Klonlanma Trajedisi: Beni Asla Bırakma
"Bir gün, belki de çok yakında, nasıl olduğunu hissetmeye başlayacaksın."
Genelde kitabı okuduktan sonra varsa uyarlandığı diziyi/filmi izleyen biri olarak, bu kitapta bir istisna gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. Never Let Me Go adlı 2010 yapımı filmi izleyince senaryo beni bir hayli etkiledi ve filmi bitirdikten sonra aklımdaki tek düşünce, bir an önce kitabını okumalıyım oldu. Böylesine etkileyici bir kurguya imza atan yazarı bir an önce tanımalıydım. Elbette araya farklı kitaplar girdi ve bir süre ertelemek zorunda kaldım. Şimdi ise, artık okumuş olmanın derin mutluluğu içindeyim.
Filmin, kitaptan keskin hatlarla ayrılmadığını ve kitabın havasını son derece iyi bir şekilde muhafaza ettiğini söylemek gerek. Mark Romanek yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan yapımın oyuncu kadrosunda ise Carrey Mulligan, Andrew Garfield, Keire Knightly gibi isimler bulunmakta. Öncelikle kitabını okumanız şartıyla filmi gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Bunun haricinde, bu yıl bir Japon televizyonunda yayımlanmaya başlayan bir dizi uyarlaması olduğu bilgisini de ekleyeyim.
1954 Nagazaki doğumlu Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo İshiguro‘nun kaleme aldığı Never Let Me Go, 2005 yılında Man Booker Prize Ödülü‘nde adaylık elde etme başarısını göstermiştir. Ayrıca Time‘in 1923-2005 yılları arasında İngilizce Yazılmış Olan En İyi 100 Kitap listesine de adını yazdıran eser, ülkemizde Şubat 2007’de, Mine Haydaroğlu‘nun özenli çevirisiyle, Yapı Kredi Yayınları‘ndan yayımlandı.
Temelde bir bilimkurgu kitabı olan Beni Asla Bırakma, gerek yayınevinin yayın politikası, gerek kitabın konuyla uzaktan yakından alakası olmayan sevimsiz ve saçma kapağı, gerekse de tanıtım ve reklam bültenlerindeki konusu itibariyle ilk bakışta hiç de bir bilimkurgu eseriymiş gibi durmuyor. Her ne kadar Türkiye’de bilimkurgu pek revaçta olmayan bir tür olsa dahi, sırf daha fazla satmak adına bu kitaba bilimkurgu diyemeyen Yapı Kredi Yayınları’nın bu davranışını etik bulmadığımı da belirtmek istiyorum. Kitabı gerektiği gibi basan, işin ekonomik boyutunu ikinci sıraya koyan bir sürü küçük yayınevi varken, ülkemizin en büyüklerinden biri olan YKY’nin bunu yapmış olması gerçekten abesle iştigal.
Ishiguro’nun düşlediği gelecekte bizleri gökdelenlerle çevrili şehirler, uçan uzay araçları, robotlar veya farklı uygarlıklar beklemiyor. Tam tersine, insanın ta kendisi bekliyor. Ama insan kavramının tamamen değiştiği ve anlamını yitirdiği bir gelecek bu. Hatta bir hayli rahatsız edici olduğunu da eklemek gerek.
Birinci tekil ile kaleme alınan romanın anlatıcısı Kathy H. adında bir kadın. Günlüklerden oluştuğunu düşündüğümüz bir anlatımsal süreç Katyh’nin ağzından okurla buluşurken, Hailsham isimli bir yere konuk oluyoruz. Bu yerdeki bir nevi okul benzeri bir malikanede geçen anılarını paylaşan Kathy, bunu son derece sakin bir şekilde yapsa da, daha ilk sayfalardan bir tekinsizlik hissine kapılıyoruz.
Yatılı bir okulda eğitim gören çocukların değişik yönlerden ele alınmış yüzlerce farklı dramatik senaryosuna hepimiz aşinayızdır. Ama yapmanız gereken en güzel şey, bu kitabı okumadan önce aklınızdaki tüm yatılı okul senaryolarını silmeniz olacaktır. Çünkü Ishiguro bu temayı daha önce hiç kullanılmayan bir yönden ele alıyor ve belki de en dramatik olanına imza atıyor.
Hailsham’de kalan çocukların dış dünyadakilerden çok önemli birkaç temel farkları bulunuyor. Bunlardan şüphesiz en önemlisi ve aynı zamanda kitabı da bilimkurgu sınırları içine sokanı ise, onların birer “kopya” oluşu. Peki bu tam olarak ne demek? Klonlama teknolojisinin normal bir şekilde kullanıldığı ve bunun sonucunda da insan üretiminin gerçekleştirildiği bir gelecek tasviriyle tokadı daha ilk anda yüzümüze vuruyor Ishiguro.
Kitapta bizi sağlık yönünden nirvanaya ulaşmış bir toplum karşılıyor. Teknolojinin de yardımı ile birçok sağlık probleminin kolaylıkla giderilebildiği, insanların yaşamının ölümcül hastalıklarla yok edilemez hale geldiği ütopya. Fakat yine de bu, Beni Asla Bırakma’nın bir distopya olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hem de oldukça keskin bir distopik gelecek bu. İnsanlardan kopyalanan klonların, insanların organ ihtiyacını karşılamak üzere adeta birer damızlık gibi yetiştirilmeleri son derece üzücü. Böyle bir kurgunun bir yazar tarafından düşünülüp, dramatik yanı güçlü bir senaryoya dönüştürüldüğü fikri bir okur olarak cezbediyor bizi. Ishiguro’nun o maharetli ellerinde senaryo alıp başını gidiyor elbette ve Kathy H.’in anlattıklarını büyük bir merakla okumaya devam ediyoruz.
Bu çocukların aileleri ve gelecekleri yok. Yaşadıkları bu ne idüğü belirsiz hayatta tam olarak neye hizmet ettiklerinden bile habersizler. Dışarıdaki dünya içinse bu çocukların hepsi potansiyel bir organ bağışlayıcısı. Birçok yönden tamamen insani özelliklere sahip bu klonlar zamanı geldiğinde birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü organ bağışını yapmaktalar. Bunların tamamından sağ çıkmayı başarabilen neredeyse olmadığı için, bir süre sonra misyonlarını tamamlayıp ölecekleri gerçeği iç burkmaya yetiyor. Nihayetinde bir insanın hayatı için diğer bir insanın hayatını feda etmek mantıksız gözükse de, dış dünyanın, klonları insan sınıfında görmüyor olması bu düşüncenin zihinlerde belirmesini engelliyor.
Çoğunluğun iyiliği için belirli bir azınlığın feda edildiğini görüyoruz Ishiguro’nun bu yapıtında ve bu tema da aslında kitabı başlı başına distopik bir eser yapmaya yetiyor. Yalnızca organ bağışında kullanılmak suretiyle kopyalanan bedenler, günleri geldiğinde bir bir feda ediliyorlar. Tıpkı kendi dünyamızda olduğu gibi, Ishiguro’nun yarattığı bu alternatif gelecek portresinde de insanlar kendilerine biçilen rolü oynuyorlar. Klonlanmış ve kaderleri önceden birileri tarafından çizilmiş olan o masum canlılar da etraflarına örülen duvarı yıkıp çıkamıyorlar. Hüzünlü bir kabullenilmişlik hakim üzerlerinde.
Kathy, Tommy ve Ruth’un hikayesine tanıklık ettikten sonra dünyaya artık daha farklı bir gözle bakacağımız bir gerçek. Bizlerin de, kaderlerini kabullenmiş olan o çaresiz klonlardan bir farkımızın olmadığını fark ettiğimizdeyse, soğuk bir duş etkisi hissedeceğiz ve kitabın etkisi katlanarak artacak. Ne zaman olacağını bilmesek de, bizler de ölümü bekleyen, beklerken de bir şeyler üretmeye çalışan veyahut yaşama tutunmaya çabalayan birbirimizin kopyalarıyız.
Nihayetinde Beni Asla Bırakma’nın herkese göre bir kitap olmadığını söylemek lazım. Okura kahramanlık veya olay örgüsü bazında çok fazla bir şey vaat etmiyor yazar ve hatta hikayesini de olumlu bir şekilde bitirmiyor: yazdığı son ile karanlık bir camın ardından insan vicdanını izlemeyi tercih ediyor.
Son olarak, eğer kaybettiğiniz bir şey varsa, onu Norfolk’da aramayı deneyebilirsiniz.*
*Bu cümle, kitap okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır.