olur da böyle ay parçası gibi bir güzellik meydana gelir?
   
        Evet... Belki de bu canımı yakıyor. Tanrı işte... Başka kimi suçlayacağım ki? Hep bir kızım, beni sevecek bir eşim olmasını istedim. Küçüklükten beri istedim üstelik bir kızım olmasını. Tabi sonra şu yalnızlık duaları geldi. Bunların hikayesi ayrı elbette... İzninizle anlatacağım. Ancak şu heybeyi tanrının sırtına yüklemek konusunda anlaşalım. Bir ailem olduktan sonra, dizinde yatacak bir eş ve omzunda gezdireceğin bir ay parçası bulduktan sonra tanrı nasıl olur da insana yalnızlığı reva görür? Bu iki insanın içinde kendimi delicesine terk edilmiş ve biçare bulmam acımasızlık değil midir? Acımasızlıktır. Tanrıya acımasız demek ne kadar komik göründü birden şu boş kafama. Her şeyi boş verelim değil mi? Tanrıyı suçlayıp suçlamamak sonunda size kalsın. Size hikayemi anlatayım.
   
        Babam vaktinde hali vakti yerinde bir esnaftı. Nispeten işlek sayılacak bir caddede mütevazı bir kahvehanesi vardı. Bu çaycılık hassasiyeti nereden geliyor diye daha fazla merak etmeyin yani. Ben on bir yaşına kadar ilkokulda en pahalı kalemleri, en cafcaflı defter kaplamalarını, ışıklı pabuçları ilk alan çocuktum. Canım babam sayesinde hayli şımarık yetiştirildiğimde hısım akraba herkes hemfikirdi. Tabi bu durum hep böyle sürmedi. Her şey şu büyük mağazalar kurulmaya başladığında tersine gitmeye başladı. Babamın işleri ilk o zamanlar bozuldu. Kapitalist düzen, düşmanlığımı da böylece kazanmış ve yeryüzüne bir anti-emperyalist daha eklemişti. Babamın kahvesinde yazları çıraklık yaptığım dönemlerden, işler bozuldukça müşterilerin de bozulduğunu rahatlıkla görebiliyordum. Hoş sohbetli ihtiyarlar, eğlenceli kahkahalarıyla o zaman abi abla dediğim üniversiteli gençlik gitmiş, yerini ellerinde tuhaf bıçaklar ve tespihler sallayan, her konuda karşısındakini aşağılayan hükümler yürütüp küfrü dilinden eksik etmeyen bir güruh almıştı. Üstelik bu kesim içtiği çayın parasını ya masa arkadaşına ödetir ya da o güne kadar kahvemizin adeti olmayan “deftere” yazdırırdı. Bu defterin kapitalist düzende yeri olmadığını ta o günden beri öğrenmiş bulunuyorum. Bir kahveye yirmi lira bir çaya beş lira verdiğiniz mağazalarda bu defterlerden yoktu. Belki de sırf bu sebepten onların işleri aniden bozulmuyor, o patronların çocukları birden eski pantolonunun dizlerini elleriyle saklamaya çalışmıyordu.
   
        Babamı bir ağustos günü kaybettim. Babam, müşterisi demeye dilim varmadığı serserilerden birine “Defterin kabardı” deyince, serseri elindeki bıçağı gelişi güzel sallamış, benim evimin direği, canımın parçası, uzayınca okşamaya kıyamadığım yumuşacık sakalları olan o dağ gibi adamın boğazını kesivermişti. İşler kötü olduğundan ben de okuldan sonraları kahvede çalışırdım o sıralar. Elimde bir yığın paramparça defterle koşar adım girmeye çalıştığım kahvenin kapısını o zaman görmüştüm sarı bantlarla. Yerdeki kandan başka bir şey kalmamıştı kahvede. Etraftaki kalabalıktan biri beni omuzlarımdan yakalayıp çekmiş. Acı haberi umursamazca vermişti. “Metin ol evladım, başın sağolsun” demişti.
   
        “Ne?” demiştim. Anlamamıştım. “Baban” dedi herif inatla, “Kaybettik oğlum, iyi adamdı.”
   
        “Siktir git amca” dedim. Bir insanın gözleri nasıl bu kadar hızlı dolar o anda öğrendim. Öfkeli görünmeye, bu şakaya müsamaha göstermeyeceğimi belli etmeye çalışıyordum. Lakin bu işin şaka olmadığını da gördüğüm o kandan ve bantlardan maalesef anlıyordum. Adam bana sıkı sıkı sarılmış, onu hırpalamama küfürler savurup haykırmama rağmen beni bırakmamıştı. Bu adamın kim olduğunu bile öğrenmemiştim. Hala da bilmiyorum. Bana öyle sarılmasından acımı anladığını çıkarıyorum sadece. O da bugün. Oysa o gün ondan, babamın canını alan azrailmişçesine nefret ediyordum. Tabi babamın canını Azrail mi aldı sormak gerek tanrıya. Starbucks’u hangi meleğin açtı da biz bu serserilere muhtaç olduk tanrım? Ekmeğimizi kazandığımız şu çay parası mıydı babamın azraili yoksa? Bilemezdim. Şimdi de düşünmez oldum. İnsan en büyük acıları zaman denen şu şeyle unutuveriyor. O gün kopan fırtınalardan acı bir yutkunmadan başka bir şey kalmıyor.
   
        Bir ağustos günü kalktı canım babamın cenazesi. Salya sümük ağlayarak üzerine toprak attım o koskoca adamın. Bir gün önce “Şu çukura koyacaklar” deseler gülüp geçerdim oysa. Her şey biraz da o cenazede başladı. Herkes ellerini kaldırmış yakarıp dua ederken, ben gökyüzüne bakıp ana avrat sövdüm tanrıya. Hısım akraba şımarıklığımı unutup, delirdiğime karar vermişti.
   
        Çok sürmedi elimizdekileri söküp almaları. Babam o zorlukta bize hissettirmemek için çok insanın önünde eğilip bükülmüş, çok borç almıştı. Bizim kahve böylece yitip gitmişti. Bir evimizden başka bir şey kalmamıştı.
   
        Kardeşim yoktu. Garip anamla ben başbaşaydık artık hayatta. Elinden ne iş gelirdi ne de bir tahsili vardı kadıncağızın. Artık on yedi yaşında bir delikanlıydım. Anamı bu yaştan sonra böyle şeylerle uğraştırmak gururuma dokunurdu. Okulu öyle böyle bitirip üniversite hayali dahi kurmadan eğitim hayatımı noktaladım.
   
        Orada burada çıraklık yapıp az çok kazanıyor, çok şükür kimseye el açmıyordum. Zaten el açacak da kimsemiz kalmamıştı. Ben herkesin gözünde deli Hakan, anam da derdimi çeken bir garipti. Bize üç kuruş borç vermek parayı havaya savurmaktı. Bunları biliyorum, çünkü burada gururla söylediğim o “kimseye el açmadım” sözleri sadece zamanlamayla alakalıydı. Çırak olarak bir yerde iş bulana kadar kapı kapı gezmişliğim de vardı. Varlıklı günlerimizde misafir odamızdan düşmeyen bu kalabalığın, aç yatmamızı hiç umursamadığını da o günlerde görmüştüm.
   
        Bu böyle gidecek sanıyordum. Lakin gitmedi, o zamanlar garsonluk yapıyordum. Üstelik o zamanlar şimdikinden çok farklıydım. Ne önceki ne de sonraki ben öyle olmamıştı ve olmayacaktı. İnsanları öylesine atmışım ki hayatımdan, artık kaldırımda yanımdan geçenler kaldırımın taşlarından, yemeğini önüne koyduğum müşteriler de aç aç bir parça ekmek bekleyen sokak köpeklerinden farksızdı benim için. O zamanlar Dünya’da kendimden başka düşünebilen bir insan olacağına ihtimal vermiyordum. Bu fikir, öyle bir anda yer etmemişti tabi kafamda. Tüm hali ortada olan iki garibandık biz anamla. Ama hayatımızdaki kimse, ne tanıdık ne de yabancı bizi o kadar umursamamıştı ki artık insanların hiçbir şey hissetmediğini, düşünemediğini, anlayamadığını farz eder olmuştum. Hatta onlar bu eylemleri gerçekleştiremedikleri için gözümde insan da değil, biraz önce bahsettiğim gibi sokak köpekleri ve kaldırım taşıydılar.
   
        İşte, demiştim ya bu böyle gitmedi diye... Bunun sonu da benim bir insanı fark etmem sayesinde olmuştu. Lokantadaki müşterilerden bir hanımdı. Ne kadar da sıradan bir gençlik ateşiydi içimdeki... Ama bana o zaman bu duygular bulunmaz bir nimet, dünyada bir daha eşi olmayacak şeyler gibi geliyordu. Sanki o kızı o an kaybedersem ömrümde bir daha asla mutlu olmayacaktım. Bu heyecanla da her şeyi boş verip gidip ona anlattım. Ne anlattığımı nasıl anlattığımı bugün tam hatırlamıyorum. Yine de “hayatta bir defa başa gelecek bir şey” olarak özetlenebilecek uzun bir gevelemeydi. Kız elindeki kitabı kapatıp söylediklerime hiç aldırmadan: “Rahatsız etmeyin lütfen işinize bakın, ilgilenmiyorum” deyivermişti bana. Ben ona bundan sonra var olabilecek yalnız bir hayatım olduğunu söyledikten sonra bu sözler çok tuhafıma gitmiş, böyle reddedilmeyi gururuma yedirememiştim.
   
        Belki bu olaydan sonra insanlara daha çok küsmeye başlamalıydım. Hayatını sundukların dahi seni elinin tersiyle itebiliyordu çünkü. Fakat hiç de öyle olmadı. Başka bir hırs kapladı içimi. Ben ömrümü sunarken rahatsız edilmemek istediği, uğruna beni itip kaktığı şu kitabı merak etmiştim. Maaşımı ilk defa fuzuli bir şeye harcayarak(ya da o zamanlar öyle düşünerek) gidip o kitabı almıştım. Bir evre de böyle başlamış oldu.
   
        Sonradan ne kadar önemli bir eser olduğunu anlayacağım bu “1984” isimli eserde, benim babamın kahvesini batırıp canını yitirmesine sebep olacak kapitalist sistem eleştiriliyordu. Bu kitabın içimde yarattığı heyecanı hiçbir kelimeyle burada sizlere açıklayamam. Bir zaman, öncelikle bu tarzda sonra da başka tarzlarda yüzlerce kitap almış, üç kuruş maaşımı kitapçılarda sıfırlar olmuş, belki de anamı ben sırf gamdan kanser etmiştim.

        Yirmi yaşıma bastığımda bir öksüzdüm. Hayatta yalnızdım. Ancak ne hikmetse o aralar hiç öyle düşünmüyordum. Sanki beni evde bekleyen büyük bir kalabalık varmış gibi hissediyor, her işimi savsaklıyor sonunda da kendimi kitaplığımın önüne serilmiş bazen birkaç kitabı birden okurken buluyordum.

        Bu şehvetli okuma serüveni de böyle geçip gitmedi elbet. Nereden estiyse elime kalemi almak geldi aklıma. O günden beri de çalışamaz ve bir daha da okuyarak asla mutlu olamaz oldum. Kitaplar da dahil hiç kimsem kalmamış, inanılmaz bir yalnızlığa gömülmüştüm. Bu yalnızlığın içinde öylece ölmeyi de o sıralar dilemeye başladım. “Tamam”, diyordum “yaşadım ve gördüm, artık kimsesizim ve kimseyi de istemem. Dahasını da istemem tanrım. Ya öldür beni ya da yalnızlığım ilelebet sürsün. Hiçbir mutluluğun beni rahatsız etmesini istemiyorum.”

        Evet, aynen böyle diyordum. Çünkü bu yalnızlık her ne kadar canımı sıksa da öte yandan bir o kadar haz veriyordu bana. Bu yalnızlık yüzünden bir gün Dostoyevski olacağıma emindim. Bu yalnızlığın getirdiği kapkara fikirler beni muhteşemliğe götürecekti.  İşte tüm bu mazoşistliğim bu yüzdendi. Tamamen terk edilmiş, yüzlerce kitap okumuş ve eline kalem almaya niyetlenmiş herkesin Dostoyevski olabileceğini sanıyordum. Sizi meraklandırmadan açıklayayım. Ne Dostoyevski oldum ne de başka bir yazar. Komşularımızdan Sebahat teyzenin olanlar canına tak etmiş olacak ki bir gün kapıma dayanıp el attı hayatıma. Belediyeye bir tanıdığı aracılığıyla çaycı olarak soktu beni ilk. Biraz doğru düzgün çalıştığımı görüp adam olduğuma karar verince de eli ayağı düzgün terbiyeli bir aile kızıyla baş göz etti beni. Bunlara neden itiraz edemediğimi bilmiyorum. Uğursuz duamdan nasıl böyle kolay vazgeçtiğimi hatırlamıyorum bile. Sanki bir anda büyülü bir el beni başka bir kılığa sokmuştu da ben de gayriihtiyari kabul etmiştim. Uzun lafın kısası artık ailesi ve işi olan bir adamdım.
 
        Ölene kadar karım ve ben Sebahat teyzeyi annemiz bildik. Kapıma dayandığı o güne kadar varlığından dahi haberdar olmadığım bir insanı neredeyse annem kadar sevmiş olmama hala şaşıyorum. Demek ki çektiğiniz sefaletin samimiyetine inandıklarında en yabancınız bile herkesiniz olabiliyordu.

        Yani insanlar anladığım kadarıyla bir kaldırım taşı değildi. Hepsinin duyguları, hassasiyetleri, onurlu düşünceleri vardı. Ancak çoğunda bu hisler kapkalın duvarların içine hapsolmuştu. Dışarı çıkartmak içinse benimki kadar uyarıcı bir sefaletle o duvarları parçalamanız gerekiyordu. Sebahat anneye olan da işte buydu. Ya da ben pek bir üstün olduğunu tasavvur ettiğim aklımla bu hükmü verdim.

        İşte böyle geldim bu günlere. İlk zamanlar çaycılık mesleğimi de evliliğimi de yeni doğan çocuğumu da inanılmaz ciddiye alıyordum. Hepsini canım gibi sevdiğimi de size açıklamakla uğraşacak değilim. Öyleydi diyeyim, inanın. Ben buna inanıyorum çünkü. Aksini düşüncelerim dediğim çay acımadan önce çok düşündüm. İhtimal dahi veremedim.

        Gelin görün ki bugün bu haldeyim. Tam hayatım normal, seviyorum seviliyorum, kendimce mutluluğumu yaşıyorum derken o yalnızlık gelip buldu beni. Belki de ölümüm yakın kim bilir? Tanrı uğursuz duamı kabul etti ve bu yalnızlıkla öldürecek beni. Bilmiyorum. Dedim ya, tanrıyı suçluyorum işte.

        Mühendis bey iki çay istedi yine. İyi adam, bekletmek olmaz. Ona ayırdığım, pahalı çay olan demlikten bardakları doldurdum. Servisi yapayım hele. Siz de düşünedurun aklımdaki inciten soruyu: “Tanrı ne kadar suçlu?”
“Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.”
- Fernando Pessoa

Çevrimdışı Bay_Karamsar

  • ****
  • 865
  • Rom: 12
    • Profili Görüntüle
Ynt: Acı Çay
« Yanıtla #1 : 23 Nisan 2016, 23:52:54 »
Açıkçası, her yeni satırda asıl olayın başlamasını bekledim. Ama hikaye bitiminde bir sona ulaşamamak beni rahatsız etti. Ortaya konulanların bağlantılı olmasına rağmen bağlantısızlık hissi vermemesini, iyi kötü, bir şekilde bitecek bir ana olay akışının olmamasına bağlıyorum. Karakterin ana meselesi, başlarda, hayattan kesit kıvamında sunulacak gibiyken ilerledikçe verilen her yeni bilginin kendi ağırlığı ve farklı yönlerde kendi başına gidebilme potansiyeli, hikayeyi dağıtıyor. Tüm metin, birbiri ardı sıralanan görüş ve olaylar yığınına dönüştürüverdi.

NOT 1: Yalnızlık hissinin bunalımını, anlatının zayıflığına bağlı temassızlıktan almam biraz tuhaf gelebilir.
NOT 2: Müşteri-Esnaf ilişkisi arasındaki para akışına göre insana ve sosyal davranışlarına dair yapılan tespit ilginçti. Bunun üstüne farklı bir hikaye yazılabilir.

Çevrimdışı Müstehzi

  • *
  • 38
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Acı Çay
« Yanıtla #2 : 11 Haziran 2016, 16:56:39 »
Teşekkür ederim eleştirileriniz için.
“Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.”
- Fernando Pessoa