Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Celebhol

Sayfa: [1] 2
1
Paylaşsak da paylaşmasak da, bir çoğumuz bir şeyler çiziktirmiştir. Elbette farklı karakterler ve fikirler oluşturulmaya çalışılınır fakat her yazarı motive eden bazı fikirler ve duygular vardır. Kimisini yalnızlık, kimisini hüzün, kimisini dünya karşısında şaşkınlık, kimisini öfke veya başka bir duygu motive eder? Sizinki nedir ve bunu nasıl yansıtıyorsunuz yazdıklarınıza?

2
Şişedeki Mısralar / Rıhtımdaki Serap
« : 04 Ekim 2017, 05:41:21 »
Gecenin ölü hücrelerinde,

Ateşten uzak sakin şarabın yanında,

Bir ileri iki geri adımlarla,

Zamanın kaybolduğu sakin anlarda,

Müzik oda doldurduğunda,

Uyku etrafını sarmaya başladığında,

Kadimin alevi solduğunda,

Takip edenin yeni günü ağardığında,

Zincir seni sarmaladığında,

Kömür ile ateşin yerleri karıştığında,

Hayatın ondan koptuğunda,

Tekrarlarca onlar tarafından yaşanan,

Düzen ki gidecektir birlikte,

Kalacaktır içi boş bir hayalet dolaşan,

Şekil ve yüzeyin kısıtlaması,

Çok şey denecek ama içi boş kalacak,

Tutulacak ona hayran bakan,

Gözleri kamaşacak sahte olandan,

Gerçek gelecek çirkin ve kaotik,

Kaba,
Ve Çirkin.

Bozulacak anlam da ondaki,

Ölümün ve acının anlamsızlığı gibi.

3
Şişedeki Mısralar / Pire
« : 27 Eylül 2017, 19:56:31 »
Beklentilerin çabası bir ışıkta,

Körlüğün içinde oysa aradığım.

Zincirlerden kurtulmuş bir karga,

Deliğinde boğulan bir köstebek,

Anlamın sistematik iplerinden arınmış,

Hapishane hücresinde bir insan.

Özgürlüğün yakarışı köleleştirir,

İçi sıvı boş kabuktaki zamanı.

Kurtların uluması yönlendirir,

Boş kabuktaki pireyi.

Av isteği pençeler,

İçindeki arzuyu.

Doğanın kanunları hüküm sürer,

Kişi ne kadar isyan etse de,

Gözleri kapalı bir cerrah gibi,

Elin ve ardında kaybedecek her şeyinle,

Yapıların arasındaki aciz köle,

Sokaktaki korkmuş çocuk,

Şarabın kızılına tapan evsiz,

Masasına gömülmüş memur.

Körelmeyen şeydir o,

Yanan bir soğuk gibi,

Yakan bir kar gibi,

Görüşün değiştiremediği,

Bu yüzden görüşün değiştirildiği.

Güneşe bakma kalbinle,

Daha fazlasını isteme yakarışınla,

Yanacaktır ışıksız ışığın kör boşluğu,

Solacaktır anlamın kurgusu,

Bir dilenci gibi, kör gibi, aciz gibi,

Yerleş ve yetin elindekiyle.

Ağlama ki bu düzensiz düzene,

Olmayacaktır anlamın bu anlamsızlıkta.

Bitmeyecektir şiir, kalbin ağrıdığı sürece,

Bitmeyecektir şarap, içinde yanan kor.

Öldürecektir ve öldürecektir,

Kesecek ve biçecektir,

Kara bulutlar her şeyi boşaltacak.

Kuralsızlığın sonu da kuraldır,

Kaostan hüküm doğar,

Delilerin bile bir mantığı var.

Her şey olağana dönecek,

Yazı sönecek, mısra sönecek,

Düz olan hüküm sürecek.

Evrenin kuralıdır bu.

4
Şişedeki Mısralar / Kuasar ve Kömür
« : 27 Eylül 2017, 19:30:27 »
Aklımdan da, kalbimden de,

Gelmez umut artık sönmeyen,

Kaldı mı acılar anlam veren,

Gitti mi tecrübeler boşluğu kovan?

Yaşmamım bir şaka,

Kara boşlukta yankılanan.

Kuasarların eşliğinde sönen yıldız,

Kızıl bir dev gibi parlayan duygu.

Yapımlarım yıkım içinde hayatımın,

Derine inen aklım yorgun,

Mavi akıntıların kömüre karıştığı,

İnsanı çeken hiç bir şeyin olmadığı,

İnsandışını çeken her şeyin olduğu,

Serapların ulaşamadığı.

5
Gezginler Kamarası / Yazamayan Yazar Ne Yazar?
« : 21 Eylül 2017, 14:02:52 »
Yazamayan yazar ne yazar, yazarsa kimin için yazar ve ne bekler? Belki de bir şiir yazar, dener ve bakar; bu olacak mı, diye. Belki de imla kurallarını boşlar - boşlamaz? Sınırları belirleyen gramerde nedir ki, tam olarak korunabileceğini düşünelim? Cümlerin devrik olması çok da amatör değildir belki de. Tek bir düz şekilde düşünmesi gerekir insanların; oysa kimileri birbirine karışan ok demeçleriyle düşünür. Aklın fırtınasını mı yazmalı o zaman?

Yazamayan yazar, meyve vermeyen ağaç gibi midir? Bu yazar işlevini yerine getiremediği için kökünden kesilmeli midir? Bitkiler stres altında meyve vermeyi erteleyebilir, oysa insanlar stres altında daha bile çok yazabilir; yazının besini mutsuzluk mudur? Çok da "şey etmemek" lazım, psikoloji karışık iş, kafayı yersin.

Heyhat! Belki de yazmak bir simülasyondur. Gerçek hayatta görülen tecrübelerin insan beyninde şekillenmesi ve hikaye denilen bir simülasyon içinde aktarılmasıdır. Belki de en fantastik hikayelerde bile en insani gerçekleri bulmamızın nedeni budur; dayanak noktamız yine insani tecrübelerdir.

Bir uzaylı nasıl yazar o zaman? Yazar mı ki? Bilgiyi bir şekilde aktarmayı öğrenenleri olmalıdır, bunlardan yazıyı bulmuş olanları da vardır. Uzaylı ne yazar ne yazmaz, mıdır? Yazsa peki onun "insani" gerçekleri neler olacaktır? Belki buraya gelseler, Dostoyevski'yi çöp olarak bulacak ama Grinin Elli Tonu'nu evrensel bir gerçeklik olarak göreceklerdir? Belki de Memo Tembelçizer'in verdiği hayat dersleriyle kültürleri ve uygarlıkları değişecektir. Memo Tembelçizerlerden oluşan bir uygarlık bile oluşabilir!

Yazamayan uzaylı yazar ne yazar? İlham perisine küfür eder mi? Ya da kafasındakini aktaramadığı için kendisine kızar mı? Yazdıklarının ve yazamadıklarının ağırlığı altında ruhu zorlanır mı? Heyhat, ruh da bir yazar ürünüdür.

6
Düşler Limanı / Alacakaranlık
« : 14 Nisan 2017, 23:30:51 »


Yalan söylemeyeceğim, korkuyorum. Propaganda veya umutlandırma adına, pembe bir tablo çizmeyeceğim. Bir çukurun içindeyiz ve oradaki karanlık, bizi yutmaya çalışıyor, kendini aydınlık gibi göstermeye çalışarak. Buna çok yakın da. O güçlü, o vahşi, onun, bizim aksimize, ahlaki sınırlamaları yok. Kötülüğün yozlaşmış gücüne sahip. Ancak, insan bu karanlığa, bu sahte-aydınlığın aslında korkunç bir gerçeği gizlemesine çok odaklanınca, gerçek aydınlığa gözleri kör olabiliyor. Bütün umutlar sahte geliyor kişiye çünkü pek çok sahte umudun arkasındaki insani, pek insani ve tam da bu yüzden kapkara olan gerçeği açığa çıkarmış olduğu için.

Bir alacakaranlıkta dikiliyoruz. Arkamızda artık dönüşü olmayan bir diyar var, önümüzde ise derin mi derin bir uçurum. Geçmişin diyarına dönemeyeceğimize ve "şu an" ayaklarımızın altından kaydığına göre, tek çaremiz ileri atılmak. Peki atladıktan sonra ne olacak? Ya uçurumun dibindeki acımasız, soğuk ve düşmani kayalıklara çakılacağız, ya da o muazzam denize dalacağız. Bu denizde tam olarak ne olduğunu söylemek imkansız fakat bu gri sularda, üstünü bulutların çevrelediği ve o bulutların arkasını güneşin bulunduğu yerde, tartışılmaz olarak iki şey var; şiddet ve umut. Şiddetten bu noktadan sonra kaçamayız, bunu benimsemek gerek. Kolay bir yolculuk olmayacak, daha pek çok acı ve hüzün olacak ama hepsini buna değdirecek olan bir şey de, bu suların özünde var. Daha iyi bir geleceği dair, varlığı tartışılmaz olan bir umut. Öyle bir umut ki, dünyanın ve bu toprakların bütün sorunlarını çözemese de, cüsseli bir karanlıktan bir gün kurtulabileceğimizi söylüyor. Bu şarkıdan daha güzel ne vardır, gücünü yalandan değil de gerçekten alan bu gelecek olasılığından?

Sisifos, sonsuza kadar aynı umutsuz işi yapmaya mahkum edilmiş olabilir ve insanın, ondan esinlenebilmesi çok doğaldır. Ancak şöyle bir şey de var ki, tanrıların hükmü sonsuza kadar sürmeyecektir. Bir gün, tanrılar, bu despotlar, bu canlılık düşmanları, bu tiranlar, bu katiller, bu vahşi, sahte bir derinliğe sahip çürümüş garabetler, yerlerinden olacaktır. O zaman, Sisifos serbest kalacaktır. Bundan da korkmaktadırlar zaten. Bu yüzdendir ya, kendilerine karşı çıkan herkese nefret kusmaktadırlar. Onların, acınası derecede zayıf egolarını doldurmak için yola çıktıkları bu katliam seferinin durdurulması ve ellerinden güçleri alındığında, aslında hiç bir şeye sahip olmayan, boş bir ruh olduklarının açığa çıkacak olması, onları korkutmaktadır. Bütün bu canilerde değişmeyen tek bir şey vardır; dünyanın gerçekliğiyle baş edememiş ve bu yüzden karşı bir saldırıya geçerek, kendilerine tehdit olarak gördükleri her şeye şiddet kusmuşlardır. Bu, mental olarak güçlü olmalarından değil, tam tersine, aşırı güvensiz oldukları ve bu histen kurtulmanın tek yolunun, her şeyi ele geçirmekten geçtiğini zannetmelerindendir. Sorunlarıyla yüzleşme cesaretini gösterememiş akıl hastalarıdır onlar.

Önümde iki yol görüyorum. Denizin fırtınalı sularına dalacak, kan, ateş ve külün içinden geçerek, Sisifos'un zincirlerinin kırıldığına şahit olacağım. Veya, Sisifos'u, tekrar, yakın bir arkadaş olarak karşılayacağım. Ancak, hiç bir zaman, insanlığın en kötü tarafını temsil eden bu agresif çocuklara yenilmeyeceğim. Ruhum, kimi zaman vahşi bir şekilde de olsa, hür kalacak ve onların kirli dokunuşlarından uzakta bir yerde olacak. Bu, inzivaya çekilmiş bir keşişin hürlüğü de olmayacak. Hayır! Elimden gelen her imkanla savaşmaya devam edeceğim. Köprüyü kaparlarsa, gemiyle geçeceğim. Gemiyi yasaklarlarsa, sal yapacağım. Onu batırırlarsa, yüzeceğim. Ona engel olurlarsa, kazacağım... bir şekilde yolunu bulacağım. Öfkemin haklı olduğunun bilinciyle, bundan enerji alarak, bu az gelişmiş insanlarla olan savaşımı sürdüreceğim. Onlar gibileri, insanlık tarihinde çok olmuştur fakat bizim gibileri de olmuştur. Nerede bir tiran varsa, orada, ona karşı çıkanlar olmuştur. Başkaldırı ve direniş, insanlığın en güzel özelliklerinden birisidir.

Dünyanın bütün sorunlarının çözülebileceğine inanmayabilirim ama bu, katkım olabilecek olanları görmezden geleceğim anlamına gelmez. Yılmış konuşmalarım, yorgunluktandır. İsyanım, yarattıkları korkunç gerçekliğedir. Öfkem, ruhumu harekete geçirir ve umudum, ruhumu besler. Kaosa hazırım, sonu ne olursa olsun.

Çalıyordu: https://www.youtube.com/watch?v=AW4vejDcVe8

7
Düşler Limanı / Anlam Üstüne
« : 22 Mart 2017, 21:57:12 »
Ruhun var olmadığını veya öteki taraf olmadığını düşünen bir çok insan, ilk başta neden bir dehşete kapılır? Cevabı basittir. Yaptıkları ve yapacaklarının sonsuzluşturulması isteği içinde yatar bu kişilerin. Bir şekilde sonsuza kadar yaşayacaklarına inanmışlardır ve bu olasılığın doğru olmadığını düşünmek, onlar için korkunç bir şeydir. Merak ediyorum, kayıplarla genç yaşta tanışmak bu eğilimi kuvvetlendirir mi, yoksa zayıflatır mı? Büyük ihtimalle, etrafındaki kişilerin bu genci nasıl yönlendirmiş olduğuna bağlı olarak değişecektir. Ben, şahsen, inanmayı bıraktığım sıralarda bir sonsuzluk olmaması fikri yüzünden hiç korkmadım. Çok doğal gelmişti. George Carlin'in deyimiyle, boşluktan geldik, kısa bir süre için var olduk, sonunda tekrar boşluğa döneceğiz, bunda garip olan ne var? Hayır hayır, asıl konu var olduğumuz evren dışında bir sonsuzluk olmaması değil. En azından, 21. yüzyılda veya ilerleyen yüz yıllarda, asıl sorunun bu olacağını düşünmüyorum. Doğrudur, dünyada pek çok insan daha bu düşünceye varmadı ve pek çok kişi hala bir dine inanıyor. Ancak, inançların içerikleri de değişiyor ve inanmayanların sayısı artıyor. Bu, yalanlardan sıyrılma olarak ele alınınca iyi bir şey. Kulağa hoş gelen metafizik bir yalana inanmak yerine, gerçeklerle yüzleşmeliyiz.

Sorun, bir tanrının veya herhangi ilahi bir şeyin yokluğu değil. Sorun, insanın bu dünyadaki anlam arayışında. Dinde gerçekliğe kurulmuş bir anlam bulunamaz. Evet, kişi hayatını ona adayabilir fakat a) Gerçekliği asla test edilemeyecek, aklın dışında, yani gerçeklikten kopuk bir alana adamaktadır kendisini b) Bu düşünme tarzı, zihninin eleştirelliğini bozmaktadır. O zaman, bu dünyada bir anlam inşa edilmelidir. Devletler, daha doğrusu ülkeler, bu konuda akla gelen ilk fakat aynı zamanda, en kötü seçeneklerden birisidir a) Onun uğruna öldürmenin doğru olduğunu öğretir b) Eğitimi kontrol ederek insanları kendi emelleri için şartlandıran bir avuç azınlığa hizmet eder c) Toplumun hayatını adayacağı bir kurum değildir. Tersine, o, kendisini topluma adamalıdır d) Milliyetçilik öğretileriyle, insanlar arasındaki düşmanlığı körükler ve yine, bir avuç azınlığın çıkarına insanları manipüle eder. Milliyetçilik vb. görüşlerin bu kadar yaygın olmasının iki nedeni vardır. İlk olarak, insanlar doğaları gereği bölgesel ve kabileci (tribalistik) davranmaya bir meyil içerirler. Beynin en içteki tabakası olan bu "sürüngen beyni", ister istemez etkilidir. Özellikle -şaşırtıcı olmayan, hatta oldukça uygun bir şekilde- eğitimsiz insanlarda. İkinci olarak, devletler su götürmez bir şekilde güçlüdür. Köklü şirketlerle beraber, bu dünyanın en güçlü organizasyonlarıdırlar. Bu yüzden, manipülasyon, propaganda vb. işleri iyi yaparlar. İnsanın kabileci eğilimi ve eğitimsizliğiyle bir araya gelince, korkunç derecede güçlü bir etki ortaya çıkar. Özellikle korku ve tehdit anlarında, insanlar savunma moduna geçerek, tribalistik davranmaya daha meyillidirler. Devletin başındakiler bunu bilir ve kullanırlar. Ancak, bu, onun sadece, binlerce yıldır sahnelenen bir oyun olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu yüzden, milliyetçilik, devletçilik vb. görüşler tamamen manipülasyona hizmet eden ve gerçekten güç alan bir anlam inşa edilemeyecek şeylerdir.

Böylece, insanlık tarihinin en büyük iki anlam yanılsaması ortaya çıkmış olur (Elbette, bu konular bir paragrafta açıklanıp geçilecek şeyler değil fakat bu yazının konusu onları aşırı detaylı ele almak değil). Peki geriye ne kalır o zaman? Devletlerden sonra en büyük organizasyonlar şirketlerdir fakat onların bir anlam içeremeyeceği barizdir, en azından şu anki kapitalistik dünya düzeninde. Sadece kar isteği üzerine kuruludurlar ve bundan dolayı, bir anlam içeremezler. Onları da eleyince, akla, hayır kurumları, doğa kurumları, insani yardım kuruluşları vb. organizasyonlar gelmektedir. Bunlar, elbette, altruistik tarafı kuvvetli insanlar için güzel alternatiflerdir. Peki altruistik olmayan veya daha dolaylı olarak altruistik olan uğraşları düşünürsek ne olur? Sonuçta, pek çok insan şiddetli bir şekilde altruizm isteği duymamaktadır ve zorla yapılan bir işte, anlam oluşamaz. Zaten, biyolojik olarak, altruizm iki sebepten dolayı ortaya çıkmış ve kalıtılmıştır ama ondan önce, biyolojik altruizm tanımı verilmelidir. Bireyin fitness'ını -yani genlerini aktarma olasılığını- düşüren fakat başkasınınkini arttıran davranışlara, altruistik davranışlar denir ve iki sebepten varlardır a) Akrabalara karşı olduğunda, onlar aracılığıyla bireyin taşıdığı genlerin başka kopyaları aktarılır. Örneğin, birey, çocuğuyla genlerinin ortalama %50'sini paylaşmaktadır ve kendisine zarar pahasına, çocuğuna yarar sağlaması, bu genlerin aktarılma şansını arttırır. Hayvanlarda, annenin çocuğa bakım davranışının bile böyle olduğu görülmüştür. Bir noktaya kadar buna müsade eder ve kendi fitness'ını düşürür ve onunkini arttırır. Ancak, ona bakmanın verdiği dezavantaj, çocuğun kendi genlerinin belli bir yüzdesini aktarmasıyla elde edeceği avantaja baskın gelmeye başladığı sıralarda, yavruyu yanından uzaklaştırmak için davranışlarda bulunmaya başlar (1). İnsan da bir hayvandır ve aynı evrimsel baskılar bizim üstümüzde de etkili olmuştur ve etkili olmaktadır b) İnsan ve bazı başka türlerde, akraba olmayan bireylere karşı da böyle davranışlar görülebilir. Ancak, bu sefer, birey daha sonra, bu bireylerden ileride benzer bir durumda bir karşılık beklemektedir. Örneğin, meyve yarasalarında kendi fitnesslarını düşüren kan kusma olayı böyledir (1). Açlığı geçirmek için başka bir bireye karşı yapılır ve kan kusulan birey, ilerideki benzer bir durumda kendisine kan kusana aynı davranışı yapıyorsa, bu davranış şekli devam eder. Bencillik edip yapmazsa, sürmez. Elbette, bütün altruistik davranışlar bu kadar kesin ve temel şekilde açıklanamaz. Sadece maddi de değillerdir. Özellikle, insan psikolojisi karmaşıktır ve altruistik davranışlar da böyle doğrudan sebepler dışında gerçekleşebilir. Ancak, genel bir kural olarak, alış-veriş mantığının insan ilişkilerinde geçerli olduğunu söylemek yanıltıcı olmaz. Arkadaşlarımızla ilişkimizi devam ettirir ve onları önemser, onlar için bir şeyler yaparız çünkü onlar da bize aynı şekilde dönüş yapmaktadırlar. Bu şekilde davranmayanlar "kıymet bilmez" olarak değerlendirilir ve pek çok durumda, arkadaşlık sonlandırılır. Tanınmayan kişilere karşı bu altruistik davranış biçimleri daha da sıkıdır, özellikle bu kişilerle devam eden bir ilişkimiz olmayacaksa. Sonuçta, altruizmin işe yaraması için uzun süreli ilişkiler gerekir ki, birey bir dönüş alabilsin. Bu tarz örnekler çeşitlendirilebilir ve göstermektedir ki, her zaman olmasa bile pek çok durumda, altruizm, birey bir şekilde bir karşılık alacağı için var olan bir alış-veriştir. Bu, bir maddi dönüş, bir duygusal dönüş vb. çeşitli şekillerde olabilir.

Altruizmin pek çok insan için çok şiddetli olmamasının yanısıra, her insanın sosyal etkileşimlerden aynı zevki almadığı gerçeği de vardır. Bu sebeplerden dolayı, altruistik aktiviteler, belli bir grup insan için önemli bir anlam teşkil etse de, pek çok kişi için ana bir anlam olamaz. En azından, yoğun bir emeğin yatırılacağı bir organizasyon düzeyinde olamazlar. Ek olarak, organizasyonlar büyüdükçe daha çok etkili olurlar fakat aynı zamanda, daha çok yozlaşırlar. Tabii, insanın statik olmadığı, belki de daha altruistik davranıp davranmamasının sorgulanması gerektiği söylenebilir. Yerinde bir sorudur ve sosyoekonomik, kültürel vb. koşulların bu davranışta etkili olmadığını söylemek çılgınlık olur. Tam tersine, bireye yarar fakat topluma zarar veren yapılar oluşturmak yerine, hem bireye hem de topluma yarar veren yapılar oluşturmak, bir ülkenin mutluluğu için bir hedef olmalıdır. Konuya dönecek olursak, o zaman, daha küçük skalada düşünürsek ne olur? Ailemize, arkadaşlarımıza, yakın çevremize vb. iyi davranmak... bütün anlam bu mudur? Eğer buysa, epey küçüktür. Kimileri için bu tatmin edicidir. Hatta, pek çok insan için bunlar büyük anlamlar teşkil ederler ve bu açıdan küçümsenmemeleri gerekir. Peki, daha fazlasını isteyenler ne olacak? Bilim, sanat, felsefe vb. yaratıcı dallar bu konuda yardımcı olmaktadırlar. Bu alanlarda uğraşan insanların büyük bir kısmı kabul edecektir ki, bu yaratım işinde büyük bir anlam yatmaktadır. Kısacası bu üçlü a) yakın çevre b) altruistik oluşumlar c) yaratım dalları anlam içerirler ve farklı türlerden insanlar için, anlamlar içerirler. Profesyonel spor vb. alanlar da, son maddeye katılabilir. En azından, diğer iki maddeden ayrılmaları ve tatminsel bir tutku içermeleri nedeniyle, yaratım dallarıyla ortaklık paylaşırlar. Hatta, denilebilir ki, bu tarz bütün tatminsel tutkular -ana odağı sosyal ilişkiler olmayan, kişinin tutkulu bir ilgiyle yoğunlaştığı ve emek verdiği uğraşlar- bu maddeye katılabilir. Elbette, kişi bunlardan sadece birisini seçmek zorunda değildir. Tam tersine, hayatta neyi kovalarsa kovalasın, bir çok insan için yakın çevrenin getirdiği doyum&anlam hissi önemlidir.

Böylelikle, belki de ilk kez, bu denemelerin sonunda göreceli olarak net bir cevaba ulaşılmış oluyor. Bununla beraber, günümüz koşullarında şunun da sorulması gerekir. Eğer bir insan, ana anlamı bu yaratıcı dallardan birisine yatırmışsa ve içinde bulunduğu koşullardan dolayı, güçlü kişiler ve oluşumlar aktif bir biçimde ona karşı çalışıyorsa, ne yapmalıdır? Diyelim ki, bu kişi bilimi seçmiştir fakat devlet, onun elindeki imkanları kısıtlayacak, belki de tümden imkansız kılacak şekilde çalışmaktadır. Veya sanat yapmaktadır fakat eleştirelliği yüzünden devlet&toplum ona karşı olmakla kalmamakla beraber, onun için aktif bir tehdit oluşturmaktadır. Ya da felsefi düşünceleri tehlikeli ve teröristçe addedilmektedir. Sonuncu bir olasılık olarak, bunların hepsini bir arada taşımaktadır ve attığı her bir anlam adımında, büyük ve saldırgan bir engelle karşılaşmaktadır. O zaman, bu kişinin bir anlam krizi yaşaması çok normal değil midir? Yaşadığı bu kriz, varoluşsal bir kriz midir? Bu yükten kurtulmak veya ona katlanmak için ne tarz bir yol izlemelidir?

Kaynakça

1) Freeman, S., & Herron, J. C. (2009), Palme Yayıncılık, Evrimsel Analiz

8
Liman Kütüphanesi / Gerçeklik
« : 28 Şubat 2017, 20:44:53 »
Müzik: https://youtu.be/3IofP3RJqAo

"Ah, bu hayat, anlamsız bir şaka..."

İnsan durumunun en önemli mücadelelerinden birisi, duygular ve gerçeklik arasında olandır, ve bu mücadelenin kazananı, her zaman, gerçekliktir. İnsanın duyguları ne kadar güçlü olursa olsun, bu, gerçekliğin umurunda olmaz. Gerçek, herhangi bir kişiliğe veya bilince sahip olduğundan değil. Evren, bu mekanizmalar bütünü, umursamazdır, soğuktur ve acımasızdır. İnsanlığa evrim ile acıma duygusunu bahşetmiş olduğunda bile acımasızdır çünkü bu duygumuz, bize başkalarının acılarını yüklemiştir. Acımasızdır çünkü sıcak duyguların evrilmesi birer tesadüf sonucu gerçekleşmiştir. Acımasızdır çünkü yaptığımız ve yapacağımız her şey, doğanın umursamaz tavrı sonucu kazandığımız özellikler yüzünden gerçekleşmiştir.

Gerçeklik neden mi her zaman üstün gelecektir? Nedeni basittir; duygular, insanın olmasını istediği dünyayı veya evreni yansıtır fakat gerçeklik çoğunlukla böyle değildir. İnsan, duygularının karşılığı olan bir gerçeklikle kimi zaman karşılaşır ve o zaman mutlu olur. Ancak, bu da bir rastlantıdır ve geri kalan zamanlarda, duygularını karşılayacak bir evren olmadığı için, kendisini gerçekliğe göre ayarlamak zorunda kalır. Yetişkinlik ve olgunluk denilen şey bir nevi budur. Evrenin sınırlılığı ve kişinin bu kaotik cümbüşteki önemsiz bir toz parçacığı olduğunun kabullenilmesi. Romantik yazarlar ve diğer romantik sanatçılar, bu yüzden, her insanın içinde var olan bir yere hitap eder; gerçekliğin karşılamadığı bir dünya görüşüne. Bu romantik kişilerin yarattığı dünyalar, doğal olarak, insanlar kadar çeşitlidir. Bir romantiğin ütopyası, diğerinin distopyasıdır. Yine de, insan düşünmeden edemez. Yine de, kendisine şunu sormaktan geri duramaz.

"Ben, bunu hak edecek ne yaptım?"

Yanıtı, hiç bir şey olmasıdır. Rastgele bir olasılık hesabı sonucu, herhangi bir hayat, duygularını karşılamayan bir gerçekliğe zincirlenebilir. Umutsuzluğun tohumu tam da burada atılır. Kişi, ağlar, yakınır, öfkelenir ve isyan eder fakat kalelerin en güçlüsü olan gerçeklikten bir toz zerresi bile koparamaz. Bunu gören insan, işte o zaman anlar; ne yaparsa yapsın, duygularının bir önemi yoktur. Onun hislerinin ve düşüncelerinin bir önemi yoktur. Varlığının bir önemi yoktur. Bizzat kendisinin, hiç bir önemi yoktur. Soğuk ve acımasız gerçek karşısında, dolup taşan ve insanın içini akkor gibi yakan duyguların hiç bir önemi yoktur. O zaman anlar kişi, insan durumunun ne kadar umutsuz olduğunu.

Gerçeklik budur. İğrenç, soğuk, karanlık ve adaletsiz. Adalet, insan yaratımı bir kavramdır ve bu doğanın umurunda değildir çünkü umurunda olacak bir bilinci yoktur. Doğadan adalet beklemek, yerçekimine varoluşsal bir anlam yüklemeye çalışmaya benzer; saçmadır. İnsanoğlu, bu yüzden kendi adaletini bu dünyada yaratmaya çalışır fakat insan doğası vardır, farklı koşullarda yetişmiş insanların farklı adalet anlayışları vardır, doğanın hala üstesinden gelinememiş olan ezici rastgeleliği vardır, güç sahipleri vardır... insanın umutsuzluğa kapılması kaçınılmazdır. Aklı olan herhangi bir insan, en azından hayatının bir kısmında, bu umutsuzluğu tadacaktır. Ruhunun bir derinliği varsa bunu hissedecektir. Gerçekliğin bu küfredilesi yanını hissetmemiş olan bir insan, düpedüz sığdır.

Hayatımız budur. Çevremizde, kontrolümüz dışında gerçekleşen septilyonlarca değişken; beynimizin içinde gerçekleşen ve "ben" kavramının kontrolde olduğunu söyleyen, yine kontrolümüz dışında çalışan mekanizmalar. Özgür irade bir yalan, ben kavramı işlevsel bir illüzyondur. İnsan, doğanın bir nesnesidir ve özne olduğu hissi, beynin bir icadıdır. Ancak, bunu asla ve asla kabullenemez. En azından, yaşama düzeyinde kabullenemez. Elbette, bilimler insana nesne muamelesi yapar ve haklıdırlar. Bu şekilde incelenir ve hakkında gerçeğe ulaşılır fakat buna rağmen, insan, kendi hayatında kendisine nesne muamelesi yapılmasını kabullenemez. Eğer sadece hayatta değil ve yaşıyorsa bunu yapamaz. İradesinin, özgürlüğünün, varlığının çiğnenmesini kabullenemez. Peki, bunun getirisi nedir? Gerçekliğe karşı yaşanmış olan yenilginin, tekrar ve tekrar, yeniden yaşanması? Bu hastalıklı davranışı insanlar neden sürdürür o zaman? Bu işkenceyi neden çekeriz? Neden yaşamayı sürdürür ve onun yerine hemen şu an, kendi hayatımızı sona erdirmeyiz?

9
İnsaniyetin Özellikleri: Bilimsel İlerleme

İnsanlık üstüne yazmak hem çok kolay hem de çok zor. Büyük laflar etmek ve kulağa haklı ya da hoş gelen ama aslında gerçeklikten kopuk, gereğinden fazla soyut safsatalardan oluşan saptamalarda bulunmak gerçekten çok kolay. Aynı zamanda, belli bir coğrafyadaki insanların davranışlarını, bütün insanlığınki gibi düşünmek de epey çekici. Özellikle ülke çapında düşünülünce, pek çok insan yurt dışına çıkmıyor ve uluslar arasındaki farkı görme şansı olmuyor. İnternet, bu açıdan çok iyi bir ortam sağlamış olsa da, insanların normal etkileşimlerde kontrol ettikleri agresif tarafın açığa çıkması gibi bir sıkıntısı da var. İnternet üstünden, insaniyet hakkında bir yargıya varılacak olsaydı, sonumuz epey kötü olurdu. Bunun yanısıra, interneti kullanmayan büyük bir halk kitlesi de mevcut. Bütün bu sebeplerden dolayı, insaniyet hakkında konuşurken, ele aldığımız örneklem düzeyinin sağlıklı olmama ve gerçeği yansıtmama ihtimali çok yüksek. Bu yüzden, izlenecek en iyi yöntemin iki şekilde olacağını düşünüyorum.

a) Belirli bir toplumun, belirli bir zaman dilimindeki özellikleri açısından saptamalar yapılabilir. Bu toplum yapısal açıdan ne kadar homojen olursa, hakkında o kadar daha fazla genel çıkarımlarda bulunulabilir. Toplum büyüdükçe, homojenliğinin azalması sebebiyle, pratikte, ele alınan topluluk ne kadar küçük olursa özellikleri bir o kadar daha iyi saptanabilir.

b) İnsaniyet, olabilecek en az homojen ve en büyük toplumdur. Dolayısıyla, insaniyet hakkında yapılacak sağlıklı çıkarımların sayısı epey azdır ve böyle de olmalıdır. Başka bir deyişle, insanlığın geneli hakkında, ancak çok sınırlı sayıda genel karakteristik söylenebilir. Bu durum, elbette, bilimsel saptamalar açısından daha farklıdır.

Bizim amacımız, insaniyet hakkında genel yargılara varmak ve böyle bir şey mümkünse, objektif bir şekilde insaniyetin nerede durduğunu görmeye çalışmak olduğundan, ikinci yolu izleyeceğiz.

İnsaniyet hakkında söylenmesi gereken ilk şeylerden birisi, onun başarılarından söz edilirken, aslında küçük bir kitlenin başarılarından bahsedilmesidir. İnsanlığın kendisini bu konuda övmeyi pek sevdiği bilimsel başarılar, halk kitleleriyle gerçekleştirilmemiştir. Az sayıda ve iyi eğitimli bilim insanının çalışmaları sonucu, bu çalışmaların ürünleri meydana çıkmıştır. Bununla beraber, bilimsel buluşun ardından, teknolojik açıdan bu yeni bilgileri uygulamada mühendisler rol almıştır. Onların ardından sanayiciler ve en son da, sanayi için çalışan iş gücü. Bu şekilde düşünülürse, bilimsel başarılar ve getirileri bir açıdan kolektif görünebilir fakat ilk neden, asıl itici gücün bilim insanları olduğu göz ardı edilemez bir gerçektir. Elbette, bilim insanları da nedensiz bir şekilde gökten inmemiş ya da yoktan peydah olmamışlardır. İstisnalar olmakla beraber, gerek kurumsal gerekse başka açılardan, iyi oturmuş bir eğitimin sonucu olarak yetişmişlerdir. Bu sebeple, insaniyetin ilerlemesi açısından kilit bir görevleri olduğu doğru olsa da, toplumun önceki nesillerinde oluşturulmuş eğitim sistemi ve anlayışının getirileri oldukları, yani toplumdaki belli nedenlerin devamı oldukları unutulmamalıdır. Eğitimcilerin önemi burada kendisini belli etmektedir.

Peki, nedensellik zincirinde daha da uzaklara gidilirse ne olur? Eğitimcilerin, kitleler tarafından daha iyi eğitim talebi sonucu ortaya çıkmış oldukları söylenebilir. Bunun için, toplumu bu konuda teşvik eden entelektüel sınıf gösterilebilir. Entelektüel sınıfın oluşmasında, yine eğitimin önemi ortaya çıkar. Aynı zamanda, bilim ve eğitim birbirinden bağımsız kavramlar değildir. Bilimsel birikim arttıkça, eğitimin de kalitesi artmaktadır. Buradaki küçük bir detay, eğitimin eşit dağılmadığıdır; ailesel olarak, kurumsal olarak, coğrafi olarak vb. pek çok değişkene sahiptir ve bunlar sadece bir ülkenin genel eğitim sistemiyle sınırlı değildir. Özel okulların, neredeyse bin yıllık üniversitelerin, entelektüel birikimini bir sonraki nesile geçiren ailelerin varlığı buna kanıttır.

Açık bir şekilde, insanlığın bilimsel ilerlemesi konusu bile sadece bilim insanlarına atfedilemez. Daha geniş çapta, insanlar tarafından gösterilen bir çaba vardır fakat burada, hala, bir sabit varlığını korumaktadır; eğitimciler, entelektüeller, bilim insanları, yani az sayıda insanın çabaları sonucu, bu ilerleme gerçekleşmektedir. Elbette, toplumun istekleri eğitim politikalarında etkilidir ve bu konulara yaklaşımları (örn. bilimi kabullenmeye mi yoksa dışlamaya mı meyilli oldukları, veya eğitimi iyi mi kötü mü gördükleri) bir ülkenin bilimsel gelişimini ve eğitimini müthiş derecede etkilemektedir. Ancak, bu durum, ortalama insanın inanılmaz bir güç barındırmasından değil, sayısından kaynaklanmaktadır; eğitimsel, entelektüel ve bilimsel açıdan, ortalama insanın nitelikleri ortadadır. Yani, gücü burada olamaz. Onun, ortalama insanın gücü, kolektifliğindedir. Entelektüel sınıfı, zaten bu yüzden topluma bir şeyler anlatmaya ve onu eğitmeye -veya daha yumuşak bir terimle, onu yönlendirmeye- çalışır.

Bunlar göz önüne alınınca, ilk söylediğimiz ifade şu şekilde değiştirilmelidir. "İnsaniyetin başarılarında, birincil neden küçük bir kitledir. Ancak, onların ortaya çıkmasını sağlayan koşulların oluşmasında, bu küçük kitlenin yanısıra toplumun geneli de rol oynar fakat burada ortalama insanın rolü, önemli olmakla beraber, bireysel açıdan düşünülünce küçüktür."

Örnek verilecek olursa, bahsi geçen küçük kitleden bir bireyin bu konularda ortalama etkisi 100 X ise, ortalama bir bireyin ortalama etkisi 0.5 X gibi bir şeydir. Bu kişileri pasif ve aktif şeklinde düşünenler olacaktır ve pratik açıdan, kelimenin kullanımı doğru olabilir fakat bizi bir yanılsamaya götürebilir. Bu yanılsama, belli bir farkındalığı elde etmiş kişinin, nedensellik bağlarından kurtulduğu ve kendi özgür iradesiyle, yaptığı şeyleri yaptığıdır. Ancak, özgür iradeye dair hiç bir empirik kanıt ve neden yoktur, hatta aleyhindeki kanıtlar büyümektedir. Yani, birey, ne tarz özelliklere sahip olursa olsun, nedenselliğin bağlarından kurtulamaz. Bir bireyin ortalama mı yoksa seçkin mi olacağı, genetik ve çevresel (eğitim sistemi, ailesinin özellikleri, sosyal çevresinin özellikleri, mali durumu, fiziksel koşullar vb. yani genetik olmayan her şey) etkilere bağlıdır.

"Birincil neden" lafı, nedensellik açısından eleştirilebilir. Ortalama insanın etkisini ikincil yapan nedir, onların kolektif olarak çok büyük etkisi olduğu söylenmedi mi, diye sorulabilir. Bütün bu denilenler gayet yerinde sorulardır ve cevabı, objektif açıdan, nedenlerin sıralanamayacağı fakat pratik açıdan, bunu yapmamız gerektiğinde yatar. Örneğin, ben bir kibriti yaksam, buna sebep olan benim elimin bu hareketi mi, yoksa havanın yeterince kuru olması mıdır? Peki ya kibriti üretmiş olan fabrika? Onlar olmasaydı, yakacak bir kibrit olmayacaktı. Peki ya kibritin oluşmasını sağlayan atomlar, onlar olmasaydı, yine, kibrit diye bir şey olmayacaktı... bu düşünce zinciri, bizi nedenselliğin arkasında yatan gerçekliğe götürür; nedensellik, belli koşullar altında, belli olayların gerçekleşmesidir. Yani, denilebilir ki, her bir koşul bir nedendir. Ancak, pratiklik açısından, bir nedensellik sırası yapılması da zorunludur. Bu yaktığım kibriti bir binayı ateşe vermekte kullansam ve ardından suçu kibrit fabrikasına veya atomlara atsam, kabul edilir ki, aşırı derecede saçma olurdu.

Burada, insanın nedensellik anlayışında ilginç bir yere varıyoruz. Birincil neden ya da asıl neden diye bahsedilen, aslında "en yakın zamanda gerçekleşmiş olan koşulsal değişiklik" veya "değişken koşullar arasında en çok etkiye sahip olan" şeydir. Bilimin ilerlemesinde, bilim insanlarının en büyük etkisi olduğu, yani en çok etkiye sahip olan değişkenler oldukları düşünülürse, onları birincil neden olarak görmek doğrudur. Onların yetişmesinde yer alan eğitim -ve onun oluşturulmasında ve işlemesinde görev alan eğitimciler ile entelektüeller- bir sonraki nedendir. Bunları sağlayan toplum, en son nedendir.

Elbette, bu zincir daha da detaylandırılabilir fakat konumuz bu değil. Gösterilen şey, insanlığın -bilimsel- ilerlemesinde, birincil nedenin, küçük bir kitle olduğudur. Herkesin - bir miktar olumlu veya olumsuz etkisi olsa da- eşit payı varmış gibi bütün insanlığa atfetmek, bir yanılsama olur.

10
Tartışma Platformu / Fantezide Bilimin Yeri?
« : 14 Ocak 2017, 20:10:01 »
Fantezi veya fantastik dediğimiz, özellikle Yüksek Fantezi kategorisi ile bayağı bir yayılmış olan türü hepimiz tanıyoruz. Elbette, içinde Game of Thrones veya The Witcher serileri gibi daha "gerçekçi" fantezi türleri de var fakat konumuz bu değil.

Sizce, fantastik eserlerde bilimsel öğelerin yeri ne kadardır ya da bu öğelerin varlığı hoşunuza gider mi? Örneğin, The Witcher serisinde büyüler vardır fakat mutasyonların yeri de büyüktür. Cadıların yanısıra bilim adamları da vardır. Sorum sadece bununla da sınırlı değil, büyülere bir nevi bilimsel bir temel katmak sizce iyi bir fikir midir? Örneğin, bir büyünün mutlak sıfır sıcaklığına inerek, hedeflediği alanda enerjinin varlığını imkansıza yakın kılan, termodinamik açıdan yok edici bir şekilde işlemesi; veya, hedefinin bedeninde dolaşan moleküllerden kimilerini yok ederek, onda bir etki göstermesi?

Bu tarz açıklamaların, fantastik kurgulara daha bir derinlik katacağı fikrindeyim. Bu açıklamalar olmadan da işlenebilir fakat insanın dünyayı algılayışı, belli kurallar düzenini saptamak ve bunları öğrenmek üstünedir. Bu örüntüleri tanıyarak, evrene bir anlam veririz. Bu yüzden, büyüler ve doğaüstü güçlerin -hepsinin olmasa bile- işleyiş mekanizmalarının bir kurguda açıklanması, daha anlaşılabilir bir dünya ve daha yakın gelen bir hikaye ortaya çıkaracaktır. Şu anda bildiğimiz bilimsel temellerden esin almasıysa, daha detaylı açıklamaları mümkün kılacaktır. Bunu yapmak daha zordur, ileride tutarlılık açısından sıkıntılar olmaması için iyi bir planlama gerektirir fakat bu çabaya değer olduğu kanısındayım.

Elbette, büyüler var olan bilimsel temelleri değiştirecektir. Sonuçta, büyüler yoluyla yapılan şey, bizim evrenimizden farklı şekilde işleyen bir evren oluşturmaktadır. Bu yüzden, büyülerin tamamen bizim evrenin kurallarına uymasını beklemek, büyülerin doğasıyla bir çelişki olur. Ancak, bilimsel temellerin hala bir esin kaynağı olması, dediğim gibi daha yakın ve detaylı açıklamaları mümkün kılacaktır.

Siz ne diyorsunuz?

11
Gezginler Kamarası / Hollow: Boş
« : 18 Aralık 2016, 17:57:05 »

Kimi insanların içinde bir boşluk, göğüslerinin ortasında kocaman bir delik vardır. Kalbin atması gereken yerde hiç bir şey yoktur. Ne bir sıcaklık, ne de bir tanecik bulunur. Aslında herkesin içinde öyle ya da böyle vardır bu boşluk fakat kimilerinde daha büyük ve ağırdır. Evet, ağırdır. Yokluğun ağırlığına sahiptir.

Bunu fark eden kişiler çıkar kimi zaman. Kendi ruhuna bakar ve ortasında kocaman bir boşluk görür. Allah allah, diye düşünür, bu nedir ki? Neden buradadır ve ne yapabilirim, nasıl bunu giderebilirim? Bunların üstünde durdukça, çeşitli, çok ama çok çeşitli duygulara sürüklenir. Hatta öyle bir hal alabilir ki, kişi, bu boşluğu doldurmak için hemen her şeyi yapabilir hale geldiğini fark eder.

Saçmalıyor muyum? Hayır. Şöyle ki, boşluğunu fark eden bu insana aynı zamanda başka bilgiler de akmaya başlar. Kendi içindeki bu çukura baktıkça, hem kendisi hem de dünya hakkında kimi şeyleri anlamaya başlar. Öncelikle, bu boşluk acı vericidir fakat aynı zamanda itici bir güç kaynağıdır. İnsanı sürekli olarak bir şeyler yapmaya, düşünmeye, hatta hissetmeye iter. Boşluğun istediği en büyük şey, yok olmaktır. Başka böyle bir kavram var mıdır doğada? Kendi yok oluşunu isteyen bir şey? Vardır; acı. Yok olmak için ortaya çıkar. Ancak konu bu değil. Boşluğun doldurulma arzusu, insana bir itki olur. Kimisini sanata iter; onu doldurmak için yazar, çizer, söyler. Kimisi bilim insanı veya filozof olur; bilgiyle bu boş gölcüğü doldurmaya çalışır. Kimisi ise gezmeye koyulur ve bu geziler sırasında yaşayacağı şeylerin, bu boşluğa iyi geleceğini düşünür. Bütün bunlar ve daha nice uğraş, boşluğu kapatmak için iyi bir çaba olsa da, asla ve asla onu kapatabilecek yegane şey kadar değere sahip değildirler. Çok büyük bir filozof olunabilir ya da bilimsel veya sanatsal çok büyük işlere imza atılabilir fakat bunu başaran kişinin, içten içe asıl duygusal amacını gerçekleştiremezler; boşluk, hala oradadır.

Yanlış anlaşılmasın, sadece sıradışı diye addedilen bu kişiler değildir bu arayış içindekiler. İş adamları, siyasetçiler vb. başarı odaklı insanlar arasında da çok fazla vardır. Başarıyla, insanlar üstünde güç sahibi olma isteğiyle, bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadırlar. Ancak, onlarınki iyi birer çaba değildir. Güç veya başarı bağımlısı, ruhunun ortasındaki bu boşluk, diğer taraflarına da yayılmış kişilerdir pek çoğu, hepsi olmasa da. Başarıyı sadece başarı için isterler; herhangi bir değerleri yoktur. Gücü sadece güç için isterler; diğerleri umurlarında değildir. Oysa, sanatçılar, bilim insanları ve filozoflar böyle değillerdir. Onların asıl umurunda olan iki şey vardır, kimi zaman ayrı ayrı, kimi zaman bir arada; yeni bir şey bulma/yaratma isteği ve insanlara ulaşabilmek arzusu. Hiç bir sanatçı yoktur ki, yarattığı eser insanlardan uzak şekilde bir anlam sahibi olsun. Hiç bir filozof yoktur ki, oluşturduğu teori paylaşılmadıktan sonra bir şey ifade etsin. Hiç bir bilim insanı yoktur ki, yaptığı araştırmanın sonuçlarını paylaşmasın. Bütün bu yaratımların hepsi, insanlara ulaşmak ve ulaştırmak için yapılmaktadır. Siyasete veya iş dünyasına bu boşluğu doldurmak için atılanlar, işte bunlara sahip değildirler. Ne, yeni bir şey yaratmanın ya da keşfetmenin verdiği hazzı, ne de insanlarla bunu paylaşmanın verdiği coşkuyu bilirler. Onlar, başarı peşinde koşan makinalar gibidirler; soğuk, hesaplı, acımasız. Bu sebeplerden dolayı, bu arayış her zaman eşit değildir.

İnsanlık tarihindeki pek çok büyük işte, boşluğun çok temel bir görevi olmuştur. Dünyaya pek çok görkemli eser bırakılmasına yol açmış, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Sahiplerini umutsuz bir şekilde kendisini yok etmeye itmiş ve onlar da böyle işler çıkarmışlardır, nafile de olsa. İşin ironik yanı, boşluk yok edilmek isterken, insanlığa katkıda bulunmuş ve daha fazla şeyin oluşmasına sebep olmuştur. Denebilir ki, neredeyse, boşluk bu varlıkları doğurmuştur. Bu da bizi başka bir konuya getiriyor. Bu anlatılanlar demek değildir ki, boşluk sadece sınırlı belli insanlarda vardır. Hayır, insanların, istisnasız şeklinde hepsinde mevcuttur ve asla tamamen doldurulamaz. En mutlu insan bile, içinde bir yerlerde bir eksiklik hissetmektedir ve bunu telafi etmek için, yeni şeyler yapmaya itilir. Belki de, yüzyıllardır aranan sorunu cevabı budur. "İnsanlığı yeni şeyler, yeni tecrübeler aramaya iten nedir?" sorusunun cevabı, "İçimizdeki boşluğu doldurmak için," olabilir.

Her insanda mevcut olsa da, sanatçı vb. kişilerden, sıradan insanların bir farkı vardır. Boşlukları bu kadar büyük değildir ve onu doldurmak için bir şeyler bulabilmişlerdir. Boşlukları büyük değildir, çünkü onları büyütecek tecrübeler yaşamamışlardır. Nispeten mutlu aileleri, sıradan çocuklukları ve hayatları olmuştur fakat sanatçılar veya filozoflar böyle değildir. Bilim insanlarında da bu oran fazladır ama diğer ikisi kadar değil. Bilime saf bir merak duygusu ağır bastığı için gelmiş kişiler de çok fazladır. Diğerlerinde -boşluğu büyük olanlarda- bu merak duygusu hiç olmadığından değil; tam tersine, onlarda da çok fazladır. Zaten bu iki itki, boşluk ve merak, bir arada bulunamayacak diye bir koşul yoktur. Denilmek istenen şudur; sanatçılarda ve filozoflarda duygusal bu boşluğu doldurma isteğinin yoğun olduğu kişiler, bilim insanlarına göre daha fazladır çünkü sanat ve felsefe, insanlarla bir tür iletişimdir. Özellikle sanatta bu çok yoğundur. Sanatçı, kendi dünya görüşünü insanlara gösterebilmek için çalışmaktadır. Bu yüzden, mali olarak çok başarılı yapımlar veya iyi düşünülmüş zeka oyunlarından öte, insanlık hakkında gözlemlerde bulunan yapıtlar daha derin izler bırakırlar. Bunlar, tarihe dayanır ve klasik diye adlandırılır. Bize, kendimiz hakkında farklı, kimi zaman çok farklı açılardan yapılmış gözlemleri iletmektedirler.

Filozoflarla bilim insanlarının da benzer yanları vardır. Onlar da, sanatçılar gibi -özellikle filozoflar- duygularla yönlendirilse de, aynı zamanda soğukkanlı da olmak zorundadırlar. Evren hakkında sadece gözlem yapmakla yetinmekle kalamazlar, aynı zamanda onu açıklamak da zorundadırlar ve bu, duygusallıktan belli bir derece bağımsız düşünmeyi gerektirir.

Bütün bu söylenenler, yapılan sıralamalar ve boşluğun öneminin vurgulanması demek değildir ki, bu insanları motive eden yegane şey boşluktur. Sanatçıların hepsi duygusal olarak sorunludur ve sıradan insanların hepsi mutludur gibi sonuçları da içermez. Etrafına bakan kişi, "sıradan" diye nitelendirilen insanların bile ne kadar sorunlu ve karmaşık hayatları olduğunu görecektir. Aynı zamanda, mutlu sanatçılar da, az da olsa, mevcuttur. Bu da bizi, bu konudaki son maddeye getiriyor. Boşluğu doldurmanın yıkıcı yollarına. Uyuşturucu kullanımı ve diğer bağımlılıklar, şiddet, hükmetme isteği vb. pek çok şeye de yol açmaktadır boşluk. Sadece iyi şeylerden değil, tarihteki pek çok katliamdan da sorumludur. Anlatılan bütün o "fatihler" veya diktatörler, neden bu güç ve şiddet ihtirasıyla hareket ediyor olsunlar ki, içlerindeki boşluğu doldurmak amacından başka.

---

Boşluk hükmeder. Fısıldar, bağırır, çağırır ve çığlık atar. İstediği tek şey vardır fakat bütün bu insanlar, onu başka şeylerle yok etmeye çalışmaktadırlar. Ancak, bu yarayı, en fazla kabukla kaplayabilirler. Bu kabuk bir iyileşmeye de yol açmamaktadır. Sadece, kanamayı durdurmuştur ve bunu da kötü şekilde yapar. Hala kanlar sızmaktadır ve kişinin, bu kabuğu tek bir kere hafifçe yolması bile neredeyse işlevini tamamen yitirmesine yol açabilir. Kabuğun altına şöyle bir baksın, üstü örtülmek istenen o sorunu bir görsün, o zaman anlayacaktır; bütün bu yapılanlar, bir karadeliği bir halı ile kapamaya çalışmaya benzemektedir. Hiç bir gerçeklik içinde, asla yeterli olmayacaktır.

Ruhumuzun uzay-zamanını bükerek çarpıtan, içindeki ışığı emerek yok eden bu karadeliği berteraf edebilecek tek şey, sevgidir.

12
Giriş

Türkiye'de ortalama kitap okuma oranlarını ve bu konuda yapılmış araştırmaları merak ettiğim için, bu konuyu bir araştırayım dedim. Öncelikle, Türkçe araştırma yapınca çok büyük bir bilgi kirliliği ortaya çıktığını söylemeliyim. Pek çok haber sitesi, benzer bilgiler sunmakta fakat kaynak belirtmemekteler.

Araştırma

Örneğin, devletin haber kaynağı TRT'den alıntı yapacak olursam "Avrupa'da yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye'de sadece on binde bir." (1) [Sayıların üstüne tıklayarak, kaynaklara ulaşabilirsiniz]. Kitap okuma oranı denildiğinde neyin kastedildiği anlatılmıyor. Konuyla ilgili, Dokuz Eylül Üniversitesi'nden bir akademisyenle yaptıkları görüşmede "Türkiye'de on binde bir kişi kitap okuyor yılda," şeklinde bir demeç alıyorlar.

Yanlış anlaşılmasın, TRT kaynak belirtiyor ve "UNESCO'nun yaptığı bir araştırmaya göre" diyor fakat bahsi geçen araştırma hakkında herhangi bir link yok. UNESCO'nun kendi sitesine girilip (2), Türkiye'nin profiline bakıldığında ise sadece okur-yazarlık oranı hakkında istatistikler çıkıyor bu konuda. Yine UIS'te (UNESCO Institute for Statistics; UNESCO İstatistik Enstitüsü) Türkiye'nin profiline bakıldığında, eğitim hakkında hakkında kapsamlı istatistikler çıksa da, okuma konusunda sadece okur-yazarlık oranı var (3).

UNESCO kaynaklı diğer istatistikler de farklı değil. Yetişkinler, Gençler ve Okur-Yazarlık adlı kapsamlı ve 1985-2015 arasını kapsayan UNESCO araştırmasına bakıldığında (4), yine sadece okur-yazarlık hakkında bilgiler var. O zaman, bu %0.01 oranı nereden geliyor?

Bu sorunun cevabını vermeden önce, başka bir konu olan DESAM'ın (Demokrat Eğitimciler Sendikası Araştırma Merkezi) yaptığı bir araştırmadan bahsedelim. DES'in (Demokrat Eğitimciler Sendikası) kendi sitesinde verdiği habere göre (5), "Türkiye'de okuma alışkanlığı yok denecek kadar az. AB ülkelerinde yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye'de sadece yüzde 0,01." Burada da, UNESCO araştırmasının kullanıldığı söyleniyor fakat bir sorun var. Daha kendi yaptıkları araştırmayı bile vermiyorlar ve internette hiç bir yerde DESAM'ın bu sonuçları bulunmuyor. Diğer haber siteleri de bu araştırmanın sonuçlarından bahsediyor fakat araştırmanın kendisini gören yok. DES'in kendi parçası olan DESAM'ın sonuçlarını yayımlamaması ve "bu araştırmaya dayalı sayıların" her yerde uçuşması bir yana, bu araştırmanın kendisini de hiç bir yerde göremiyoruz. Yani, araştırmanın doğruluğu kontrol edilemiyor.

Bu durum, ya bir misinformasyon ya da bir dezenformasyon durumudur ve en hafif tabirle, kanıtla düşünmeyi bilmeme mantığının sonucudur. Zira, DESAM'ın araştırmasının sözde sonuçları internetin dört bir yanına yayılmış durumda. Google'da "Desam Okuma Alışkanlığı" diye (çünkü araştırmanın adı bu) diye bir arama yapılınca (6), ABHaber, Milliyet, Memurlar.net, Radikal, Haberler.com gibi pek çok sitede bu sonuçların yayıldığı görülüyor ve yaygın bir başlık var; Türk Halkı 10 Yılda 1 Kitap Okuyor.

%0.01'e dönersek, Yeni Şafak'ın bir haberi bu konuda, diğerlerine göre -ilk başta- daha aydınlatıcı geliyor (7). Doğrudan aktarıyorum; 2011 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca hazırlanan "Türkiye Okuma Kültürü Haritası"ndaki sonuçlara göre, Türkiye'de nüfusun %30'u okuma yazma bilmezken, düzenli kitap okuyanların oranı ise %0.01. Bu oranın değişmesi için eğitim kurumları ve sivil toplum kuruluşları özel projelerle halkı bilinçlendirmeye çağırıyor.

Bu haberi okuyunca, %0.01 oranının nereden çıktığı daha anlaşılır hale geliyor fakat burada da bazı sıkıntılar var. Öncelikle Türkiye'deki nüfusun %30'unun okuma-yazma bilmediği iddia ediliyor ki, bu UNESCO verileriyle uyuşmuyor. UNESCO'nun veriler göre bu oran %95 civarında seyrediyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın yayınladığı Türkiye Okuma Kültürü Haritası'na (7) baktığımızda daha güvenilir veriler çıkıyor karşımıza.

Yukarıda verilen link dışında, bir de bu çalışmanın raporu var (8). Belli sebeplerden dolayı bu raporu baz alarak konuşmak daha kolay çünkü ilk linkteki veriler kimi açılardan yararlı olsa da, başka açılardan şaşırtıcı derecede eksikler ve seçilen anlatım biçimi yüzünden, anlaşılmaları daha zor. Rapordan devam edecek olursak, Türkiye nüfusunun %31'inin hiç kitap okumadığı görülüyor. Yani, Yeni Şafak'ın haberinde iddia edildiği gibi okuma-yazma bilmiyor değiller fakat kitap okumuyorlar. İkinci bir durum ise Türkiye'deki kitap okuma ortalaması. Verilere göre, Türkiye'deki bir kişi yılda ortalama 7.2 kitap okuyor. Diğer bir durum, Türkiye'deki her 4 kişiden sadece 1'inin kitap okuma alışkanlığının olması (ayda bir kitaptan daha fazla okuma).

Bu veriler bize daha sağlıklı bir bakış açısı kazandırıyor. Aynı zamanda başka açıklamalarla da uyumlu. Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal Zeynioğlu'nun dediğine göre, 2014 yılında Türkiye'de 561 milyon kitap basılmış ve bu kişi başına 7,3 kitaba denk geliyor (9). Bakanlığın araştırması 2011 yılında yapılmış olsa da, aşağı yukarı benzer sayılardan bahsediliyor. Ancak, 9 numaralı linkteki haberde Zeynioğlu'nun iddia ettiğinin aksine, Türkiye dünyanın en çok kitap okuyan on birinci ülkesi değil.

Öncelikle, ülkeye göre yıllık ortalama okunan kitap sayısı konusunda güvenilir istatistikler ortalıkta yok. Bunun yerine, kitap okumaya ayrılan ortalama zaman hakkında var. NOP Dünya Kültürü Skor İndeksi'ne göre (10), Türkiye okumaya ayırdığı zamanda, haftada ortalama 5.9 saat ile dünya sıralamasında yirminci.


Yine aynı indekse göre öğreniyoruz ki, haftada televizyona ayrılan zamanda, Türkiye ortalama 20.2 saat ile dünya dördüncüsü. Bu sonuç, Kültür Bakanlığı çalışmasındaki raporla da uyumlu; Boş zamanlarda en çok TV izlenmektedir (% 23.7).

Tartışma

- Kültür Bakanlığının yaptığı çalışma en güvenilir verileri sağlıyor fakat tek başına yetersiz. Daha fazla çalışma gerekli. Ek olarak, örneklem düzeyinin sadece 26 ilden seçilmesi fakat il il harita çıkarılması, seçilen yöntemin kimi açılardan yetersiz kaldığını gösteriyor.

- UNESCO'nun yaptığı bahsedilen çalışmanın ne olduğu konusunda, UNESCO'nun kendi veritabanı da dahil, ortada bir bilgi yok. Dolayısıyla, bahsedilen %0.01 oranının nereden ortaya çıktığı da bilinmiyor. Türk basını tarafında çok büyük bir yanlış anlaşılma veya dezenformasyon olabilir. Aynı zamanda DESAM'ın sözde istatistikleri, çalışmanın kendisi gösterilmediği için, güvenilmez. Bu iki haberin yayılması ise, basının güvenilir bilgi dağıtımı açısından aşırı derecede yetersiz kaldığını gösteriyor.

- Farklı kaynaklar, Türkiye'de ortalama 7 civarı kitap okunduğunu gösteriyor fakat düzenli kitap okuyanlar çok az (%25 civarı). Bunun gösterdiği şey, düzenli okuyanların ortalamayı yukarı çekmesi ve aslında ortalama bir Türk'ün, senede 7'den daha az kitap okuduğu. %31'lik bir kesimin hiç kitap okumadığı düşünülürse, bu oran 7'den çok daha aşağılara düşüyor. Ancak, %0.01'e düşmesi imkansız. Aynı zamanda, sadece %0.01'lik bir oranın düzenli kitap okuduğu bilgisi de yanlış.

Sıralayacak olursak;

> Yılda 12'den fazla kitap okuyan kişi oranı; %25
> Yılda hiç kitap okumayan kişi oranı; %31
> Bu ikisi arasında kalanlar; %44

- Türkiye dünya sıralamasında nerede bulunduğu konusunda (20.) bir tek NOP var. Bir fikir verse de, verilerin çapraz karşılaştırılması yapılabileceği başka bir veri grubu olmadığı için, şüphe payı bırakmak en sağlıklı yaklaşım olacaktır.

- Son olarak, televizyona kitap okumaktan çok daha fazla zaman ayrılıyor.

13
Düşler Limanı / True Detective'in Felsefesi
« : 31 Ekim 2016, 23:26:40 »

"Bizler, doğa yasaları gereği var olmaması gereken yaratıklarız."

Yabancı bir sitede paylaşmış olduğum bu yazıyı, Türkçe ve biraz da düzenleme yaparak burada paylaşacağım. Genel anlamda, True Detective'in birinci sezonuna ve efsanevi Rustin Cohle'a esin kaynağı olan filozoflar konu alınacaktır.


"Bir orospu çocuğu olmanın Michael Jordan'ı gibisin."

Öncelikle, bu serinin ustaca kurgulanmış bir felsefi arka plana sahip olduğunu belirtmeliyim. Özellikle, varoluşçu konular güzel işlenmiş ve nihilistik bakış açısı oldukça iyi yakalanmış. Yazar, Nick Pizzolatto, ilk sezonu yazarken E.M. Cioran'dan esinlendiğini belirtmiştir. Ülkemizde kitapları yavaştan basılmaya başlanan Cioran, dünya genelinde de pek fazla adı sanı duyulmamış bir filozoftur. Bunun bir nedeni, epey bir pesimist olmasıdır. Öyle ki, bugüne kadar okumuş olduğum en karamsar filozof bile diyebilirim, ki özellikle ilgilendiğin bir gruptur kendileri.

Rust gibi, Cioran da hayattan nefret eder ve onda bir anlam görmez fakat yine de, yaşamaya devam eder. Her ikisi de ölüm konusunda takıntılıdırlar, ortalama insandan ve geleneksel değerlerden nefret ederler ve ürpertici aforizmalarla konuşan şairane kişilerdir. Cioran'dan bir alıntı, üslup ve içerik benzerliğini ortaya koyacaktır.

"Tanrının ve insanların adaletsizliğini hiç kimse düzeltemez: Her fiil, kökendeki Kaos'un, görünürde örgütlenmiş, özel bir durumudur. Kökü çağların başlangıcına dayanan bir girdabın içinde sürükleniriz; o girdabın düzen çehresine bürünmüş olması da, sadece bizi daha iyi kapıp sürüklemek içindir..."

- Sf. 42, Çürümenin Kitabı, E.M. Cioran


"Zaman, düz bir halkadır. Yaptığımız veya yapacağımız her şeyi, tekrar ve tekrar yapacağız... ve tekrar... ve tekrar..."

"Time is a flat circle / Zaman, düz bir halkadır," lafı, Nietzsche'ye bariz bir gönderme. Bu kavramın adı sonsuz tekerrürdür ve Nietzsche'nin eserlerinde, çeşitli yerlerden görülebilir. Örneğin bilgi kavramından bahsederken; Nietzsche, araştırmaları sonucu yeni bir "bilgisel derinliğe" ulaştığını söyler. Bu durum, ona sevinç verir çünkü dünyanın bilgisinin temellerini keşfettiğini düşünür. Ancak bir süre sonra, yaptığı gözlemler onu şüpheye iter. Acaba bu seviyeden de derin bir bilgi mümkün müdür? Böylece, morali bozulur ve hüzne kapılır. Aynı zamanda, araştırmaya koyulur. Bir süre sonra yeni bir bilgisel derinliğe ulaşır ve yine aynı sevinci hisseder. Zaman geçer ve yine, daha derin bir bilgi ona göz kırpar... ve sevinç-hüzün-araştırma döngüsü kendini tekrarlar.

Nietzsche ya da Rust'ın sonsuz tekerrür hakkındaki laflarının birebir anlaşılması gerektiğini düşünmüyorum. Tamamen aynı olayları tekrar tekrar yaşadığımız kastedilmiyor. Benim yorumuma -ve bir zamanlar oluşturmuş olduğum bir felsefi teorime- göre, vurgulanmak istenen, hayatın döngü kalıplarından oluştuğudur. Örn. Kişi umut hisseder ve bu duygu, onu eyleme iter. Eylem, eninde sonunda acıya yol açar. Acı, çaresizliğe ve bu da, herhangi bir eylemden yoksun bir döneme; başka bir deyişle, sıkıntıya. Zaman geçer ve sıkıntı, insanın eylemsizliğe uygun olmaması sebebiyle, umuda kaynak olur. Ve böylece, döngü kendisini tekrarlar. İnsan yaşamı, kabaca bundan ibarettir.

Elbette, sonsuz tekerrürün yukarıdaki örnekteki haliyle TD ya da Nietzsche'de işlendiğini söylemiyorum. Ancak, birebir bir anlam kastedildiğini düşünmek yerine, verdiğim örneğe benzer temaların kastedilmesi akla çok daha yatkın.

Psikiyatride, bu "döngüsel yaşam" düşüncesini kısmen destekleyen kanıtlar var. Şema teorisine göre, sorunlarımızın bir çoğu belli duygu, düşünce ve davranış örüntülerinin tekrarlanmasından kaynaklanır. Bu örüntülerin kaynağı ise hayatımızın erken dönemleridir; yani çocukluk. Bu durumun ima ettiği şey, bütün hayatımızın değil fakat sorunlarımızın döngüsel olduğudur.


"Hepsi aynı rüyaydı. Kilitli bir odanın içinde gördüğün bir rüya. Bir kişi olduğuna dair bir rüya..."

Rust aynı zamanda bir materyalisttir. Ağzı iyi laf yapan bir materyalist. Rust'ın yukarıdaki sözü sarf etmesine neden olan düşüncelerin kaynağı nörobilimlerdedir. Bu alanda, gittikçe artan kanıtların işaret ettiği şey, özgür iradeye sahip olduğumuz fikrinin sadece bununla kaldığı, yani gerçek olmadığıdır.

Daha fazla bilgi için (İng); http://www.nature.com/news/2011/110831/full/477023a.html

Söze dönecek olursak, burada kilitli odadan kastedilen büyük ihtimalle insan beynidir. Sonuçta, materyalizme göre, dünyaya dair bütün tecrübelerini kafatası, yani kilitli bir oda içinde yaşayan beyinlerden ibaretiz.


Bu, özgür irade konusu, aynı zamanda benlik algımızla da alakalı bir durum. Kimi kişiler, psikiyatrist Bruce Hood gibi, ne özgür iradeye ne de bir benliğe sahip olduğumuz fikrinde. Eğer ilginizi çekiyorsa, Hood'un kitabı Benlik Yanılsaması'na (Ayrıntı Yayınevi) bakabilirsiniz. Bir popüler bilim kitabına göre oldukça fazla atıfa sahip.


Bir kişi pesimizmden bahsediyorsa, Schopenhauer'u atlayamaz. Ancak, onun düşüncelerinin True Detective'in üstünde bir etkisi olduysa, bu çok az olmalı çünkü Schopenhauer'un teorilerine ya da oluşturduğu kavramlara herhangi bir gönderme yok. Öte yandan, Schopenhauer'un Nietzsche üstünde bariz bir etkisi olduğunu biliniyor. Örneğin, aslında Hindistan kaynaklı olan sonsuz tekerrür kavramını batı felsefesine entegre eden Schopenhauer'dur. Bu yüzden, dolaylı da olsa, ona hakkını vermeliyiz.


Sınırlarını, vurulmuş olduğu "zincirleri" gördüğü halde inatla devam etmek ve eninde sonunda başarısız olacağının bilincinde olarak, asi bir şekilde yaşamayı sürdürmek... Rust'ın bu tutumu Albert Camus'ye atfedilebilir. Camus'ye göre yapacağımız ve yaşayacağımız her şey ölüm ile elimizden çekip alınacaktır. Ölümün zincirleri bizi bağlamıştır ve hayattaki her şeyin içindeki anlamı yok ederler. Eğer bu doğruysa, yaşamaya devam etmeli mi ve öyleyse nasıl etmeli, diye sorar.

Cevap evettir, sonucuna varır Camus, yaşamaya devam etmeli çünkü insan asla düşünsel sebeplerden intihar etmez. "Düşünsel intihar" dediği bir kavramı öne sürer ardından; bu "korkunç gerçekliği" görmüş kişinin, gerçekten kaçmak için kendini kandırması ve düşüncelerinin inkarıdır. Bu seçeneği bariz sebeplerden dolayı (amacımız gerçeğe uygun bir yaşamdır) sevmez ve şunu önerir; sonsuza kadar, bir kayayı bir tepenin üstüne çıkarmaya çalışmak fakat son anda elinden kaçırmakla lanetlenmiş Sisifos gibi olmalı. Kayanın yuvarlanacağını, yani öleceğimizi bilerek ve diğer zincirlerin de tamamen farkında olarak tepeden yukarı çıkmalı, yani yaşamalı. Bu şekilde, düşünsel olarak bir ödün vermeden ve kendimize ihanet etmeden yaşamış oluruz. Hayata bir anlam katacağından ya da benzer bir sebepten değil; insanın ilk koşulu isyan olduğundan.

Bu düşünceyi, cezalandırılacağını bile bile, yine de adil gördüğü bir işi yapan bir kişinin yaptığına benzeterek açıklayabilirim. Mantığını çok daha detaylı bir şekilde, Sisifos Söyleni (Can Yayınevi) adlı denemesinde işliyor Camus.


"Ben uyumam, sadece rüya görürüm."

Nietzsche, Camus, Cioran, Schopenhauer ve Rust. Bu adamların belli başlı ortak özellikleri var. Bir kere, hepsi epey bir zeki ve entelektüel birikime sahipler. İkinci olarak, hayatı sevmiyorlar. Üçüncü olarak, anti-sosyaller. Asosyallikten farklı olarak, anti-sosyallik insanlara karşı düşmancıl davranış, düşünce ve duyguları da içerir.

Bu son madde hakkındaki iki tane istisnadan bahsetmeliyim; Camus ve Schopenhauer. Camus, bu kritere uymaz. Evet, insanlara karşı belirgin bir yabancılık hissi vardır. Sonuçta, Yabancı adından bir roman yazmıştır kendisi. Ancak, hayattaki yegane mutlulukların, kişinin ailesine ve arkadaşlarına, yakın çevresine iyi olmasından geleceğine de inanır ve diğerlerinin aksine, (iki kere) evlenecek kadar birileriyle duygusal bağ kurabilmiştir. Schopenhauer da, Camus kadar olmasa da, küçük bir istisnadır çünkü anti-sosyal tarafı olmakla birlikte, dostluk kavramından gayet içten bir şekilde bahseder. Zaten, kalan iki filozof, yani Cioran ve Nietzsche en ağır basan esin kaynaklarıdır.

Yukarıda belirtilen durumlardan dolayı, bu adamlar, pesimistik enerjilerini beyinlerini kullanmaya yönlendirmiştir. Rust kendisini işe gömer ve kişisel hiç bir şey yapmazken bunu görebiliriz. Felsefi teorileri olan diğerlerine gelirse, Cioran'ın dediği gibi...

"Her zaman hüzünlü değilimdir, dolayısıyla her zaman düşünmem."

- Sf. 93, Çürümenin Kitabı, E.M. Cioran

14
Güncel / Rektörlük Seçimleri Kaldırıldı
« : 30 Ekim 2016, 02:57:44 »
Resmi Gazete’de 675 ve 676 sayılı iki yeni KHK’la ile, aralarında Dicle Haber Ajansı ve Özgür Gündem Gazetesi’nin de olduğu bazı medya kuruluşları kapatılırken, son dönemde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeniden gündeme getirdiği rektörlük seçimleri kaldırıldı.

18 Ekim tarihinde ‘Akademik Yıl’ açılış töreninde konuşan Erdoğan, ‘görünüşte demokratik’ olarak tanımladığı rektörlük seçimlerinin üniversitelerde ‘gruplaşmaları, hizipleşmeleri, kırgınlıkları’artıran bir işleve büründüğünü savunarak şunları söylemişti: “Üniversite içinde zaten çok yıkıcı bir şekilde yaşanan bu süreç YÖK’ün ve cumhurbaşkanının takdiriyle daha da sıkıntılı bir boyut almaktadır. Bunun için rektör atamalarındaki mevcut usulden vazgeçilmesi, üniversitelerimizin de ülkemizin de yararına olacaktır diye düşünüyorum.”

2547 sayılı Kanunun 13’üncü maddesinde yer alan “Devlet üniversitelerinde rektör, profesör akademik unvanına sahip kişiler arasından görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilecek adaylar arasından Cumhurbaşkanınca atanır” ifadesi değiştirilerek “Devlet üniversitelerinde rektör Yükseköğretim Kurulu tarafından önerilecek, profesör olarak en az üç yıl görev yapmış üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanır” denildi.

Haberin tamamı için tıklayın

---

Kendi yorumum;

Kanada'da bir profesör, bir konudaki görüşleri yüzünden susturulmaya çalışıldığında "Bu konuları tartışmalıyız. Üniversitelerde de tartışamayacaksak, bunu nerede yapacağız? Akademik ortam, düşünce özgürlüğünün en çok olması gereken alandır," diye kendini savunuyor. Doğru da diyor.

Türkiye'deki akademik ortamda daha kendi liderlerimizi seçemiyoruz. Zaten pratikte uzun süredir yapamıyorduk. O zaman, bu kararın önemi nedir? Önemi şudur; artık bu adamların yaptıkları hem meşru hem de legal hale gelmiş oldu. Ülkenin yasalarını kafalarına göre düzenleyerek, her istedikleri şeyi legal, her istemediklerini de illegal hale getiriyorlar. Böylece, onların düşüncelerine göre yaşamayan herkes birer suçlu haline geliyor ve kendi yaptıkları zorbalıklar da yasallaşıyor.

Aynı taktiği 2. Dünya Savaşı döneminde Almanya da uygulamıştı. Batı dünyası zaten bu olaydan sonra uluslararası bağlayıcılığı olan anlaşmalara bu kadar önem vermeye başladı çünkü, sadece bir ülkenin kendi içinde legal olan yasaların ne kadar korkunç sonuçlara yol açabileceği görülmüştü.

Türkiye'nin ilerlediği yön de bundan farksız değil. Ülke içi hukuğu, zulümcü bir hale dönüşmekten korumayı amaçlayan uluslararası anlaşmaları gittikçe daha az önemsiyoruz. Bir yandan, ülke içi hukuğumuz malum kişinin isteklerine göre şekillendiriliyor. Gittikçe izole hale geliyoruz. Aynı zamanda daha da saldırganlaşıyoruz. Facebook'ta insanlar bu adama diktatör dedi diye tutuklanıyor. Hatta görülürse belki bu yazı bile suç sayılabilir.

Bu yüzden, küçüklüğümden beri hep duyduğum bir lafı edeceğim; ülkenin içinden çıkılamaz bir yöne doğru ilerlediğini. Eminim, bundan 50-60, hatta 300 yıl önce de bu tarz laflar hep edilmiştir ve çoğunlukla da yanlış oldukları görülmüştür. Ancak, işin kötü yanı, bu sefer bu lafı destekleyen bariz ve boğucu miktarda kanıtlar olması. Kişisel olarak, her olasılığı değerlendirmeyi seven bir insanımdır ve bu tarz konuları önemsediğimden, üstüne bayağı düşünmüşümdür. Artık, geleceği düşündüğümde, bu olaylar silsilesinin şiddetle sonuçlanmadığı bir Türkiye göremiyorum.

15
Kurgu İskelesi / On Ekim, Kanlı Ekim
« : 10 Ekim 2016, 17:26:15 »
Bu hikaye, aslında bölüm bölüm yazdığım başka bir hikayenin parçası fakat aynı zamanda, kendi içinde özerk olarak ayrı bir hikayedir. Geçen sene, 11 Ekim'de, 10 Ekim için yazılmıştır ve bugünün anlamını düşününce, unutmamak için tekrar paylaşmak istedim. Zira,  geçen "detayların" büyük çoğunluğu, resimler, videolar ve görgü tanıklarının ifadeleri olabildiğince doğru şekilde yansıtılmaya çalışılarak yazılmıştır.

Ekim

"Tao Te Ching mi?" diye sordu, genç kızın yanında yürüyen oğlan.

"Dao De Çing diye okunuyor," diyen sarı, kısa saçlı kız kitabı geri almaya yeltendi fakat adam oyuncul bir şekilde elini geri çekti.

"Dur be, iki dakika bakayım," dedi eğlenerek.

Kalabalıkla birlikte yol alan ikili, kah şakalaşıp kah gülerek yürümeye devam ettiler. Güneşin sarı ışıkları açık meydana düşerken, nereden estiği belli olmayan bir rüzgar binlerce kişiyi havanın yakıcı etkisinden koruyordu. Öğlen güneşi altında insana nefes aldıran doğanın bu lütufu, zaten gergin olan kalabalığa iyi gelmişti. Kimisi açık, kimisi koyu tenli, bir kısmı orta kesim başka bir kısmı ise alt düzey gelirli olan insanlar, sadece tek bir amaç için bir araya gelmişti o gün; baskıyı her geçen arttıran hükümete karşı seslerini duyurmak.

Bir kaç yüz metre gerideki köprünün orada bulunan yüzü aşkın otobüs, ülkenin dört bir yanından gelen kalabalığı başkente taşıma görevini yerine getirmiş halde duruyordu. Onların yakınında toplanmış şoförler ise, asfalt alanda bekleşirken memleket muhabbetine dalmışlardı. Gür bıyıklı ve koyu tenli bir tanesinin kahkahası yankılanarak rüzgara karıştı ve eylem alanına giden kalabalığa ulaştı. Tam olarak nedendir bilinmez ama bu kahkaha bir çok kişinin içini rahatlatmıştı, hayatın normalliğine dair bir işaretti sanki. İçinde bulundukları durum ve aldıkları riske rağmen, kendini sakinleştirmek için değil fakat tam anlamıyla içten kahkahayı basan birisi, her şeyin normal olduğunu gösterir gibiydi.

Kırmızı, uzun ve ince bir kortej bayrağını taşıyan bir genç keyifle bir sigara koydu ağzına ve yanındaki arkadaşına yaktırdı. Çantasının kayışıyla oynayan orta yaşlı bir bakkal, kendinden küçük bir çok kişinin olduğu alana bakarken gözlerinin içi ışıldıyordu. Hazırlık olarak çantasına limon atıp gelmiş bir kadın ise, onları belki de kullanmasına gerek kalmayacağını düşünmeye başlamıştı. Çocuğuyla gelmiş bir baba ise, onu omuzlarına alarak devleştirmişti. Yerel baş örtüsü ve şalvarla giyinmiş yaşlı bir kadın ise, evde hazırlayıp getirdiği börekleri, etrafındaki gençlere dağıtıyor ve bir yandan sohbet ediyordu. Topluluğun diğer tarafında, su ve simit satan henüz ergen yaşta birinin ise etrafına pek çok kişi doluşmuş ve aceleyle paraları uzatıyorlardı.

---

"Topluluğa katılsana," dedi oğlan "Senin gibi hevesli birisi iyi olur."

"Eh," dedi, kavisli burnunu kaşıyan, teklifi pek de umursamamış ve geri aldığı kitabındaki kırışıklıkları düzelten kız "Kendi başıma bir şeyler yapmayı tercih ederim."

"Apolitik takıl bakalım," diyen siyah sakallı genç, ağzının kenarıyla ekledi "Yakında kırmızı et ve şarap falan da yemeye başlayacaksın bu gidişle."

"Parasını ver yiyelim. Makarnadan imanım gevredi," dedi, altta kalmayan ince kız.

"Makarna demişken bak aklıma ne geldi. Ketılla kaynatma konusunda yeni bir yöntem buldum..." diye lafa başlıyordu ki, kız onun lafını böldü.

"Etrafta neredeyse hiç polis görünmüyor nedense," demişti kendi kendine "Pardon ne diyordun?"

Ancak sohbete devam etme girişimine rağmen, istemsizce, mavi gözleri alanı taramaya devam etti. Daha önce bu tarz toplaşmalarda çok bulunduğu için, güvenliğin bu kadar az olması içine sinmemişti. Belki de ileride bir yerde barikat kurmuş halde onları bekliyorlardı ya da kim bilir, belki de caddeye girdiklerinde bir anda her sokaktan üstlerine çullanacaklardı. Ne olacağını bilmese de, hayra alamet olmadığı açıktı.

"... ardından azar azar kaynayan suyu ekliyorsun. Hey, dinliyor musun?" dedi genç adam, hafiften bozularak.

"Sivil görüyor musun etrafta?" diye sordu kız ona.

"Ne?" diye afalladı, sorunun mantığını anlayamayan adam.

"Sivil polis, diyorum. Görüyor musun?" diye, daha açık şekilde tekrarladı, sırtındaki çantanın kayışlarını sıkılaştıran kız.

Ondan daha uzun olan siyah tişörtlü adam, parmaklarının üstünde doğrularak şöyle bir etrafı taradıktan sonra, başını olumsuz şekilde salladı.

"Artık çok daha fazla uzmanlaştılar. Senden benden ayırt edilemiyorlar," dedi bir yandan.

"Yine de bir kaç tane de olsa bariz olanlar oluyordu. Garip bir şeyler..."

Ancak cümlesini tamamlayamadan, yakınlarda bir yerlerden gelen patlama sesiyle birlikte donarak kaldı. Zaman yavaşlamışken, mavi gökyüzünün altında yükselen alev öbeğine çevrildi gözleri.
Basınçla birlikte etrafa saçılan kol, bacak ve et parçalarının kalabalığın üstüne yağışını gördü yavaşça.

Bir kaç sıra önündeki insanların çoğunun eş zamanlı şekilde yere yığıldığını gördü. Onların ardındaki sırada bulunanlardan bazıları ise acıyla haykırmıştı.

Babasının omuzlarına yerleşmiş çocuğun alnındaki delikten kanlar süzüldüğünü de gördü. Bir an sonra ise, hızla fışkıran kan taneleri yüzüne sıçrarken gözlerini kapamak zorunda kaldı.

Kızın bilinci olan biteni daha kavrayamasa da, gözlerini açtığı sırada, beynindeki sinaptik bağlantılar ateşlendi ve saliseler içinde kaçma güdüsü kontrolü ele geçiriverdi. Yanındaki oğlan da, o da, refleksif olarak birbirlerinin elini tutarak arkaya döndüler.

Döner dönmez, ikinci bir patlama, bu sefer çok daha yakınlarında gerçekleşti ve görüntüler solarken, yere yığıldı. Son gördüğü şey, katliamdan kaçmak için koşan birisinin yerdeki kandan dolayı kayıp düşmesi olmuştu.

Üç saniye geçmişti, sadece üç saniye. Bu kısa süre, ahenk ve neşeyle yürüyen kalabalığın kaosa ve kana bulanması için yetmişti.

---

Etraftan sesler gelirken, karanlığın içinde bulunan kız neler olduğunu anlayamadı. Evde olduğunu sanarak, neden bu kadar gürültülü olduğunu merak etti. Birileri ziyarete mi gelmişti? Gözlerini yavaşça açmaya çalıştığında, sol gözünde bir sızı hissetti ve onu aralayamadı. Sağ gözü ise masmavi gökyüzüne doğrulmuşken, eli kendiliğinden, merakla, diğer gözüne gitti. Yapış yapış bir şeyler vardı, neydi ki bu? Eline baktığında bunun kan olduğunu anladı. Bununla birlikte olan biten her şeyi hatırlamıştı.

Elinden geldiği kadar hızlı doğrulunca, etrafında toplanmış pek çok kişiyi gördü.

"Yaşıyor! Burada hayatta olan birisi var!" diye bağırdı birisi ve anında dibinde bir doktor belirdi.

"N'apıyorsun? Uzan!" diyen adam, yüzünün sol tarafını inceliyordu bir yandan.

"Arkadaşım... o nerede?" diye sordu ve ona uymayı reddederek ayağa kalktı.

Üstünde bir şeyler olduğunu fark edince bakışlarını ona doğrulttu. Özgürlük temalı, plastik bir pankarttı bu. Yere atarak etrafına bakındı.

"Neler... ne oldu...?" diye sayıklamıştı bir yandan.

Açık olan tek gözü yaşarmıştı bunu derken. Genzi ve ciğerleri de yanıyordu.

"Gaz attılar, polis geliyor!" diye bağırdı birisi o sırada.

"Yolu kapadılar, ambulans giremiyor!" diyen, üstündeki gömlek kana, başkasının kanına bulanmış bir adam haykırdı.

Sağ gözündeki bulanıklık geçmeye başlamış kız, o sırada alanı daha net görebilmeye başlamıştı. Kendisinin de bulunduğu yaralıların bir araya getirildiği alan, patlama bölgesinden yüz metre kadar uzaklıktaydı. Kimisi koşturan, kimisi amaçsızca dolanan pek çok insan vardı çevresinde. Az sayıda doktor yaralılara müdahale etmeye çalışırken, başka bir taraftaki kalabalık polis barikatına saldırıyor ve ambulans yolunu açmaya çalışıyordu. Ancak bir kısmının yüzü öfkeyle çarpılmış, bir kısmı gülen güvenlik güçleri onları engelliyordu.

"Barış nerede?" diye sordu, onu inceleyen doktora.

İşine odaklanmış adam onun dediğini duymamıştı bile. Sol göze isabet etmiş demir bilye, gözün frontal tarafını penetre etmiş olsa da çok derine girememişti. Ancak gözü ezerek, akının akmasına ve tamamen işlemez hale gelmesine yol açmıştı. Operasyonla kurtarılma şansı yoktu. Yani genç kız, ömür boyu bir daha o gözünü kullanamayacaktı. Yine de cismin orada kalmasına, enfeksiyon riski yüzünden izin veremezdi.

Böylelikle, yanındaki kutudan çıkardığı iğneyle lokal anestezi uyguladığında, kız acıyla inledi fakat zaman kaybetmeyerek, lateks eldivenli elinde tuttuğu tıbbi cımbız ile cismi hemen çekip çıkardığı gibi yaraya anti-septik döktü. Sarmaya geçecekti ki, açık sarı saçları kan ile kızıla bulanmış kız bu sırada yere yığılıverdi.

"Kendini kaybetme, kafa travman var. Uyumaman gerek," diyen adam, yüzünün sol tarafını sardığı gibi kızı omuzlarından tutarak kaldırdı. Bir yandan, kendisinin de taktığı -bu tarz olaylar için tasarlanmamış olsa da çok hafif şekilde işe yarayan- tıbbi maskelerden birini kızın yüzüne geçirmişti.

Biber gazı içinde nefes almaya çalışarak fısıldadı "Her şey düzelecek."

Ardından, alnındaki teri kolunun tersiyle sildikten sonra, birisine el etti.

"Ambulans gelene kadar onu uyanık tut. Gerekirse dolandırabilirsin," diye, yardıma koşan gür bıyıklı adama direktif verdi.

"Tamam," diyen şoför, genç kıza destek olarak onu kanlı bölgeden uzaklaştırmaya yeltense de kız direnerek durdu.

"Barış'ı bulmam gerek," dedi, adama.

İlk başta ona karşı çıkmak istese de, yüzünün yarısı sarılı genç kızın geri kalan tek gözündeki acı dolu ifadeyi görünce gönlü bu isteği reddetmeye el vermedi.

"Arkadaşın nasıl birisi, kızım?" diye sordu, yumuşak bir sesle.

"Uzun, koyu tenli. Siyah, uzun saçları ve sakalı var," dedi, minnettar olan kız.

Daha çok detaya girmek istese de, aklına gelen bir şeyden dolayı kelimeler boğazında düğümlenivermişti.

"Tamam, kızım. Yaralılar arasındadır herhalde, gel bakalım," diye yanıtladı adam ve alanı gezmeye koyuldular.

İlerleyen dakikalarda, bayraklar ve pankartlardan yapılmış sedyelerin üstünde bulunan yüzlerce yaralının arasında dolaşsalar da, onu bulamadılar bir türlü. Adam, kızı mümkün olduğunca patlama bölgesinin vahşetinden uzak tutmaya çalışsa da bir işe yaradığı söylenemezdi. Önünden geçtikleri, kırmızı saçlı bir kadın "Hepimizi öldürecekler!" diye ağlıyordu telefonda. Kamerasını yere bırakmış bir haberci, kendini tutamayarak yüzünü elleriyle kapamış ve hüngür hüngür ağlıyordu. Ağzından kanlar boşanan, bilinçsiz bir gencin başındaki kadın doktor bütün gücüyle ona kalp masajı yaparak hayata döndürmeye çabalıyordu. Börekleri yere saçılmış bir kadın, oturmuş ağıt yakıyordu. Birbirine sarılmış iki tane orta yaşlı adamdan biri, ağlayan diğerini durdurmaya çalışmadan sadece tutuyordu. Kan, uzuv, et ve demir parçaları her yere saçılmıştı. Barış ve özgürlük temalı pankartlar kızıla bulanmıştı.

Bu esnada, polisi geri püskürtmeyi başarmış olan grup sayesinde ambulanslar tek tük alana girebilmeye başladı. Kızın da enerjisi tükenmeye yüz tutsa da, Barış'ı bulmak konusunda diretmeye devam etti. Bıyıklı adam, ona arkadaşının ölmüş olabileceğini nasıl söyleyebileceğini bilmediği için kızla birlikte dolanmaya devam etti. Ayrıyetten, kızdan çok daha ağır yaralılar vardı ve önce onların tahliye edilmesi gerekiyordu.

Böylelikle, kalan küçücük umut kırıntısına tutunarak arayışı sürdürmeye devam ettiler. Ancak bir süre sonra, adamı daha acil bir ihtiyaç için çağırdılar.

"Bir yere gitme. Geri geleceğim," diyerek, gözleri dolmuş bir şekilde ayrılarak, onu yalnız bıraktı.

Ona uymayı bir an bile aklından geçirmemiş kız tekrar doğruldu ve bu sefer, daha önce inanmak istemediği olasılığa boyun eğerek patlama alanına doğru yol aldı. Gözü Barış'ı arıyordu ve onu, kısmen, bulması uzun sürmedi.

Bedeni parçalanmış Barış, cansız halde yerde uzanıyordu.

Geriye kalan bütün enerjisi de çekilen kız, yere düşerek ağlamaya başladı. Arkadaşının kanı içinde oturmuş, gözünden yaşlar akarken, hayatta kalan ve hala yaşama şansı olanları kurtarmaya çalışan kalabalığa saldıran polisi gördü. Bunlar olup biterken bir yandan da etrafındaki dünya kararmaya başlamıştı, yaşam enerjisi gittikçe azalıyordu. Ölümün yaklaştığını hissederek, aciz şekilde direnmeye çabalasa da yaralı bedeni ve aklı buna el vermedi.

Ve her şey karanlığa büründü...

---

Boşluğun içinde süzülen kız, kendi bedeni haricinde hiç bir şey göremiyordu. Sadece, karanlığın hakim olduğu uçsuz bucaksız bir boşluk vardı. Başka bir an olsa, içine düştüğü bu garip durumu sorgulayabilirdi fakat o anda hissettiği tek şey, ölçmesi imkansız bir acıydı.

Dakikalar boyunca süzülmeye ve ağlamaya devam etti, öteki hayatta mı olduğunu ya da ölüp ölmediğini umursamadan. Ancak bir süre sonra yaşlar duruldu ve -kısmen- rahatlamış bir boşalma hissi, bunun yanında da büyük bir yorgunluk çöktü üstüne. Bir yandan nerede bulunduğunu sorgulamaya başladı, cidden ölmüş müydü?

O anda, bedeni süzülmeyi kesti ve çevresi bir anda aydınlanarak, önünde beliren çelik mavisi, yuvarlak ve geniş platformu aydınlattı. Dairenin ortasında, hava -sanki cayır cayır yanan bir alev varmışçasına- bulanıyor ve etrafa ısı saçıyordu. Ancak insanı yakan bir sıcaklığı yoktu, tam tersine hoş bir ılıklığı vardı.

Artık yatışmış kız, neler olduğunu merak ederek, merkeze doğru yaklaşmaya koyuldu. Attığı her adımla beraber bulanıklık daha da belirginleşiyor, hatta belli bir forma bürünüyordu. Bir kaç metreden sonra insana benzer bir şekil, seçilebilir hale gelmişti. Daha da yaklaştıkça, ısı dalgasından oluşmuş bir bedeni apaçık biçimde görebilmeye başladı. İki yanında uzanan, her biri ikişer metre civarı kanatlara sahip form, kıza çevirmişti başını.

"Öldüm mü? Burası neresi?" diye sordu, kız ona.

Ancak konuşma şeklinde bir cevap gelmedi. Bunun yerine, aklının içinde bir fikir, daha doğrusu bilgi belirmişti. Kelimelerden, sesten ya da görüntüden değil, sadece kavramlardan oluşuyordu. Ona daha ölmediğini fakat çok yakın olduğunu bildiriyor, dünyaya geri dönmesini salık veriyordu. Aynı zamanda varlık, kendi tözünün kavrayışını da ona aktarmıştı; insanların melek dediği şeydi o.

"Ne? Tanrı gerçekten var mı yani?" diye sordu, kız.

İlginç şekilde, bu tecrübeyi garipseyemediğini belli belirsiz fark etti. Kendisine verilmiş tözden dolayı, önündeki yaratığın ve bu diyarın var olması ona gayet akla yatkın gelmişti.

Gelen yanıt, tanrı hakkında meleğin de bir bilgisi olmadığını iletti ona. O, diğer bütün canlılar gibi, sadece vardı. Melek kavramı, bir insan olan kızın anlaması için kullandığı bir şey idi ve tanrı konusunda, melekler de insanlardan daha ileri bir duruma gelememişti.

Kavram akışı devam ederken, ona bir teklif fikri sundu aynı zamanda. Kızın ve alanda bulunan herkesin yaşadıklarını görmüştü ve yardım etmek istiyordu. Bu görüş kıza aktarıldığında, onun dokusuna işlemiş bir tepki ve hüznü de fark etmişti sarışın kız.

"Sen..." diyen kız durakladı, yaşadığı şeyi tam anladığı söylenemezdi. Geri çekilerek etrafına bakındı ve vücudu titremeye başladı. Sıcaklıktan uzaklaşırken, ürpertici bir soğukluk da çökmüştü. Rahatlatıcı hava bir anda dağıldı ve paniklemeye başladı. Bu... bu doğru olamazdı. Biraz önce insanlar ölüyordu, kan... Barış ölmüştü.

"Hayal görüyorum. Ölüyorum ve zihnim sapıtıyor," diye kendi kendine konuştu "Bütün bunlar yalan."

Kesik kesik nefes almaya ve kontrolunu kaybetmeye başlamıştı ki, ona yaklaşan ısıl varlık kızı yatıştırdı. Hasarlı bedenini ve zihnini sarmalayan, rahatlatıcı bir duşa benzer sıcaklık sayesinde nefesi düzeldi ve şüphe uçmaya başladı.

"Bütün bunlar gerçek, değil mi? Yaşadığım her şey... bütün o katliam," dedi, konuşurken bile canı yanan kız.

Varlık onu onayladı, ardından bir kavram dalgası daha yollayarak acele etmesini söyledi. Eğer yaşamak istiyorsa meleği bünyesine kabul etmeliydi, kız ile onun tözü bir araya gelerek tek bir varlık haline bürünmek zorundaydı. Onu şu ana kadar hayatta tutabilmiş tek şey, varlıktan kaynaklanan sıcaklık idi.

"Ne istiyorsun peki benden?" diye sordu, aklını başına toplayan sarışın kız.

Melek, ona tek bir kavram yolladı bunun üstüne; adalet.

---

Derin bir nefes alarak uyanan kız, diğer boyutta bulunduğu süre boyunca, bu dünyadaki zamanın hiç ilerlemediğini fark etti. Ayağa kalktığında, uzun bacaklarını sarmalayan bej rengi, dar kotun kana bulanmış olduğunu gördü. Bir an sonra, önünde yatan arkadaşının bedeninden kalanlara baktı ve açık kalmış gözlerini yavaşça kapadı. Bunu yaparken canı yanmış olsa da, delirtici acı dalgası artık geçmişti ve bedeninin her tarafına bir sıcaklık dalgası hakimdi. Neredeyse yaşam enerjisi ile dolup taşıyor bile denebilirdi.

Böylelikle, Barış'ın bedenini daha sonra almaya and içti ve yüreğinde beliren yeni bir kuvvetle harekete geçti. Doktorların yanına koşuyordu ve tek bildiği, yardım etmek için elinden gelen her şeyi yapacak olduğuydu.

Sayfa: [1] 2