Başlık her ne kadar geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta bilimkurguculardan Ray Bradbury’nin Uğursuz Bir Şey Geliyor Bu Yana adlı eserine gönderme olsa da Leviathan Uyanıyor’un onunla bir ilgisi yoktur. Yine de Leviathan Uyanıyor bir süredir uzay operasından susuz kalmış, çatlamış dudaklara birkaç galaktik damla serpmek için raflardakini yerini almış ve türün meraklılarını sevindirmiş durumda. Elbette sadece bilimkurgunun bir alt türü sayılan uzay operasının değil, aynı zamanda özellikle Türkiye’de bilimkurguya hasret kalan hayranlar için de okunacak yeni bir eser olarak karşımıza çıktı.
Şimdi uyuyan devi uyandırmadan önce “nedir bu uzay operası deyip durduğunuz?” diyen okurlar için ufak bir açıklamayla incelememize başlayalım.
Kaptanınız konuşuyor: kemerleri bağlamayı unutmayalım!
[stextbox id=”black”]Uzay Operası, Şarkı Söyleyen Sesi Güzel Uzaylılar Mıdır?
Maalesef, hayır.
Uzay Operası aslında iyi bildiğiniz pek çok bilimkurgu eserini kapsayan bir alt tür olmakla birlikte, kimilerine göre başlangıçta bir alt tür bile değildir. Ancak bu detaya dalarak vakit kaybetmek yerine tanımıyla başlangıcı yapalım.
Uzay Operası, uzayın uzak bir ucunda geçen soluksuz maceraları, yer yer romantizmi, dramı ve karakter bazlı kurguları konu eder. Uzay savaşları, gelişmiş teknoloji ürünü silahlar ve uzay gemileri, heyecanı üst sıralara taşıyan aksiyon ögeleri, uzaylı yaşam formları çeşitliliği… Saymakla bitmez. İşte bahsi geçen alt tür bunların tamamını kapsamaktadır. Bazen bilimsel yanı da ağır basar ve hani şu “hard sci-fi” dedikleri olguya doğru yaklaşabilir. Star Wars, Star Trek, Battlestar Galactica gibi yapımlar da türün ilk akla gelen örneklerindendir.
Leviathan Uyanıyor da aslında size yukarıda saydığım, türünün tanımlamasında kullanılan unsurları vaad eden ve bu vaadi yeterli miktarda sağlayan bir eser. Aynı zamanda Enginlik Serisi adlı yepyeni bir serinin de ilk kitabı olma özelliğini taşıyor. Ancak uzay operası ve daha pek çok bilimkurgu alt türü için detaylı, yetkin bilgiler almak isteyenleri Kutlukhan Kutlu’nun Sinema dergisi için hazırladığı ve özel proje olarak sitemize de eklediğimiz dosyaya davet etmek istiyorum. Üstada açıklamaların detayını bırakıp incelemeye kaldığım yerden devam ediyorum böylece.
[stextbox id=”black”]George Martin’i Bu İşe Karıştırma! Bu Daniel ve Ty Arasında
Kitabı elinize aldığınızda sizi karşılayacak olan isim James S.A. Corey olacak. Türk okurlarına oldukça yabancı olan bu isim aynı zamanda bir gizemi de ardında barındırıyor. Görünüşünün aksine, Corey adının arkasında tam 2 yazar birden yer alıyor. Daniel Abraham ve Ty Franck’in beraber kullandıkları bu ad pek çok yazarın sıkça başvurduğu yazarlık takma adı (pen name) kullanımında onların tercihi olmuş anlaşılan. Bundan sonra James S.A. Corey adını görmeye devam edersek aklımıza sık sık “bir elin nesi var, iki elin sesi var” atasözü gelebilir.
İsmin arkasındaki gizem bununla da bitmiyor aslında. Başlıkta geçen büyük üstat Martin’in adının konuyla alakasını çözemeyenler için oldukça ilginç bir notumuz var. Ty Franck’in Martin’in asistanlarından biri olduğunu biliyor muydunuz? Peki ya Daniel Abraham’ın birkaç kez aynı ustayla çalıştığını? Bunları öğrendikten sonra sanırım hepimiz için kitabın kapağında yer alan George Martin’in sözü daha anlamlı gelmeye başlayacak.
Tüm bunları anlatırken bir türlü kitabın konusuna gelemedim değil mi? Haklısınız. O nedenle dümeni hızla konuya doğru kırıyor ve içinde barındırdığı her tür şeyi ortaya çıkarmak için torpilleri hedefe kilitliyorum.
[stextbox id=”black”]Kaptan Holden Güverteye, Dedektif Miller Olay Mahalline Lütfen
Doğrusunu söylemek gerekirse, kitabın konusundan bahsederken sandığınız kadar detaya inmeyeceğim. Elbette didik didik edeceğim kısımlar var, fakat sizin okuma seyrinizi baltalamamak için genel konuyu belli bir düzeyde sınırlayacağım ve gerisini kendi gözlerinizle görmenize izin vereceğim. Bu noktada benden naçizane bir tavsiye: Etraftaki yorumları fazla okumayın. Çünkü ben şu ara ciddi spoilerlar görüyorum.
Scopuli adlı kargo gemisi kimliği belirsiz saldırganlar tarafından saldırıya uğramış ve kitabın başında bizi karşılayan Julie ise 8 gün boyunca bir odada kilitli kalmıştır. Mürettebatına neler olduğunu sadece çığlıklarından tahmin ederken kendi uzay tulumuna idrarını yapmak zorunda kalmış ve susuzluktan giderek kurumuştur. Ancak 8.gün kurtulmaya karar verip jiu jitsu eğitiminden yorgun, fakat güzide bir hareket sergileyerek kapıyı sökmeyi başarmıştır. Ancak şöyle bir sorun vardır: Gemi bomboştur. Ne saldırganlar vardır ortada, ne de dostları. Onları arayarak tükenmiş halde gezerken yolu geminin mühendislik kısmına, reaktörün bulunduğu bölüme düşer. Düşer ve…
Julie’nin orada ne gördüğünü size söylemek yerine sadece şundan bahsedeyim: O şey her ne ise bir insanı o hale sokmak için neyden güç aldığı ilk andan itibaren zihninizi kemirecek. Ayrıca bu Julie’yi koca kitap boyunca tek görüşümüz. Sonrasında bir daha ona adanmış bir bölüm olmadığı gibi, akıbetini öğrenene kadar sadece bir isim olarak kalacak.
İşte tam bu noktada iki başkarakterimiz, Holden ve Miller devreye giriyor. Böylelikle birer arayla bir Holden’a, bir de Miller’a adanmış bölümleri okumaya başlıyoruz.
James Holden, ya da kısaca Jim, doğrucu Davut tanımına tam uyan, işi kuralına göre yapan ve Dünya Donanması’ndan atılmış bir eski askerdir. Gençtir, yakışıklıdır ve çalıştığı gemi Canterbury’de İdare Subayı’dır. Bu da onu ikinci kaptan yapmaktadır. Ancak Holden’ı gördüğümüz ilk bölümle birlikte kaptanlığa terfi edişine neden olacak acı olaya da şahit oluyoruz. Holden’ın gemisi bir S.O.S sinyali saptamıştır ve uzay kanunları gereği bu devasa boşlukta kalakalmış gemilere yardım edilmesi gerekmektedir. Bu, kendi koca gemilerini durdurmak ve teslimatta vakit kaybetmek demek olsa bile… Böylece Holden mürettebattan birkaç kişiyi toplayarak kendi gemilerinden ayrılır ve sinyalin yayınlandığı mekiğe, Scopuli’ye doğru yola çıkar. Oraya girdiğindeyse hiçbir şey bulamayacaktır. Hatta başta gemide gördüğümüz Julie’yi bile. Ancak durun, onun yerine felaketi onu orada beklemektedir. İçeriye girdiklerinde aktif olan bir verici nereden geldiği belli olmayan bir hayalet gemiyi çağırmış ve o gemi de Canterbury’e odaklanmıştır. Torpiller de ateşlenmiştir ve artık kaçacak yer yoktur. Holden nasıl bir işe bulaştığını düşünürken bir an önce gemisine dönüp torpille hasar alacak Canterbury’den dostlarını kurtarmayı düşünürken…
Atılan bir torpil değil, nükleer bombadır. Bu bir taciz ateşi değil, ölüm amaçlı bir saldırıdır. Böylece Canterbury Holden ve adamlarından geri kalanının gözleri önünde parçalara ayrılırken düştükleri tuzak ve vericinin ardında Mars Donanması amblemiyle kopacak savaşta en önemli role oturmuş olurlar. Nasıl mı? James Holden, tuzak sahiplerinin istediği yanılgıya düşecek ve bu saldırıdan Mars’ı sorumlu tutarak tüm güneş sistemine bir yayın gerçekleştirdiğinde savaşı başlatacak fitili de ateşlemiş olacağını bilemezdi. Ama yine de kıvılcımı çakan kendisi oluverdi.
Tüm bunlar olurken kameralar Dedektif Miller’a döndüğündeyse kısmen alkolik, tecrübeli ve Holden’a göre daha zıt karakterli bir adamla karşılaşıyoruz. Kuşak doğumlu Miller bir zamanlar en iyiler arasındayken, kendisi fark etmese de, artık gözden düşmüştür. Ancak Miller’ın çok daha önemli bir sorunu vardı: Kuşak’taki suç örgütleri neden son zamanlarda faaliyetlerini kesmiş ve tek tek ortadan kaybolmaya başlamıştır? Kuşak giderek daha sakin bir yer halini alırken bu durum dedektifin içine hiç de su serpmemektedir. Kafası bunla meşgulken görev yakasını bırakmaz elbette. Bu defa ona özel bir görev verilecektir: Kayıp bir kız. Juliette Andromeda Mao. Ay’ın en önemli zengin ailelerinden Mao’ların asi kızı. Bilinen adıyla Julie. Fakat Canterbury saldırıya uğradığı ve Mars’ın tüm yalanlamalarına rağmen Holden’ın çıkıp saldırıdan Mars’ı sorumlu tutması üzerine Kuşak için artık hiçbir şey iyi olmayacaktır. Neden mi? Canterbury o esnada Kuşak’a su taşımakta olan bir gemidir ve Mars ile Dünya gibi büyük gezegenlere karşı hep isyankâr tutuma sahip olagelmiş olan Kuşak ise bunu sularıyla, yani yaşama haklarıyla oynama, buna bir saldırı olarak kabul etmiştir. Zaten gergin olan ipler pek de büyük önemli gibi durmayan bu olayla birlikte anında çözülmeye başlamıştır.
Artık Miller’ın Julie’yi araştıracak vakti yoktur. Kuşak limanlarından Ceres’te çıkan halk isyanlarını bastırması gereken bir polistir o. Yine de… Yine de Julie’nin onu rahat bıraktığı söylenemez. Ve Miller bu durum üzerine gittiğinde bırakın kızın olaylarla olan derin bağlantısını, dedektifin bir parçası olup çıkacaktır. Julie Miller’a dönüşürken, Miller Julie’ye dönüşecektir.
Suçlanan ama suçsuz Mars (ki Mars’ın suçsuzluğunu kitabın en başlarında öğreniyoruz), isyan ve savaş ilanlarının duyulduğu Kuşak, tarafsız kalmakta zorlanan Dünya ve her şeyin arkasında bunları planlamış, düğmeye basmış bilinmeyen bir güç…
Peki, gerçek ne?
Konuyla ilgili daha fazlasını anlatma gereği görmüyorum. Başta dediğim gibi, ne kadar az anlatırsam o kadar iyi. Bu noktada durup kurgu ve karakterler, kurulan sistem ve özgün yanlarına dair olan eleştirilerime geçmem daha mantıklı olacak.
[stextbox id=”black”]“g” Kadar Konuş
Kitabın tartışmasız en özgün yanlarından biri yerçekimine bağlı olarak ortaya çıkan ayrımcılık faktörüdür. Leviathan Uyanıyor, Mars’ın ve Dünya’nın en büyük güçler olduğu güneş sisteminde Kuşaklıların durumunu yerçekimi birimi olan “g” ile özetliyor.
Çok daha düşük yerçekiminde doğan ve büyüyen, boyları 2 metreyi bulan Kuşaklılar, bu iki büyük gezegeni “yerçekimi kuyusu, kuyu” gibi tabirlerle aşağılayıp kendi düşük çekimlerindeki özgür hareketleriyle övünüyorlar. Sadece bununla da bitmiyor aslında. Bu kadar uzak mesafede gelişen bir toplumun kendi jestleri de oluşmuş durumda ki, bu çok güzel bir nokta. Ayrımcılığın “g” sabiti üzerinden yapılması fikrini ne kadar sevdiysem, fiziksel jestlerin de farklılık göstermesini o derece sevdim. Söz gelimi Kuşaklıların elleriyle yaptığı bir hareket bizim omuz silkme hareketimize karşılık gelmekte. Bu da insanları boyundan, kilosundan ayırt edemiyorsanız bile hareketlerinizden ayırmanıza epey yardımcı oluyor.
[stextbox id=”black”]Uzayın Yakın Ucu
Bir başka özgün yanıysa –özellikle yabancı okurların sıkça dile getirdiği üzere- türü her ne kadar uzay operası olsa da kurgunun uzayın uzak ucunda değil, Güneş Sistemi içerisinde gerçekleşmesi. Bu duruma sık sık dikkat çeken türün hâkimi okurlar bundan pek bir memnun. Açıkçası ben de bundan yana mutluluk duyuyorum, çünkü her ne kadar ileri teknoloji işin işinde olsa da uzaklara gitmektense bildiğimiz sistem içerisinde daha yakın, daha tanıdık bir sistemde macera yaşama fikri oldukça hoşuma gitti. Şunu da unutmamak lazım, uzayın uzak köşelerinde geçen maceraların sayısı da hiç az değildir. Özellikle bu gibi eserlere alıştıysanız, uzay operasının bu etmenini tersine çeviren Leviathan Uyanıyor size böyle ufak ama tatlı bir farklılık sunuyor.
Başka gezegenlere yayılım sürüyor, ancak yıldızlara ulaşmak halen bir hayal…
[stextbox id=”black”]Bilinçli Deli
Bu gibi eserlerde hayati olan şeylerden biri aksiyonun dozuysa bir diğeri de kesinlikle karakterlerin doyuruculuğudur. Eğer o karakterleri benimseyemiyor, sevemiyorsanız kitap akıp gitmez, size kendini sevdiremez. Ancak yazarlar burada karakterleri yaşatmayı gayet iyi başardıkları gibi özellikle Miller karakteri üzerinde farklı bir yaklaşım gerçekleştirmişler.
Kitaptaki favorim olan Miller, bilinçli halüsinasyonlar gören de bir insan. Nasıl mı? Kitabın başlarında eski karısının hayaliyle yaşadıklarına tanık oluyoruz. Belirli durumlara göre eski karısının durumla alakalı olarak aldığı tavırları görüyoruz. Ancak bu kadarla da kalmıyor. Ne zaman ki Miller Julie görevini üstleniyor, işte o zaman eski karsının yerini Julie almaya başlıyor. Ona fikir veren, değerlendiren, onunla konuşan tanımadığı bir kız çıkıp geliyor. Bu iş, iş olmaktan da böylelikle çıkmaya başlıyor.
Şunu belirtmem gerekir ki Miller bu hayalleri bilinçli olarak görüyor. Kendisi bunların birer hayal olduğunun gayet farkında. Ayrıca herhangi bir akıl hastalığı da yok. Bu bir çeşit kurbanla ya da durumla empati kurma yönetimi, ona moral kaynağı. Fakat olayların gelişiminde ve özellikle her şey ortaya çıktığında bunun sadece bir hayal olup olmadığına dair ciddi şüphelere düşebilirsiniz, benden söylemesi.
[stextbox id=”black”]Noir ve Korku’nun Bununla Ne İlgisi Var?
Yazıya başladığımdan beri “uzay operası” diye tutturmuş olsam da eser tek bir türe bağlı kalmış değil. Bu da onun bir başka güzel ve ilgi çekici yanı olarak karşımıza çıkıyor.
Yazar sayısı 2 olunca fikir ve tür de artmış durumda. Hal böyle olunca da işin polisiye kısmı doyurucu bir Noir’a kayarken, yazarların korku yazarlığı geçmişi devreye girip, özellikle sonlara doğru ürkünç sahnelerle burun buruna gelmemize neden oluyor. Zaten kendileri de bunu onaylıyorlar. Verdikleri bir röportajda korku yazarlığı geçmişlerine dikkat çekerek bu unsurları bu eserde birleştirmekten mutluluk duyduklarını ve noir türüne duydukları hayranlığı dile getirmişler.
[stextbox id=”black”]Bilim de Olsun, Tadından Yenmez
Her şeye rağmen bu bir bilimkurgu eseri, onu unutmamak gerekir. Yazarlar da bunun bir hayli farkında belli ki. Çünkü kitap boyunca dipnotlarla desteklenecek bir bilgi patlaması da yaşıyoruz. Araştırmalara dayanan, bilimsel gerçeklerle hayal gücünün harmanlandığı bir portre çiziyorlar bizler için. Bu zaman zaman yorucu olabiliyor, ancak olay örgüsüne bir ciddiyet ve derinlik kazandırdığı da aşikâr.
Uzay gemilerinin sadece oradan oraya uçmadığı, yüksek hızlarda insana verebileceği etkileri ve buna göre doğan etmenleri göz önünde bulundurmaları bence oldukça yerinde olmuş. İnsanın biyolojik bir kütle oluşu ve bu gibi etmenlerle geçireceği değişimleri konu etmek inandırıcılığını da bir seviye yükseltmiş. Ek olarak şunu da belirtmekte fayda var, bu özellikleriyle “hard science fiction” alt türüne epey bir yaklaşmış oluyor.
Şu ana kadar sizlere kitabın iyi özelliklerini öve öve bitirememiş gibi gözükmüş olabilirim. Ancak hiç mi eleştirilerim yok dersiniz? Eh, o zaman şimdi sıra geldi hedefe kilitlenmeye.
[stextbox id=”black”]Klişe Kalkanlarında Sorun Var Kaptan
Leviathan Uyanıyor bunca güzel ve özgün şeyi içinde barındırırken maalesef bir yerden sonra klişelerle fazla haşır neşir olmaya başlıyor. Başlangıçtaki o heyecan, sonrasında gelen o tahmin edilemezlik hissinin yarattığı keyif sonlara doğru öyle bir çatlıyor ki, eser bu noktadan itibaren tahmin edilebilir yanlarıyla okuyucudaki keyfi baltalamaya başlıyor. Özellikle her şey ortaya çıktığında bilimkurgu klişelerinin ardı arkasının kesilmemesi okuma seyrinizde pürüzler yaratabilir. Belki bunları “bilimkurgu klişesi” değil de, “bilimkurgudaki klasik unsurlar” olarak görebiliriz; fakat böyle bir iyimserliğe ben kendi adıma giremeyeceğim.
Baştan beri merak ettiğiniz şeyin aslında çok tahmin edilebilir olması insanın canını sıkan bir etmen, bunu okuyucudan saklayamam. Ancak bir yerde kitabın hakkını şöyle verebilirim: kitap bu noktada size kendini sevdiren karakterleri için okunur olmaya başlıyor. Bu da karakterlerin başarısında bir artı olarak hanelerine yazılıyor. Şunu da belirtmekte fayda var, kitabın sonunda her şey çözüldüğünde öğrendiğimiz bir gerçek o klişeleri bir nebze de olsa affettirir cinsten.
Kendini affettiren bir diğer noktasıysa serinin devam kitaplarının varlığıdır. Neden mi? Benim şu an burada eleştirdiğim noktalar belki ikinci kitapta çok daha özgün bir kurgunun parçası olacak, kim bilir? Belki de bir ilk kitap olduğu için böyle yollara saparak giriş yapma gereği duymuşlardır. Bu konuda iyimser olduğumu belirtmem gerekir. Şahsen devam kitabında durumun değişebileceğine dair umudum var. Bunu da kitapta gördüğüm bir noktaya dayanarak söylüyorum, diyor ve spoiler vermemek için cümlemi burada sonlandırıyorum.
Kitaba dair tek eleştirim bu klişeleşme süreci de olmayacak aslında. “Kötü adam” diye tabir edebileceğimiz bir karakterle nihayet karşılaştığımızda da (kitabın büyük kısmında suçlayacak kimseyi ne biz, ne de kahramanlarımız bulabiliyor) maalesef bizi başka bir hayal kırıklığı bekliyor. Her ne kadar orada Miller karakterinden beklenmeyen bir sürpriz ve ardından gelecek açıklamalarında mantığının doğruluğuna saygı duyabilecek olsak da o “kötü adam”ın da “kötülüğünün” yetersiz bir yanı var. Evet, yaptıkları şeyler tüyler ürpertici; evet, tüm bu yol açtıklarının belli bir mantığı var; ama hayır, bu karakterin eksik yanları var. Maalesef ilk suçlayabileceğimiz adamda bir oturmamışlık, bir eksiklik, bir kötü karakter için olmamışlık mevcut. Beni en çok üzen ve şaşırtan noktaysa Holden ve Miller gibi iki başarılı karaktere imza atmış olan yazarlarımızın nasıl olup da böyle önemli bir noktada eksik kalabildiğidir.
Son eleştirimse kurgu ya da karaktere değil, kitabın düzeltisine olacak. Bazı yerlerdeki yazım hatalarına değinmeyeceğim. Her ne kadar göze batsa da insanlık hali denebilir; fakat Holden ve Miller karakterinin beraber yaptıkları işlerde birkaç kez yaşanan isim karmaşası okurun kafasını allak bullak ediyor.
Şöyle bir örnek vereyim:
“Holden kapıyı açtı ve Holden’ın geçmesini bekledi.”
Şimdi burada asıl kapıyı açan ve geçmesi beklenen kimdir?
Yukarıdaki cümle kitaptan bir alıntı olmamakla birlikte kitaptaki duruma birebir örnektir. Özellikle bazı durumlarda aynı adın iki kez yazılması karakterlerin yaptıkları işlerde bir anlığına ipin ucunu kaçırmanıza yol açıyor.
[stextbox id=”black”]Efil Efil Esinleniyoruz
Eserle ilgili dikkatime çeken nokta usta bilimkurguculardan esinlendikleri noktalar üzerine oldu.
Holden ve Miller karakterleriyle karşılaştığımıza –sizi bilemem ama- aklıma öncelikle Asimov’un Dedektif Elijah Baley ve robot ortağı Daneel Olivaw’ı geldi. Tabii ki Leviathan Uyanıyor’da bu iki karakter de insan, ancak bahsettiğim Asimov karakterleri gibi zıt yapılara da sahiplerdi. Ancak devamında bu fikrimden vazgeçtim, çünkü karakterler daha belirgin biçimde başka bir ustaya yaklaşıyorlardı: Philip K. Dick’e. Hatta bunu dedektif karakterimiz olan Miller için söylemek daha doğru olur.
Bir diğer noktaysa kurgudaki düğümler çözülmeye başladığında karşılaşılan cevabın daha çok Arthur C. Clarke eserlerinde görmeye alışık olduğumuz türden bir gerçek olduğunun farkına varıyoruz. Bana biraz 2001: Bir Uzay Efsanesi’ni çağrıştırmadı değil. Fakat yaptığım ufak bir araştırmada karşılaştığım okur yorumlarında yine Clarke’ın Rama’sına benzetenler de mevcut.
Yazarların bu konuda da bir açıklaması mevcut aslında. Onların penceresinden bakıldığında, bir röportajlarında verdikleri cevaba göre, bu kitaptaki sistemin “güneş sistemi içinde” olmasının arkasında Alfred Bester ve onun Kaplan! Kaplan! adlı kült eseri yatıyormuş. Ty Franck, Kaplan! Kaplan! isimli eserde Bester’ın izlediği “tamamen kolonize olmuş bir güneş sistemi yaratıp nasıl olduğunu açıklamamak” yolunu çok beğendiğini ve aynı özgürlüğü isteyerek kendi kitaplarında kullandıklarını belirtiyor. Dahası, Franck kendisinin Alien adlı meşhur sinema serisinden de esinlendiğini rahatlıkla söylüyor.
İncelemeyi bitirirken kitabı (eleştirdiğim yerlere rağmen) sizlere tavsiye etmekten kendimi alamayacağım. Kendi adıma ikinci kitabı merakla beklediğimi söylemem gerekir.
Söylenecek her şey söylendikten sonra geriye artık gemiyi limana yanaştırmak kalıyor. Dilim döndüğünce irdelediğim noktaları sizlerle paylaşmaya çalıştım ve ortaya böyle uzun bir inceleme çıktı. Dilerim okurken sizi sıkmamış, kitaba dair merak ettiklerinize ışık tutabilmişimdir.
Gemimizden ayrılırken lütfen basamağa dikkat edip, “Bunları Biliyor Musunuz?” kutusundan bir tablet almayı unutmayın. Mide bulantınızı hafifletir.
Bunları Biliyor Musunuz?
-Kitap ilk olarak Ty Franck tarafından MMORPG olarak tasarlanmış, Daniel Abraham ve eşi de bu sistemde oyuncu olmuşlardır.
-Leviathan, Eski Ahit’te geçen bir deniz canavarı olmakla birlikte kitap boyunca “Leviathan” adı hiç geçmemektir. Kitabın adı tamamen sembolik amaçla kullanılmıştır.
– Enginlik Serisi’nde şu ana kadar iki kitap yayınlandı ve üçüncü kitap olan Abaddon’s Gate, 4 Haziran 2013’te yurtdışında satışa sunulacak.
-Ülkemizde Versus Yayınları’ndan çıkan ve forum üyelerimizce oldukça beğenilen Paolo Bacigalupi’nin Kurma Kız adlı bol ödüllü romanı bu ikilinin favori bilimkurguları arasındadır.