Güz vaktinin ve doğan güneşin olmadığı, ayın yakamozu kutsamadığı ve denizlerin çekilmediği günlerdi. Eski günleri eski bilgeler bile kesin yargılar ile anlatamazlar. Şimdinin dik yürüyenleri onları bilmezler. Bazıları yankılarını duyar kalplerinde, alevler içinde kalan en kudretli ruhun çığlıkları eşliğinde. Duyanların içleri titrer, yaklaşan günün ayak sesleri ile.
İlk ışığımı asla unutmam. Gözlerimi açtığımda ve ilk nefesimi aldığımda kemiklerim en az solmuş iki ağacın gölgesi kadar narin, ancak beni döven bileğin kararlılığı kadar sertti. İlk gördüğüm tepeme asılmış üç ışıktı. Demirhane ter, kül ve sülfür kokuyordu. Kemiklerime kadar işlemişti hepsi. Ne yaratıcım nede dökümhaneydi beni büyüleyen. Sesim yoktu belki ama mutluydum, mümkün olsa şakırdım. Sadece o ışıkların gölgesinde kalmak bile beni kutlu bir sonu en tez vakit kabullenmeme razı kılardı. Niceleri onlar için şarkılar söylerken ben duymadım. Bazıları onları beni döven bileğin teri daha yere düşmeden arzularlarken ben orada yoktum. Ancak bilsinler, onlar efendime aitler ve ben onun ruhu, kararlılığı, teri ve kaderiyim. Ben onunum, dövdüğü ilk ve tek, adı unutulmuş, kılıcı Uial-Sul, yani alacakaranlık yeli.
İlk nefesini üflediğinde ciğerlerimde ne kadar bedbaht, elem ve hüzün varsa eridi gitti. Beni bin defa eritti ve bin defa döktü. On bin defa dövdü. Çekici Coronras beni örs ile araya aldığında, her düz edişinde tepemdeki üç mücevherin ışığını biraz daha görmek için kıvılcımlara göğüs gerdim. Beni ocakta tuttuğu her an alevler yüzümü dağlarken onların sessiz şarkısı ile huzuru buldum. Efendim çok konuşkan değildi, ama kalbinden geçenleri duymak için çehresini görmek yeterdi. Üç mücevhere bakmıyordu, sanki bakmaya kıyamıyordu. Baktığında orada ya olmazlarsa? Yok olmaları ihtimali bile onu yaşlandırır gibiydi. Belki kalbini dağlıyordu sadece fikrin kendisi bile. Sanki aynı beni dövdüğü gibi ateşten kalbini de dövüyordu ruhunun örsünde.
Tüm gücünü harcadığında, mutlu yorgunluğu ile beni sarılmamış kabzamdan tuttu ve kaldırdı. İşte o andı üç mücevhere en yakın olduğum, yine de dokunamadığım. Bir öpücük kadar yakın ama vadiler ardındaki bir sevgili kadar uzak. Efendi dedi ki, “Gelecekler Uial, gelecekler ve senin pençelerin onları yıldırmaya yetmeyecek. Ancak bilesin, benim de pençelerim var. Gerekirse…” Sustu, ağzından çıkacak olan her neyse onu korkuttu belki. Söylememiş olmak istedi ve sustu. Korku değildi yüreğindeki alevleri dindiren, şüpheydi. Beni beline astı ve ocağından çıktı. Gitmeden önce o kutlu ışığı bir sandığa kapattı, gözlerden ve ellerden uzağa.
Uzun bir yürüyüş değildi esasında, ancak bitmesin istemiştim. Öyle güzeldi ki her neresiyse burası. Beni içinde süründüğüm yokluktan çekip çıkartan ellerin ülkesi. Ülkenin efendileriydi gidilen yer. Görünen o ki efendinin onlar ile konuşacak bir çift sözü vardı. Efendinin aklından geçenler benim için birer sır değildiler beni tenine yakın bildiği o andan beri. En değerli hazinesini benden sakınmadığı o andı, en yakın tuttuğu ve güvendiği. Kopmayacak bir bağdı bu en soğuk gecede ve en umutsuz güzde dahi.
Diyarın efendileri yüceydiler. Ancak efendim onlardan daha uzundu sanki, daha bilge ve daha güçlü. Öyle duruyordu işte, boynunu bükmeden, söylenenleri sakince dinlerken. “Işık geri getirilmeli” dedi tepesinde kanatlarıyla gözümü alan kuşları ve basit tacıyla biri. Sanki gerçek tacı kartalların döngüsüydü. “Ağaçların ışığı söndü, ve artık o sadece senin silmarillerinde yaşıyor. Ne kadar ön görülüsün. En kudretlilerin bile sadece bir kereye mahsus tamamlayabildikleri bazı işler var. Işığı tekrar getiremem, ona varlık bulduramam. Ancak senin sakladığın bu ışığın bir tutamı ile ağaçların kökleri kurumadan yeşertebilirim” dedi sağındaki, yapraklardı giysisi. Yere bağdaş kurmuş biri “Ne yapman gerektiğini biliyorsun Ateşin Ruhu, konuş, ya evet ya hayır de. Kim Yavanna’yı inkâr edebilir!” dedi tok sesiyle. Birkaçının bakışları benim üzerimdeydi. O bakışları ben dahi okuyabilirdim, meraktı aslında en büyük his, öfke ya da nefret yoktu efendimin düşündüğünün aksine. Efendilerin fikirlerinin ardındaki onaylamaz fikirleri sezmekte zor değildi. Benim ne olduğumu biliyorlardı ancak benim var olmama anlam veremiyorlardı.
Efendim o ana kadar hep dinledi. Sonunda acı içinde haykırdı: “Daha küçükler ve hatta daha ulular için yalnızca bir kere tamamlanabilecek bir görev var ve bu görevde kalbi huzura erecek. O zaman mücevherlerimi çıkaracağım ve bir daha asla onları eskisi gibi yapamayacağım; eğer onları kırmam gerekirse, kalbimi de kıracağım ve katledilmiş olacağım; Aman’daki tüm Eldar içinde ilk.”
Köşede yüzü ifadesiz dikilen bir efendi “İlki değil” dediyse de kimse onu dinlemedi ve anlamadı. Beni döven ellerin yüreği kan ağlıyordu. Öyle büyük fırtınalar dönüyordu ki içinde onca kir ve kum görmemi engelledi. Sonunda ondan isteneni kabul etmedi ve divandan çekildi. Biz dışarıya çıkarken ve demir sandıktaki mücevherlerin yolunu tutarken kurumuş ağaçların dibindeydi yapraklar içindeki kadın. Şarkısı hüzünlüydü ve kendisi de ağlıyordu. Gözyaşları kiri yıkadı. Onun hüznüydü beni uykuya yatıran.
Uzun süre uyudum. Efendim kendinde değildi. Aklı kararmıştı ve ben onu göremiyordum. Göremediği şey yarattığı o mücevherlerin ışığının her yerde olduğuydu. Gökteki yıldızlar bile onların adını anarlarken o kör olmuştu. Ben onun eserlerinin ışığını taşırken kınımdan tek defa çıkarmamıştı. Tek bir kez bakması yeterdi oysa. Babası karanlık düşmanca katledildiğinde bile uyumaya devam ettim. En değerlileri çalındığında ve uzaklara, diyarın ötesindeki denizlerin berisine kaçırıldıklarında bile uyumaya devam ettim. Efendimi böyle elem dolu görmeye dayanamıyordum. Ancak o gün başkaydı. Öfke değildi içindeki yanan ateş uzun zamandır ilk kez. Özgürlüktü.
Buzdan diyarlar geçildiğinde efendim halkını sürgüne götürdüğünde, karanlık düşmanın ardından en karanlık dehlizler aşıldığında kalelerin en yücesinin gölgesinde, ardında yorgun kalabalık, dikildi. Kınından ancak o zaman çekmişti beni. Karanlık efendinin adını öyle nefret dolu ve kin ile haykırdı ki beni gördüğünde aklı durdu. Işığım mücevherlerin ışığı idi. Ağzım olsa gülümserdim. Bunun yerine öyle parladım ki gökteki yıldızlar bile beni kıskandı. Efendimin ardındaki yorgun kalabalık yüreklerindeki ışığı unutmuşsalar bile tekrar hatırladılar. Denizler aşmış ve hırsızı kovalamışlardı. Onlara ait olan için buzdan duvarları delip geçmişlerdi. Kayadan örülmüş basit bir duvarın hiçbir anlamı yoktu.
Efendimin aklı ateşi belki ancak o anda kendi bildi. Öfke ile doluydu ama kutlu bir öfkeydi. Kendi kanından gelenleri kısa zaman önce katletmiş aklı bulanık elf değildi artık o. O gece değildi. Kalenin surlarından dev kanatlar üstümüze kapandıklarında içindeki ateş gözlerindeydi. Karanlık efendi bir yerlerden bizi izliyorsa bile korkusundan titriyor olmalıydı. “Senin pençelerin ve benim pençelerim” diye düşündüm. “Ben Uial-Sul, birlikte bu cenkten galip ayrılacağız”
Olmadı. Balroglar karga sürüsü gibiydiler. Kılıçları toprağın derinlerinden ayrılmış magmadan, kalpleri yeni göğe tırmanmış güneşin korundan daha sıcaktı. Kırılmadım. Yüzlercesini biçtik. Karanlık lordun aklını çeldiği balrog lordları önümüzde yeni serpilmiş ekinler gibi bir bir düştü. Ancak biri önümüzde eğilmedi. Ben Uial-Sul, bilirim ki onun adı Gothmog. Kılıcı yanan gümüşten ve boynuzları adamanttan. Belki efendinin en değerlilerini bile kıracak gücü vardı. Öyle büyüktü ki efendimin oğulları o an için akıllarını yitirdiler. Efendim zaten çoktan deliliğe teslim olmuştu. Ancak ben de olmuştum. Günlerce kan içinde nice balrog lordunun kellesini kucaklayan gövdem artık yorulmuştu. Hayır kırılmadım, beni kartalların efendisi bile kıramazdı. Sadece ışığımı unuttum. Efendimin ayakta durmasını sağlayan tek şeyi, mücevherlerini gözünde canlandırmasını ve ateşini canlı tutmasını sağlayan tek şeyi, ışığımı unuttum.Efendim yenildi.
Ancak kimse bilmez beni, ne adımı ne cismimi. Efendim öfkesi içinde duyulmuş ve sonsuza dek ta ki mücevherleri son günün ışığı solarken diyarın efendilerince kırılana kadar duyulacak çığlığı attı. Bedeni alevler içinde kalırken bin birinci kez eridim. Son gün üç silmarili de kıracak olan çekicin metaliyim ben. Denizlerin efendisi Ulmo’dur beni efendimin sular altında kalmış mezarından çekip çıkartan. On bin birinci kez döven ise Aule’dir.