Tolkien Ne Yaptı? – Bölüm 2

tolkien ne yapti

yazı dizisini ilk defa okuyanlar için
DİKKAT!

BU BÖLÜMÜ OKUMADAN ÖNCE


BÖLÜM 1


 

Esen olsun.

Daha önceki bölümde genel olarak mitoloji nedir sorusunu ele almış ve Tolkien’in beslendiği havzanın başlıca kaynağını irdelemiştim. Bu bölümde, mitoloji ile fantastik edebiyat arasındaki köprüyü ele almak ve Tolkien’in öncüllerinden bahsetmek istiyorum. Gelecek bölümlerde, Tolkien’in yarattığı “legendarium”un mitolojik arkaplanını ele alacak, ardından edebi olarak Tolkien’i inceleyecek ve son olarak Türk fantastik edebiyatı ile alakalı birkaç laf edeceğim.

Birinci bölümde mitolojiyi ele aldığımızda görmüştük ki, mitoloji, erken dönem insanlarının bugün “dini” ve “bilimsel” olarak iki kola ayrılmış “sanal” ve “gerçek” bilgi arayışı/birikimini, bu ayrım ve giriftleşme gerçekleşmeden önceki anlama ve aktarma tavrıdır. Yani mitoloji, epistomolojiyle alakalıdır ve mitolojinin karakteristiği, insanoğlunun kolektif ve bireysel bilinçaltına dair ipuçları verir. Ayrıca mitolojinin sistematik bir özellik göstermesi ve bir süre sonra dinleşmesi (ki, önceki bölümde ele aldığımız evrim sürecinin sonunda, mitolojinin bir boyutu tamamen dinleşir, bir boyutu da bilime evrimleşir. ), mitolojinin “toplumsal hafızanın bekası ve gelişmesi”ne dair üstlendiği görevlerle alakalıdır.

Üst-yapıda ya da erken dönem yüksek kültür dairesinde “mitoloji” evrimleşir ve sürerken, alt-yapıda da, bazen mitolojik irfandan beslenip, yüzeysel ve bozulmuş bir yansımayla “alt tabaka”ya yayılmış, bazen de, doğrudan alt tabaka tarafından yaratılıp, mitolojiyi besler hale gelmiş “masallar”dan söz edebiliriz. Öyleyse masal, mitolojinin doğduğu kaynaktır, aynı zamanda, mitoloji, daha düşük kültür dairelerinde masalı doğurur. İlk bölümde değindiğimiz “mitolojinin ikincil boyutu”, yani, arketipler üzerine bina edilmiş, alegorik ve didaktik özellik gösteren mitolojik figür ve elemanların birbiriyle ilişkisindeki boşluğu dolduran “edebi” kısım, sanal ve pür sanatsal kısım, çoğu zaman masallarla dolmuştur ve masallara hayat verir. Öyleyse kimi masallar, aynı mitoloji gibi, didaktik ve alegoriktir, ancak kimileri, bu bereketli kaynağın “yan ürünü” olarak, pür edebidir.

Buna ek olarak, mitolojik çağın geçtiği, insanoğlunun kolektif bilincinin giriftleştiği çağda da, mitolojik irfan ve gelenek, kendisini yeni şekil ve çerçevelerde gösterir. Ayrıntılı olarak ileride (gelecek bölümde) değineceğim ama, buna bir örnek vermemiz gerekirse; “ne kadar mükemmel olunursa olunsun, her zaman insanoğlunun ya da dünyevi herhangi bir varlığın bir tarafı eksik olacaktır, hiçbir şey mükemmel değildir” anafikrini vermeyi arzulayan “tek zayıf noktası olan mitolojik figür” klişesi, dünya mitolojilerinde kendisini sık sık belli eder. Söz gelimi, Alman destanı

Siegfried und Brunhilde
Siegfried ve Brunhilde

Niebelungenlied’de, kahraman Siegfried bir ejderha öldürür ve onun kanında yıkanır; böylece derisi ejderha derisi gibi olacaktır, kılıç işlemeyecektir. Ancak farkında olmadan, rüzgarda savrulan bir yaprak, kürek kemiklerinin arasına yapışır ve o kısma ejderha kanı gelmez. Ve sonunda Siegfried, buradan aldığı bir yarayla ölür. Aynı motif, meşhur Achilles hikayesinde de gözlemlenir. Ve aradan çağlar geçtiğinde, İslam’a baktığımızda, aynı motifi, peygamberin amcası Ebu Talip’e dair bir rivayette de görürüz. Buna göre, Müslüman olmamış olan Ebu Talip ölüm döşeğindeyken, peygamber onun bütün vücudunu eliyle sıvazlar. Böylece onu koruyan amcasını cehennem ateşinden koruyacaktır. Ancak ayak tabanlarını sıvazlamayı unutur, bu yüzden her ne kadar peygamber onu korumak istese de, İslam’a göre bir kafir olan Ebu Talip, cehennem ateşinden korunmamış olacaktır, sadece ayak tabanlarından da olsa, azabı hissedecektir. Açıkça belli ki, bu hikaye, daha önceki dönem mitolojik klişesinin İslami bir çerçeve ile ifade bulmasıdır. Ve ilk bakışta “gereksiz, pür sanatsal” görülse de, eski zamandan kalma amaç taşıyan, didaktik klişenin gayr-ı ihtiyari yansımasıdır. Bu açıdan baktığımızda, salt edebi olan masallar ya da mitolojik metinler de bir amaç taşıyan eski gelenekten farkında olmasalar da izler taşırlar. Konunun biraz dışına çıkarsak, alegori yaptığını açıkça ve şiddetle reddeden Tolkien’de kimi zaman alegorik izler görülmesinin sebebi de, budur.

Öyleyse, sebepsiz ya da gereksiz olmayan temel taşlarının, edebi bağlantılarla birbiriyle ilişkilendirilmesiyle doğan mitoloji, masallarla karşılıklı bir etkileşim içindedir. Ve bu masalların yarattığı havza, “halk sanatı” ve benim “etken sanat” olarak adlandırmayı tercih ettiğim “yüksek tabaka sanatı” için bir beslenme kaynağı olmuştur.

Halk sanatı daha çok, kolektif bilinç ve bilinçaltının, yetenekli “ozan” ya da “sanatçı”ları “araç” olarak kullanıp Jung’un “taşmak” olarak anlattığı biçimde açığa çıkmasıyla vücut bulur. Yani halk sanatında, bireysel katkı ya da özgünlük çok azdır, esas olan, belirli, mutlaka geleneğe dayalı kalıplarla, belirli, kolektif bilinç/bilinçaltı ürünü sözlerin söylenmesidir. Söz gelimi türkülerdeki motif ve bakış biçimlerinin birbirine benzeyişi, bu yüzdendir.

Ancak “etken sanat”, şahsi sanattır, görece geç evrimleşmiştir, bu yüzden bence yanlış olsa da, “yüksek sanat” olarak da adlandırılabilir. Etken sanat, her ne kadar, kolektif bilincin, halk sanatında olduğu kadar etkisinde değilse de, yine onun belirleyiciliği ve hükmünden kaçamaz. Ancak, bireye has, doğrudan üst bilinç, korteks seçimi imgeler ya da usul kullanımı, etken sanat ile mümkün olmuştur. Ve etken sanat doğduktan sonra, kendisine ayrı bir gelenek ve varoluş düzlemi yaratmıştır; bu düzlemi halk sanatı ve halk irfanından aldığını unutmuş ve suni bir ayrımla kendisini tecrit etmiştir.

Ancak özellikle Rönesans sonrası, zaten hiçbir zaman gerçek manada Hıristiyan olmamış, aksine Hıristiyanlığı kendisine benzetmiş olan Hint-Avrupalılar, köklerini yeniden keşfettiler. Ve görece “halk irfanı” ya da “mitoloji”den kopmuş olan etken sanat, tekrar bu kaynaktan beslenmeye karar verdi. Hala, doğrudan halk irfanından değil, yüksek kültüre daha yakın olan mitolojiden besleniyordu, ancak zamanla bu beslenme alanı halk irfanını kapsayacak şekilde genişlemiştir. (Romanya için M. Eminescu, Türkiye için Attila İlhan, H. Nihal Atsız gibi isimler örnek verilebilir.)

Bu evrimin uzun analizi, konuyu fantastik edebiyat dışına taşıracaktır. Zira fantastik edebiyat, salt beslenme değil, aynı zamanda bir yaratma işidir. O yüzden, başka “sınıf” ya da “akım”lar altında etken sanat icra edip, bahsettiğim kaynaktan beslenen edebi isimleri ve eserleri burada anmayacağım.

Bu süreç içinde, kimi sanatçılar, etken sanat icra ettikleri halde, kolektif bilinci ve onun yaratma gücünü taklit etmeye kalktılar. Kimi zaman, kolektif bilincin ortaya koyduğu bir efsaneyi ele alıp, onu doğrudan kendi hayal güçleriyle değiştirip geliştirerek, melez işler ortaya koydular (Vampir efsanesinin bugün anladığımız haline gelmesinde tek başına büyük pay sahibi olan Bram Stoker gibi. Vampir ondan önce de vardı, ancak o, kendi kurgusu ve hayal gücüyle, bu efsaneden bir etken sanat figürü ve motifi yarattı.) Bazen de, özellikle geniş bir birikime ve yeteneğe sahip olanlar, doğrudan suni masallar ve mitolojiler yarattılar.

Bu açıdan Tolkien’in öncülleri, “doğrudan” bir çizgi izlenmeden, şöyle sayılabilir: (tabii ki bunlar, ilk akla gelenlerdir.)

Edda geleneğinin dışına çıkmış olmasına rağmen, hem İskandinav mitolojisinin günümüze kalmasını sağlayan, hem de, daha az edebi olsa da, daha elverişli bir yolla mitolojik bilginin aktarılmasını sağlayan, Prose Edda (Nesir Edda) yazarı Snorri Sturluson. Ki “roman”ın olmadığı bir çağda düz yazıyla mitolojik irfanın geç dönem bilgisini bize ulaştırmıştır, bir nevi İskandinav Dede Korkut’udur.

“İlahi Komedya” yazarı Dante Alighieri. Mitolojinin alt başlığı olarak kabul edilebilecek dini menkıbeler yumağının oluşturduğu havzadan beslenmiş ve etken sanat alanında ürün verdiği için, bunu doğrudan kendi hayal gücüyle melezleştirleşmiş ve kolektif değil, tek bilinç tarafından ortaya konmuş “menkıbeler örgüsü” özelliği gösteren bir eser vermiştir.

John Milton. Kayıp Cennet yazarı John Milton, esasında beslendiği havza (Hıristiyan Kozmoloji ve Kozmogonisi) hakkında negatif hisler beslemektedir ve o havzanın motifleri ile imgelerini kullanarak, kendi söylemek istediğini, alegorik olarak ifade etmiştir. Bu açıdan Kayıp Cennet eşsiz ve sınıflandırılamaz bir eserdir.

Grimm Kardeşler. Derledikleri masallar ile, esasında bağlı bulundukları kültür havzasının folklorik ve mitolojik karakteristiklerini ortaya çıkarmamıza yardımcı olacak büyük bir iş başarmışlardır.

gustave dore paradise lost
Kayıp Cennet’te, Gustave Dore tarafından resmedilmiş bir sahne

Edgar Allan Poe. Kanımca, fantastik edebiyata giden yolda, “pür fantastik”ten hemen öncesindeki basamak, Poe basamağıdır.

Gustave Dore. Şahsen kendisini, “mitleri resimleyen adam” olarak görüyorum. Poe’nun eserlerini, İncil’i, çeşitli öyküleri resimlemiş, basmakalıp, çoğu zaman “kültür endüstrisi” ürünü imge ve göstergelerin bu kadar yaygın olmadığı o çağda, sözel olarak anlatılanı, görsel olarak tasvir ederek, motifleri ve karakterleri salt hayal olmaktan, daha “dünyalı” hale sokmuştur.

Buna göre Tolkien, Sturluson’dan Poe’ya dallanıp budaklanarak gelişen bir birikimin mirasçısı ve daha da önemlisi, o birikimi kullanarak, yepyeni ve özgün bir akım ve alan, yani fantastik edebiyatı yaratan adamdır. Ve esasında, bunlardan fazlasıdır: müthiş bir dilbilimci ve mitoloji bilginidir.

Gelecek bölümde, Tolkien’in suni mitolojisini oluşturuş süreci ve bunun dünya mitolojilerindeki arkaplanına dair sözler edeceğim. Her bölümde Türk mitolojisinden bir alıntı yapacağımı söylemiştim, alıntıyı buraya koyuyor ve görüşmek üzere diyorum:

Öd Tengri yaşar kişi oglı kop ölgeli törümiş”

(Zamanı tanrı yaşar, insanoğlu hep ölmek için türemiş. Bilge Kağan, Orhun Abideleri’nden.)

ÖNERİLİR
BU BÖLÜMÜ OKUDUKTAN SONRA


BÖLÜM 3BÖLÜM 4BÖLÜM 5BÖLÜM 6