Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Buzmavisi

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Ay Kadın'ın Öyküsü
« : 24 Eylül 2012, 21:18:22 »
Öyküdeki bazı yabancı terimleri açıklayayım dedim.

Latenahi: Ölümsüzlerin diyarıdır. Ulu dünyadan tamamen ayrı bir dünyadır. Layet adı verilen ölümsüzlerin topraklarıdır. (Latenahi kelime anlamı: Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen.)
Ulular: Ulu Dünya'da insanı yarattığına inanılan ölü tanrılar.


Ay Kadın

Yorgun argın işten çıkmış soluğu en yakındaki handa almıştı. Tarçın, kök birası ve kızartma kokan mekân her zaman ki uğrak yeriydi. Karısının henüz yemeği hazır etmediğini biliyordu, bu sebeple acelesi yoktu. Kum rengi kısa ve dağınık saçları olan genç adam, çam yeşili gözleriyle hanın yuvarlak masalarını inceledi. Hiçbiri cilalanmamıştı. Ozan’a göre cilalanmamış ahşap, hiç el değmemiş ıssız bir orman, ıraklarda saklanmış duru bir göl gibiydi, gerçekten dinlediğinde insana nice hikâyeler anlatırdı.

Kış güneşi henüz akşam karanlığına yenilmemişçesine açılan han kapısıyla içeriye süzüldü ancak salonun içindeki seyahati kapının tekrar kapanmasıyla çabucak son buldu. Kahverengi pelerinli bir gezgindi eşikte duran, iri bir hayvanın kestane rengi kürkünü boğazına sarmıştı. Kısa sakalı taranmamış, saçları ise hafif hırpaniydi. Yüzünde eski yaraların izleri olan ufak çukurlar vardı. Bal rengi koyu gözleriyle duvarlara ve kirişlere asılı yağlı cam lambalarıyla aydınlatılmış, alçak tavanlı büyük salona bakındı. Ahşap zemin yer yer ince halılarla kapatılmıştı. Aradığını bulduğunda ifadesi meraktan şetarete dönüştü. Bu öylesine bir gülümseme değildi, dudaklarını birbirine bastırıp hiç diş göstermeden, insanın değerli bir dostuna verebileceği gizli saklı bir tebessümdü. Ozan onun bakışını takip ettiğinde yalnızca önü boş, büyük şömineyi gördü.

Yaklaşık yarım saat sonra yaşı tahmin edilemeyen yabancı, korları yeni tazelenmiş olan şöminenin başındaki bir koltuğa oturmuştu. Çevresinde toplanan insanlar ona hevesle bakıyordu. Bir öykünün daha sonuna gelmişti.

Kalabalığın arasında dostları marangoz ustası Selikas’ı ve demirci çırağı Uzez’i görünce Ozan da henüz yarılanmamış şarap kadehini alıp onların yanına vardı.
 
“Ebedi karanlık bu gamlı günümde,
Nankör bu toprak durmaz sözünde.
Gökten gelir bu kin gözlerime,
Yansın bu şehir kül olsun önümde.


Meleskis o toprakların kralıyken ailesi hunharca katledilmişti. Bunu yapan iblislerin karanlık kentini nâra vermeden önce bu ağıtı yakmıştı.”

“Sen o gezginsin değil mi?” diye sordu çırak sonunda dayanamayıp. “Hani şu kitaplara konu olan.” Elleri bütün gün fırında çekiç vurmaktan pas ve is tutmuştu. Henüz on sekizinde olmasına karşın, on yaşından beri demircinin yanında çalıştığından ötürü genç hatlarında mesleğin getirdiği ağırlık vardı. Geniş omuzları eğik ve kolları kaslıydı, kalın bıyığı henüz yüzüne yaraşmıyordu.

Handaki hizmetli kızlardan birisi Ozan’ın, kalçalarına baktığını gördüğünde yumruğunu ağzına bastırarak kıkırdadı, genç adam utanıp dikkatini gezgine verdi. “Evet, ben o gezginim,” dedi yabancı, şarkı söylercesine. “Kazalmar Orman’ından dolunayda çırılçıplak geçtim, yanımda yalnızca zekâm ve bir tutam tütünüm vardı. Lanetli Mesirli’de Gece ve Gündüz’ü kandırıp yatağıma aldım. Latenahi’nin en diplerine dalıp Yuhut ağacının altında uyudum.”

“Bize bir hikâye daha anlatacak mısın Gezgin?” diye sordu demirci bir umutla.

“Ben nereye gidersem gideyim, yanımda muhakkak birkaç öykü taşırım, Latenahi’ye bile. Size oradan aklıma gelen bir hikâyeyi anlatmak istiyorum.”

Adamın bir layet gibi renk değiştiren gözlerinde Ozan’ın bir türlü çözemediği bir tatlılık, bir afyon, bir leylak rengi vardı. Bu o gezgindi, öykülerde, şarkılarda anlatılan, Ölümsüz Diyar’da dolaşan...

“Kadimler’den çok uzun zaman evvel Ulular Varoluş Savaşı’nı kazanıp üç dünyaya refah getirdiğinde Latenahi’de yani Buğulu Diyar’da kaybolan bir faninin öyküsü bu.

Ölümlü adam oraya nasıl geldiğini bilmiyordu, gökyüzüne baktığında yıldızlardan mahrum kalmış, menekşeler gibi boyanmış karanlık semayı gördü. Toprak ise yine aynı renk çimler, mantarlarla doluydu. Önündeki uzun patikayı nereye varacağını bilmeden takip ediyordu.

Rüzgâr ona adlarını dahi dillendiremediği rayihaları taşıdığı sırada o güne değin duyduğu en tatlı nağmeleri şakıyan lay kuşları ağaçlara tünemiş, yeni gelen faniyi izliyorlardı.

Genç adam uzun yolun sonundaki dev ağaca doğru yürürken küçük bir gölün kenarındaki kayaya oturmuş çırılçıplak bir kadınla karşılaştı. Bitkin sema yıldızsız olsa da menekşe rengi ışıkları gölün ıssız yüzeyinden yansıdı. Kadının ay gibi parlak teninde de dans ediyordu. Etrafında dolanıp uçuşan lay kuşlarının güvercin büyüklüğündeki hayaletimsi vücutları onun aydınlığıyla yeniden görünür olmuştu.

Ölümlü, bu yaratılış şaheseri olan kadının beline kadar uzanan ak saçlarına, ışıldayan pürüzsüz çıplak tenine, kalçalarının kıvrımına, bir kelebeğin kanat çırpması gibi açılıp kapanan kirpiklerine ve destanlar yazdıran yüzüne ilk görüşte âşık olmuştu.

Onun yanına gitmek istediğinde o buz rengi gözlerinin güzelliği karşısında dizlerinin tutmayacağını biliyordu. Ölümlü kendisini bir hiç hissetti, karşısındaki tapılacak bir tanrıçaydı. Kendisi ise kayıp, küçük, önemsiz bir ruhtu.

Esintilerin ezgileri ona bu hüsnün kim olduğunu dillendirdi.

Yürüdüğünün farkına bile varmaksızın kendisini gölün iki adım ötesinde buldu. Ay Kadın’ın buz gözlerinden dökülen yaşlar taş parçaları gibi etrafa saçılıyordu.

Ölümlünün kederi inanılmazdı, o da onunla birlikte ağlamaya başladı. Kendisinin bir şarkı söylediğini duyuyordu ama notalar onun ağzından dökülmüyordu sanki.

 
‘Ey latif Ay Kadın!
Niye yeis içindesin?
Hayatım, ekşim, tuzum, tadım
Derdin nedir söyleyesin.’

Onu suskunca dinleyen Ay Kadın ise kendi ağıtıyla ölümlünün hayatını neredeyse köreltmişti. Tek kelime bile etmediği halde ölümlü onun şarkısından neden yas tuttuğunu hemen anlamıştı. Ay Kadın’ı biricik aşkı olan gökyüzünden ayırmışlardı. Yolculara artık ışık veremiyordu. Ay Kadın her gece, her gündüz ağlamıştı. Onlardan da yardım istemişti fakat Gece ve Gündüz onu duymamışlardı.

Ulular’dan da medet umamazdı. Ay Kadın tanrıların dilediği gibi gökyüzünde bir uçtan diğerine gezmemişti çünkü semada olduğu yerde mutluydu. Ulular ise buna öfkelenmişler ve onu lanetleyerek Latenahi’ye indirmişlerdi.

Sonsuz Diyar’da kaybolmadan evvel kudretli bir hükümdar olan genç adam kibrine yenilip hemen ona yardım edeceğine dair büyük sözler verdi lakin Ay Kadın daha çok ağladı. Yine sözsüz bir şarkıyla derdini izah etmeye çabaladı.

Ölümlü onu tekrar anladı. Ay Kadın hiçbir şeyin Ulular’a karşı gelemeyeceğini, zaten genç adamı asla tehlikeye atmak istemediğini söylemişti zira daha önce hiçbir ölümlüyü yakından görmemiş olan Ay Kadın da genç adama âşık olmuştu.

Bunu duyunca nefesi kesilen ölümlü kendisini hemen Ay Kadın’ın yamacında buldu. On gün, on gece boyunca hiç durmaksızın seviştiler.

Ay Kadın tekrar mutluluğa kavuştuğunu anlamıştı. Ölümlü onun ipek gibi saçlarını okşarken, göğsüne yaslanmış sımsıcak, bal, limon ve nane kokan soluğunu ciğerlerine çekerken, ‘Eğer Ulular’ın gücünü yenebileceğimi bilseydim, sana olan aşkımı feda ederdim,’ diye fısıldadı. Ölümsüz Diyar’da kan ve aşk adına edilen sözler asla yabana atılmamalıydı, ölümlü bunu bilmiyordu. Zaten sırf bu sebepten Ay Kadın sözsüz şarkı söylüyordu çünkü diyarın kerameti sözleri, kelimeleri kapana kıstırırdı ve sadece gerçek aşk, tanrıları yenebilecek kudrete sahipti.

Böylece Ay Kadın’ın üzerindeki Ulular’ın laneti kalkmış, kadın bembeyaz bir nurla semaya taşınmıştı. Ölümlü, sözüyle aşkını feda ettiğinden ötürü artık onu sevmiyordu. Daha önce gökten düşürüldüğüne üzülen Ay Kadın şimdi de aşkından ayrılmıştı ve böylece her gece gökyüzünde bir uçtan diğerine sevdiğini aramak için gezmeye başladı.”

SON...

2
Televizyon / Türk dizilerindeki karakterler neden donuyor?
« : 21 Temmuz 2012, 00:38:43 »
Bu ne demek şimdi? :)

Açıkçası ben Türk televizyon dizilerinden bir tanesini bile izlemiyorum. Nedenimi izah edeyim:  Şimdi anlatacağım şey neredeyse bütün Türk dizilerinde var, daha geçende "Suskunlar" adlı diziyi izliyorduk ablamlarla. İyi bir dizi olduğunu iddia etti. Belki iyidir bilmiyorum. Tek bölüm izledim sadece. Ama bu söyleyeceğim onda da vardı.

İki karakter kendi aralarında konuşuyorlar diyelim. Adları Selim ve Ahmet olsun. Selim Ahmet'e kışkırtıcı bir şeyler söylüyor veya öfkelendirici bir şeyler, hakaret ediyor falan. Ahmet'in bu olaya tepki vermesi yaklaşık 45 saniye ila 1 dakika arasında oluyor. Önce kamera hakaret edene zoomluyor, ardından hakaret edeni zoomluyor, etraflarında başka karakterler varsa onları da zoomluyor :) Zaten ne kadar çok karakter olursa cevap vermesi o kadar uzun sürüyor, 2 dakikaya kadar uzayabiliyor. En sonunda Ahmet cevap veriyor veya silah çekiyor. Silahı çektikten sonra da Selim'in silaha karşı tepki vermesi yine 1 dakika falan sürüyor. İzlediğim Türk dizilerinin geneli böyle. Mesela yabancı dizi izliyorum, sürekli bir aksiyon, tepkiler çok hızlı vs... Bizim senaristler ve yönetmenler süreyi uzatmak için ellerinden geleni yapıyorlar herhalde.

Bu karakterlerin pauselanması olayından artık vazgeçsinler :)

3
Cadıların ve büyücülerin diyarı Anatolya bir kez daha çalkalanıyor.

Kuzeyde Merzeganlı Araf Cadıları, güneyde yeni uyanan karanlık bir ordu, doğuda Şiraze'yi ele geçirmiş olan Admer Aşireti ve Nirenge'deki Akdes Tarikatı...
....

4
Sinema / In Time - Zamana Karşı (2011)
« : 10 Mayıs 2012, 20:26:35 »

İnsanların genetik mühendisliği sonucunda 25 yaşında yaşlanması son buluyor ve geriye onlara verilmiş sadece bir yıl daha kalıyor. Kazanılan paranın sadece "zaman" olduğu bir gelecekte geçen filmde çok zengin olanlar sonsuza kadar genç olmanın yolunu bulmuş oluyorlar.
Spoiler: Göster
Varoşlarda yaşayan Will Salas(Justin Timberlake), kendisini cinayetten aranırken bulur ve güzel bir rehine ile kaçar. Fakirin sürekli öldüğü, zenginin ise çok dikkatli olmaya çalıştığı için hayattan zevk alamadığı bu sisteme karşı savaşır.


Alıntı:
Will: Benim sadece bir günüm vardı. Bir günle çok şey yapabilirsin. Daha ne kadara ihtiyacın var ki?

Yönetmen: Andrew Niccol
Yazan: Andrew Niccol
Oyuncular: Justin Timberlake, Amanda Seyfried and Cillian Murphy

http://www.imdb.com/title/tt1637688/

IMDB Puanı: 6.5

Spoiler: Göster



Kişisel yorumum:

Son zamanlarda izlediğim filmleri patlamış mısıra benzetmeye başlamıştım. Yani açıp bitirince çabucak unutuyordum. Bu filmde öyle olmadı, oldukça orijinal bir konusu var. Herkese tavsiye ederim.

5
Kurgu İskelesi / Günah Yiyen - Kara bir öykü
« : 10 Mayıs 2012, 13:41:35 »
  Günah Yiyen
   
    Ahmet Dedeoğlu'nun hayatı, karısının akciğer kanserinden ölmesinden beri ilk defa iyiye gidiyordu. Hapisten yeni çıkmış bir mahkûm olarak topluma ve kendisine karşı işlediği günahları ödediğini düşünüyordu. En azından kendisine kabul ettirmeye çalıştığı buydu.

    Mahpushanenin kötü yemekleri yüzünden küçülmüş olan göbeği tekrar irileşmiş, saçları neredeyse tamamen dökülmüştü; elli yaşlarında kısa boylu bir adamdı. Kahverengi gözleri, huzursuz yaşamından geriye kalan bir parça gibi eriyerek oraya sıkışıp kalmış hüzünle birlikte ışıldıyordu. Belki de bir gün, suçlarını üzerinden silkip atabilmenin mutluluğunu yaşayabilecekti.

    "Kasıtsız adam öldürme," demişti davasına bakan kibirli Savcı. Ona layık gördüğü ceza buydu.

    Ahmet saçma sapan bir nedenden ötürü yeğeninin hayatını almayı bu şekilde ödemek zorunda bırakılmıştı. Aslında bu suçtan değil fakat işlediği başka suçlardan dolayı hapse girmeyi hak ediyordu.     

    Üç sene sonra iyi hâlden şartlı tahliyeyle çıkmış ve kardeşinin marketinde ortak olarak çalışmaya başlamıştı. Zaten kardeşi, bu dükkânı Ahmet'le birlikte yaptıkları kara para aklama, haraç kesme, gayrimenkul dolandırıcılığı, şantaj, devlet arazisine gece kondu yaptırmak gibi birçok pis işin gelirinden elde ettiği sermayeyle açmıştı.
 
    Küçük kardeşi, Ahmet hapse girdikten sonra bu işleri bırakacağına da söz vermişti ve şimdi iki kardeş de namuslu işlerle para kazanmaya çalışıyorlardı. Eski patronlarıyla ilişkiyi tamamen kesmişlerdi, zaten adam onlarla görüşmek istemiyordu.   

    Belki bütün borçlarını ödeyememişlerdi fakat şimdilik her şey iyi gidiyordu.

    Ailecek gittikleri Zonguldak'taki yakın dostlarının düğünündeyken müzik hızlanmış, herkes sarhoş olup keyiflenmeye başlamışken açık havanın getirdiği hevesle hepsi silahlara sarılmışlardı.     

    Ahmet'in kardeşi Hasan bunu yapmayı çok severdi. Saçma sapan bir gelenekti Ahmet'e göre. Tabii kendisi daha önce birçok kez gerekli gereksiz ateş etmiş fakat kardeşini silahlardan uzak tutmaya özen göstermişti.     

    Yine de silahın gürültüsünün verdiği güç, onu eline kavramanın getirdiği büyüklük duygusunu, adrenalini hissetmek için yapmışlardı bunu. Gerçekten de bir süreliğine bu duygularla dolup taşmışlardı. Daha sonra Hasan tabancasını Ahmet'e birlikte ateşlemeyi önerdi. Adam en başta bunun saçma bir fikir olduğunu düşünmüştü ama zaten çakır keyif olmuştu ve bu güzel günde tek kardeşini kırmamak için dediğini yapmışlardı.   

    İşte o zaman Hasan'ın altı yaşındaki oğlu bir kaza kurşununa kurban gitti. Ahmet suçu kendisi üstlendi zira kardeşi zaten yeterince yıkılmıştı. İkisinin birden duruşmalarda sürünmesine, hapse girmesine neden yoktu. Bu olayların çok artması sonucunda gerekli tedbirleri almak isteyen bir savcı kasıtsız adam öldürme suçundan yargılatmıştı Ahmet'i.   

    Hasan ise gerçekten berbat bir hâldeydi. Bütün bunların, yaptıkları kötülüklerin bir sonucu olduğunu düşünüyordu ve Ahmet de düşünceleri arasında boğuşurken bunun içten içe doğru olduğunu anlamıştı.   

    Bundan sonra pis bir iş yapmama kararı almışlar ve hapisten çıktığında birlikte yeni bir işe başlamışlardı. Tamamen alın teriyle kazandıkları helal para olacaktı bu ve son iki senedir gayet iyi gidiyordu.   

    Ahmet, onu gördüğü zaman yeni envanter tedariki için ucuz bir toptancıya gitmişti ve kamyonetiyle İstanbul Avrupa yakasına geri dönüyordu. Boğaz köprüsünün üstünde sağ şeritten seyrederken oluverdi. Genelde çok hızlı gittiği zaman çizgiler oluşturan yolun üstünde gördüğünü zannettiği garip şekiller ortaya çıkardı. Bu da ona benziyordu.     

    Yol ilk defa bu saatte sıkışık değildi ve hafif bir duman bulutu kaplamıştı havayı, belki de o yüzden kimse onu fark etmemişti. Yaklaştığında iyice yavaşladı ve en sağa yanaştı. Arkasından bazı araçlar uzun uzun kornalar çaldılar ama o dörtlülerini yakıp diğerlerinin geçmesi için pencereden elini salladı.   

    Ne olduğunu tahmin edebiliyordu zaten. Haberlerde defalarca gördüğü bir olaydı herhâlde. Kendince intihar etmek isteyen biri koruluğun arkasına geçmiş kameraları bekliyordu. Ancak hava çok karanlık olduğu için kimsenin onu gördüğü yoktu. Eğer ışığın bir yansıması olduğunu sanmasaydı, Ahmet bile göremeyecekti. Zaten kendisi de hep söylerdi; atlamak isteyen adam kameralar falan gelmeden çoktan atlar. Hiç uğraşmaz böyle şeylerle.   

    Ardından Ahmet'in aklına başka bir fikir geldi. Ya bu gerçekten intihar etmek istiyorsa? Ya bu adam zaten kameraları istemiyorsa, o yüzden böyle bir havada çıkmışsa? Hapisten çıktığı zaman elinden geldiğince insanlara yardım edeceğine kendi kendine söz vermişti. Birinin intihar etmesini engellemek çok büyük bir şeydi. Yani gerçekse çok iyi olabilirdi. Daha sonra böyle düşündüğü için kendisinden nefret etti. Adam gerçekten intihar edebilirdi ve hâlâ bencilce davranıp sadece kendini düşünüyordu.

    Polisler ile başı çok ağrıyacaktı belki. Aracını köprünün ortasında durduran başka manyak var mıdır acaba diye düşündü. Kamyonetten inip dışarı çıktı ve karanlıkta duran gölgenin yanına doğru seğirtti.   
    Yaklaştığında çok iğrenç bir koku burnuna erişti. Kurumuş kanla, çürümüş peynirin karışımı gibiydi. Üstelik havada rüzgâr olmadığı için burada iyice ağırlaşmıştı. 
 
    Fazla beklemeden birkaç adım daha attı. Gölgenin kendisiyle aynı yapıda, neredeyse aynı boylarda bir adam olduğunu fark etti. Ona yavaşça yaklaştığında adam koruluğa sıkıca tutunarak arkasını döndü.

   Saçlarının üstü açılmış, kırk-elli yaşlarında biriydi. Gözleri ve yanakları gözyaşlarıyla dolmuş, koyu renk gömleği ve pantolonu kan içinde kalmıştı. Yüz hatları keskin köşeli çizgilerle doluydu ve uzun çenesine kadar uzanıyorlardı. Aslında bir kısmının yüzünde yeni açılmış yaralardan ibaret olduğunu fark etti Ahmet. Biraz daha dikkatli bakınca bunun bir çeşit işaret olabileceğini sandı. Birbiri içine girmiş bir sürü üçgen...

   "Ne- ne istiyorsun?" dedi adam çatlak bir sesle. Hâlâ ağlıyordu anlaşılan.

   "Ben- ben. Hiçbir şey," diye cevaplayabildi Ahmet, ellerini sağa sola açmıştı. Aralarındaki mesafeyi de korudu çünkü yaklaştığını görürse adam atlamaya karar verebilirdi. Onu yalnızca polisler gelene kadar burada tutmak istiyordu ve arabasını köprünün kenarına park ettiği için geleceklerinden emindi.

   "Orada ne yapıyorsun?" diye sordu, sonra içinden kendisine küfretti. Ne kadar salakça bir soruydu.

   "Ölmek istiyorum," dedi adam. "Buradan git!"

   "Neden?" diye sordu Ahmet. "Abicim oradan buraya gel de bir konuşalım istersen."

   "S.tir git başımdan! Yoksa sana da geçebilir. Sana da bana yaptıklarını yapabilir. Çocuklarımı öldürttü bana. Ailemi katletti."   

    "N-ne?"

    Adam soluk soluğa nefes alıp verirken kelimeler boğazını düğümleyiverdi. Artık konuşamıyordu. Ardından tekrar arkasını döndü ve aşağıya doğru baktı. Ahmet onun atlayacağını hissettiği için koşar adımlarla oraya doğru yaklaştı. Sol elini uzattığında onun karanlıkta kalan çıplak koluna dokunabildi fakat yine de çok geç kalmıştı çünkü parmakları sadece boş havayı kavramıştı.   

    --------------------------------------------------------------------------   
   
Ahmet koltukta sessizce gazetesini okurken kolunu tırnaklarıyla kaşıyıverdi. Sol kolunda bu sabah ortaya çıkan hafif bir morluk onu rahatsız ediyordu. Aslında daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Çürük biçimindeydi fakat damarlarından biri görünüre gelmişti ve sabahtan beri kaşınıyordu. Elindeki gazeteye baktığında bu düşüncelerini arka plan attı.

    Beşiktaş'ta insanlar kaybolmaya başladıktan bir gün sonra komşular üst katta çocuklarıyla oturan Kemal denen adamdan şüphelenmişlerdi. Polise haber verdikleri zaman kuşkularının doğru olduğuna çok inanmıyorlardı. Yine de endişeleniyorlardı zira adam artık hiç çekilmeyen biri olmuştu ve üzerinde sürekli pis bir koku vardı. Sanki sevdikleri çocuklu adam gitmiş, onun yerine başka biri gelivermişti. Onun oğullarını da uzun süredir dışarıda görmemişlerdi. Oysaki devamlı apartmanın önünde oynayan iki kardeş gözden kaçırılmayacak kadar sevimlilerdi.

    Polis geldiği zaman Ahmet onlara atlayan adamın tarifini verdi ve her şeyi detaylarıyla anlatınca onu karakola götürüp bir resim gösterdiler. İntihar eden adamı sadece karanlıkta görmesine rağmen yine de onu tanıdı ve gerçekten bu olduğunu söyledi. Ahmet polise onun kim olduğunu sorduğunda cevap alamamıştı.   

    Ama şimdi haberlerde anlatılanlara göre bu eski suçlu Kemal denen adam şeytanın ta kendisiydi. Kestiği kendi çocuklarının etlerini yemiş ve evini garip işaretler, muskalarla doldurmuştu.   

    Fakat komşuları bu adamın bir haftada bu kadar değişebildiğine hâlâ inanamıyorlardı. Çünkü daha sekiz gün önce komşu ziyaretine gitmişlerdi. Her şey normal görünüyordu.

    Televizyonda bu inanılmaz olayla ilgili bir şov yapmayı düşünen aptal televizyoncular bile vardı. Böyle bir davranışa sebep olabilecek ruhsal değişikliğin ne olabileceğini belirten psikiyatrın tekini çıkarmışlardı. Diplomaları olduğu için her şeyi bildiğini sanan bu ahmaklardan nefret ederdi Ahmet. Lakin bu adam biraz daha insancıl, olgun ve görmüş geçirmiş biri gibiydi. Gözleri bunu iyi yansıtıyordu.   

    "Anlaşılan yaklaşık bir hafta önce Kemal bir kaza geçirmiş ve karısını o kazada kaybetmişti," dedi muhabir kadın. Genç ve güzel yüzünde son derece ukala ifadesinin yanında, kendini kanıtladığını gösteren bir çekiciliği de vardı.   

    "Evet, olayı araştırdım," diye cevapladı, altta isminin Prof. Dr. Ferit Güçlü olduğu yazan gözlüklü adam. "Onlara çarpan başka bir araç vardı sanırım. Fakat sürücü koltuğunda bulunan Kemal orada suçlu bulunmamıştı. Anlaşılan diğer arabanın şoförü- bir dakika- evet ölen Halit Özverir isimli şahıs direk ters şeride girip onların üzerine çarpmıştı."   

    "Peki, bu davranışına bunun bir etkisi olabilir mi?"   

    "Hiç zannetmiyorum," dedi adam.   

    Muhabirin yüzü birden güven veren ifadesini yitirdi.   

    Ferit ona aldırmadan devam etti.   

    "Böyle bir katliam yapabilmesi için tamamen farklı bir karaktere bürünmüş olması lazım. Yani adam eski bir suçlu diye, hatta suçu hırsızlık olan birinin bunu yapacağını düşünmek gerçekten çok garip."   

    "Fakat her şey dairesinde bulunmuş," dedi kadın inanamazlık içerisinde.   

    "Yani ben yapmamış veya yapmış diyemem. O zaman hiç kimsenin bilmediği bir geçmişi olması gerekiyor, kötü bir aile yaşamı, tacizlerle ve dayakla dolu... Yani ne olduğunu kişiyi görmeden bilemeyiz. Tamam, travma nedeniyle belki cinnet geçirmiş olabilir diye düşünebilirdik fakat bu yapılanlar planlanmış gibi duruyor."

        Ahmet o gece yastığına başını koyduğu zaman aynı şeylerin kendi başına da geleceğini nerden bilebilirdi ki?   

    -----------------------------------------------------------------------------   
   
"Uyan seni salak!" dedi bir ses.   

    Ahmet ansızın yerinden sıçradı. Kolu yanarcasına sancıyordu.   

    "Ha!" diyebildi uyku sersemi hâlde, gözlerini açtı. Karanlıkta bir süre öyle etrafına bakındı. Biraz bekleyip evin içini dinleyince sadece rüyasında bir ses duyduğunu sandı. Kolunu kaşımaya çalıştı ama bu daha fazla acımasına neden oldu.

    "Sana uyan dedim, kukla!" diye bağırdı yine aynı ses.   

    "Neler oluyor?" dedi Ahmet yataktan birden fırlayarak. Çevresine bakındığında hiçbir şey göremedi.   

    "Benden daha zeki olduğunu mu sanıyorsun ha?"   

    Ayağa kalktı ve koşup ışığı açtı; yatağının altına, elbise dolaplarına, olabilecek her yere bakındı ancak içerde kendisinden başka hiç kimse yoktu. Bu arada kaşınan koluna göz gezdirdiğinde buna inanamadı. O çürük bileğinden dirseğine kadar uzanmıştı. Bir gecede bu kadar hızlı ilerleyen bir hastalık daha önce duymamıştı.   

    "Milleti dolandırmak hoşuna gidiyor muydu bari?" dedi aynı ses. Kadın veya erkek sesi gibi değildi. Herhangi bir şeye benzemiyor, sanki zihninin içinden geliyordu.   

    "Kim var orada?" dedi Ahmet, rüya görüyor olmalıydı herhâlde.   

    "O çocuğu vurman güzel miydi peki? Sanki az şey yapmışsın gibi. Sen var ya sadece bir yüz karasısın pislik."       

    "Ben…”   

    ---------------------------------------------------------------------------   
   
 Ses gece boyunca Ahmet'e bir şeyler söyleyip durdu. Bazen uzun bir süre boyunca susuyor, yok olduğunu sandığı zamansa yani adam tam uykuya dalacağı sırada tekrar başlıyordu. Önce bunları hayal ettiğini düşündüğü için sesini çıkarmadı zaten hâlâ rüya gördüğünü sanıyordu.   

    "Ne yapacağım biliyor musun, kızını alıp önce parmaklarını doğrayacağım. Şey aslında bunu sen yapacaksın. Ardından hepsini tek tek yiyeceğim, nasıl ama? Aynı ölmesine izin verdiğin Kemal'in yaptığı gibi."   

    İğrenç bir tıslama duyuldu. Ahmet bunun bir çeşit gülüş olabileceğini düşündüğü için midesinin kalktığını anladı ve kendisine mani olamadan banyoya doğru koştu. Tuvaletin içine kusuverdi.   

    "Güzel, işte böyle yapacaksın pislik. Kendin gibi daha çok pislik çıkar da ben onları kullanayım sonra. Mesela yaşlı bir emekli kadının parasını gasp etmek gibi. Parasını çaldın diye ilaç alamamıştı. Kan tükürerek ölmüştü. Bu hoşuna gitmiş miydi?"   

    Ahmet konuşan şeyin kendi zihni olduğunu anlamıştı zira bunu bilen başka kimse yoktu. Yaşlı bir öğretmenin emeklilik tazminatını ev satacağım diye elinden alıvermişti. Bu olay İzmir'de meydana gelmişti.   

    "Altı yaşındaki cana kıyan adamdan ne beklenir başka?"   

    Adam daha fazla dayanamadı.   

    "Kes sesini!"   

    "Artık cevap da mı veriyorsun p.ç? Küçük kızını bir k.tak yapana kadar dü…ğim önce, biliyor musun?" dedi ses. "Senin gibi g.atın ancak böyle bir şey hakkından gelebilir."     

    "Kes sesini dedim!"

    Ses tıslar gibi bir ton aldı tekrar.   

    "Yoksa ne yapacaksın, ha? Ne yapacaksın? Gidip Aysel’e yaptığın gibi kardeşimi mi bece…sin?"   
    "Sana sesini kes dedim!"   

    Bunu ölen eski karısı Aysel'in kardeşi Hale’den başka bilen kimse yoktu. Evliliklerinde bir süre boyunca istediğini alamayan Ahmet, Hâle ile birlikte olmuştu. Şimdi bunu hatırlayınca kendisinden tiksinti duydu fakat bunu hatırlattığı için en çok bu sesten nefret etti.   

    "Günahların çok fazla, ben bunlara yenilerini ekleyeceğim," diye devam etti ses.

    Ahmet sesten kurtulmak için ne yapması gerektiğini biliyordu. Eğer aklını kaçırıyorsa yapabileceği başka bir şey kalmamıştı.   

    --------------------------------------------------------------------------------           

Bir hafta sonra...     

    "Dediğim gibi benim odama getirdiniz, değil mi?" diye sordu Dr. Ferit Güçlü.   

    "Evet, efendim. Birazdan tamamen hazır olacak," dedi Hakan adlı genç polis. "Son bir kez daha sorgulamak istiyorum."   

    Sonra arkasını dönüp koridorun diğer tarafına gitti.   

    Otuzlarına yeni giren polis gerçekten heyecan içindeydi. Buradan çıkar çıkmaz nişanlısını arayıp, onunla bunu paylaşmayı umuyordu. Hayatında, onu önemseyen, tek sevdiği insan oydu. Çünkü kendi ailesi, evlenmediği bir kızla aynı evde yaşamasını hor görüyordu. Artık hayatındaki yegâne insandı.

    Aslında ailesini arayıp nişanlısının hamile kaldığını açıklaması gerekiyordu, en azından bunu bilmeye hakları vardı. Derya sırf hamile kaldığı için evlenmek istemediğini söylemişti. Zaten Hakan onun bu yönünü çok seviyordu, tamamen özgürdü ve kimsenin hakkında ne düşündüğüne önem vermiyordu. Oysaki başkası olsa ya çocuğu aldırmak ya da evlenmek isterdi.   

    Hakan bu vakayı almak için amire ne kadar yalvardığını iyi hatırlıyordu ama istediğini elde ettiği için bundan bir saniye dahi pişmanlık duymadı. Her zaman karakola böyle şeyler gelmiyordu.     
   
 Son birkaç haftadır İstanbul'da gerçekleşen ikinci benzer olaydı bu, tabii Düzce'de olanları saymıyordu. Cinayetlerin işlenme biçiminin benzerliği dışında, hiçbirinin birbiriyle gözle görülür bir bağlantısı yoktu.

    Sadece katiller hakkında birkaç ufak şey vardı. İkisi eski suçluydu ancak bu sapkın cinayetlere nazaran çok düşük suçlardan yargılanmışlardı. Hepsinin karısı ölmüştü ve birbirine yakın yaşlardaydılar. Yüzlerinde bıçakla kazınmış olan üçgen semboller duruyordu ve diğer iki katil intihar ederek ölmüştü. Hakan bunun bir çeşit sapık bir tarikat olduğunu düşünebilirdi ancak adamların arasında birbirlerini tanıdıklarına dair en ufak bir ipucu yoktu. Her biri farklı yerlerde büyümüşler, tamamen ayrı insanlarla dosttular.

    Yine de birbirinin kopyası, yani vahşet içinde kendi çocuklarını kesmişlerdi. Hakan bunu ilk duyduğu zaman tüyleri diken diken olmuştu. Baba olacağını yeni öğrendiği için karma karışık duygular içindeydi. Genç adam yılmadı, geç saatlere kadar çalıştı ve katillerin en önemli bağlantılarını kendisi keşfetti.   

    O da hepsinin birbirleriyle sadece bir kere de olsa karşılaşmış olmasıydı. Bunu kayıtlarda araştırınca buldu. Zaten amiri bunu fark ettiği için bu davayı ona verdi. Genç polisin gerçekten yetenekli ve azimli olduğunu düşünüyordu.   

    Tabii amiri gerçekten çuvalladığını bilseydi, onu çoktan haşlamıştı. Zira Hakan büyük bir hata yapmıştı. Birkaç gün evvel karakolun önüne gelen bu çılgın adamı dinleseydi, şu an on iki yaşındaki küçük kız, yani öldürülen kurban yaşıyor olacaktı.   

    Birkaç gün önce nişanlısının yeni hamile olduğunu öğrenen Hakan, karakolun giriş kapısına doğru yürürken köşeden fırlayan siyah paltolu garip görünüşlü bir adam aniden önünü kesmiş, onun üniformasına tutunarak bir şeyler mırıldanmıştı. Ancak lafı ağzında gevelediği için söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmamıştı. 
 
    Kel başı terden ayna gibi parlak hâle gelmiş, gözlerini kocaman açmış ve soluk soluğa kalmıştı. Sanki birisi peşinden onu kovalıyordu; öyle görünmüştü Hakan'ın gözüne.   

    Onun hâl ve hareketlerinden genç polis ister istemez adamın deli olduğunu sanmış, üniformasını kırıştırdığı için onu kenara itmek zorunda kalmıştı. Fakat yere düştüğü zaman zavallı adamın paltosu çamurlandığı için Hakan bundan suçluluk duyarak onu ayağa kaldırmıştı. Elinden tuttuğu bileğindeki palto kısmı geriye çekilince garip bir şey ortaya çıkmıştı; derisinin çoğu kaşınmaktan kanamış gibiydi. Damarlı bir çürüğü andıran varis benzeri bir karaltı vardı.   

    "Koluna ne oldu abi böyle?"   

    "Bana- ba-na dokunma. O bana- ko-ko-korkunç şeyler yaptıracak!" diye yanıtlayabilmişti adam fısıltıyla. Gözleri dört dönüyordu. Peşinde birileri varmış gibi sürekli etrafına bakınıyordu.   
 
    "Ha?"   

    "Diğerlerine yaptığı gibi, o-o köprüden atlayan adama da musallat olmuş."   

    Onun ağzından alabildiği tek düzgün laflar bunlardı ancak genç polis onun neden bahsettiğini bile anlamadığı için adamı karakola götürüp birkaç polise teslim etmiş ve işinin başına geri dönmeye karar vermişti.   

    Adam sürekli olarak ellerini şakaklarına dayıyor, kendi kendine bağırıp susmasını söylüyor ve küfürler ediyordu. Sanki görünmez biriyle konuşuyordu.   

    Hakan karakolun psikiyatrıyla görüştükten sonra onun bir akıl hastanesine gönderilmesini izlemişti ve hâlâ adamın kendi kendine bağırmasını duyuyordu.   

    "Orası yeterli olmaz. Yeterince güvenli değil diyorum size. Beni içeri atın, kaçamayacağım bir yere kilitleyin."

    Şimdi ise yine aynı adam yani Ahmet korkunç bir cinayetin son zanlısı olarak Ferit Güçlü'nün ofisinde bekliyordu.   

    Ferit Güçlü ağırbaşlı, olgun bir adamdı. Sıska, uzun, kemikleri çıkmış gibi duran vücudunun verdiği güven zayıf olsa da parlak mavi gözlerindeki bakışlarıyla insanları etkilemesini iyi biliyordu. 

    Katilin gerçekten büyük bir psikolojik bozukluk yaşadığı belliydi. Hakan ise onun bir çeşit psikopat olduğunu düşünüyordu ve diğer türlü saçmalıklarla ilgilenmiyordu. Tek istediği bu adamın bir yere kapatılmasıydı hem de çok uzun süreli olarak.   

    Ferit Güçlü'nün birçok kitapla dolu kitaplığının ve uzun yazı masasının bulunduğu ofisine girdiğinde katili bekleyen iki polis Hakan'a selam verdiler. Hakan ise onlara dışarı çıkmalarını işaret ettikten sonra deli gömleği giydirilerek masanın önündeki koltuğa oturtulmuş Ahmet'in karşısına geçti. 

    "Yine karşılaştık," dedi Hakan iç çekerek. Adam onu duyduğuna dair en ufak bir tepki bile vermemişti. Tek yaptığı şey başını eğip yere doğru bakmayı sürdürmekti.   

    Hakan tekrar konuştu.   

    "Neler oldu?"   
    Ahmet yine tepki vermedi. Yüzündeki kıvrımları son derece katı duruyordu.   

    Hakan eliyle onun omzuna dokunduğu anda katil irkilip kendisini geriye çekti.   
    "Bana dokunma sakın!"   

    Eskisine nispeten daha sakindi. Aslında tamamen kendisinde olduğu söylenebilirdi. Yani kekeleyip durmuyordu artık.   

    Hakan elini geri çekerken, "Bana neler olduğunu anlatacak mısın?" diye sordu.   
    Kel adam sarı dişlerini göstererek tebessüm etti.   

    "Sana söylediğim oldu. O bana kızımı öldürttü."   
    "Kim öldürttü?"

    "Kim olduğu önemli değil. Önemli olan ne olduğu?"   
    "Peki, neymiş o?"   

    "Beni… beni ele geçirdi ve bana istediğini yaptırıyor."   

    Hakan sandalyesinde geri yaslandı, içinden "Bir de bu saçmalık çıktı," diye söylendi.   
    "Asıl saçmalık sensin, benimle alay etme, sana karşı sinirleniyor."   

    Hakan onun düşüncesini nasıl bildiğini anlayamadı ama gözlerini ona odaklayıp "Peki, ben neden duymuyorum onu?" diye sordu.   

    "Çünkü sana bulaşmadı, sadece benimle konuşuyor."   

    Hakan sabrının tekrar sınandığını hissetti.   
    "Kendi kızını neden öldürdün?"   

    "Sana sırrımı anlatacağım," dedi Ahmet çatlak sesiyle.   
    "Evet," dedi Hakan otomatik olarak.   
    "Anti-depresan haplarımdan aldım."

“Neden?”

“Sesten kurtulmak için elbette,” dedi adam sanki Hakan’ın da bunu bilmesi gerekirmiş.   
    "O hapları nerden buldun?" diye sordu Hakan.   

    "Bir doktor hapisten çıkan insanların genelde dışarıdaki yaşam yüzünden depresyona girdiğinden bahsediyordu ve bana bir reçete yazmıştı. Arada bir kullanıyordum."   
    "Peki, sonra neler oldu?"   

    "İlaçların etkisi geçmeye başladığında ses geri geldi, bu sefer daha kızgın ve öfkeliydi. Ben de iki gün boyunca o haplardan kullanmaya devam ettim fakat sonra ses gitmemeye başladı. Benimle alay etmeyi sürdürüyordu. O ölen adama da aynılarının olduğunu söyledi. Kızımı öldüreceğini, onu yemek niyetine yiyeceğini anlatıyordu.
 
    Beni delirtmeye çalışıyordu ve bir kere başarılı oldu. Bir gün sinirden gözüm kararmıştı ve kendimi birden elimde bir tabancayla kardeşimin evinin kapısında buldum. Oraya nasıl geldiğimi, orada ne aradığımı bile bilmiyordum.  Bu öfkem yüzünden gözümün kararması birkaç kez daha oldu ve paniğe düştüm. Kızıma zarar vereceğini söylüyordu. Öfkemi kontrol edememeye başladım ve bileğimin derisi kaşınmaktan yırtılmaya başlamıştı. Zamanla tamamen onun kontrolüne geçecektim.   

    Seninle karşılaştığımda beni dinleseydin, bunların hiçbiri olmazdı.   

    Hastanedeyken bana ilaç verdikleri zaman ses daha çok sinirlendi, bu sefer sabahtan akşama kadar hiç susmadı. Beni çıldırttı, gözüm karardı yine. Ondan sonra tek bildiğim evimdeki küvetin önünde duruyordum. Elimde kanlı bir ekmek bıçağı, küvetin içinde de kızımın paramparça olmuş cesedi yatıyordu ve ağzımda ise kan tadı. Bana kendi kızımı öldürtüp yedirmişti."     

  ---------------------------------------------------------------------------------------   
   
Bu, Hakan'ın Ahmet'le son konuşması oldu çünkü adam odasına götürülürken koşup camdan aşağı atlayıp kendisini öldürmüştü.   

    Hakan ise bundan suçluluk duymaya başlamıştı, belki de başından beri bu deli adama inansaydı böyle şeyler olmayacaktı. Söylediklerine inanmasa bile onu iyi bir yere kapatabilirdi.   

    İşinden umduğunu bulamamıştı fakat çok yakında baba olacaktı. Nişanlısını evlenmek için ikna etmek istiyordu, belki de böylece ailesiyle açılan arası da düzelebilir, hayatı tekrar normale dönebilirdi. Sırf bu yüzden bir hafta işten izin aldı. Zaten dava çözülmüş ve zanlı intihar etmişti.   

    Ertesi günün gece yarısı bileğindeki kaşıntıyla uyanıverdi. Çok tatlı kaşınıyor ve bir türlü geçmek bilmiyordu. Büyük ihtimalle Derya yine yemeklerden birine tarçın koymuştu. Hakan'ın ona alerjisi vardı. Zaten gebelik yüzünden sabahları banyodan çıkamıyordu, sürekli midesi bulanıyordu. Bu yüzden Hakan onu suçlayamadı.   
   
Ancak bu kaşıntı durmak bilmiyordu, kalkıp alerji ilacını almanın en iyisi olacağını düşündü.   

    Küçük küvetsiz banyonun içine girdiğinde 30 mumluk zayıf ampulün turuncumsu ışığıyla aydınlandı kirlilerle dolu çamaşır sepeti ve eski beyaz şofben. Hakan lavabonun üstündeki dolabın kapağında duran aynanın karşısına geçtiği zaman yüzünün terden kızardığını fark etti.   

    Yarı kapalı gözlerle yüzüne su vurduktan sonra minik dolabı açtı ve hap kutusunu çıkardı. Bir tanesini içmek üzereyken sol bileğine baktı. Sadece atletle kaldığı için açıkta görünüyordu, kara bir çürük. Üzerindeki damarları çatal gibi ortaya çıkmıştı. Hakan bunun aynısını daha önce de görmüştü. En başta hatırlayamasa da yüreğine düşen korku ona ne olduğunu anlattı.   

    "Canım ayakta ne yapıyorsun, uyku tutmadı mı?" dedi yandan uykulu bir ses. Hakan korku dolu gözlerini, sarı saçları yüzünün yarısını kaplamış nişanlısına doğru çevirince kendisine çeki düzen verdi.   

    Özellikle gecenin bir yarısı sevdiği kadını telaşlandırmasına gerek yoktu. Kirli çamaşırların üstünden aldığı havluyu üzerine geçirip Derya'nın yarayı görmemesine engel oldu.   

    "Başım ağrıyordu bir hap aldım," dedi Hakan ona. Sonra çürüksüz koluyla kadının beline sarılıp onu öptü. Bu gece ikinci kez sevişeceklerdi.

    Derya geceleri tek başına kalmaktan hiç hoşlanmazdı, belki de bu yüzden Hakan'ın yanına taşınmıştı. Bu, onun korkuyla geçen çocukluğuyla alakalıydı. Hakan sadece bildiği kısmıyla yetiniyordu. Derya bu yüzden ona minnettardı.   

    Korku, çabucak kadını ele geçiriyordu ve onunla üç sene boyunca birlikte yaşayan Hakan ise bir kere dahi bu durumdan şikâyet etmemişti. Aralarında aşktan daha güçlü bir dayanışma söz konusuydu. Hakan'ın ailesi muhafazakâr ve belirli sınırların dışına çıkmamış insanlardan oluşuyordu. Kadın ise ona, limitsiz olması gereken hayatı yaşatmaya çalışıyordu.   

    Derya üvey babasının, ablasına yaptığı tacizlerle dolu bir evde büyümüştü. Adam haftada üç gece odalarına geliyordu ve Derya o zamanlar henüz dokuz yaşındaydı. Ablası ise on üçündeydi. Anneleri tamamen dünyadan kopmuş, içki bağımlısı bir fahişe olduğu için ablası Sevtap'ın da öyle olacağını düşünüyordu Derya. Yatağında yastığını başına geçirir ve ablasının inlemelerini üvey babasının zevkle nefesini çekmesini duymamış gibi davranırdı.

    Bir ara annesiyle üvey babasının kavgalarına şahit olmuştu. Derya, yaşı küçük olduğundan dolayı bu konuşmaları çok iyi anlayamamıştı. Olayların şimdi farkına varabiliyordu. Annesi Sevtap'ı da sokağa çıkarıp satmak istiyordu fakat üvey babası buna karşı çıkıyordu. O zaman kadın avazı çıktığı kadar bağırdı.   
 
  "Sadece kendine istiyorsun de mi, a... ko…un çocuğu!"   

    Üç yıl kadar sonra annesinin dediği olmuş ve Sevtap da geceleri dışarı çıkmaya başlamıştı. Daha önce Derya'nın var olduğunu bile önemsemeyen üvey babası bu sefer ona iyi davranmaya başlamıştı. Kahvaltıda bile istediği yiyeceklerden alıyordu lakin bu durum ablasının hiç hoşuna gitmemişti.   

    Birkaç gece sonra adam odaya geldiğinde Derya yine yastığını başına geçirecekti ki; bu defa adam onun yatağının ucuna oturmuştu. Hâlbuki ablası Sevtap adet dönemi yüzünden bu gece işe çıkamadığı için odadaydı. Belki de adam onun da bunu duymasını istiyordu, geçmişi hatırlaması için.   

    Derya kalçasında bir el hissedip ürperdiğini ve korkudan titrediğini hatırlıyordu.   
    "Sakın korkma canım."   

    Ancak ondan sonra karanlığın içinde çığlıklar ve bağırışlar duyulmuştu.   
    "Ona da yapamayacaksınız pislikler, oro…lar."   

    Adam acıyla böğürürken saplama sesleri şiddetlenmişti. Bir iki dakika sonra ışık yandığında Derya'nın gözleri acımıştı. Üvey babası sırtında bir bıçakla kanlar içinde yatıyor, ablası ise kendi yatağına çekilmiş ağlıyordu. Derya koşup kanlı elleriyle yüzünü kapatmış olan Sevtap'a sarılmıştı, yıllardır onun yapamadığını cesaret edip yaptığı için ona minnettardı çünkü.   

    "Bana ne olduğu önemli değil, senin güvende olduğunu bilmem yeter."   

    Polis gelip ablasını götürdüğünde Derya annesinin de öldürüldüğünü öğrenmişti. Sokakta boğazı jiletle yarılmıştı. Ablası muhtemelen onu da halletmişti. Fakat bunu Sevtap'ın yaptığı kanıtlanamadı. Yaşı küçük olan Sevtap nefsi müdafaa şeklinde yargılanmış ve yargıç onların başından geçenlerden dolayı cezasını indirmişti.   

    Derya ise tek başına yetimhanede büyümek zorunda kalmıştı. Ama ablasına söz vermişti; artık daha güçlü olacaktı.   

    Hapisten uzun zaman önce çıkan ablasını üç sene önce kanser yüzünden kaybetmişti, Hakan'la tanışmadan üç ay önce…

    ------------------------------------------------------------------------------------   

    Hakan o gece kaşıntıdan uyuyamamıştı. Birkaç doktora gidip bileğinin aldığı biçimi gösterdi, fakat hiçbiri gerçekte ne olduğunu söyleyemedi. Birisi varis dedi, bir diğeri kan toplanması olduğunu belirterek bir merhem yazdı. Fakat hiçbiri etkili olmadığı gibi karartı dirseğine kadar yükseldi. Hatta ilaç bir süre sonra acı vermeye başladı.   

    Bunlardan sonra Hakan kafasının içinde garip bir ses duymaya başlamıştı. Bütün gün boyunca susmadı da. Sürekli konuşuyor ve bir şeyler söylüyor, Hakan'a içten içe suçluluk duyduğu şeyleri hatırlatıp onu sinirlendiriyordu.   

    Hakan mantıklı bir şekilde düşünüp zihnini toparlayamıyor ve sürekli gergin olduğundan evden çıkmak zorunda kalıyordu. Aklını kaçırmak üzereydi.   

    "Bir o…u... sırf bir o…u yüzünden anana babana küstün. Baban ölüm döşeğinde yatarken bile gidip onunla konuşmadın, senden nefret ederek öldü. Bütün bunların nedeni o küçük Derya denen o…u hem de, babasına veren."   

    "Kes sesini!"   

    "Sana babasına verenin ablası olduğunu söyledi değil mi? Git bir araştır istersen, sen aptal bir polissin sadece. Bir o…u yüzünden babasının cenazesine bile gitmeyen adama ne denir? Şerefsiz mi, hayır bu çok hafif kaçar. Üstelik o fa…yi de gidip başka biriyle aldatıyorsun."   

    Hakan oturduğu bankın kurumuş boyasına tırnaklarını batırmıştı.   

    "Onu da biliyorum, iki aydır gittiğin o parayla çalışan fa…nin evini. Şimdi de onun için mi evden çıktın? Adı Ceylan mıydı? Hani … ‘dan hoşlanan. Derya bundan pek hoşlanmıyor değil mi? Üvey babası da ona ve ablasına öyle yapıyordu, herhâlde bu yüzdendir."   

    Hakan öfkeyle bağırırken birden başına bir ağrı saplandı ve gözlerine kara bir perde indi.   

    ---------------------------------------------------------------------------------------   

    Derya öğle yemeği için mutfakta salata hazırladığı sırada içerden garip bir ses geldiğini duyamamıştı. Belki kafasını çevirse sevdiği adamın arkasında bir bıçakla durduğunu ve onu deşmeye hazır olduğunu görebilirdi. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı, dudaklarında kendisine ait olmayan bir gülümseme vardı.   

    Hakan tam bu sırada kendisine geldi. Elindeki bıçak aniden elinden yere düştü ve adam geriye sıçradı. Derya korkuyla içini çekip arkasını döndüğünde, yüzünde bir şok ifadesiyle kalmış sevgilisini gördü.   
    "Allah canını almasın. Ödümü patlattın," dedi Derya.   

    Hakan ona acı dolu gözlerle baktıktan sonra ağzını bile açmadan içeriye koştu.   
    Derya ise önlüğünü çıkartıp yerdeki bıçağı masaya koyunca mutfaktan çıktı. Adamın bebek odasının kapısını kapatıp içeri girdiğini gördü.   

    "Hakan, ne yapıyorsun?" diye bağırdı genç kadın.   
    Kadın kapının tokmağını çevirdi ancak döndüremedi.
 
  İçerden Hakan'ın konuşma ve ayak sesleri geliyordu.   
    "Seni adi, ona zarar vermemi istiyordun, değil mi? O…u çocuğu."   

    Derya o gün ne yaptıysa Hakan'ı odadan çıkaramadı ve adam kendi kendine konuşup durdu. Akşam olduğunda nihayet kapıyı açtığında sevdiği kadına sarılıp onu defalarca öptü.   

    Hakan her şeyi baştan anlattı. Hiçbir detayı atlamadı.   

    Bitirdiğinde "Çıldırdığımı biliyorum ama bu gerçek. Ya sana zarar verseydim," dedi Hakan.   
 
  Derya birinin doğruyu söyleyip söylemediğini anlayabilecek kadar çok şey yaşamıştı. Zaten kendisi de bir ara gerçekten iblisleriyle yüzleşmek zorunda kalmıştı ve sevdiği adamın gözlerinde yalan görmüyordu.     

    Daha önce de ablasının cinleri yüzünden bir cinciye gitmek zorunda kalmıştı.  Gittikleri adam böyle garip olayların merkezinde yaşadığı hâlde ablasının derdinin cinler değil, kendisi olduğunu söylemişti. Daha sonra adı Seyfi olan bu medyumla arkadaş olmuşlardı. Hatta daha bir ay önce arayıp nasıl olduğunu sormuştu çünkü adamın ağabeyi Serkan geçenlerde toprağa verilmişti. Cenazesine gidememişti.   

    Hastaneye gidip ablası için doktorla konuştuğunda psikiyatr, ilk önce bir beyin taraması yaptırmasını istemişti ondan ve zaten cevap hemen oradaydı, Sevtap'ın gördüğü halüsinasyonların nedeni beynindeki irileşmiş tümördü ve doktorlar ameliyat edemeyeceklerini söylemişlerdi.   

    Derya, Hakan'ı ilk önce Seyfi'ye götürmeye karar verdi.   

    ------------------------------------------------------------------------------------   
   
Hakan sevdiği kadının ona olan bu inancı yüzünden kendisini rahatlamış hissediyordu. Söylediğine göre bu Seyfi denen adam gerçekten işinde iyiydi. Beşiktaş'taki Tansaş'ın arkasındaki sokakta oturuyordu ve görünüşe göre bu binalar hayli eskiydi.   

    Kapıyı Derya çaldı ve Hakan'ı açılan kapıdan içeri geçirdi.   
    "Ne güzel, buyurun içeri gelin,"   

    Karanlık ve boş bir hol ortaya çıktığında ister istemez insanın içi kararıyordu. Yeşil boyalı çıplak duvarlar son derece çirkindi.   

    Uzun sakalı yüzünden suratı neredeyse seçilmeyen bir suratı vardı ve buna rağmen fazla yaşlı göstermiyordu Seyfi. Kısa ve şişmandı, uzun saçları omuzlarına varıyordu. Üzerinde bir takım elbiseyle onları karşılamıştı.     
    Hakan'ın bunu garipsediğini gördüğü zaman, "Bir arkadaşın cenazesinden yeni geldim," diyerek gülümsedi ve kara gözleri ışıldadı.   

    "Nasılsın?" diye sordu Derya ayakkabılarını çıkardıktan sonra adama bakarak.   
    "İyiyim işte nasıl olayım?"   

    "Kusura bakma abinin cenazesi için yani- biliyorsun, gelmek isterdim."   
    "Önemi yok, canım," dedi Seyfi. "Araman bile yeterliydi benim için, sorunumuz nedir, telefonda fazla açıklayamadın. Buyurun içerde konuşalım."   

    Derya Hakan'ı göstererek, "Bu benim nişanlım Hakan," dedi.   

    "Merhaba, tanıştığımıza memnun oldum," diye karşılık verdi Seyfi ama onun elini sıkmadı. Tek kaşını kaldırdı. "Nişanına beni çağırmadın."   

    "Nişan yapmadık, sadece aramızda," diye yanıtladı Hakan, Derya'nın yerine.   

    Adam onları koridorun sağındaki küçük bir odaya getirdi. Perdeleri kapalı olduğu için pek seçilemiyordu fakat köşedeki küçük bir divanın bulunduğu duvara bir kilim asılmıştı ve ufak camlı bir dolap ise karşı tarafı tamamen kaplamıştı. Yerdeki geniş yastıklara oturmalarını rica etti Seyfi ve içeri gitti.   

    Derya bağdaş kurup otururken uzun dalgalı sarı saçlarını sağ yanına aldı ve tek elini suratında kirli sakalıyla kalmış Hakan'ın sırtına koydu. Ela renkli gözleri adamın kızarmış yüzüne kaymıştı.   

    "Ne oldu, niye tedirginsin?"   
    "Çünkü hâlâ susmadı," diye yanıtladı Hakan. Avuçları ter içinde kalmıştı.   

    Seyfi elinde bir tas suyla geri döndü ve önlerindeki diğer yastığa bağdaş kurarak oturdu.   
    "Bana olan her şeyi anlatın."   

    Hakan önce Derya'ya baktı ama ağzından kelimeler dökülmedi. Bir yabancıya anlatmanın ne kadar zor olduğunun farkına şimdi varmıştı. Derya gözleriyle ona güvenebilirsin der gibi bakınca konuşmaya başladı.

    "O çürüğü görebilir miyim?" diye sordu Seyfi, onu uzun uzun dinledikten sonra.
    Hakan kolunu uzatmadan önce gömleğini dirseğine kadar sıyırdı.   

    Adam karartıya dokunmadan bekledi. Çok uzun süre boyunca hiçbir şey söylemedi. Aslında konuşuyordu fakat ne Derya ne de Hakan söylediklerinden bir şey anlayabiliyordu.   

    "Doktorlar hiçbir şey bulamadılar dedin, değil mi? Eh pek şaşırmadım zaten."   
    "Neden?" diye sordu Derya endişeyle.   

    "Çünkü bulabilecekleri bir şey yok. Bu olay gerçekten de çok kötü. Yani söylediği her şey gerçek."   
    "Yani bunların neden olduğunu biliyor musun?" diye sordu Hakan.   

    "Evet," dedi Seyfi ve geriye çekildi. "Bu bir çeşit saf kötülük. Kendisini seninle besliyor, bir büyü yardımıyla bütün kurbanlarının vücutlarında dolaşıyor. Dokunma yoluyla bulaşıyor."   
    "Ama…"   

    Derya bunu beklemiyordu işte. Daha önce ablasına söylediği gibi bir şey olacağını sanıyordu. Hakan’ın da kanser gibi bir hastalığa tutulmuş olabileceğinden korkmuştu.
    "Bundan kurtulabilir miyim?"   
    "Belki ufak bir umut vardır," diye yanıtladı Seyfi. "Onu içinden çıkarabilirim, ama belki."   
    "Ya çıkaramazsan?" diye sordu Hakan.   

    "Bir saniye bekle," diye araya girdi genç kadın. "Bütün bunlar gerçek mi yani?"   
    "Ne yazık ki," dedi Seyfi soğukkanlılıkla. "Eğer onun içinden çıkmazsa çok daha kötü şeyler olacaktır. Bu şey bir asalaktır, diğer insanların hayatlarına yapışarak canlı kalır. Bir Günah Yiyen’dir."   
    "Nasıl kurtulacağız peki?" diye sordu Derya.   

    Seyfi yerdeki su dolu tası Hakan'ın önüne itti.   
    "Elini suyun içine koy."   

    Hakan önce adamın beklentiyle dolu gözlerine baktı ama çaresizce dediğini yapmak zorunda kaldı.

    "Şimdi çürüksüz elinle Derya'nın elini tut ve ikiniz de gözlerinizi yumun. Ben söyleyene kadar da açmayın."   

    Hakan yüzünde garip bir esinti hissediyordu ancak bu, rahatlamayla doluydu. Suyun içindeki eli titrerken Derya'nın avucunu daha çok sıkıyordu. Seyfi'nin garip dualarla dolu sesleri gelmeye devam ediyordu. Bu keyif duygusu elinin tastan çıkarıldığını hissedene kadar kaybolmadı.   
    Seyfi, "Gözlerinizi açabilirsiniz," dediğinde üç dakika geçmişti. Ama Hakan'a çok kısa gelmişti bu süre. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibiydi.   

    Adam görmeleri için tası onların önüne tuttu. İçi kapkara bir sıvıyla dolmuştu ve Hakan'ın bileğindeki karartı yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı bile.       

    "Neler oldu?" diye sordu adama şaşkınlıkla.   
    "İçinden çıkarabildim," dedi onlara tasın içindeki kara suyu gösterirken. Sonra onu yere koydu. "Şimdi, artık temizlendin. Ondan kurtuldun. Yine de kafanda bazı sesler duymaya devam edersen, onlara karşılık verme ve umursamamaya çalış. Çünkü ana gücünü yitirdi artık. Bileğinde yarına bir şey kalmaz."   

    Hakan ve Derya teşekkür üstüne teşekkür ederek evden çıktıklarında Seyfi derin bir nefes aldı ve tasın bulunduğu odaya tekrar gitti. Ücret almamıştı.   

    Yastığa bağdaş kurarak oturduğunda alttaki halı kaydı sonra devrilmesin diye kâseyi tutmak zorunda kaldı. Neyse ki halıya dökülmemişti. Onu iki eliyle yerden kaldırdığında karanlık suyun titreştiğini hissetti ve ona gülümsedikten sonra tası dudaklarına götürüp suyu bir güzel içti. Az sonra olacakları zaten biliyordu ki; hemen başladı.   

    "Seni aptal! Bunu bana nasıl yaparsın?"
     Seyfi soğukkanlılıkla cevap verdi.
    "Asıl sen bunu bana nasıl yaparsın. Ölmemen için seni bu hâle getiren benim, sense gidip en iyi dostumun sevgilisine musallat olmuşsun. Üstelik ikisi işine yaramazlar.  Onların çocukları bile yok."   
    "Başka kurban bulamadım," dedi iğrenç ses. "Beni bir çeşit ölüm makinesi hâline getirdin diye sana teşekkür mü etmemi bekliyorsun Seyfi?"   

    "Başka türlü hayatta kalamazdın abi. Cenazeni kaldıramazdım senin. Ama hayatta kalman için gereken büyünün sürmesi çocukların eti ve canına bağlı biliyorsun. Masumların ve günahsızların kanı ve eti seni ölümsüz kılacak. Bir gün kendi bedenine de sahip olacaksın."
    Ses bu söylenen karşısında homurdanır gibi bir ses çıkarınca Seyfi tam olarak ne söylediğini anlayamadı.     
    "Ne diyorsun?"

    "Beni izliyor muydun peki?"

    "Tabii ki, haberlerde en son Ahmet isimli bir adamın çocuğunu öldürdüğünü söylediklerinde onun sen olduğunu anladım. Fakat ondan sonra nerede olduğunu bilmiyordum. En iyi dostumun sevgilisine musallat olmuşsun meğerse."
    "Aslında onun için ona musallat oldum ya!" diyerek kıkırdar gibi bir ses çıkardı.
    "Ne demek istiyorsun?"

    "Her zaman o kızla aranda ne gibi bir bağ olduğunu öğrenmek istemiştim. Ahmet, Hakan'a dokunduğunda adamın o kızla bağı olduğunu anladım, bu yüzden ona gittim. Yani tesadüf değildi."
    "Bunu bana da sorabilirdin. Derya aynı bizim gibi babasının tacizine uğramış bir kurban sadece. Bu yüzden kendimi ona yakın hissediyordum."

    "Ama o öyle düşünmüyor. Tacize uğrayanın ablası Sevtap olduğunu sanıyor. Hâlbuki kendi adı Sevtap, kendisini kardeşi Derya'nın yerine koymuş. Hakan'ın bedenindeyken ona dokunduğu zaman zihnini okudum."
    "Biliyorum ama o böyle düşünerek başına gelenlerin üstesinden geliyor, kendi kardeşinin yerine geçerek yani. Ancak bilinçli yapmıyor bunu. Yine de neden onları rahat bırakmadın da bana kadar gelmek zorunda kaldılar? Derya'nın çocuğu bile yok."   

    "Olacaktı, hamile kalmış."   
    "Olsun yine de ona dokunmayacaksın," dedi Seyfi.   

    "Üstelik o adam polisti, eğer ilk kurbanım Halit'in senin müşterin olduğunu öğrenseydi, beni senin ona bulaştırdığını anlayabilirdi. Halit anlamıştı zaten. Bu yüzden arabasıyla Gebze'den buraya geliyordu. Ben kontrolü ele geçirip arabasını ters şeride geçirdim."   

    "Derya'nın çocuğuna dokunma abi, ben sana başka bir şehirden kurban bulacağım söz."
    "Peki, Seyfi o zaman işe koyul. Tekrar acıkmaya başlıyorum."

6
Anatolya Günlükleri 2
Ak Ana'nın Doğuşu


“Tolya!”

Küçük kız yer yatağından kalkmak istemiyordu. Bu yüzden sesi duymazlıktan geldi.

“Tolya! Uyan artık! Gitmek zorundayız.”

Artık daha fazla saklanmanın anlamı yoktu. Tapınağa gidip günlük ibadete başlamalıydılar yoksa başları belaya girerdi. "Haraç," diyordu Elçi. "Sizi hayatta tutan tanrılarınıza olan borcunuzu ancak bu şekilde ödeyebilirsiniz."

Genç kız kirli ve delik deşik olmuş battaniyesini üzerinden atınca annesini çadırın içinde harıl harıl koşuştururken gördü. Kadın eski kazağını ve kirden rengi griye dönmüş olan uzun eteğini giymişti. Bu giysileri de yine Elçi'den almışlardı.

Tolya uykulu gözlerle çevresine bakınarak hemen ayağa kalktı. Karnı gurulduyordu. Bu zaten normal bir durumdu. Asla karnı doymazdı. Hep açtı.

Bu düşüncesini bastırıp ayaklandı. Onun giyinmesine gerek yoktu. Tolya çocukluğundan beri hep aynı hırpani beyaz kumaştan dikilmiş giysiyi giyerdi. Zaten ondan başka bir bildiği de yoktu. Bütün çocuklar da onun gibiydi.

Hayatları ibadet ve tanrılara yakarmakla geçiyordu. Tolya bunun sebebini anlamıyordu. O, tanrıları hiç görmemişti. Neden onlara yalvararak bütün gününü alnı yere değecek şekilde dua ederek geçirmesi gerektiğine de anlam veremiyordu. O yalnızca bir parça kuru ekmek yemek umuduyla tüm bunlara katlanıyordu.

Tolya doğmadan evvel, babası ormanda geyik avlamaya çalışırken yakalanmıştı. Duyduğuna göre Tanrılar'ın Eli onu köy meydanında öldürene kadar acımasızca kırbaçlatmış, annesinin yüzünün yarısını ise büyü ile yakmıştı. Zira hiç kimse tanrıların vermediği yiyeceği yiyemezdi, tanrıların izin vermediği giysiyi giyemezdi. Hayat sadece tanrıların izin verdiği ölçüde olmalıydı, onun dışında yapılanlar günahtı ve inancın dışına çıkanlar ya cezalandırılır ya da öldürülürdü.

Tolya da birkaç kere Elçi tarafından cezalandırılmıştı. Herhangi bir şey yapmamıştı aslında, Elçi'nin söylediğine bakılırsa insan sadece varoluşuyla bile tanrılara karşı günah işliyordu. Tanrılar'ın görkemini unutmamaları için herkesin  belirli aralıklarla cezalandırılması, acı çekmesi gerekiyordu. Bu doğup yaşayan herkesin boynunun borcuydu.

Tolya Tanrılar'ın Eli'ni hiç görmemişti. Onlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Zaten insanlar büyük bir korku içinde olduklarından dolayı genelde konuşmazlardı. Biri söylediklerini duyup Elçi'ye gammazlayabilirdi. Elçi de tanrıların yüceliğinin, haşmetinin dışındaki konuşmaları duyduğu zaman o kişileri "Uzun Açlık," denilen cezaya çarptırırdı. İnsanları toprağın içine kazdıkları bir kuyuya atarlar ve günlerce güneşin altında aç ve susuz bırakırlardı.

Elçi Hâşim Efendi öğle sıcağında Uğuldayan Tepe'nin üstündeki dev kayın ağacının gölgesinde vaazına başlarken Tolya'nın susuzluğu, açlığının önüne geçmişti. Elçi gölgede konuşmasına devam etti, insanlar ise güneşin kavurucu sıcağını sırtlarında hissettikleri halde alınlarını yerden kaldırmadılar.

"Onlara olan sevgiden başka büyük bir tutku var mı sanki? Başka bir aşk, başka bir şevk, imanın ötesine geçebilir mi? Onlar ki, bizi yaratılışımızla kutsamışlar, onlar ki, hayatımızı inancın dışındaki yollardan, safsatalardan kurtarmışlar. Onlardan büyük var mı?"

Elçi yine havasındaydı, kutsal yazıtlardan alıntılar yapmayı sürdürüyordu. O yazıtları Elçi'den başkası okuyamazdı çünkü kimse okumayı bilmiyordu. Zaten okumak, tanrılara iman için gerekli olmayan diğer birçok şey gibi yasaklanmıştı.

"İman eden hiç mi nefsinin bozgununa uğramadı? Hayır, elbette o da her günahkâr gibi tanrıların arzusuna karşı geldi ve Araf'ın Efendisi'nin karanlık fısıltılarını dinledi. Tanrılar ona, "Sana vermediğimizi yeme," dedi. "Zira diğer kardeşlerin, diğer yoldaşların aç kalacak." O yine de bencilce yedi, başkalarını hiç düşünmedi. Tanrılar ona, "Sana yapma dediğimi yapma" dedi. O yine sadece kendini düşündü ve tanrılarına karşı geldi. Lakin en sonunda günahkâr, hatalarının bütün ailesinin yok olmasına yol açtığını görünce tövbe etti.

Ey tövbe edenler! Bilin ki tanrılar sadece gönülden gelen pişmanlığı kabul eder. Ancak o zaman Yüce Erlik sizi Araf'tan kurtararak Tanrılar'ın Şehri Seherkent'e uğurlar."

Tolya kafasını kalabalık arasından fazla kaldırmadan çevreye göz attı. Kuruyan dudaklarını birbirine bastırırken bir anlığına yanlış bir şey gördüğünü sanarak afalladı. Az kalsın duanın son sözlerini kalabalıkla birlikte söyleyemeyecekti. "Kadimler kutsasın!"

Kutsal ağacın küfle kaplı gövdesine yaslanmış ayakta duran siyahlı bir kadın vardı. Kukuletasının altındaki koyu bukleli saçları ırmak gibiydi. Karanlık gözleriyle yerlere kapanmış olan insanları seyrediyordu. İpeksi bir kumaştan yapılmış, arsız yel ile dalgalanan elbisesi oldukça yeni ve zarifti. Tolya onun kim olduğunu bilmiyordu. Beyaz cüppe giymiş olan Elçi'nin etrafında ise bellerinde hilal biçimli baltalar taşıyan elli kadar adamı daha önceleri de görmüştü. Onlara haris deniyordu. Bu boylu poslu, vücutlarının üst kısmı çıplak olan heybetli adamlar Elçi'nin hizmetindelerdi. Elçi'nin günahkâr diye öne sürdüğü kişileri cezalandırmakla, kaçan olursa yakalayıp kellesini uçurmakla görevlilerdi. İnsanlar öldürüleceklerini bildiklerinden kimse kaçmaya kalkışmazdı.

"İman edenler!" dedi Hâşim Efendi. "Hepiniz bana bakın!"

İnsanlar korkuyla başlarını kaldırdılar. Bu iyiye işaret değildi. Elçi bir sorun olmadığı sürece insanlara bu şekilde hitap etmezdi.

Devam edecek...

7
Kurgu İskelesi / Anatolya Günlükleri 1-Veis'in Arayışı
« : 16 Aralık 2011, 22:07:36 »
Anatolya Efsaneleri ilk kitabındaki olayların öncesinde geçen kitabın dışındaki kısa bir kurgu tamamlayıcı sayılan bir öyküdür.

Veis'in Arayışı
1. Bölüm
"Ömür mü kaldı sanki? Ölüm mü kaldı?" diye söylendi Baş Veis kendi kendine.

Ulular'a mezar olmuş habis toprakların üzerindeydiler. Dünyanın üzerine bir musibet gibi yayılmış, buzlarla kaplı ölüm kokan bir yaraydı sanki. Binlerce fersah güneydeki Fırtına Tepeleri ile kuzeydeki Yedi Tanrıları'n kutsadığı bereketli yemyeşil anakaranın arasında kalırdı. Sanki dünyanın bu parçası güneyden ve kuzeyden hor görülmüştü. Ulu Tanrılar'ın kanı ve kemiği Buz Okyanusu'na çevirmişti burayı; sıcaklığı, yaşamı uzaklaştırmıştı.

Kuzey'deki Büyük Vaha etrafı buzlarla çevrili olmasına rağmen çölün ortasında kalmış bir cennet sayılırdı. Devasa ada, milyonlarca cadının, sahirin eviydi.

Veis başını bir gök gürlemesiyle yukarı kaldırdı. "Şuraya bak. Tanrılar ağlıyor," dedi gökten düşen iri taneli yağmur damlalarını gördüğünde. Esirine döndü. Kıtırtır ismini taktığı esiri onu dinlemiyordu. Bu yüzden ona bir tekme salladı.

Yerde sürünerek onu takip eden çelimsiz, zayıf ve zavallı yaratık yalvardı ona alçak sesli hıçkırıklarla. Baş Veis kalın kaşlarını çatarken ona karşı kayıtsız kalarak siyah gömleğinin yakasını düzeltti. Usançla bir iç geçirdi ve yoluna devam etti. Bir eliyle de yaratığın zincirlerini çekiştiriyordu. Karakura dört ayak üstünde ilerlemeye çalışırken boynundaki tasmaya dokundu.

Baş Veis durdu ve ona döndü. "Bana bak süprüntü. Eğer o tasmaya bir kere daha dokunursan seni burada bağırttırırım. Seni dünyaya getiren her neyse..."

Karakura, "Ama Efendi,” diye başlıyordu ki, sözünü karanlık şimşekler kesti.

"Şimdi çeneni kapat ve beni takip et," dedi Veis sertçe.

Ona boşuna Baş Veis demiyorlardı. Nice yiğitler, nice büyücüler can vermişti onun elinde. İstese bu çelimsiz yaratığı çıplak elle ikiye bölerdi, zira tanrıların kanıyla kutsanmıştı, yüz adamın kudreti damarlarında coşkuyla akıyordu. Hiçbir ölümlü onunla boy ölçüşemezdi.

Gökyüzündeki beyaz dumanların yaklaştığını görünce durdu.

Yaratık ise bacaklarına kapandı. Karanlık ince derisi sadece dışardan sayılan kemiklerini kapatıyordu. Yüzü, ağzı deforme olmuştu. Keskin dişlerini tıkırdattı ve insan parmağı uzunluğundaki kara tırnaklı pençelerini birbirine sürtünce çelik çınlaması gibi bir ses çıkardı.

Karakura dilini dışarı çıkararak havayı olmayan burnuyla kokladı. Korkunç yüzüne bir gülümseme yayıldı. Albastılardan her zaman iyi yiyecek olurdu. Beyi onu ödüllendirecekti. Yoksa başka neden buraya gelmiş olabilirlerdi ki?

Baş Veis beyaz dumanların arasından fırlayan ak derili yarasa gibi zar biçimli devasa kanatları olan yaratıkları görünce pos bıyıklarını kıvırdı. İki avucunu kuvvetle birbirine vurdu. Ondan yayılan ses ve hava dalgası ak dumanları yok edince iki beyaz canavar sersemlemiş bir halde buzun üzerine düştüler.

Baş Veis insan değildi. Dış görünüşü karşısındakini yanıltabilirdi, tabii iki kulaç yüksekliğindeki boyu, devasa gövdesi ve kasları olmasaydı. Bir devden farksızdı. Yırtıcı ak gözleri yaratıklara odaklanınca burun kıvırdı, yine buna talim edecekti. Onları yakaladığı gibi elleriyle kanatlarını kopardı. Albastılar çığlıklar attılar, pençelerini savurdular, ama bu Veis'in boyunlarını kırmasına engel değildi. En keskin çelik bile onun kudretli bedeninde sıyrık bile açamazken iki tane pençe mi ona zarar verecekti?

Veis keskin dişleriyle bir parça et kopardı ve yanındaki karakuraya attı. Canavarın karanlık gözleri menhus yıldırımların ışığıyla bir anlığına gümüşe döner gibi oldu. Canavar iğrenç  bir şekilde eti şapırdatırken ağzından kanlar dökülüyordu.

Veis ise ondan farklı sayılmazdı. Çiğ et dişleri arasında kaymak gibi yayılıyordu.

"Nereye gidiyoruz Efendi?" diye sordu karakura. Beyinin karnını doyurması cesaretini arttırmıştı.

Baş Veis önce ona dik dik baktı, ama kafasını yemeğine çevirerek cevap vermeyi ihmal etmedi. "Babalarımızı bu dünyadan kovan cadının diyarına, onun çocukları orada büyüyüp imansızca yaşıyorlar."

"Neresi orası?" diye sordu canavar. Ağzındaki lokmayı yutmuştu.

Başıyla güneyi uçsuz bucaksız görünen devasa Fırtına Tepeleri’ni gösterdi. "Anatolya diyorlarmış şimdi," diye hırladı nefretle. "Orada o lanetli cadıya tapan bir lideri yok edeceğiz." Sonra kanlı dişlerini gösteren tiksindirici bir tebessüm yüzüne yayıldı.

Sayfa: [1]