Yoğun istek üzerine ( sadece bir kişi ) kitap fuarı ile ilgili ufak bir yazı yazayım dedim sizlere.
Fuarın henüz ikinci günü olmasına rağmen içerisi bir hayli kalabalıktı. Öyle ki girişte uzunca bir süre sıra beklemek zorunda kaldım. Sıra dediysem öyle muntazam bir biçimde tek sıra oluşturmuş insanlar gelmesin aklınıza. Tamamen Türk gelenek ve göreneklerine yakışır bir sıraydı bu, yani olabildiğince karman çorman… Günlerden Pazar olmasının da bu yoğunlukta ki payı büyüktü elbette. “Bugün Pazar, herkes azar.” kuralı bir kez daha devreye girmişti anlayacağınız.
Sırada beklerken 3 yaşındaki bir çocuğun tacizine de uğradım bu arada. Tam arkamda bebek arabasına kurulmuş bir vaziyette oturan 2-3 yaşlarındaki bir kız itina ile bacağıma tekmeyi basmakta ve ben her arkamı dönüşümde keyifli kıkırdamalar atmaktaydı gözlerimin içine baka baka. Her neyse… En sonunda yün yumağı haline gelmiş insan kalabalığının arasından (Katamari!) zar zor sıyrılıp kendimi içeriye atmayı başardım. Çok samimi olduğum üç arkadaşımla (bunlardan biri forum üyelerimizden animania oluyor bu arada) sıcak bir kucaklaşmadan sonra soluğu ilk olarak resim sergisinde aldık.
“Rıfat Ilgaz 100 yaşında” sergisi oldukça enteresandı. Bu büyük ustaya ait fotoğraf ve resimlerin arasında dolaşırken aslında onu ne kadar az tanıdığımı fark ettim. Aralarında bana en ilginç geleni öğretmenlik yaptığı döneme ait bir fotoğrafıydı kuşkusuz. Öğrencileri ile poz verdiği bu karede yer alan okul müdürünü kesinlikle görmelisiniz. Hababam Sınıfı filmlerindeki müdürün tıpkısının aynısı! Büyük ihtimalle bu karakteri tasarlarken çok da uzağa bakması gerekmemiş üstadın. Öğretmenlik zamanında yazdığı şiirlerden anladığımız kadarıyla Kel Mahmut karakteri de bizzat kendisini yansıtıyor.
Dolmuş dergisinde çalıştığı yıllara ait çok güzel bir hatıra da vardı sergilenenler arasında. O dergide çalışan herkes
vites, kriko gibi takma isimlerle yazarmış. Rıfat Ilgaz aralarına sonradan girdiği için ona da
stepne yani yedek lastik adını takmışlar. İlk Hababam Sınıfı hikâyelerini Stepne adı altında yayınlamış Ilgaz. Daha sonraki yıllarda serinin de çok büyük bir hayran kitlesine ulaşmasıyla gerçek adını açıklamış ve yazdıklarını bir kitap haline getirmiş. Ardından ikincisi ve diğerleri gelmiş zaten. Fakat o yıllarda çok enteresan, bir o kadar da komik bir eleştiri almış o zamanın ünlü bir kitap dağıtıcısından;
Dağıtıcı: "Rusçan fena değil; doğrusu ilk kitabı çok güzel çevirmişsin!"
Rıfat Ilgaz: "Ben mi çevirmişim, hangi yazardan?"
Dağıtıcı: “Kimden olacak? Ünlü Rus yazar Stepne'den tabi... Baktın birincisi iyi gitti, ardından ikinciyi de yetiştirdin. Nerde Stepne, nerde Rıfat Ilgaz? Bırak dostum sen bu işleri!”
Serginin diğer tarafında ise Ara Güler’in “Eller ve Yüzler” isimli fotoğraf sergisi bulunuyordu. Fotoğrafların her biri tek kelime ile muhteşemdi, bilmem söylememe gerek var mı? Her bir karenin karşısında dakikalarca durmaktan, hayran hayran bakıp hayallere dalmaktan kendinizi alamıyorsunuz. O fotoğraflardan bir tanesini de hemen buraya ekliyorum. Aslında çok daha iyileri vardı ama internette yalnızca bunu bulabildim. Daha fazlasını görmek isteyenleri sergiye alalım. Yalnız bazı insanların ne kadar yontulmamış olduğu bir kez daha dikkatimi çekti bu sergide. Bir yandan fotoğraflara bakarken bir yandan da diğer ziyaretçilerin konuşmalarına kulak misafiri oldum sergide geçirdiğim süre boyunca. Ve duyduklarımın bazıları sinir kat sayımı arttırmaktan öteye gidemedi maalesef.
“Aaa, imzasına bak. Her fotoğrafın altındaki imza aynı değil.” Bu arkadaşlar herhalde her imza atışlarında bir önceki imzaları ile %100 senkronizasyon tutturuyorlar. Kendilerini tebrik ediyor ve o güzelim anı fotoğraflara değil de imzalara bakmakla geçirdikleri için teşekkür ediyorum. Böylece o kıymetli pozlar sadece gerçek değerlerini bilen gözlere hitap etmiş oldu.
“Bunlar çok eski ya! Şu İstanbul fotoğraflarına bir baksana, 1950’lere ait resmen! Hepsini o çekmiş olamaz, toplama bunlar!” diyen arkadaşa da Sayın Ara Güler’in 1928 doğumlu olduğunu hatırlatmaktan büyük zevk duyardım ama terbiyem el vermedi. Yoksa beşe karşı bir kişi olmamın durumla katiyen alakası yok.
“Çık artık şu sergiden de kitapların olduğa kısma geç be adam!” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Zaten biz de bir saat kadar dolandıktan sonra o tarafa doğru yöneldik. İçerisi de en az dışarısı kadar kalabalıktı. Türkiye’de kitap okunmuyor olabilir fakat şurası kesin; milletimiz kitapları seyretmeyi seviyor. Bu kalabalığın başka bir açıklaması olamaz çünkü.
İlk durağım İthaki standı oldu. Zaten hemen hemen girişin tam karşısında bulunduğundan ve insan seli arasında farklı bir yöne gidebilme imkânınız sınırlı olduğundan başka bir şansınız da olmuyor. Gözlerim hemen Rıhtım tayfasından Arlinon’u aradı oraya vardığımda. Fuar boyunca İthaki standında görevli olacağını ismi lazım değil baş harfi magicalbronze olan bir kuştan öğrenmiştim çünkü. İşte oradaydı! Hemen tam karşısına dikildim ve bir şey söylemeden dimdik yüzüne bakmaya başladım. Bir taraftan da istemsiz bir şekilde sırıtmakla meşguldüm. Arlinon’la birkaç saniye içinde göz göze geliverdik. Önce gözlerini kıstı, sonra başını hafifçe yana eğdi. Ardından olduğu yerde hafifçe çökerek sanki cüppem var da onun ardını görmeye çalışıyormuş gibi bir hareket yaptı. Sonunda “İhsan abi?” diye sordu, yüzümdeki sırıtışın daha da büyümesine neden olarak. Samimi bir şekilde el sıkıştık ve ardından biraz muhabbet ettik. Geri geleceğimi söyleyerek yanından ayrıldım ve tekrar arkadaşlarıma katılarak fuarda dolanmaya başladım.

Aradan çok fazla geçmemişti ki dört kişi yan yana dolaşarak fuarı gezemeyeceğimizi anladık. Çünkü gerçekten de müthiş bir kalabalık vardı ve bir yerden sonra kitaplara bakmaktan çok birbirimizi kollamaya ve hâlâ diğerlerinin yanında mıyız diye bakınmaya başlamıştık. Maddi durumlarımız bu aralar pek de parlak olmadığından içimizden biri bir kitap almaya kalkacak olsa öteki hemen “Alma abi, fazla para harcamamız lazım.” diyerek duruma el koyuyordu bir de. İki dakika sonra kendisi de bir başka kitaba doğru atılıyordu, orası ayrı… “Bu böyle olmayacak” deyip ayrılmaya karar verdik sonunda. Kısa boyumun ve ince yapımın sayesinde kolayca insanların arasına karışarak tek başıma koridorları dolaşmaya devam ettim. Hedefimde fantastik kitaplar vardı elbette fakat bu tür açısından oldukça kısır bir fuar olduğunu itiraf etmem gerek.
En zengin ve doyurucu stant İthaki Yayıncılık’a aitti kuşkusuz. Neil Gaiman’ın yeni kitabı “Amerikan Tanrıları” en öndeydi. Hemen onun yanında da “Mezarlık Kitabı” ve diğer eserleri yer alıyordu. Star Wars kitapları, Arthur C. Clarke’ın kült eserleri, Dresden Dosyaları, Weis ve Hickman’ın “Ejdergemileri” ile “Ölüm Kapısı” serileri ve tabi ki “Zaman Çarkı” en çok ilgi görenlerdi. Onun dışında bu aralar filmi çekilmekte olan Hobbit’e de yoğun ilgi vardı. Hatta bir ara Arlinon’la Peter Jackson’ın sitede yayınlanan Hobbit videosu üzerine muhabbet ederek kitabı satmaya çalıştık ama tutmadı. Bohçama koleksiyonumda eksik olan birkaç kitabı eklemeyi de ihmal etmedim elbette. İthaki yetkilisine Arlinon’a iyi davranmasını çünkü arkasında iki bin kişicik olduğunu hatırlattıktan sonra diğer stantlara doğru yelken açtım.
Laika’yı çok aramama rağmen bir türlü bulamadım. Tüm fuar alanını en az üç kez dolaşmama rağmen hem de… En sonunda gelmediklerine kanaat getirdim. Şimdi fuar planına baktığımda stantlarının olması gerektiği yerden iki kez geçtiğimi görüyorum. Fakat göremedim işte… Ben de soluğu Metis’de aldım. Bildiğiniz gibi Metis fantastiği yavaş yavaş bırakıyor. Bu yüzden bu alanda yeni bir eser yoktu stantlarında. Yüzüklerin Efendisi üçlemesi ve Le Guin’in kitapları her zamanki gibi en öndeydi. Onların hemen ardında ise David Eddings’in kitapları yer alıyordu. Metis, Eddings’i daha fazla basmama kararı almış, bu yüzden hem Belgariad hem de Malloreon serileri çok uygun fiyatlara satılmaktaydı; beş kitap sadece 25 lira… Bir de baktım ki Belgariad serisi torbalarımdan birinde kendine yer bulmuş bile. Diğer seriye de yan gözlerle bakmama rağmen daha önce Eddings okumadığımdan ve sevip sevmeyeceğimden emin olamadığımdan “Başka bahara David.” diyerek oradan da uzaklaştım. Artemis’e de uğramayı düşündüğüm anda standın önünde “Edvıııırd!” çığlıkları atan bir kız grubu gördüm uzaktan. Bu bile yetmişti, anında çark edip başka koridorlara daldım.

Baykuş Comics standında da biraz oyalanıp üç Fumetti bir Marvel derken çantamı iyice doldurduğumun, kredi kartımı ise iyice boşalttığımın farkına vardım. Üzülsem mi sevinsem mi bilemedim elbette. Daha alacak çok şey vardı oysa ki… Gözümün içine bakan “1602”yi orada bırakıp arkadaşlarımla buluşma noktasına doğru ilerledim.
Karşılaşma anımız çok komikti doğrusu. Hepimizin eli kolu kitap doluydu.
“Hani bir şey almayacaktınız?” dedik birbirimize, sonrasında da gelen kahkahalar…
Alış-verişimizi yapmıştık yapmasına da gözümüz hâlâ kitaplardaydı. En çok da şiir kitabı isteyen ama bir türlü bulamayan Fuat’ın… Arkadaşımın buradan boynu bükük ayrılacağı fikrini hiç beğenmedim ve kolundan tuttuğum gibi kalabalığın arasına geri karıştım. Belli başlı yayınevlerini dolaşmaya başladık beraber. Bu esnada kendisinin tam bir Ahmet Telli hayranı olduğunu öğrendim. Yolumuzun üzerinde bir Ömer Hayyam ile bir de Can Dündar kitabı eklendi diğerlerinin yanına. Ama Ahmet Telli yoktu ortada… O yayınevi senin bu yayınevi benim derken hem ayaklarımız koptu hem de umutlarımız tükenmeye başladı.
Bir müddet sonra Fuat bana dönüp “Sıkıldıysan çıkalım.” dedi.
“Yok yahu, neden sıkılacağım? Yanımda sen varsın ya…” dedim dostumun sırtını sıvazlayıp.
Fuat bana gülümseyip yürümeye devam etti.
Tam o esnada arkamdaki bir çiftin arasında geçen konuşmaya kulak misafiri oldum ister istemez.
“Sıkıldıysan çıkalım hayatım.” dedi kadın.
Adam “Niye sıkılayım canım? Hayatımda sen varken sıkılmak ne mümkün.” demesin mi?
Gülsem mi ağlasam mı bilemedim…
Sonunda Ahmet Telli’nin kitaplarını bulduğumuzda ise bizi daha büyük bir sürpriz bekliyordu, o da Ahmet Telli’nin kendisiydi. Fuat, şairi karşısında kanlı canlı görünce resmen şok geçirdi. Eli ayağı birbirine dolandı ve hemen standın arkasına geçip adamla tokalaştı. Sayın Telli çok mütevazı ve çok beyefendi biriydi gerçekten. Kitaplarını büyük bir özenle imzalayıp arkadaşımla samimi bir şekilde sohbet etti. O kadar uğraştığımıza fazlasıyla değmişti doğrusu… Tek üzüntümüz yanımızda bir fotoğraf makinesinin olmayışıydı. Oradan ayrılırken Fuat’ın söylediği şey ise benim için ayrı bir mutluluk kaynağı oldu; “Artık yazarından imzalı iki kitabım var. Biri Ahmet Telli’ye ait, öteki de sana…”
Arlinon ile son bir kez vedalaşıp fuarı terk ettik. Seneye görüşmek üzere sevgili kitaplar, yayınevleri, yazarlar, şairler ve kahramanlar… Sizleri sabırsızlıkla bekleyeceğim.
Sen hariç Edward, sen hariç…
* Kitap fotoğrafları forum üyemiz animania tarafından çekilmiştir.