Tolkien Ne Yaptı? – Bölüm 1

tolkien ne yapti

Esen olsun.

“Tolkien ne yaptı?” sorusuna verilecek cevabın, sadece fantastik edebiyat âşıklarını değil, edebiyat ya da mitoloji ile ilgilenen herkesi ilgilendirdiğini söyleyebiliriz. Zira o, arkasında birçok eserin katkıda bulunduğu bir evrim süreci yatsa da, kulvarı tamamen değiştirip, özgün ve farklı bir “yapı” yaratarak ilk olduğu bir alanda, öyle müthiş bir eser ortaya koymuştur ki, biz Türk Tolkienseverlerin aşina olduğumuz “İnsanlar ikiye ayrılır, Yüzüklerin Efendisi’ni okumuş olanlar ve okuyacak olanlar” sözünü zerre acem mübalağası olmadan hak etmiştir. Bu açıdan, öznel bir yorum yapmam gerekirse, Tolkien, edebiyatın ufkunu kendisinden önce çok az kalemin yapabildiği ölçüde genişletmiş; onlarca, belki yüzlerce ozanın ve bilgenin zihninden beslenen destanlar ayarında bir çalışma ortaya koyarak, “onlarca adamın yüzlerce yılda yaptığını bir ömre sığdıran adam” olarak sanat tarihine geçmiştir.

Bu yazı dizisinde, bir Tolkien hayranı olarak, “Tolkien ne yaptı” sorusunu soracağım ve cevapları, eserleri ve oğlu Christopher Tolkien tarafından derlenmiş çalışmalarına danışarak vereceğim. Ancak, zamandan ve yükten kazanmak adına, bunu akademik bir dille yapmayacağım, her ne kadar çoğu zaman kaynakları işaret edecek olsam da, bütün savlarım ve alıntılarım dipnot ve referanslarla temellendirilmeyecek. O açıdan, okuyucunun affına sığınıyor ve söylediklerimin bir “rehber” olarak değil, ancak ve ancak “şahsi fikri beyan eden bir takım öznel yargılar” olarak alınmasını rica ediyorum. (Bunu söylemek benim için çok acı, esasında, “büyük usta” kabul ettiğim Tolkien’e tamamen sadık kalacağım, ancak bilimsel yönteme de sadakat duyuyorum ve bilimsel yönteme sadakatim, akademik bir çalışma hazırlamak için gerekli olan kafa mesaisinden kaçıyorsam, bunun iç ezikliğini de kabullenmem gerektiğini söylüyor.)

Dizinin ilerleyen bölümlerinde, odak Tolkien’e daha fazla yaklaşacak, fakat öncelikle genel olarak “mitoloji” üzerine birkaç laf etmeli, ardından gelecek kısımda, folklora ve Tolkien’in ardsüremli bakışla mirasçısı olduğu edebi kaynaklara değinmeliyim. Bir kere bu “sunuş”u yaptıktan sonra, daha özele inmek ve anlaşılmak kolaylaşacaktır.

Öyleyse, öncelikle “mitoloji nedir?” sorusuna cevap vermeli, ardından, mitoloji üzerine birkaç tespiti paylaşmalıyım. Üçüncü kısımda, bu tespitlerle Tolkien’in ilişkisini ayrıntılı bir biçimde kurduğumda, okuyucu bunun yapılmasındaki lüzumu takdir edecektir.

Mitoloji için, sık sık kullandığım, yüzeysel ancak geniş bir tanım var:

Mitoloji, bir halkın, toplumsal hafızasını aktarmakta kullandığı araçtır. Toplumsal hafıza giriftleştikçe, mitoloji de yerini “bilim” ve “din”e bırakır; bu yönüyle mitoloji, hem modern bilimin, hem de dinlerin anasıdır. İnsanda “pattern recognition” özelliği vardır. Özetle diyebilirim ki, “pattern recognition” şiire, şiir de, “mitoloji”ye hayat verdi. O çağlarda henüz, imgeler, imler, simgeler ve göstergeler bugünkü olgunlukta olmadığı için, irfan/bilgelik aktarımı ancak alegori ile mümkündü. İnsanlar, yeni döllere bilgeliklerini alegorilerle aktardılar. Bu döneminde mitoloji, “gerçek” ile olan ilgisini alegorik olarak devam ettirmektedir. Ancak, sözlü kültürün karmaşıklaştırıcı yapısı ve mistisizm, mitolojiyi alegorik köklerinden kopardı ve ayrı bir sanal “varoluş düzlemi” haline gelmesini sağladı. Bu dönemde mitolojiler, ilk kültleri yarattı, daha sonra bu, “kurumsal” dine evrilecektir. Yazılı kültür, toplumsal hafızanın bekasının “devlet” ve “din” kurumlarına terkini getirdi. Zira insan toplumu ve insan zihni (hem toplumsal, hem bireysel) evrimleşmiş, karmaşıklaşmıştı. Bu ayrışım ve özelleşim dinleri doğurdu, mitolojinin alegorik köklerinden kopmuş ve sanal bir anlam kazanmış hali, artık “gerçek” ile ilgisini büyük oranda yitirmiş bir biçimde, “sanal”, mistik ancak “yöntemli” bir örgü kazandı. (kurumsal din)Mitolojinin bilim alanına katkısı da, söz gelimi “simya”nın kimyaya, şaman otacılığının modern tıbba evriminde gözlemlenebilir. Dini alanda mitoloji gitgide “gerçek” ve “öz”le ilişkisini yitirip bugünün dinlerine hayat verirken, bilim alanında ise, tersine bir evrim gerçekleşti: alegori de aşılıp, “öz” ve “gerçek” ile olan ilişki daha da yakınlaşmaya başladı. Tarihsel seyirde mitoloji budur. Ancak yapısalcı bir kafayla bugün perspektifinden bakarsak, mitoloji, toplumların geçmişleri ve “nereden, nasıl geldikleri” hakkında bize birçok “laboratuvar deneyi”nden daha fazla fikir verebilecek bir hazinedir. Ki, mitolojilerden sanatsal anlamda yararlanan Tolkien, kuzeyli insan anlayışı / algısı / tinindeki arketipik kişilik, olgu ve imgeleri ortaya çıkarmış, Carl Gustav Jung ise, doğrudan “folklore” (folk: halk. lore: bilgelik, irfan folklore: halk irfanı) ve mitoloji ile ilgilenerek, psikolojide çığır açan arketipler kuramını geliştirmiştir. Buna göre mitoloji, bizim kolektif bilinçaltımızın fotoğrafıdır.

Esasında burada Tolkien ne yaptı sorusuna, özetle bir cevap vermiş olduk. Ancak okuyucuya, doğrudan “legendarium”dan (legendarium: eskiden, hristiyanlıkta, aziz menkıbeleri derlemelerine verilen isimdi. Tolkien, bütün çalışmalarının bileşkesine bu adı vermiştir.) örnekler vererek analiz etmek istiyorum, bu yüzden bu işi böyle uzun bir plana yaydım.

Tanımda bahsi geçen “pattern recognition”u anlattıktan sonra, mitolojinin özelliğine değineceğim.

Pattern recognition, örüntü tanılamadır. İnsanoğlunun temel algı biçimi, pattern recognition özelliği gösterir. Evrimsel olarak doğuş sebebi, hayatta kalma ihtimalini güçlendirmektir, açacak olursak;

Bir çalı yığınının arasında, bir çift göz ve açılmış ağza benzeyen birey, anında adrenalin salgılar, kaçmaya hazır hale gelir, kalp atışları hızlanır, korku ve heyecan duyar. Ancak bir süre sonra, daha dikkatli baktığında fark eder ki, orada bir çift göz ve ağız yoktur, sadece çalılar vahşi bir hayvan suratını andıran bir şekil almıştır. Bireyi, bu ikinci dikkatli okumadan önce, neredeyse “otomatik” olarak kaçmaya hazır hale getiren, bu örüntü tanılama özelliğidir. Zira eğer, orada gerçekten bir vahşi hayvan olsa idi, insan mantıklı bir şekilde düşünüp kaçmaya karar verene kadar geçecek birkaç saniyede, çok geç kalmış olabilirdi.

Örüntü tanılama özelliğinin, günlük hayatta en çok karşımıza çıkan hali, internetteki “ : ) “ sembolüdür. Gülen bir insan suratı değildir ancak onu çağrıştırır, öyle yorumlanır. Özetle örüntü tanılama, “şey”lerin insan zihnince, önce ”anahatlar” ve kalıplaşmış örüntüler şeklinde algılanması ve çoğu zaman böyle kaydedilmesidir.

Heimdallr by Froelich
Heimdall, Gjallarhorn’u üflerken

Mitolojiler de esasında, böyle örüntüler arz ederler. Belli başlı anahatlar ve “figür”ler bütün mitolojilerde mevcuttur ve bu Jungçu anlayışta, “arketipler kuramı”nı doğurmuştur. Buna göre, bir takım figürler, kolektif bilinçaltında oluşmuş arketiplerin yansımasıdır. (Jung’un görüşlerini uzun uzadıya anlatmak, konunun dışına taşmaya sebebiyet verecektir, o yüzden buna girişmeyeceğim.)

Şimdi, kuramsal savları sıralamadan önce, dünya mitolojilerinden birkaç örnek vereyim. Müslümanlar, İsrafil’in “sur” isimli düdüğe üfleyerek kıyameti haber vereceğine inanırlar. Vikingler de, bekçi tanrı Heimdall’ın, Gjallarhorn isimli borusuna üfleyerek, Viking algısındaki kıyamet olan “Ragnarok”u diğer tanrılara bildireceğine inanırlar. Aynı inanış, “kıyamet”, aynı figür, “tanrısal varlık”, aynı olay, “bir üflemeli çalgı aletinin sesi yoluyla haber vermek”. İlginç değil mi?

Bu benzerliğin sebebinin ne olduğuna dair, çeşitli savlar mevcuttur. Söz gelimi, Wilhelm Schmidt, Der Urpsung der Gottesidee kitabında, “Urmonotheismus” (ilkel tektanrıcılık) teorisini ileri sürer ve benzerliğin, bütün insanlığa hakim olmuş olan bir “ilkel tek tanrılı din”in, sonradan farklı coğrafyalarda bozunarak farklı dinlere evrilmiş olmasından kaynaklandığını söyler.

Yine kimi araştırmacılar, özellikle komplo teorisyenleri, mistik bir ırkın/ailenin/grubun bütün dünyaya aynı kaynaktan yayılan aynı şeyleri öğrettiğini söyleyerek benzerliği açıklamaya çalışırlar. (Platon’dan bu yana, Atlantis efsanesi tutkunları bu sınıfa girer. Belki de, Occam’ın usturası prensibini kullanarak, “en basit açıklama budur, öyleyse bu doğru olmalıdır” diyerek hareket ediyorlar, kim bilir?)

Benim kabul ettiğim ve Tolkien’in de bir şekilde yol olarak seçmiş olduğu anlayışa göre ise, bu benzerliğin sebebi, “benzer şartlarda benzer şeyler evrimleşir” prensibidir.

Şahsi görüşüme göre, bu mitolojik olgunun nasıl evrimleşmiş olabileceğini açıklayarak, devam edeyim. Dinler tarihi araştırmacılarının birleştiği bir husus var ki, insanoğlunun ortaya koyduğu bütün mitolojik metinlerde, “gök gürültüsü tanrısı” en belirgin tanrıdır. Hint-Avrupa ırk/dil grubunun köksel başat tanrısı Dyeus (Hint Avrupa dillerinde “tanrı” sözcüklerinin neredeyse hepsi, dyeus kelimesiyle akrabadır. Zeus, Dei, Dieu, hatta çokça bozulmuş olarak God, Gott ve Hüda gibi.) gök tanrısıdır ve gök gürültüsüyle ilişkilidir; Türklerin (bir süre sonra “kabuğuna çekilen tanrı”, deus otiosus haline dönüşüp yerini daha düşük dereceli tanrılara bırakmış olsa da) Gök Tanrısı “Tengri” (tanrı sözcüğü tengri sözcüğünün evrime uğramış halidir, çeşitli Türk dilleri ve Moğol ağızlarında Teyri, Tangara, Tara şeklinde gözlemlenir.), Mezopotamya ve Anadolu’da Marduk ve Teşup gibi.

Peki neden gök gürültüsü ile ilişkilendirilen tanrı, bu kadar belirgin ve başat konumdadır?

Nedenini, “gök”ün neden ilkel çağlarda “kutsal” olarak imlenip, günümüzde “mekandan münezzeh” olduğu iddia edilen Sami dinlerinde dahi bir şekilde “tanrının katı” olarak kalmayı başarabilmiş “eski bir kutsal” olduğunu irdelersek, çözebiliriz.

Jesus Osiris
Jesus Osiris karşılaştırması

İnsanoğlu, yaşamının üzerinde doğanın doğrudan tasarruf sahibi olduğu uzunca bir görece “edilgen” dönem geçirmiştir; bugün her ne kadar doğaya daha büyük bir oranda hükmediyorsa da, bu hale gelene kadar doğa karşısındaki edilgen konumu çok uzun bir süreçte, çok yavaş bir şekilde görece “etken”e dönüşmüştür. Ve bu edilgen süreçte insanlar, doğanın sıcağı, soğuğu, mevsimleri ile insan hayatını katı bir şekilde etkilediğini gördüler. Ve bu etki, anlamlandıramadıkları için, “korku” doluydu. Ancak bu korku, “öngörü” ile kısmen de olsa aşıldı; mevsimin geleceğini önceden tahmin edip, tedbir alan insanoğlu, daha az hasar görmeye başladı ve bu sayede, kendisine hayatta kalması için “yardım eden” gök, kutsal bir hale geldi. Zira insanoğlunun en temel içgüdüsü hayatta kalmaktır, dolayısıyla ilk “kutsal” done, bu içgüdüden beslenerek ortaya çıkmış olmalıdır.

Gök cisimleri, özellikle yıldızlar, sonra ay ve güneş, insanoğlunun mevsimleri hesaplayabilmesine yarıyordu. Bu sayede gök ve göğün “alt elemanları” olarak gök cisimleri, kutsallaştı. İlk pantheonlar, bu hiyerarşi ile oluşmuş olmalı. En tepede başat bir gök tanrısı figürü, ona özellikle ilk çağlarda eşlik eden eşit konumda bir “yer tanrıçası” (gök cisimlerinin haber verdiği mevsimlere göre ekilip biçildiğinde bereketli verim alınan toprak, göçebeler içinse, gök cisimlerine göre mevsim bilindiğinde ve yön tayin edildiğinde, gidilip en verimli otlakların bulunduğu toprak), ardından bu ikisinin “elemanları”, alt kolları olan gök ve yer cisimleri, birer tanrı suretiyle, aralarındaki ilişkinin alegorik bir anlatımı “oğul-kız” olarak ilişkilendirilmiş biçimde, daha düşük rütbeli tanrılar.

Gök gürültüsü de, tanrısal düzlemde bir şeylerin iyi gitmediğine işaret olmuş olmalı ve uzun süren evrimin neticesinde, gök gürültüsünden kök alan “tanrısal sistemin tamamen bozulduğunu haber veren yüksek, korkunç ses” fikri ortaya çıkmıştır diyebiliriz.

Bu açıdan baktığımızda anlaşılıyor ki, mitoloji, “çevre”yi ve “varoluş”u, alegorik biçimde anlatan bir “eski dönem irfanı”dır. Ancak bu alegorik yapı, bir kere “doğrudan anlatı” usulünden kopulduğu, hikaye anlatma yolu seçildiği için, (hikaye yolunun seçilmesinin sebebi, örüntü tanılama özelliğimizdir, böylece anlatılan aklımızda, salt soyut sözlerden daha iyi kalır.) olduğu gibi durmaz, pür sanal, ilk amaçla hiç alakası olmayan “anlatı”lar da doğurmaya başlar. Öyle ki, Tolkien’den, “Sigurd ve Gudrun Efsanesi” isimli İskandinav mitolojisine dair incelemesinde öğrendiğimize göre, bu girift ve dolambaçlı yol, mitolojinin olmazsa olmazıdır, bunu tutmadan anlatılarını ifade eden ozanlar, İskandinavya’da “eddasız” yani “mitolojik/destansı anlatımdan yoksun” diye aşağılanırlar. Ancak bu yol, mitolojinin, esasında “gereksiz” olan, ancak genelde, salt sanal olduğu için en sanatsal ve güzel tarafı diyebileceğimiz kısımlarını, “ayrıntı”larını ve yan öykülerini yaratır ve fantastik edebiyat aslında, mitolojinin bu ikincil özelliğini taklit eder.

Kısaca söylemek gerekirse, mitolojide, “kavram”ı şahıs ya da obje ile cisimleştirmek/karaktere bürümek, bazen de karakteri kavram ile ilişkilendirmek vardır ve bu durum, bütün mitolojiler için geçerlidir. Benzerliğin kaynağı da, “benzer şartlarda benzer şeyler evrimleşir” prensibidir. Buna göre, bütün insanlık için ortak olan temalar, bütün mitolojilerde ortaktır (ölüm) ve daha özele inildikçe, mitolojilerin mahiyeti, coğrafyaya göre farklılık gösterir, zira çevre farklıdır. Ve bazı kültür havzaları, görece homojen bir yapıya kavuşmuşlar ve “diğer” mitolojiler ile karakteristik farklar gösteren kendi mitolojilerini yıllar içinde oluşturmuşlardır. Bu mitolojiler, o halkların “zihin atmosferi” hakkında bize bilgi verir, esasında bir halkın mitolojisi, girişte dediğimiz gibi, o halkın kolektif bilinçaltının fotoğrafıdır.

Mitoloji hakkında bu kadar yeterli sanırım, dünya mitolojilerinden örnekler, karşılaştırmalar ve çıkarımlar yoluyla savımı ispatlamak ve daha anlaşılabilir kılmak istesem de, başta belirttiğim gibi bu akademik bir çalışma değil ve ben okuyucuyu sıkmak istemiyor, elzem olan bu “sunuş”tan mümkün olduğunca hızlı bir şekilde konuyu Tolkien odağına getirmek istiyorum.

Her yazının sonunda, Türk mitolojisinden bir dize, bir söz alıntılayacağım, okura küçük bir “bonus” olarak. Umarım bir Türkün içinde mitoloji aşkı tetiklememe vesile olur, Tolkien hakkında yazıp çizmek benim için hayli keyif verici, üstüne bu da, benim “bonus”um olur.

Gelecek kısımda, Tolkien’in beslendiği öncülleri irdelerken buluşmak üzere!

“Kün tuğ bolgıl kök kurıkan”

(Güneş tuğ olsun, gök çadır. Oğuz Kağan’ın Duası’ndan bir dize.)

ÖNERİLİR
BU BÖLÜMÜ OKUDUKTAN SONRA


BÖLÜM 2BÖLÜM 3BÖLÜM 4BÖLÜM 5BÖLÜM 6