Editöryel sürece ben de kızgınım. Çok komik yazım hataları vardı gerçekten. Bu olmadı.
Müsaadenizle kendi yorumlarımı altbaşlıklar halinde belirtmek istiyorum. Umarım sıkıcı olmaz

.
"Yalnız kendi varlıklarını yadsımış olanların oynamaya can attığı bir oyundur Tanrıcılık." - Ursula Le Guin (Rüyanın Öte Yakası)İşte bütün kitabı zihnimde Le Guin'in bu sözüyle okudum. Çünkü bence çok güzel bir özeti.
Victor Frankenstein benim gözümde doyumsuz adamdı. İstediği her şeye, ama her şeye sahipti. Mutlu bir aile, güzel ve onu bekleyen bir eş, sevgi dolu kardeşler, içten dostlar... Ben kitabın tam bu noktada mutsuzluğun gerekliliğine de dikkat çektiğine inanıyorum. Çünkü annesinin ölümü dışında hiçbir zorlukla karşılaşmayan Victor benim gözümde doyumsuz bir adamdı ve o da tanrılığa soyundu. Ancak Victor başından beri kusurlu bir tanrıydı, bu nedenle yarattığı şey de hayallerindeki gibi olamadı.
Victor çok şey olabilir, ama aynı zamanda tipik insanoğlunun güzel de bir özeti. Ona ben de okurken iyice hakaret ettim, fakat maalesef aynı oranda da gerçek bir karakter. Hiçbir mutsuzluk yaşamadığı için doyuma ulaşamamış, elindekinin kıymetini bilememiş bir insan o. Biz nasıl halen daha robotlar gibi şeylerle uğraşarak bir nevi kendimizi tanrılaştırmaya çalışıyorsak Victor'ın yaptığı da benim gözümde aynen buydu. Fakat dedim ya, o başından beri kusurlu bir tanrıydı.
Sözgelimi çocuğu zihinsel ya da fiziksel engelli doğdu diye evladını terk eden babaları ele alalım. O kadar çoklarki saymakla bitmez. Onlar da bu dünyanın gerçeği. Ben Victor'ın canavarın canlanmış halinden tiksinip kaçmasını buna benzetiyorum. Hatta kitabı okurken "ya Victor karakteri bir kadın olsaydı? o zaman annelik içgüdüsüyle ona sahip çıkar mıydı?" diye de çok düşündüm doğrusu. Kısacası, başkahramanımız bu dünyada karşılığı bulunacak kadar gerçek.
Şimdi bir de Le Guin'in sözü bakımından durumu ele alalım. Yani şu "kendini yadsıma" durumundan. Victor aşırı derecede bencil davranmıştı. Nasıl kendini yadsımış olabilir, değil mi? Aslında ben de tam bu nedenden ötürü böyle düşünüyorum. Le Guin'in bu sözü ettiği kitapta da aynı böyle bir karakter var. Rüyanın Öte Yakası'ndan rüyalarıyla istemeden (gerçekten bu durumdan çok rahatsız) dünyayı değiştiren başkahramanımızın bu gücünü güderek dünyaya istediği şekli vermeye çalışan bir psikolog bulunmakta. Victor'la kafamda özdeşleşti kendisi. Aslında davranışsal olarak başta çok farklı duruyorlar, fakat ikisi de aşırı derece bencil davranarak doğaya aykırı şeyler yapmaya çalışıyorlar. Bir nevi kendi içlrinde tanrılaşma süreci yaşıyorlar. Ne demek istediğimi anlatabildiğimi umuyorum.
Sonuç: Victor Frankenstein'dan nefret ettik, çünkü o son derece gerçekti. Ayrıca insanın tanrılaşma tutkusuna da güzel bir örnek. Tabii zoru görünce kaçmak, sonuçlara katlanamamak da engelli çocuğu ve karısını terk eden baba örneğiyle pekişiyor.
Özgür Hıristiyan Kadın?Arap kızımı Safiye'nin annesinin onu "özgür Hıristiyan kadın" olarak yetiştirmesi ve onun da alnının akıyla(!) bu şekilde gezmesine dair fikirlerimi
şurada yazmıştım. Yazarı bir konuda da eleştirmeden geçemeyeceğim. Kendisi 16 yaşındayken şair (sonradan kocası olacak olan) Shelly'e kaçmış. Shelly ise o zamanlar evli bir adam. 16 yaşındaki Mary ile kaçıp yasak aşk yaşarlarken, bu sürece daha fazla dayanamayan ve terk edilmeyi kaldıramayan karısı intihar etmiştir. Böylelikle Mary, yeni Bayan Shelly olmuştur.
Eğer yazarın özgür Hıristiyan kadın anlayışı buysa diyecek söz bulamıyorum. Çünkü orada Safiye'nin istediği erkekle evlenmesi ve Türk babasınınsa onu bir Fransız'a vermek istememesi söz konusuydu. Mary Shelly'nin bu geçmişi düşünülünce o söze ben bir kez daha takılmadan edemiyorum.
Sessiz Türk?Kitabın en başındaki mektupların yazarı Walton, gemisinin kaptanını betimlerken "bir Türk kadar sessiz" diye bir sözde bulunuyor. Bunun ne demek olduğunu bilen var mı? Bu da en çok dikkatimi çeken yerlerden oldu, fakat bu tanımın ne anlatmak istediğini tam olarak çözemedim. Altında tarihsel bir olay var da betimleme o olaya dayanarak mı kullanılmış, çözemedim.
Tü Kaka Amerika, Yaşasın Sömürgeci İngiltereArap kızımız Safiye'ye Fransız ailemiz dil dersi verdiği gibi coğrafya dersi verirken, Amerikalılar'ın yerlilere yaptığı zulme hepsi beraber ağlıyorlardı. Aslında duyarlılıkla yazılmış ve bendne takdir kazanmış bir nokta bu. Yazarın burada "yazar" kimliğiyle böyle bir vahşete karşı sessiz kalmadığını görüyoruz. Yerinde de bir eleştiri olmuş. Fakat sonrasında Victor'ın yakın arkadaşı Clerval'ın ticaret gezileri sırasında İngiltere'nin sömürgecilik politikasına katkıda bulunacak işler yaptığından bahsediliyor. Bu kitabın sadece bir yerinde geçiyorsa da, Victor'ın Clerval'ı eleştirdiği görülmüş şey değil. Burada Amerika örneğindekinin aksine en ufak bir yerme, en ufak bir sitem bulunmuyor. Çok da doğal ve Clerval'ın bir başarısı olarak anlatılıyor.
Peki soruyorum size, sömürgecilik de bir nevi zulüm değil mi? Bir ülkeye gideceksin onu iliğine kadar sömüreceksin, halkını köle edeceksin falan filan. Eee? Oysa burada en ufak bir eleştiri bile yapılmıyor.
Türkiye Derken?Kitabın yazıldığı dönem bakımından Osmanlı İmparatorluğu hala ayakta, fakat Türk nüfusun yaşadığı yerden Türkiye diye bahsediliyor? Bu bir çeviri hatasıysa nasıl bir hatadır?! Değilse, o zaman Türkiye deniyor muydu o.O? Osmanlı olması gerekmiyor mu?
Frankenstein Sendromu'nun Doğuşu, Modern Prometheus ve Canavarın RolüKitabı hepimiz pek çok açıdan ele aldık. Şimdi ben de farklı bir noktadan değinerek yazımı sonlandırmak istiyorum.
Öncelikle, belki duymuşsunuzdur, kitabın altbaşlığı bazı kaynaklarda "Modern Prometheus" diye geçer. Prometheus tanrılara kafa tutarak (kardeşlerinin aksine) başarılı olmuş ve sonunda da insanlara ateşe bahşetmiştir. O başarılı bir tanrılaşma süreci oynamış olabilir, fakat insanın ateşle sonradan neler neler yaptığını hepimiz iyi biliyoruz. Ateş aslında burada bilgiyi sembolize ediyor olsa da, bilginin de insan elinde kimi zaman nasıl kötüye kullanıldığında şahidiz. Mayınlar ve atom bombaları buna çok iyi birer örnektir. Bu bakımdan kitabı okurken bu altbaşlığı da göz önünde bulundurmak bence gayet faydalı

.
Gelelim meşhur sendromumuza. Frankenstein eseri daha sonra bu sendromun başlangıcı olmuştur. Yazınsal bir sendrom olduğuna dikkat çekmek isterim. Tamamen sanatsal anlamda. Hatta Asimov'un 3 Robot Yasası da bu sendroma dayanır.
Peki nedir bu sendrom? Tanrılaşmak, yaratılan bir tür tarafından hürmet görmek arzusuyla ortaya çıkarılan varlıkların hiç de tahmin edilen yolda ilerlememesi diye kabaca anlatabiliriz. Yaratılmaya çalışılanın kötü, üzücü sonuçlarla son bulmasıdır bir nevi. Zaten Victor ve canavar arasında olan da bu.
Asimov ise 3 Robot Yasası'nda bu sendromu ortadan kaldırmayı hedefler. Yasalara bakarsanız robotun yaratıcıya kafa tutması ya da itaatsizlik etmesinin yolu akılcı yöntemlerle tıkanmıştır. Kendisine de buradan bir saygı duruşu gelsin benden.
Son olarak canavarın rolüne gelelim. Canavar tanrısız kalmış bir kul, annesiz kalmış bir bebekten farksızdır. Aslında tanrısı önündeki kula da bence güzel bir örnektir. Eğer Victor başından kaçmasaydı (ilk yarattığında) bu canavar onun kulu kölesi olurdu diye iddia ediyorum. Çünkü yaratıcısı tarafından kabullenilmeye ihtiyacı vardı. 2. karşılaşmaları ve hikayesini anlattığı kısımda da hala daha Victor tarafından kabul bekliyordu. Dişi canavar olayını hariç tutarak söylüyorum. Ancak bildiği ve tutunabileceği tek varlık tarafından dışlanmıştı. Affedilmeyecek günahlarla yüklü bir günahkar konumuna düştü birden. Halbuki o yaratıcısının kendisinden daha kusurlu olduğunu bilemeyecek kadar cahildi de.
Bu etkinliği başlattığım için buradan bana teşekkürlerini yollayanlara ben teşekkür ederim
. Böyle upuzun yazdım, kusura bakmayın. Umarım etkinliğimiz katkılarınız sayesinde devamlı olur. Ben başlatmış olsam da sizler olmasanız bir adım bile yürümezdi. Asıl ben burada yazan herkese teşekkür ederim.