Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Mu

Sayfa: 1 [2]
16
Kurgu İskelesi / Ynt: Müdür Bey
« : 22 Şubat 2011, 22:38:50 »
Hepinize zamanınız ve yorumunuz için tek tek teşekkür ederim. İyi, kötü okuduğum her yorum beni nasıl mutlu ediyor anlatamam. Beğenmenize çok sevindim.

17
Kurgu İskelesi / Müdür Bey
« : 22 Şubat 2011, 16:18:50 »
“ Afedersiniz, ben ölmek istiyordum. “
“ Ah evet. Buradan dümdüz ilerleyip sağa dönün. Orada size yardımcı olacaklardır. “
“ Teşekkürler, “ uzun beyaz entariler içindeki adama başıyla kibarca bir hareket yapıp gösterdiği tarafa doğru yürümeye başladı.

Bembeyaz koridor boyunca ilerledi. Bir tür rüyada olduğunu biliyordu. Ama garip bir şekilde rüya aynı zamanda ona sahiciymiş gibi geliyordu.

Buraya nasıl geldiği hakkında pek bir fikri yoktu. Dünya’dayken son hatırladığı bir arabanın içinde ölmeyi bekliyor olduğuydu. Uzun zamandır planlıyordu intihar etmeyi ama bir türlü harekete geçemiyordu. İçinde küçük bir parçası hep erteliyordu mutlak sonu. Belki yaşamı düzelir, belki anlam kazanır, belki sabah gözlerini mutlulukla açabilmesi için bir nedeni olur diye umutla beklemişti.

Ancak tam tersine yaşamı gün geçtikçe katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Herşeyi vardı. Ailesi varlıklıydı, bir dolu akrabası vardı.Yakışıklı olmasa da pek de tipsiz sayılmazdı. Dışarıdan bakıldığında şanslı doğmuş bir velet bile denebilirdi. Ama içi bambaşkaydı; alev alevdi. Kurduğu binalar çoktan çatlayıp yıkılmaya başlamıştı. Artık dayanamıyordu bu anlamsız koşuşturmaya, sahte maskelere, kibarlık seremonilerine. Hayatta bir anlam göremiyordu. Nedenlerini kaybettiğinden beri ne kadar geçmişti aradan? Uzun, çok uzun bir zamandır depresyondaydı. İçine kapanıktı. Arkadaşlarına açılmaya hep korkmuştu. Yargılanmaktan korkmuştu. Hepsi de yarattıkları illüzyonlara öylesine dalmıştı ki... Bunca zamandır yüreğinin isten kapkara olmuş odalarını saklayabilmek, hep içine atabilmek belki de hayattaki en büyük başarısıydı.

Çok yalnızdı. Arkadaşları formalite icabı onun dostlarıydı. Derslerde tanışmıştı onlarla. Zorunlu arkadaşlık yani. İhtiyaçtan doğan uçucu tipler. Gerçek dostu yoktu. Onu yargılamadan dinleyecek, ne yaparsa yapsın sevecek kimsesi yoktu.

Uzun beyaz koridorda yürümeye devam etti. Cebindeki son parayla bir hortum aldığını hatırlıyordu. Ailesi okula rahat gidip gelebilsin diye bir de araba almıştı ona.

Kendi kendine gülümsedi. Gerçekten şanslı bir çocuktu.

Uzun zamandır planlıyordu intiharını. Kimi zaman evden derse gidiyorum diye çıkıp arabayla turlamıştı gri betondan şehri. Issız bir yer bulabilmek için oluk oluk benzin yakmıştı. Sonunda kenar köylerin birinde bir çeşme kenarı bulmuştu. İlk gördüğü zaman anlamıştı. Burasıydı. Issız, kervan geçmez...

“ Alo? Anne akşam arkadaşın evinde kalacağım. Hıhı tamam. Merak etme param var. Tamam hoşçakal. “

Son yalanı buydu. Son sözleri. O gün akşama kadar çarşılarda gezip tozduğunu hatırlıyordu. Öleceğini bilen insanlar son günlerinde ne yapar, nasıl hisseder diye merak ederdi hep. Eh pek de ilginç değilmiş diye düşündü. Bir internet kafeye oturup saatlerce oyun oynamıştı. Oradan çıkıp kocaman bir hamburgeri mideye indirmiş sonra da elleri ceplerinde boş boş dolanıp durmuştu.

Çarşının tam göbeğinde bir rock bar vardı. Şehirde bu tarz yerler pek bulunmazdı. Büyük bir nimetti. Tarzı olan bir mekandı. Hep orada takılmak, oranın müdavimi olmak isterdi ama yalnız olduğu için kapıdan girmeye cesaret edemezdi. Tek başına oturup birasını yudumlamayı istemezdi. Eğer içinde bir özlem kalacaksa o da buydu işte.

Sarhoşluk ve kahkaha içinde zamanı burada unutmayı istemişti hep. Olmayan dostlarıyla oturduğunu hayal etmişti. Hayali bayan dostlarıyla dev bira bardakları arasından bakışmayı hayal etmişti. Yakaladığı tek bir bakışla deliler gibi sevinip benden hoşlanıyor diye kendini kandırmayı hayal etmişti. Kadınların şen kahkahası, erkek dostlarının müstehcen fıkraları ile kendini kaybetmeyi hayal etmişti. Yoldan geçip giden zavallılara nasıl umursamaz olduğunu bakışlarıyla göstermeyi, mutluluğunu gözlerine sokmayı istemişti.

Hiçbiri olmamıştı. Yine aynı yerdeydi. Karşı kaldırımda ifadesiz bir yüzle barın kapısına bakıyordu. Yine yalnızdı. Her zamanki gibi dönüp gitmişti. Üzgün değildi. Sadece küçük bir burukluk vardı içinde. Hep orada olan bir şeye ulaşamamanın verdiği bir huzursuzluk.

Zaman hızlı geçmişti. Akşam olmuştu. İşten çıkanlar evlerine dönüyor, çiftler günün stresini atmak için sağa sola bakınıp oturacak güzel bir mekan arıyordu.

Bulduğu ıssız çeşmeye kadar sessizce sürmüştü arabasını. Arabasını çeşmenin kenarına çekip uzun uzun bakmıştı karanlığa. Yavaş hareketlerle inip önce yüzünü yıkamıştı. Kalın hortumun ucunu eline alıp egzosa yerleştirdiğini hatırlıyordu. Diğer ucunu ise arka cama sıkıştırmıştı.

Şoför koltuğuna oturup kontağı çevirmişti. Dizel motorun tanıdık sesi kulaklarına dolarken koltuğunu yatırıp müzik çalarını kulağına takmıştı. Uzun uzun araştırmıştı internetten bu işi. Son uykusuna dalmadan önce yaklaşık yarım saati vardı. Bu da altı şarkı ederdi. Ölürken dinlediği son altı şarkı. Garip bir şekilde korku hissetmiyordu. Tam tersine hafif bir heyecan sarmıştı içini.

Burnuna egzosun tanıdık kokusunun dolduğunu hatırlıyordu. İlk nefesinde zorlansa da yavaş yavaş ağır dumana alışmaya başlamıştı. Vücudu giderek uyuşuyor, gözleri asla uyanamayacağı bir uykuya doğru kapanıyordu. Uyumak gibi demişlerdi bu yönteme. Acısız, huzurlu...

Dinlediği son şarkı kulağında bangır bangır çalıyordu.

No one but me can save myself, but it's too late
Now I can't think, think why I should even try
Yesterday seems as though it never existed
Death greets me warm, now I will just say goodbye,
Goodbye


Sonra gözünü açtığında kendini bu uzun beyaz koridorda bulmuştu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama bir şekilde henüz ölmediğini hissediyordu. Bu işi bir an önce çözse iyi olacaktı. Ne kadar zor bir şeydi insanın bedeninden ayrılması böyle?

Pencerelerden sızan soğuk, beyaz ışık sade koridorun her bir köşesini aydınlatıyor beyaz mermer duvarları daha da soğuk gösteriyordu.

Havada tanıdık bir koku vardı. Dünya’dayken bildiği bir koku. Toz ve küf kokusu burnunu doldurdu. Burası aynı devlet dairelerinin eski koridorları gibi kokuyordu.

Karşısındaki dönemeçten sağa yöneldi. Koridor hiç değişmeden devam ediyordu. Duvarlarda ne bir tablo ne de bir yazı vardı. Bembeyaz mermer duvarları sıra sıra dizilmiş büyük ahşap pencerelerden başka hiçbir şey süslemiyordu.
İleriden insan sesleri geliyordu. Doğru yol üzerinde olmalıydı. Adımlarını hızlandırdı.

Koridor giderek genişleyip büyük bir salona açıldı. İçerisi ana baba günüydü. İnsanlar öbek öbek dizilmiş birbirleriyle sohbet ediyor, gülüşmeler ve kahkahalar havayı dolduruyordu. Her tarafa cömertce döşenmiş beyaz mermer, pencerelerden sızan soğuk ışıkla birlikte insanın gözlerini kamaştırıyordu. Salonda bekleşen insanların hepsi aynı renk giyinmişti. Beyaz renkli tek parça entariler göz kamaştırıcı manzaraya bakmayı daha da zorlaştırıyordu.

Önündeki ışıltıdan dolayı gözlerini kısıp salonu inceledi. Burası da tıpkı geçtiği koridorlar gibiydi. Soğuk ve süssüz. İki büyük ahşap kapıdan başka hiçbir şey yoktu. Koyu renkli ahşap kapılar salonun ışıltısıyla büyük bir tezat oluştururcasına karşılıklı iki duvarda yükseliyordu. İnsanlar kapılardan birinin önünde uzun bir kuyruk oluşturmuş içeri girmek için sabırsızca bekleşirken gülüşme ve kahkahalar birbirine karışıyordu.

Kalabalığın arasından kendine yol açarak kapılara doğru yöneldi. Tam o sırada bir el omzundan tutup onu durdurdu.
“ Lütfen sıranıza geçiniz. Biliyoruz Dünya’ya doğmak için sabırsızlanıyorsunuz ama rica ederim siz de herkes gibi sıranızı bekleyiniz. “
“ Ne...? “ diye şaşkınca kekeledi. Bembeyaz entariler içindeki kel adamın tatlı sesinden iki kelimeyi yakalamıştı. “ Dünya’ya doğmak mı? “

Adam şaşırmış gibi kaşlarını kaldırdı. “ Evet biz hepimiz bir beden sahibi olmak için bekliyoruz. Siz ne için gelmiştiniz? “
“ Ben ölmek istiyorum. “

Kel adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. “ Ölmek mi? “ dedi şaşkınlıkla.
“ Evet intihar etmiştim. Ama henüz tam olarak ölmedim “ ellerine bakarak ekledi “ yani öyle olduğunu hissediyorum. Bu işi bitirmek için buraya geldim. “

Bir an tüm bu insanların ne kadar saf olduklarını geçirdi aklından. Hepsi kapının önünde dizilmiş doğmak için sıralarını bekliyordu. Dünya’da bunca merak ve isteği hak edecek ne vardı ki?

“ Ama neden ölmek istiyorsunuz? “ diye sordu adam şaşkınlık içinde. “ Yani orası eğlenceli değil mi? “
“ Eğlenceli mi? “ tüm bu salondakiler gerçekten saf olmalı diye düşündü. “ Size böyle mi söylendi? Eğlenceli? “

Konuşmalarına kulak misafiri olmuş birkaç kişi daha yanlarına yaklaşıp dinlemeye başladı.
“ Dünya dediğiniz yer tam bir işkence! “ Kel adama dönüp sordu. “ Senin adın ne? “
“ Ben huzurum. “
“ Hıh! Huzurmuş. Dünya’da borcunu ödemen için kapına dayandıklarında görürsün huzuru, “ yanında durmakta olan başka bir adama dönerek “ Senin adın ne? “
“ Ben bağışlamayım, “ dedi adam usulca.
“ Bağışlama mı? Dünya’da canını o kadar çok acıtacak insanlar olacak ki kısa sürede bağışlamayı unutacaksın, “ bir diğerine dönerek “ Ya sen kimsin? “
“ Ben keyifim. “
“ Peh! Dünya’da omzuna yüklenen sorumluluklar altında ezilirken tek düşünebildiğin ay sonunu getirebilmek olacak. Keyifmiş! “
Şimdi etrafında küçük bir kalabalık vardı. Herkes meraklı bakışlarla kendisini dinliyor, kimse konuşmuyordu.
“ Bize oranın güzel olduğunu söylemişlerdi. “
“ Eh, belli ki herşeyi anlatmamışlar. Bana bir bakın. Kim olduğumu dahi bilmiyorum. Ne olduğumu çoktan unuttum! Ve siz böyle bir yere gitmek istiyorsunuz. “   

Kel adam şaşkınlıktan konuşamıyor gibiydi. Kendini toparlamak için kısa bir an durdu. Elini kaldırıp ona salondaki diğer kapıyı işaret etti. “ Ölmek istiyordun. Ölüm İşleri Müdürlüğü orası. “ diyebildi.     

Teşekkür edip hızla salonun uzak ucunda duran ıssız kapıya doğru yürüdü. Diğer kapının aksine bu kapının önünde kimse yoktu. Salonun bu tarafı bomboştu. Diğerlerinin kahkahakarı kesilmişti. Meraklı bakışlarla onu inceliyorlar kendi aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı.

Dev ahşap kapının önünde durdu. Derin bir nefes alıp hafifçe tıkladı. Kapı kendiliğinden bir gıcırtıyla açıldı. Kararlı adımlarla içeri girdi.

Salonun soğuk parlaklığından sonra girdiği küçük oda cennet gibi gelmişti ona. Odadaki tek pencerenin önüne kalınca bir perde çekilmişti. Perde soğuk ışığı kesiyor, odanın içini loş bir ışıkla aydınlatıyordu. Duvarlara sıra sıra raflar dizilmiş, kalın siyah kapaklı kitaplar ahşap rafları ağırlıkları altında eğiyordu. Küçük odanın ortasında duran çalışma masasının üstü tepeleme kağıt ve dosya doluydu. Yerler eski, yer yer yırtılmış koyu renk bir halı ile kaplıydı. Etrafta bir kargaşa hissi hakimdi. Yine de arkasındaki salonun tekdüzeliğine karşı burası bir cennetti. Masadaki dosyaların arasında bir kıpırtı farketti.

“ Ah, hoşgeldin. Şöyle geç lütfen. “ dedi kalın bir ses. Kağıtların arasından bir el masanın önündeki sandalyeyi işaret etti.

Usulca sandalyeye oturdu. Şimdi karşısındaki adamı görebiliyordu. Başta gülmemek için kendini zor tuttu. Adamı gördüğünde bir kez daha bir devlet dairesinde olduğuna dair ciddi bir şüpheye kapılmıştı. Önünde elli yaşlarında şişko bir adam duruyordu. Özenle taranmış saçları yer yer dökülmüş, başının tepesini açık bırakmıştı. Tombul yanakları ve kırışık alnı terle ıslanmıştı. Etli çenesi boynunu gözlerden gizliyordu. Giydiği mavi gömleğin düğmeleri göbeği yüzünden gerilmiş, gevşettiği kravatının ve gömlek yakasının arkasından beyaz atleti görülüyordu.
Adam konuşmasını bekler gibi ona baktı. Gözlerinde bir memurun bıkmışlığı ve aceleciliği vardı.

“ Evet buyrun? “
“ İyi günler. Ben intihar ettim ama sanırım tam olarak ölemedim. Neler olduğunu bilmiyorum. Kendimi bir anda burada buldum. “ dedi elini hızlıca sallayarak “ Beni size yönlendirdiler. “
“ Anlıyorum. “ adam başını eğip önündeki kağıtları karıştırmaya başladı. “ Hmm, bir bakalım... “ dedi önüne çektiği kalın bir dosyayı inceleyerek

“ Evet tahmin ettiğim gibi “ dedi elindeki bir kağıda göz gezdirerek. “ Bir karışıklık olmuş. Sizin intihar edeceğiniz beklenmiyordu. “
“ Nasıl yani? “
“ Burada yazana göre, “ dedi eliyle kağıdı işaret ederek. “ Sizin daha kırk altı yıl ömrünüz var. “
Şişko adam cebinden bir peçete çıkarıp terini sildi. “ Evet sanırım sorununuz halloldu. Şimdi lütfen işime dönmeliyim. “
“ Hayır bir saniye lütfen, “ dedi saldalyesinde doğrularak Hala anlamıyordu. “ Ne demek istiyorsunuz? Henüz ölemez miyim? “
“ Üzgünüm. “ dedi şişman memur ellerini açarak. “ Prosedür böyle. “

Adamın arkasında bir şey farketmişti. Gördüğü şeyden emin olabilmek için hafifçe öne doğru eğildi. Evet yanlış görmüyordu. Şişko adamın arkasında bir çift kanat vardı!

“ Siz! “ dedi nefesini tutarak. Tam o sırada çalışma odasının bir köşesinde rafların arasında asılı duran küçük bir saat usulca çaldı.

Adamın yüzü ifadesizdi ama gözlerinden bezginlik okunuyordu. Mesaisinin bitip eve gitmeyi dört gözle bekleyen bir memurun gözleriydi bunlar.
“ Siz bir meleksiniz. “

Adam sanki bu anı defalarca yaşamış gibi tekdüze bir sesle cevap verdi. “ Evet ben bir meleğim. Şimdi lütfen sorununuz hallolduğuna göre Dünya’ya inip işe koyulmalıyım. “

Büyük deri koltuğundan zorlukla kalkıp koca göbeğiyle birkaç dosyayı devirerek kapıya doğru yöneldi. Arkasında sallanan, adamın cüssesi altında küçücük gözüken kanatları komik bir tezatlık oluşturuyordu.

Meleğin yolunu kesmeye cesaret edip karşısına dikildi.

“ Beni öldürmeden hiçbir yere gidemezsiniz, “ sesini yükseltmişti. Öbür dünyada bile işlerin bir devlet dairesinin özeniyle yürüyor olduğuna inanamıyordu.

Adam yorgunlukla başını eğdi. Omuzları çökmüştü. Hafifçe iç çekti.
“ Lütfen bana biraz hak verin. Dünya’da her saniye kaç kişinin öldüğünü biliyor musunuz? Hepsine nasıl yetişmem beklenebilir ki? Belli ki sizi gözden kaçırmışım. “ karşısındaki adamın şaşkın ifadesine bakıp ekledi “ Evet benim hatam. Sizi uygun şekilde öldürmediğim için üzgünüm. Ama bu devirde işler hiç olmadığı kadar yoğun. Durmadan çocuk yapıp duruyorsunuz. Bir kişinin tüm bu karmaşaya yetişmesi nasıl beklenebilir ki? Artık emekli olmak istiyorum. “ son cümlesini yukarı bakarak sanki birilerinin onu duymasını bekliyormuş gibi yüksek sesle söylemişti.

Bir kaç saniye küçük odada kimse konuşmadı. Şişko meleğin karşısında durmuş söylediklerini anlamaya çalışıyordu.
“ Siz Azrail misiniz yoksa? “
Adam başını hafifçe salladı. “ Evet Dünya’da böyle tanınıyorum. “

Melek onu kenara çekerek kapıya doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda göbeği sallanıyordu. Kapı eşiğinde durup arkaya baktı.
“ Hadi ama bu kadar şaşkın olma. Daha çok uzun bir ömrün var. Ama yok ben illa yaşamak istemiyorum dersen bir daha intihar et. Aynı hatayı iki kere yapmam. “ diyerek yüksek bir pof sesiyle bir anda ortadan yok oldu.

Meleğin yok olmasının ardından arkalarında bembeyaz kanatları olan iki kişi odaya girdi. İki adam da sertçe koluna girip onu sürüklemeye başladı.
“ Durun! Ne yapıyorsunuz? “
“ Müdür Bey’den emir aldık. Buraya ait değilsin. “

İtiraz dolu çırpınmalarına aldırmadan onu tutup yaka paça küçük odadan salona sürüklediler. Birisi onu sıkı sıkı tutarken diğeri de pencerelerden birini açtı. Yüzüne esen soğuk rüzgarı hissedebiliyordu.
“ Hayır! Durun! “

Salondaki insanların sessiz bakışları altında iki melek onu tuttukları gibi kaldırıp pencereden aşağıya attılar.
Deliler gibi çırpınıp çığlık atarak beyaz boşluğa doğru düşerken yavaş yavaş bilincini kaybetti.




* * *



Gözlerini açtığında bir arabanın içinde oturuyordu. Kulaklarında bildik bir şarkının ezgisi vardı.

No one but me can save myself, but it's too late
Now I can't think, think why I should even try


Nefes alamıyordu. Arabanın içi yoğun egzos dumanıyla kaplanmıştı. Aniden herşey, başından geçen tüm olaylar gözlerinin önünden geçti. Hatırlıyordu.

Hızla kapıdan fırlayıp çeşmenin taşan suları yüzünden çamur içinde kalmış toprağa uzanıp temiz havayı uzun uzun içine çekti.

Belki de ölmek için biraz daha bekleyebilirdi.





SON

18
Kurgu İskelesi / Soytarının Sınavı
« : 15 Şubat 2011, 12:49:09 »
“ Çoban Gulu! “ diye bağırdı kapı muhafızı.
Sırası gelmişti işte. Titreyen bacaklarla yerinden kalktı. İster istemez arkasındaki uzun koridora bir göz attı. Hala bu işten vazgeçip geri dönme şansı vardı. Cesaretini toplamak için gözlerini yumdu.

“ Hayır, “ dedi kendi kendine. “ Prenses için her şeyi göze almaya hazırım, “ Görmeyen gözlerle kralın karşısına çıkacağı kapıda durdu.

Muhafızın yüzü çobanın cesareti ve kendine güveni karşısında sempatiyle yumuşamıştı. Dostça omzuna vurup başını salladı. “ Cesur ol. “
Zırhlara bürünmüş kapı muhafızı tek bir hareketle üzerine kraliyet arması işlenmiş, gümüş oymalı dev kapıyı açtı.

İçeriden süzülen ışık Gulu’nun gözlerini kamaştırdı. Salonun genişliği ve ihtişamı o daha kapıdan girmeden gözlerini kör etti. Öylece kapıda durmuş içeri bakıyordu.

Muhafız çobanın tereddütünü görüp hızlıca sırtını dürttü. “ Hadi ne duruyorsun! Kralı bekletme. “
Gulu gözlerini kırpıştırdı. “ Kral... evet. “ dedi belli belirsiz bir sesle. Duyduğu korku ve heyecandan vücudu istemsizce kasılıyordu. Midesi bulanıyor, böyle bir çılgınlığa kalkışmış olduğu için kendini suçluyordu. Sıradan bir çoban, yüce kralın karşısında ha? Olacak iş değildi. Yavaş adımlarla büyük kabul salonuna doğru yürümeye başladı.

Kapıdan gördüğü ihtişam, içeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında sönük kalıyordu. Huşu dolu bakışlarla dev salonu inceledi. Sıra sıra sütünlar sanki Tanrılara el açmışçasına yerden yükseliyor dev kubbeyi destekliyordu. Gümüş ve altın desenlerle süslü sütunların üzerinde yükselen kubbeye dev bir harita resmedilmişti. Duvarlardaki gözalıcı resimler ve heykeller sanatın duru ışığıyla aydınlanmıştı. Parlak mermerin saf beyazlığı üzerindeki mavi damarlarla yumuşuyordu. Salonun iki yanına dizilmiş dev pencerelerin renkli camlarından giren güneş ışığı tüm bu ihtişamı insanın içini ısıtan bir ışıkla dolduruyordu. Tam karşısında ise altın işlemeli dev tahtına oturmuş kral oturuyordu.

Kısa bir an için orada neden bulunduğunu unutmuştu. Gözlerini dev kabul salonundan zorlukla ayırıp başını önüne eğerek yürümek için kendini zorladı. Nefesi heyecanla kesik kesik çıkıyordu. Kralın huzurundaydı.

Tam o sırada kahkahalar atıp dans eden bir gölge yanından şimşek hızıyla geçti. Ne olduğunu anlamak için gözlerini yerden kaldırmaya cesaret etti. Kral tam karşısındaydı. Dev tahtına oturmuş, ipek giysileri içinde çok yüksek ve erişilmez görünüyordu. Pencerelerden sızan öğlen güneşi değerli taşlarla dolu altın tacından acımasızca yansıyıp kendisinin sadece bir çoban olduğunu kulağına haykırıyordu.

Sonra gözleri yanından geçen şeyin ne olduğunu gördü. Bu gürültücü bir soytarıydı. Üzerinde her renkten kumaş olan komik bir giysi giyiyordu. Kralı eğlendirmek için oradan oraya taklalar atarak koşuyor, komik olduğunu düşündüğü anlamsız bir şeyler geveleyip kendi kendine kahkahalar atıyordu.

Elleri üzerinde kalkarak krala doğru ilerleyip tahtın önüne geldi. Amuda kalkmış bir vaziyette konuşmaya başladı.

“ Kralımız bugün nasıllar? “  dedi soytarı poposunu aşağı yukarı sallayarak. Soytarının tiz, alaycı sesi salonda yankılandı. Gulu olan biteni yüzündeki dehşet ifadesiyle izliyordu. Görünüşte soytarının sorusu masum gibi gözükse krala soru soran kişi poposuymuş gibi davranıyordu!

Soytarı cevap almayı bekleyerek poposunu sabırsızca oynattı. Gulu korku içinde malum emrin gelmesi için bekledi. Krala yapılan böyle bir saygısızlık büyük ihtimalle ölümle cezalandırılırdı.

Üzerindeki gergin hava duyduğu kahkahayla paramparça oldu. Gözlerine inanamayarak krala baktı. Kudretli tahtında kral kahkahalarla gülüyor, vücudu sarsılıyordu.

“ Teşekkürler Gakguk, iyiyim“ dedi kral kahakahası arasından.
Soytarı halinden son derece memnun görünüyordu. Ceplerinden çıkardığı elmaları büyük bir ustalıkla elinde çevirmeye başladı.

Kral bir süre karşısındaki gösteriyi izledi. Daha önce orada durduğunu farketmediği kralın tahtının yanında duran bir adam öne çıktı. Krala bu kadar yakın olduğuna göre bir vezir olmalı diye düşündü Gulu. “ Tamam Gakguk. Bu kadar yeter. Çekilibilirsin. “

Gakguk alaycı ve abartılı bir selamla yere kapaklanıp sürünerek geri çekildi. Yanından geçen soytarının fırıl fırıl dönen gözlerle kendisine baktığını görebiliyordu.

Vezir derinden gelen kalın sesiyle elinde tuttuğu kağıdı okumaya başladı. “ Prensesi eline düştüğü acımasız ve korkunç yaratıktan kurtarmaya geldiğini söyleyen Çoban Gulu, “ okumasını bitirip Gulu’ya onu sorgular gibi kısa bir bakış attıktan sonra kralına döndü.

Kral vezirin okuduğu ismi duyar duymaz yerinde hafifçe kıpırdandı. Kralın kendisine bakmakta olduğu görüp hızla yere çevirdi bakışlarını. Kısa bir an için de olsa kral ile gözleri birleşmiş Gulu anlam veremediği bir sıcaklık ve sevgi hissetmişti o gözlerde.

“ Çoban Gulu, “ dedi kral gür sesiyle. “ Bir adım öne çık. “

Bacaklarının titremesine bir türlü mani olamıyordu. Usulca bir adım attı.

“ Bu şehirden misin? “
“ Evet, efendim, “ dedi ürkek bir sesle.
“ Prensesi kurtarmak için gerçekten gönüllü müsün? “
Gulu sorunun tam olarak ne anlama geldiğini anlamadı. Acaba kral onun basit bir çoban olmasına mı dokundurmak istemişti yoksa ürkek görünüşüne mi?

Üzerindeki baskıdan dolayı deri tüniğinin altında terlediğini hissetti.

“ Ben... şehir meydanında çığırtkanların halka yaydığı haberi dinledim. Prensesimizin zalim bir ork tarafından alıkonması çok korkunç bir durum. “
“ Haber doğru çoban. Kızım kötü kalpli ork tarafından alıkondu. Senden önce sayısız cesur savaşçı kızımı kurtarmak için o korkunç Karadağ’a doğru yolculuğa çıktı. “ Kral hafifçe iç geçirdi. “ Hiçbiri başarılı olamadı. “
“ Duydum ki... duydum ki prensesi kurtarmayı başaran kişi onunla evlenmeye hak kazanacakmış.“ dedi Gulu titrek sesiyle.

Kralın bakışları çoban üzerinde bir an sevgiyle dolaştı. “ Evet, bu da doğru çoban. “
Kral tahtında hafifçe kıpırdandı. “  Neden kızımı kurtarmak için hayatını tehlikeye atmak istiyorsun? Soylular ve savaşçılar dahi başarılı olamamışken? “
“ Ben... prenses... “ Gulu korku ve heyecandan kekelemeye başlamıştı.     
Salondan çıt çıkmıyor, soytarı bile zırıldamayı kesmiş, konuşmayı dinliyordu.
“ Ben... prensesi hasat günü yapılan büyük şenlikte görmüştüm. “ daha fazla konuşamayarak sustu.
Kral yumuşak bir sesle onun yerine devam etti. “ Ve ilk görüşte aşık oldun. “
Gulu’nun üzerinde hissettiği baskı ve heyecana bir de utanma duygusu eklenmişti şimdi.

Tiz bir ses konuşmayı böldü. Soytarı Gulu’nun yanına gelmiş ona inanmaz gözlerle bakıyordu. “ Hıh, basit bir çoban parçası işte! Daha orku görür görmez kaçacağına eminim.“
Kral kaşlarını kaldırmıştı. “ İsteyen herkes prensesi kurtarmak için Karadağ’a yolculuğa çıkabilir Gakguk bunu biliyorsun. “

“ Evet evet elbette biliyorum, “ dedi soytarı hızlıca tiz sesiyle. “ Ama bu adama bir şans tanımaya emin misin? O bir çoban! “ 

Gulu vezirler hariç kimsenin yüce bir kralla böyle konuşabileceğini sanmazdı. Soytarı ile kral arasında kendisinin
anladığı özel bir ilişki olmalıydı.

“ Bu adama da kızımı kurtarmak için Karadağ’a yollanan tüm soylular ve savaşçılara tanıdığım aynı hakkı tanıyorum. “ Kralın sesinde hafif bir hiddet seziliyordu. “ Ve sen Gakguk, “ eliyle onu göstererek “ bu adamın yolculuğunda onun yanında olacaksın. “

Gakguk inanmazlık dolu bakışlarla bir çobana, bir krala bakıyordu.

* * *



Dev gibi leyleğin gagasında taşıdığı sepet sert zemine çarparak hafifçe sarsıldı.

“ Hey çoban, uyan! “ dedi soytarı onu pek de kibar olmayan bir şekilde dürtüyordu.
Gulu yavaşça gözlerini açtı. Uyuyakalmış olduğu için kendini sessizce azarladı.

“ Geldik sanırım, “ dedi Gakguk. İkisi de yavaşça sepetten çıkıp sert kayalık zemine adım attı.

Gulu etrafına bakındı. Karadağ isminin buraya çok uygun olduğunu düşündü. Görünürde ne bir bitki ne de bir canlı vardı. Etrafta rengi siyaha çalan kayalardan başka bir şey yoktu.

“ Sen burada bekle, “ dedi Gakguk leyleğe. Yan gözle yanında durmuş etrafı inceleyen çobana bakarak, “ kısa süre sonra panik içinde kaçarak geri döneceğimize eminim, “
Dev leylek yolculuk etmek için kullandıkları sepetin yanında somurtarak onlara baktı.

Gulu’nun gözleri kayalık arazinin tepesinde puslar içinden zor farkedilen bir mağara girişini farketti.
“ Soytarı! Orkun ini orası olmalı. “ dedi parmağıyla uzaklardaki girişi göstererek.

Kısa bir süre sonra ikisi de mağara girişinin sert duvarına yaslanmış karanlık deliğe bakıyordu. İçeride hafif bir ışık vardı ve anlam veremedikleri homurtular yükseliyordu.

“ Bu ork, “ dedi homurtuları dinleyen Gulu tuttuğu nefesi arasından.
Soytarı sanki tüm bu olanlardan çok sıkılmış gibi rahatça esnedi. “ Eee? Ne zaman gidip onu öldürmek için saldıracaksın? “
“ Öldürmek mi? “ Çoban’ın gözleri kısılmıştı. “ Ben kimseyi öldürmem, “ mağaranın karanlık girişine kısa bir bakış atıp ekledi “ Ayrıca prensesi kurtarmak için o orku öldürmek zorunda olduğumuzu sanmıyorum. “
Mağaradan gelen homurtular devam ediyordu. “ Ben gidip bir göz atacağım burada bekle, “ diyip karanlık mağaraya sessizce süzüldü Gulu.

Soytarı arkasında durmuş düşünceli gözlerle ona bakıyordu.

Karanlık girişi hızlıca adımlayıp ilerledi. İleriden gelen loş ışık mağaranın nemli duvarlarından yansıyor, gizlenebileceği uzun gölgeler oluşturuyordu. Bir kayanın ardına doğru sessizce kayıp ışığın geldiği odaya doğru başını uzattı.

Odanın tam ortasında küçük bir ateş yanıyor ateşin yanında duran bir masanın üzerinde ise büyük bir sepet duruyordu. Daha iyi görebilmek için başını biraz daha uzattı.

Kocaman, yeşil derili bir ork masaya oturmuş şapırtılar arasında sepetten aldığı şeyi ağzına götürüyordu. Orkun gözleri loş ışıkta kırmızı kırmızı parlıyordu. Tel tel saçları, pislikten yol yol olmuş giysisi ve koca burnu ile tüm haşmetiyle orada durmuş elma yiyordu.

“ Elma? “ dedi Gulu kendi kendine. Masada duran sepet elma dolu olmalıydı. Dev ork kocaman ağzıyla elmaları büyük bir zevkle ısırıyor, ağzından damlayan sular giydiği paçavraya damlıyordu. Tam arkasında ise...

“ Prenses! “ dedi tuttuğu nefesini bırakarak. Prenses arkasında bir yatağa iplerle bağlanmıştı. Yaralanmamış gibi görünüyordu. Gulu kızın inip kalkan göğsünü görebiliyordu. İçinden tanrılara bir minnet duası gönderdi. Kızın bir heykel inceliğinde oyulmuş yüzü ve güzelliği onu ilk gördüğü günde olduğu gibi Gulu’yu soluksuz bırakmıştı. Onu büyük şenlikte, sarayın balkonunda gördüğünden beri kızı rüyalarında görüyordu. Tutulmuştu.

Hızla çıkışa doğru koşup soytarının yanına geldi.

“ Soytarı bana elmalarını ver! “ dedi heyecanla.
“ Ne? Elmalarım mı asla olmaz. Onlar benim cambazlık gereçlerim. Yemek için değil! Ayrıca nasıl böyle bir durumda karnını düşünebilirsin anlamıyorum. “
“ Prensesi kurtarmak için bir planım var. Çabuk ol. “

Soytarı istemeden de olsa cebinde taşıdığı elmaları çobana uzattı. “ Al, hepsi bu. “

Dört tane. Dört elma ihtiyacı olan zamanı kazanmaya yeter miydi? Yetmez zorundaydı. Aklına başka fikir gelmiyordu.

“ Hey baksana, neden bir kılıç alıp yaratığa saldırmıyorsun? “
“ Sana söylemiştim. Bu bir işe yaramaz. Ork çok güçlü. Aptal gibi görünebilir ama yetenekli bir dövüşçü olduğuna eminim. Prensesi kurtarmak için bütün savaşçıların kaba kuvvet kullandığına eminim. Belli ki işe yaramamış.“

Soytarı sessizce onu dinliyordu. Yüzündeki ifadeyi anlamak imkansızdı. “ Şimdi yaklaş Gakguk. Bir planım var. Sanırım orkun elmalara karşı zaafı var. Ama hızlı olmalıyız. “


* * *



Keyifle sepetteki son elmayı da ağzına götürdü. Ağzını şapırdatarak son ısırığı da yutup hayal kırıklığıyla sepete baktı. Elmalar bitmişti. Tam o sırada kırmızı gözleri loş mağarada yerde yuvarlanan bir nesneye takıldı.

“ Bir elma! “ diye böğürdü. Gürültüyle oturduğu sandalyeden kalkıp yuvarlanan elmayı almak için ileri atıldı. Tam eli lezzetli meyvenin üstüne kapanmıştı ki, gözüne uzaklarda mağara girişinin parlak ışığında duran yuvarlak bir nesne daha takıldı. “ Bir elma daha! “ diye zevkle homurdanıp iri adımlarla mağaranın girişine ilerledi. Parlak gökyüzünün altında, mağaradan uzakta bir elma daha gördü. Sanki rahatça görülebilsin diye bir kayanın üzerine özenle koyulmuştu. Bu harika bir şey diye düşündü. Gökten elma yağıyordu!

İki arkadaş mağaranın karanlık köşelerinden birine sinmiş dev orkun yemi yutmasını izliyorlardı. Ork hantal adımlarla mağaradan elmaların peşine düşmüştü.
“ Hadi Gakguk işte aradığımız fırsat! “

İkisi birlikte saklandıkları köşeden prensesin yattığı yatağa doğru fırladı. Gulu kızı ilk defa bu kadar yakından görüyordu. Kız ya baygındı ya da uyuyordu. Yüreğinde bir şeylerin kopmakta olduğunu hissetti. Kızın güzelliği karşısında yeniden büyülenmişti.

Soytarıyla birlikte hızla ipleri çözmeye başladı.

“ İşte oldu. “ Kızı kollarıyla kaldırıp mağaranın dışına olabildiğince hızlı taşımaya başladı. Soytarı yanında sessizce onu takip ediyordu.

Gulu, soytarının “ Kimse bu kadar ileri gidememişti, “ dediğini duydu. Soru sormak için kaydecek zaman yoktu. Hızla mağaranın dışına adımları attılar.

Tam o sırada ork gökten yağan elmalar bittiği için asık bir suratla mağaraya geri dönüyordu. Kırmızı gözlerini kaldırdığında iki adamı ve kollarındaki prensesi gördü.

Öfkeyle haykırdı ork. İkiside orkun hiddeti karşısında ellerinde olmadan sindi.

Kızı soytarının ellerine verdi Gulu. Ork belindeki kemerden sivri dikenleri soluk ışıkta parlayan bir topuz çıkardı. İri adımlarda iki adama doğru ilerliyordu.

Gulu soytarıya döndü. Sesi titrek çıksa da yüzü huzurluydu. Mutlu bile denebilirdi.
“ Kaç Gakguk. Onu da al ve kaç. Leylek sizi bekliyor. “

Soytarı çobana baktı. Yüzünde sessiz bir gülümseme vardı.

Büyü bozuldu.

Kayalık arazi paramparça oldu. Gulu’nun içini bir düşme hissi kapladı. Zemin yerini giderek beyaz mermere bırakırken karşısında ona öfkeyle yaklaşan ork yavaş yavaş gözden siliniyordu. Bir an sonra ise Gulu tanıdık bir salonda ayakta duruyordu.

Korkuyla etrafına bakındı. “ Ben... neredeyim? Ne oldu? “ Sonra korkunç bir şeyi hatırlamış gibi ekledi “ Prenses? “

“ Korkma çoban. “

Gulu gözlerini kırpıştırdı. Sersemliği hala geçmemişti. Tanıdık sütünlara, insanın nefesini kesen yüksek kubbeye baktı. Kabul salonundaydı. Kral tam karşısında tahtında, durmuş onu izliyordu. Nasıl gelmişti buraya? Neler oluyordu?
“ Ya da prens mi demeliyim? “

Konuşanın kim olduğunu görmek döndü. Soytarı tam karşısında durmuş yüzünde kocaman bir gülümsemeyle kendisine bakıyordu.
“ Gakguk, “ diyebildi. Kafası hala karışıktı. “ Neler oluyor? “
“ Gakguk mu? “ soytarı hafifçe kıkırdadı. “ Kralım demek istedin sanırım. “

Gulu’nun inanmazlık dolu bakışlarının arasında soytarının bedeni dalgalandı. Yamalı paçavra yerini en iyi kalite ipekten cübbelere bırakırken soytarının yüzü de giderek değişti. Bir an sonra karşısında kral duruyordu.
Gulu bakışlarını hızla tahtında oturan adama çevirdi. Aklını kaybediyor olmalıydı. Birbirinin aynı iki kral görüyordu!
Soytarı –daha doğrusu kral- tahtda oturan adama hafifçe başını salladı. Adam yerinden kalktı. Yüzü giderek değişirken tıpkı soytarıda olduğu gibi vücudu dalgalandı, görüntüsü birbirine karıştı. Gulu kalbinin yerinden çıkacakmış gibi hızlı çarptığını hissetti. Bir an sonra prenses karşısında durmuş ona sevgiyle bakıyordu.

“ Anlamıyorum, “ dedi tuttuğu nefesi arasından.
“ Prens Gulu, “ dedi kral kalın sesiyle. “ Sen testi başarıyla geçtin. “
“ Test mi? “

Kral başını salladı “ Kızıma uygun bir aday bulabilmek için yaptığım test. Tabi değerlimin izniyle “  dedi prensesi göstererek. Prenses kibarca gülümsedi. Hala Gulu’ya bakıyordu.
“ Gördüğün ve yaşadığın her şey birer illüzyondu. Bir büyüydü, “

Gulu olan biteni az da olsa idrak etmeye başlamıştı. “ Siz bir soytarıya dönüşerek benim her hareketimi izlediniz. Karadağ denen yere -eğer öyle bir yer varsa benimle gelmeniz önceden planlanmıştı. “

“ Senden önce pek çok damat adayını ağırladık Gulu, “ dedi kral hüzünle.

Bir süre sessizlik oldu.

“ Testi... geçtiğimi söylediniz. Onlardan farklı ne yaptım ki? “
Kralın tebessümü arttı. “ Senin de söylediğin gibi herkes çözümü kaba kuvvette aradı. Ama sen zekanı kullandın. Zekanın vicdanını karartmasına izin vermeyecek kadar erdemli olduğunu düşünüyordum ama bundan emin değildim. Ork bize saldırdığında bizi kurtarmak için kendini feda ettin, orada ölmeye hazırdın “ kral duraksayarak ona gülümsedi. “ Artık eminim. “

“ Pek çok soylu ve savaşçı ağırladık Gulu. Hepsi de Karadağ’a kızımı kurtarmak için gittiklerini söylerken gözlerinde zenginlik ve ihtişam için yanıp tutuşan arzuyu görebiliyordum. Biliyorum çünkü yanlarındaydım. Ben soytarıyım. Sen farklıydın Gulu. Bunu rütbe ve para için değil kızım için yapıyordun. Başta kabul etmek istemesem de gerçek buydu. “
Kral hafifçe boğazını temizleyip devam etti. “ Kızım bunu benden önce farketti ve sana -yani bir çobana şans verdi.“
“ Tabi tüm bunları mümkün kılan güçlü büyücümü de unutmamak lazım. “ Arkalarda gruptan uzakta olan biteni sessizce izleyen vezir başını hafifçe eğerek takdiri kabul etti.

“ Şimdi Gulu, söyle bakalım. Prens olmaya hazır mısın?
Gulu prensesin gözlerinin içinde çoktan kaybolmuştu.


SON

19
Kurgu İskelesi / Ynt: Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« : 13 Şubat 2011, 02:09:01 »
^^ İnan ben de çok uzun yazandır yazmıyordum. Sanki yazmadıkça insanın aklı da puslanıyor gibi. Cümleler zor çıkıyor, kelimeler gelmiyor. Şimdi bile öyküye bakınca kurduğum cümlelerin ne kadar kısır olduğunu görebiliyorum.

İsimleri uyduruyorum - doğal olarak diyeceksin ;D Ama yine de uydururken kendime koyduğum bir kaç kural var. Mekan isimlerini genelde kelimeleri birleştirerek yapıyorum. Çalıdikeni, Kuzey Yolu, Çobanyıldızı, Domuz Burnu, Batıkpruva, İncidiş vs... başlarda kulağıma garip gelse de yazdıkça isimleri sevmeye başlıyorum. Karakter isimlerini uydururken sadece üç sessiz harfin yanyana gelmemesine dikkat ediyorum.

İnternette 'fantasy name generator' adında bir kaç site var. Başlarda oralardan kopya çekiyordum^^.

Umarım gereken ilhamı bulursun Fresh. Uzun zaman oldu seni okumayalı.

 

20
Kurgu İskelesi / Tüccar'ın Altın Sikkeleri
« : 13 Şubat 2011, 00:33:58 »
“ Koca bir aptalsın sen Unu! “ Yumruklarını sıkmış yanında yürümekte olan adamın suratına bir tane geçirmemek için kendini zor tutuyordu.
“ Çocuk gibisin. Kapı kulbu kadar aklın yok! “

Unu yanında köpüren adamın zaten gergin olan sinirlerini daha da arttırmamaya özen göstererek sözlerini dikkatle seçti. “ Haksızlık ediyorsun Mel. Bu harita gerçek ve gerçek bir hazinenin yerini gösteriyor. “
Mel kontrolünü kaybetmemeye çalışarak gözlerini kapadı. Bir yandan dar patikada yürüyor bir yandan da neden bu adama katlanmak zorunda olduğunu düşünüyordu.

“ Gerçek mi? Peki bunu nereden biliyorsun? “ dedi sıktığı dişlerinin arasından.

Unu bir an duraksadı. Arkadaşının tepkisinden çekinerek kısık sesle cevap verdi. “ Haritayı satan adam öyle söyledi, “ arkadaşının cevap vermesini bekleyerek sessizce yürümeye devam etti. Bir yandan da ne kadar karlı bir alışveriş yaptığını kendine söyleyip duruyordu. Ama Mel’in karşı konulmaz mantığı her ne kadar kabul etmek istemese de galip gelmeye başlamıştı. Tüm parasını hazine haritası sattığını söyleyen bir tüccara bayılmıştı ve zengin olacakları konusundaki tek güvenceleri ise tüccarın sözleriyli.

“ Unu sen yıllardır biriktirdiğimiz paranın hepsini hazine haritası sattığını iddia eden bir adama verdiğini söylüyorsun. O parayı kazanmak için yıllarımızı verdik. Yapmadığımız iş kalmadı. Ama sen... “ Mel öfkesinden kekelemeye başlamıştı. “ Sen... tüm paramızı bir anda fırlatıverdin, “ Unu’nun elindeki eskimiş, sararmış parşomen parçasına bakarak “ Bu kağıt parçası için! “     

Kısa bir süre ikisi de konuşmadı. Duyulan tek ses deri çizmelerin sert toprağa bastığında çıkardıkları seslerdi.
Unu içini çekerek pes etti. “ Tamam Mel, üzgünüm. Düşüncesizlik ettim. Ama tüccarın anlattığı şeyler o kadar güzeldi ki... Krallardan daha zengin olabileceğimi söyledi. “

Mel’in sesi öfkeli çıksa da kontrolünü tekrar sağlamış gibi duruyordu. “ Düşüncesizlik bu yaptığının yanında çok kibar bir sözcük Unu. “ Yan gözle dostuna baktı. “ Aptal koca adam, “ diye iç geçirdi. Eski dostunu iyi tanıyordu ve süslü hikayelere ne kadar çabuk kandığını biliyordu. Kim bilir o kurnaz tüccar bu eskimiş parşomen parçasının gerçek bir hazine haritası olduğuna inanması için nasıl öyküler anlatmıştı. Ama yine de bu yaptığı...

“ Tamam Unu. Sana göz kulak olmadığım için kendime kızıyorum sadece. “
“ Beni suçlamıyor musun? “
“ Sen koca bir ahmaksın, ama suçladığım kişi sen değil haritayı satan o sahtekar tüccar. O adamı bulursam saf insanları kandırmak neymiş göstereceğim, “ dedi yumruk yaptığı elini havaya sallayarak.

İki arkadaş dar patikada yürüyor, güneş en tepede sıcak ışınlarını cömertçe yeşil topraklara vururken deri tüniklerinin içinde terliyorlardı.

Unu usulca arkadaşına döndü “ Şimdi ne yapacağız Mel? “

Bilmiyordu. Yıllardır biriktirmek için uğraşıp didindikleri para uçup gitmişti. İkisinin de hayali kuzeydeki kendi yurtlarında, uçsuz bucaksız gür ormanlarının eteklerini kapladığı küçük bir kasaba olan Kuzey Meltemi’nin tozlu sokaklarında küçük bir han açmaktı. Ama şimdi o sahtekar tüccarın ahmak dostunu kandırmasıyla beraber tüm para uçup gitmişti. Yola ilk koyuldukları günkü gibi beş parasızdılar ve şimdi hayallerinden başka ellerinde bir şey yoktu.

Mel bir şey farketmiş gibi aniden durdu. Yürüdükleri dar patikanın kenarındaki çalılara ve ötesindeki tekinsiz ormana baktı. Arkalarında giderek uzaklaşan kasabanın bacalarından yükselen dumanları görebiliyorlardı. Konuşmaya dalmıştı. “ Söyler misin Unu nereye gidiyoruz biz böyle? “

Unu’nun sesi eski dostunun yatışan sinirlerini yeniden ayağa kaldırmak istemiyormuş gibi usulca çıkıyordu. Gözlerini Mel’den kaçırdı. “ Sen konuşmaya dalmıştın Mel. Daha doğrusu... “ boğazını temizleyip devam etti, “ bana o kadar dalmıştın ki nereye gittiğimizi sana söyleme fırsatım olmadı. “

Mel gelecek cevabı biliyordu. “ Beni peşinden o kağıt parçasında yazan hazinenin yerine sürüklüyorsun değil mi? “ diye sordu. Sesinden şaşırmadığı anlaşılıyordu.
Dostunun tepkisini gören Unu daha rahat konuşmaya başladı. “ Şey... kasabada konaklamak için paramız kalmadı. Ben de düşündüm ki... “ Mel’in iç geçirmesi üzerine biraz duraksadı. “ En azından şu haritanın gerçek olup olmadığını öğrenmeye çalışabiliriz. “

Mel’in yüzü ifadesizdi. Yenilgiyi kabul etmişti. “ En yakın dostun kuş beyinlinin biriyse böyle olur işte, “ diye mırıldandı kendi kendine.
Dostunun ağzının kıpırdadığını gören Unu yaklaştı. “ Bir şey mi dedin Mel? “
“ Yıllar önce yola çıktığımız günkü gibi meteliksiz birer zavallıyız. “ Arkasında dağların yüksek tepelerinin arasından usulca yükselmekte olan kasaba dumanlarına baktı. “Ben yeniden oraya gidip ayak işlerinde çalışmak istemiyorum.“

Unu elini dostunun omzuna attı. “ Beni bırakmayacağını biliyordum Mel, “ yüzünde rahatlamış bir ifade vardı.
“ Bırakmak mı?  Bensiz bu yollarda bir gün dahi dayanamazsın sen koca adam. “

Unu gizlice tebessüm etti. Eski dostu kendine gelmişti.
Mel’in elleri hızlıca eski parşomen parçasını kaptı. “ Şimdi, bu çürümüş kağıt parçası nereyi gösteriyormuş bir bakalım. “
İki arkadaş da dar patikada durmuş dikkatle haritaya bakıyordu.

“ Bu haritaya göre hazine şurada, “ parmağıyla beceriksiz bir çizer tarafından yapılmış gibi duran ucuz mağara resmini gösterdi. “ Yani aradığımız şey bir mağara. “ Mel gözlerini kısarak  dikkatle haritayı incelemeye devam etti. “ Burası Kuzey Yolu’ndaki Devrikdiken kasabasının hemen yanında. “
“ Devrikdiken mi? “
“ Buradan 3 günlük mesafede. “

Tam o sırada patikanın ötesindeki sık ağaçların arasından bir hışırtı duyuldu. Hazırlıksız yakalanan iki dost irkilerek birbirine sokuldu. Güneş ışığı gür orman zeminini yeterince aydınlatmaya yetmiyor, gökyüzünü kapatan kalın dallar öğlen vakti olmasına rağmen etrafta uzun gölgeler oluşturuyordu.

“ Patikadan ayrılmayalım Unu, “ dedi Mel sessizce.
Unu’nun keskin gözleri uzakta ağaçların arasından hızla geçen bir şekil yakaladı. Siyah şekil bir an için gözükmüş sonra göründüğü gibi hızla kaybolmuştu.
“ Mel, sanırım izleniyoruz. “
“ Saçmalama, bunu da nereden çıkardın? Üzerimizde para edecek hiçbir şey yok. Elimizde kalan tek şey bu lanet kağıt parçası. Ona da kimse senin yaptığın gibi bir servet bayılmaz. “
Unu bir hareket yakalayabilmek umuduyla dikkatle sık ormanı tarıyordu.

“ Hadi gel, “ dedi Mel dostunun omzunu sıvazlayarak. “ Büyük ihtimalle bir yaban domuzudur. Patikadan ayrılmayalım. Bu lanet ormanda nasıl şeytanlıkların gizli olduğunu kim bilebilir? “
Han’da insan yiyen vahşi yaratıklarla ilgili anlatılan hikayeleri hatırlayan Unu elinde olmadan ürperdi.


* * *



Devrikdiken’e olan yolculukları olaysız geçmişti. Ellerinden geldiğince ormanın içinden geçen patikadan ayrılmamışlar, avlanmak ve kamp kurmak dışında oyalanmadan yürümüşlerdi. Kimi zaman ormandan gelen hışırtılar, vahşi hayvan sesleri karşısında huzursuzlanmış olsalar da Unu izlendikleri hissini bir türlü üzerinden atamamıştı. Yolculuk boyunca gözleri sık sık ağaçları tarayıp durmuş, dostunun gergin hali Mel’in de sinirini bozmuştu.

Devrikdiken kendi halinde küçük bir kasabaydı. Kasabanın dışındaki sazdan evler ilerledikçe yerini daha zengin kesimin oturduğu ahşap binalara bırakıyordu. Tozlu sokaklarda çocuklar oyunlarına dalmış, sıska köpekler yiyecek bir şeyler bulma umuduyla çöpleri karıştırıyordu. Sokaktan geçenleri içeri veya karanlık bir köşeye çağıran hayat kadınlarının ebepsiz çağrılarına kulak vermemek için demirden bir iradeye sahip olmak gerekiyordu.   
Kasabanın göbeğindeki meydanda sıra sıra dükkanlar dizilmiş, tüccarlar renkli tezgahlarını kurmuş komşu kasabalardan getirdikleri mallarını satıyordu. İnsanlar küçük meydanı doldurmuş oradan oraya koşuşturuyor, hırsızlar günü kârlı kapatmanın peşinde el çabukluğuyla sanatlarını konuşturuyordu, nalburlardan yükselen demir ve çekiç sesleri handan yükselen kahkaha ve gürültüyü bastırıyor,  cüzdanının yerinde olmadığı farkedenlerin bağırışları satıcıların ve çığırtkanların gürültüsü arasında kayboluyordu.

“ Şimdi ne yapıyoruz? “ dedi Unu tüm bu hengame arasında sesini duyurmak için yüksek sesle.
“ Haritaya göre mağara kasabanın hemen dışında, “ dedi Mel. Dostuna yan gözle bakıp “ tabi bu kağıt parçası gerçek bir haritaysa, “ diye ekledi.
Eski tartışmaların yeniden alevlenmesini istemeyen Unu konuyu çabucak değiştirdi. “ Şu gelene baksana. “

Unu’nun gösterdiği tarafa bakan Mel geleni gördü. Kocaman bir beygirin üstüne tüm ihtişamı ve parlak zırhlarıyla tünemiş soylu görünüşlü bir adam yavaş yavaş meydandan geçiyordu. Etrafındaki korumalar o geçerken sertçe yol açmaları için halkı ittirip bağırıyorlardı. “ Yol açın! Amir Russo’ya yol açın! “

Manzara karşısında Mel hafifçe iç geçirdi. Yanında Unu’nun da adama özlemle baktığını görebiliyordu.
“ Tek istediğim böyle bir hayat, “ dedi Mel. “ Tanrılardan çok şey mi istiyorum? “
“ Annem hep hayallerimizi gerçekleştirebilmek için hayatın sonsuz fırsatlar sunduğu söylerdi. “
“ Annen kaçığın tekiydi Unu bunu biliyorsun, “ dedi Mel. Unu elinde olmadan kıkırdadı.
Mel devam etti “ Ona inanmak istiyorum ama, “ elinde tuttuğu özenle katlanmış haritaya baktı “ yoldan geçen bir adamdan satın aldığın bir kağıt parçasının bizi zengin edeceğine bir türlü inanamıyorum. “     
“ O zaman neden benimle birlikte Devrikdiken’e kadar geldin? “ Unu dostuna bakıyordu.
Mel duymamazlıktan geldi. “ Hadi gel. Gidip daha şu mağarayı bulacağız,” yürümeye başladı. Unu yüzündeki belli belirsiz bir tebessümle onu takip ediyordu.


* * *



“ Yok. “

Soluklanmak için durmuş çaresizce haritaya bakıyorlardı. Bulutların arasından süzülen öğlen güneşi Devrikdiken’in dış kesimindeki sazdan evlerden yansıyordu.

“ Yok işte. Burada mağara falan yok. “ elinde tuttuğu haritaya sertçe vurdu. “ Bu lanet haritanın gerçek olmadığını başından beri biliyordum zaten. Buralara kadar boşuna geldik. “ Umutsuzca çöktü. Unu düşüncelere dalmış, konuşmuyordu. İkisi de sessizce oturmuş soluklanıyordu. Bütün sabah boyunca kasabanın çevresindeki dağlık araziyi didik didik etmişler bir tane bile mağara bulamamışlardı.

“ Mel, ben üzgünüm... “ Unu konuşmasını yolun ilerisinden gelen seslerle yarıda kesti. Hızlıca yakınlardaki çalıların arkasına saklandılar. İkisi de yabancıların kasabanın bu bölümünde ne yaptığına dair sorguya çekilmek istemiyordu. Sessizce bekleyip seslerin yaklaşmasını izlediler. Yolda üç küçük silüet belirdi.
Mel sessizce nefesini bıraktı. “ Bunlar sadece çocuk. “

Üç çocuk saklandıkları yerin önünden geçerken gizlice dalların arasından gözetlediler. İki erkek ve bir de kız çocuğu vardı. Hararetli bir şekilde konuşuyor, etraflarında olan bitene aldırmadan yürüyorlardı.

“ Annemiz bu günlerde çok dalgın değil mi? “
“ Her zamanki hali. “
“ Onun için endişeleniyorum. “
“ O soğuk mağara onu hasta ediyor. Çok yaşlı. Zaten gözleri görmüyor onu hayata bağlayan tek şey biziz. “

Çalıların arasında iki dost şaşkınlıkla birbirine baktı.

“ O mağara bizim evimiz. Hem başka bir yere gidersek başının belaya girmesinden korkuyorum.“

Çocuklar önlerinden geçip giderken onlar sessizce nefeslerini tutmuş konuşmaları dinliyordu. Üç küçük arkadaş köşeyi dönüp gözden kaybolurken çalıların arasından fırladılar.

“ Duydun mu Mel? Mağaradan söz ediyorlar. Onları izlemeliyiz. “

Mel düşünceli görünüyordu. “ Bilmiyorum. Sonuçta onlar çocuk. Mağara dedikleri bambaşka bir şey de olabilir, “ çocukların döndüğü dönemece bir süre baktı. “ Yine de takip edip şu mağaranın ne olduğunu öğrenmekten zarar gelmez. “

Sessiz adımlarla izlemeye başladılar. Geniş toprak yol saklanmaya elverişli değildi. Yol kenarındaki ağaçların arasında gölgeler içinde saklanıyor, ellerinden geldiğince az ses çıkarmaya özen göstererek üç küçük çocuğu takip ediyorlardı. Unu arkasına baktı. Yine aynı izlenme hissine kapılmıştı. Hazinenin peşinden yola çıktıklarından beri bu duyguyu üzerinden atamamıştı. Mel’in ne tepki vereceğini bildiğinden bu konuyu açmamanın en iyisi olacağını düşündü. Omuz silkip dikkatini yeniden takibe verdi.   

Yol bir süre sonra daralmış, sık ağaçlar yerlerini kayalara ve dağlık araziye bırakmaya başlamıştı. Kasaba pek uzakta sayılmazdı. İkisi de bu bölgeyi daha önce araştırmış, küçük oyuklardan başka bir şey bulamamışlardı. Mel takibi bırakıp geri dönmek üzereydi. Ne yapıyordu böyle? Üç aptal çocuğu takip edip hazine bulmayı umuyordu. Kendi kendine acı acı güldü. Arkasından sessizce takip eden Unu’ya döndü.

“ Dönüyoruz. Zaten başından beri belliydi...” Mel cümlesini tamamlayamadı. Dostunun yüzündeki hayret ifadesi cümlesini yarıda kesmesine neden olmuştu. Hızla Unu’nun gözlerini diktiği yere baktı.

“ Ne oldu Unu? “ diye fısıldadı.
“ Çocuklar... “
“ Ne olmuş? “ şaşırma sırası Mel’deydi. Yol bomboştu. “ Çocuklar nerede? “
“ Bir anda kayboluverdiler. “ Unu tuttuğu nefesini salıverdi. Parmağıyla bir köşeyi işaret ediyordu. “ Şuraya doğru gittiler. “   

Saklandıkları kayanın arkasından dikkatlice yola çıktılar. Sessiz adımlarla yürüyüp çocukların kaybolmadan önce bulundukları yere geldiler. İkisinin de heyecandan kalp atışları hızlanmıştı.

“ Nereye doğru gittiler Unu? “
Unu titrek adımlarla yolun kenarında bulunan sık çalılıklara doğru yürüdü. Elleriyle dalları aralayıp kendine yol açmaya çalıştığı sırada hızla nefesini tuttu. Mel arkasından yetişti.
“ Ne oldu? Ne var orada? “
“ Mel, sanırım bir mağara buldum. “  Parmağıyla ileride bir karaltıyı gösteriyordu.

Mel sessizce okkalı bir küfür savurdu. Buraya defalarca bakmalarına rağmen karşılarındaki dev mağarayı gözden kaçırmaları akıl almaz bir şeydi. Sık çalılar ve ağaçlar mağara girişini kapatıyor, girişi yoldan geçip giden gözlerden harika bir şekilde gizliyordu. Sessizce çalıların arasından geçip dev girişin duvarına yaslandılar. Çocuklar buraya girmişti.

İkisi de hızlı hızlı nefes alıyor heyecanla birbirlerine bakıyordu.
“ Unu mağarayı bulduk! Haritadaki mağara burası olmalı. Kasabanın hemen yanında!“ Zenginlik hayalleri kurmak için henüz çok erkendi ama yinede ikisinin de gözleri ışıl ışıldı. Haritaya göre hazine içerideydi - eğer gerçekten bir hazine varsa – ama başkaları tarafından çoktan bulunmuş olabilirdi belki de bu küçük yaramazlar hazineyi alıp götürmüştü. Ortada bir hazine bile olmayabilirdi. Öğrenmenin tek bir yolu vardı.

“ İçeri giriyoruz. “

Karanlık mağaraya adımlarını attılar. Ellerinde olmadan birbirlerine sokuldular. Mağaranın aydınlık girişi arkalarında kalırken karanlık da giderek yoğunlaşıyordu.

Unu korkuyla girişe doğru baktı. “ Mel bir meşale yapıp öyle mi girsek? “ Mel’i tutan eli ter içindeydi.

“ Sakın bana karanlıktan korktuğunu söyleme. “ şaşkınlıkta karanlıkta arkadaşına bakmaya çalışarak. “ O küçük piçler bile senden daha cesur. “

Attıkları her adımla birlikte karanlık daha da yoğunlaşıyordu. Belli belirsiz bir köşeyi döndüler. Girişin ferahlatıcı görüntüsü kaybolmuştu. Önlerini zar zor görüyorlardı. Sessizce karanlıkta ilerlerken el yordamıyla bir köşeyi daha döndüler. Küçük bir ışık dikkatlerini çekti. İleride mağara duvarlarından bir ateşin ışığı yansıyordu.

“ Orada olmalılar. Hadi “ dedi Mel Unu’yu kolundan hızlıca çekecek. Adımlarını hızlandırıp daha iyi görebilmek için yaklaştılar. Mağara burada geniş bir oda oluşturmuştu. Girişten başlarını usulca uzattılar. Manzara karşısında neredeyse düşüp bayılacaklardı.

İlk konuşabilen Mel oldu. “ Unu... orada... hazine, “ heyecandan sesi kesik kesik çıkıyordu. Geniş odanın tam ortasında yanan ateş büyük bir sandığı andınlatıyordu. Kapağı açıktı. İçi ise hayallerinin ötesinde, ateşin ışığında güneşten daha parlak parlayan altın sikkeler ile doluydu. Mel sanki uzanıp alabilecekmiş gibi olduğu yerden hevesle elini uzattı.

“ Başardık Unu. Sen bir harikasın. Harita gerçek! “ sesi titrekti. Dostunu yanına çekerek alnına kocaman bir öpücük kondurdu. Unu’nun manzara karşısında gözleri dolmuş konuşamıyordu.
Birden sevinçleri duydukları belli belirsiz seslerle kesildi.

“ Bunlar çocuklar. “
“ Ne yapacağız? “ diye sordu Unu fısıltıyla.
“ Üç küçük çocukla başa çıkabiliriz. “ dedi Mel umursamazca elini sallayarak. Gözlerini hazine sandığından ayıramıyordu. “ Onlar daha ne oldup bittiğini anlamadan sandığı alıp kasabadan çok uzaklara kaçmış oluruz. “
Unu başıyla onayladı. Vücudu gerilmişti. İleri atılmak için arkadaşının onayını beklerken kulağına bir ses çalındı. Başta bir anlam veremedi. Duyduğu ses üç çocuğun sesinden farklıydı ve derinden geliyordu. Sanki tarih öncesinden sesleniyormuş gibiydi. İnsanın yüreğine işliyordu. Elinde olmadan ürperdiğini hissetti.
“ Duydun mu Mel? Orada biri daha olmalı. “

Mel yabancı sesi duymamış gibiydi. Gözü ışıkta güneş gibi parlayan hazineden başka bir şey görmüyordu. Unu daha onu durduramadan Mel mağaranın kadim huzurunu kaçırarak bağırdı. “ Şimdi Unu! “
Mel ileri, dosdoğru hazineye doğru fırlamıştı. Unu da kısa bir tereddütten sonra arkadaşının peşinden saklandığı yerden fırladı. Kısa sürede hazinenin yanına vardılar. Gözleri hırsla büyümüştü. Mağaranın uzak bir köşesinden çocukların korku dolu bağırışlarını duyabiliyorlardı. Umursamadan sandığın kapağını kapattılar. Çok kolay olacaktı. Bu aptal çocuklar daha ne olduğunu anlamadan sandığı kucaklayıp kaçmış olacaklardı. İkisinin de elleri titriyordu. Önlerindeki sandıkta tüm hayatları boyunca çalışsalar bile elde edemeyecekleri kadar çok altın vardı. Sandığın birer ucundan tutup kaldırdılar. Tam doğrulup adım atmışlardı ki sadece en korkunç kabuslarında duyabilecekleri bir sesle donup kaldılar.

“ Çocuklarımı rahatsız etmeye cüret eden de kim? “

Derinden gelen ses yüreklerinde alev alev yandı. Çelik gibi tınısındaki saklı tehdit sandığı ellerinden düşürmelerine yol açtı. Nefes almaya dahi cesaret edemeden öylece durup yavaşça sesin geldiği tarafa doğru baktılar. Vücutları kontrolsüzce tir tir titriyordu.
     
“ Bu ses... “

Bakışları önce mağaranın karanlık köşesindeki üç küçük silüete sonra da üç minik bedenin arkasında duran şeye takıldı. Ateşin soluk ışığında parlayan kılıçtan daha keskin dişler, kocaman pullu bir burun.

“ Çocuklarımın rızkını bırakın! “

Çığlık atarak mağara girişine doğru koştular. Korkudan kendilerini kaybetmişlerdi. Karanlıkta taş duvarlara çarptılar, keskin kayalar kollarında kesikler açtı, birbirlerinin üzerine düştüler. Hiçbirine aldırmadan sadece deliler gibi mağara girişinin ışığına doğru koştular. Akıllarında tek bir düşünce vardı. “ Kaç! “ Ciğerleri patlayana, kasları feryat edene kadar koştular.

Sonunda kendilerine geldiklerinde kasaba meydanına gelmişlerdi. Unu’nun yüzü korkuyla taşlaşmıştı. Kesik kesik nefesi arasından aynı şeyi tekrarlayıp duruyordu.
“ Ej... ejderha! “

* * *



“ İşte bu mağara Amir Russo “ iki arkadaş elleriyle çalıların kapattığı belli belirsiz bir karaltıyı işaret ediyordu.
Amir Russo kaşlarını çattı. Arkasındaki bir müfreze adama eliyle işaret etti. Onlarca savaşçı ellerindeki kılıç ve baltalarla çalıları biçerek mağara girişini gözler önüne serdi.

“ Burada böyle bir mağara olduğunu bilmiyordum, “ dedi Amir yanındaki kumandana şaşkınlıkla.
Arkasına baktı. Amir’in tek bir bakışıyla beyazlar içindeki büyücülerden ikisi hışırdayan cüppeleri içinde yavaşça ilerleyip mağaraya girdiler.

Devrikdiken’in hemen yanındaki bir mağarada bulunan ejderha haberi kasabaya çığ gibi düşmüştü. Ellerindeki bilgilere göre kötü kalpli ejderha büyüleriyle bağladığı kimsesiz küçük çocukları kendi işleri için kullanıyordu. Kasabaya gelen iki gezgin şans eseri buldukları mağarada ejderhadan canlarını zor kurtarmıştı. Haber öylesine büyük bir etki yaratmıştı ki, krallık ejderhanın yok edilmesi için bir bölük askeri ve krallık büyücülerini derhal Amir’in emrine vermişti. Kral’ın emri kesindi. Halkın güvenliğini tehdit eden bu ejderha ortadan kaldırılmak zorundaydı. Çocuklar güvende değildi. Herkes bu kara kalpli yaratık için birer yem gibiydi.

Havadaki gerginlik elle tutulabilecek kadar yoğundu. Mel ve Unu askerlerin arkasında yerlerini almış sessizce olacakları bekliyordu. İkisinin de keyfi yerindeydi. Çığlıklar atarak kasabaya koşup ejderha haberini götürdükleri zaman kimse onlara o mağarada ne yaptıklarını sormamıştı. Amir’in adamları ejderhayla uğraşırken onlar gizlice mağaranın içine sıvışıp sandığı kucaklayıp kaçacaktı. Ya da öyle olmasını umuyorlardı.

Herkes mağara girişinin önünde toplanmış ejderhanın çıkmasını bekliyordu. İçeri giren iki büyücü ejderhayı rahatsız edip ininden çıkarmakla sorumluydu. Yaratık bir kez mağara girişinde göründüğü zaman kaçmasına fırsat vermeden ellerindeki her şeyle saldıracaklardı. Savaşççılar mağara duvarının iki yanına dizilmiş, gözlerini karanlığa dikmiş bekliyordu. Amir’in önündeki okçular sadaklarından çektikleri oklarını yerleştirmiş kısık gözlerle girişe bakıyordu. Büyücüler kendi içlerine dönmüş, büyülerini yapmak için doğru zamanı bekliyordu. Neredeyse kasabanın tamamı gelmiş askerler tarafından belirlenen güvenli bir mesafeden olacakları izleyebilmek için birbirlerinin üzerinden başlarını uzatmış huşu içinde mağara girişini görmeye çalışıyordu.

Kimse konuşmuyordu. Sessizliği ve gergin havayı bozan tek ses üç çocuğun ağlayan ve zırıldayan sesiydi.
“ Lütfen yapmayın! Durun! “ küçük kızın yüzü göz yaşlarından yol yol olmuş hıçkırıklarla sarsılıyordu. Kalabalıktan birisi kıza ağlamayı kesmesi için sertçe vurdu.

“ Yeter artık zırıldama! Ejderha seni midesine indirmediği için kendini şanslı saymalısın. Eğer o iki gezgin sizi o mağara bulmasalardı belki de çoktan yem olmuş olurdun!“ Yanında bulunan insanlar anlayışla üç evsizi kollarıyla koruma altına aldılar. Bu üç kimsesiz ejderha tarafından büyülendiği için neden bahsettiklerinin farkında değillerdi. Yani en azından Amir öyle söylüyordu.

“ O bizi büyülemedi! Kötü birisi değil o! “
“ O çok yaşlı, size bir şey yapmaz! “ diye bağırdı bir erkek çocuk hıçkırıklar arasından.
“ Annemizden uzak durun! “

Amir gürültüden rahatsız olmuştu. Elini sabırsızca sallayıp orada bulunan askerlere çocukları susturmasını söyledi.
Tam o sırada dev mağaranın bulunduğu kaya şiddetle sarsıldı. Dökülen küçük taş parçaları askerlerin üzerine yağdı. İçeri giren iki büyücü mağara girişinde göründü. İkisi de ter içinde kalmıştı. Amir’in önünde durup herkesin duyabileceği bir sesle raporlarını verdiler.

“ Onu rahatsız etmeyi başardık. Çok kolay oldu. Ejderha çok yaşlı ve iki gözü de kör.“ Büyücü bir an duraksayıp ekledi. “ Ejderhanın aklı da yaşıyla beraber uçmuş. Bunak yaratık çocuklarım diye inleyip duruyor. Sanırım o üç çocuğu kendi çocukları sanıyor. “

Amir başını sallayıp herkese hazır olmalarını emretti. Ejderha geliyordu.

Koca kaya bir kez daha sarsıldı. Önce kılıç gibi keskin dişler sonra pullu bir burun mağara girişinde göründü. Ejderhanın başı yavaş yavaş güneş ışığına doğru çıkarken orada bulunan kalabalıktan bir korku nidası yükseldi. Askerler istemsizce bir kaç adım geri çekildi.   Yaratığın gözleri beyaz birer çukurdu. Ejderha kör demişti büyücü. Amir keyifle gülümsedi. Bu harika bir av olacaktı. Keskin pençeler tehditkar bir şekilde açılıp kapanıyordu. Dev bedeni mağara girişinin duvarlarına sürtünerek zorlukla çıktı. Narin kanatları yılların getirdiği zorluklarla birlikte yol yol çatlamış ve yırtılmıştı. Dev yeşil ejderha tüm haşmetiyle önlerine duruyordu.

“ Çocuklarım nerede? Onlara bir şey yapmayın, “

Dev yaratığın hüzünlü sesi askerlerin yüreklerini burktu. Amir yüzünden kanın çekildiğini hissetti. Kendini olabildiğince toparlayıp titrek bir sesle emir verdi.

“ Saldırın! “

Aynı anda ejderhanın üzerine büyü ve ok yağdı. Girişin iki yanındaki askerler haykırarak ellerindeki kılıçları yaşlı ejderhanın pullu bedenine saplamaya başladılar.

Ejderha acı dolu bir haykırış kopardı. Kuyruğunu şimşek gibi sallayıp üzerine çullanan savaşçılara doğru savurdu.
Tüm bunlar olurken Mel ve Unu sırtlarını taş duvara verip sessizce savaş çığlıklarıyla ejderhaya saldıran savaşçıların arasından süzülerek mağaranın içine sızdılar. Mağaranın içi girişin hemen önünde acıyla haykıran ejderhanın gölgesiyle normalden daha karanlıktı. Bir kaç adım atmışlardı ki Mel başında şiddetli bir acı hissetti. Görüşü bulanıklaşmıştı. Dengesini sağlamak için umutsuzca mağara duvarına tutunmaya çalışarak yere kapaklandı. Başının kenarından boynuna doğru sıcak birşeyin aktığını hissetti. Loş ışıkta yerde tanıdık bir silüet gördü. Unu’nun da kendisinden farkı yoktu. Koca adam yere serilmişti.  Kaşından oluk oluk kan akıyordu.

“ Sen! “ dedi Unu titrek bir sesle. Loş ışıkta tepelerinde dikilen adama şaşkınlıkla bakarak. Mel Unu’nun baktığı karaltıyı acıdan yaşarmış gözleriyle görmeye çalıştı.

“ Sen, “ diyordu arkadaşı. “ Bizi takip eden sendin! “

“ Evet, “ dedi yabancı ses. “ Açıkçası benim için yaptıklarınızdan dolayı size minnettarım, “ dedi adam yerde sürüklediği bir sandığa vurarak. “ O haritanın gerçek olduğunu biliyordum. Hoşçakalın dostlarım. Herşey için teşekkürler. “ Uzun boylu karaltı loş ışıkta belli belirsiz bir referans yapıp, kargaşanın devam ettiği mağara girişine doğru uzaklaşmaya başladı.

“ O kimdi? “ diyebildi Mel sıktığı dişlerinin arasından. Görüşü giderek bulanıklaşıyordu. Bilincini kaybetmek üzereydi.   

“ Tüccar. Haritayı aldığım tüccar. “

Dışarıdan ejderhanın haykıran sesini duyabiliyorlardı. “ Çocuklarımı bırakın! “
Sonra herşey karardı.


* * *



Gözlerini açtığında kendini tanımadığı bir odada yatakta yatarken buldu. Korkuyla etrafına bakıp nerede olduğunu çıkarmaya çalıştı. Sağındaki yatakta tanıdık bir yüz görerek rahatladı. Adamın gözleri açıktı.
“ Unu, “ dedi Mel usulca.

Arkadaşı cevap vermemişti ama onu duyduğunu biliyordu. Başı hala aldığı darbe yüzünden zonkluyordu. Unu’nun alnı da beyaz bir sargıyla sarılmıştı.

“ O adam yani sana haritayı satan tüccar... hazineyi alıp kaçtı değil mi? “

Unu sessizce başını sallamakla yetindi. Mel’in aslında soruyu sormasına gerek yoktu, cevabı zaten biliyordu. Sadece inanmak istemiyordu. Hayallerinin, kralların zenginliğinin bu kadar yaklaşmışken ellerinden yitip gitmesi... Kabul edemiyordu. Gözyaşları aşağı süzülürken  kapı hızlıca açıldı.
Geleni görebilmek için başını yavaşça kaldırdı Unu. Gelen Amir Russo’ydu.

“ Savaş kahramanlarımız bugün nasıl bakalım? “
“ Savaş kahramanı mı? “ diyebildi Unu kısık bir sesle. Ağzını açtığı her seferinde başı çatlayacakmış gibi zonkluyordu.
“ Elbette! “ Amir keyifle yatağın kenarına oturdu. “sizi mağaranın içinde baygın halde bulduk. Neyse ki yaralarınız ciddi değildi.“ yüzüne bir tebessüm koyup dostça ekledi. “Devrikdiken’i ejderha tehlikesinden haberdar eden, savaş sırasında cesurca ejderhanın arkasına dolanıp askerlerimize yardım eden iki gezgin bir törenle ödüllendirilecek tabi siz sıhhatinize kavuştuktan sonra. “
“ Ödül mü? “
“ Peki ne oldu? Yani ejderhaya? “
“ Malesef elimizden kaçtı. O dev kanatlarıyla gökyüzünde kayboldu. Ama ona büyük yaralar verdik. Bir daha bu topraklara adım atmaya cesaret edebileceğini sanmıyorum. Yaraları çok derin. Lanet yaratık büyük ihtimalle bir çöplükte son nefesini verecek. Neyse, siz dinlenmenize bakın. “ Göz kırparak ekledi, “ Kahramanlar. “   
Amir Russo kapıyı arkasından kapatırken iki dost şanslarına hayret ederek sessizce durdular.

“ Şimdi de savaş kahramanı olduk. “


Kısa bir süre içinde ölen ejderha yüzünden duydukları vicdan azabı yerini ödül töreninde altınlar ve kadınlarla dolu fantazilere bırakırken fantastik diyarların uzak bir köşesinde tek bir feryat duyuluyordu.
“ Çocuklarım... “     



SON



Uzun zamandır öykü yazmıyordum. Böyle bir şey mümkünse gerçekten hamlamışım. Cümleleri yazarken sık sık tıkandığımı söylemeliyim. Zaten cılız betimlemeler ve zayıf cümleler ortada. Daha çoook yol almam gerektiğinin farkındayım. Kurgunun ana hatları yazmaya başlamadan önce aklımda belli belirsiz şekillenmişti. Ancak iş yazmaya geldiğinde kurgu oldukça değişti. Planlamadığım pek çok şeyi yazarken buldum kendimi. Kurgunun zayıf olduğunu düşünüyorum. Yine de yazmak güzeldi. Güzel vakit geçirdiyseniz ne mutlu bana.

21
Kurgu İskelesi / Ynt: Reis'in Askerleri
« : 16 Ocak 2011, 22:28:08 »
Teşekkürler Fresh zamanın ve yorumun için. Hikayeyi bitirince şöyle bir göz attığımda zamanın çok hızlı geçtiğini, olaylar üzerine fazla yoğunlaşamadığımı düşünmüştüm bu yüzden pek güvenmiyordum öyküye. Beğenmene sevindim.  

22
Kurgu İskelesi / Reis'in Askerleri
« : 16 Ocak 2011, 17:44:34 »
“ Ne zaman yemek yiyeceğiz anne? Çok acıktım. “
“ Tamam kızım, şimdi yiyiyoruz. Biraz daha pişmesi lazım. “
Sabırsızlıkla minik ellerini çenesine dayadı Pıtır . Açlıktan midesi kazınıyordu. Ocakta pişen haşlanmış mantarın mis kokusu minik odanın her tarafını doldurmuştu.

Sandalyesinden yere kondu. Minik adımlarla gidip tezgahta duran tastan kendisine bir bardak süt koydu.
Tasa bakarak, “ Yaşlı Domdom’un verdiği süt bu kadar mı anne? “ diye sordu.
Annesi hafif bir iç geçirdi, “ Bugünlerde hep böyle az süt vermeye başladı. Hasta galiba, bilmiyorum. Samanlıkta üşüyor tabi geceleri hayvan. “

Domdom belki de sahip oldukları ender değerli şeylerden biriydi. O yaşlı huysuz inek yıllarca onlara hizmet etmişti.

“ Akşam ona güzel bir yemek yaparım. Üşümesin. “ dedi Pıtır. Bulduğu fikir hoşuna gitmişti. Kendi kendine başını salladı.

Annesi küçük kızının hayallerini bölmek istemedi. Göz ucuyla baktı. Başının tepesinde topladığı fıskiye gibi saçları ve tombul yanaklarıyla çok güzel görünüyordu. Bardağına sütünü koymuş, ona büyük gelen sandalyesinde ayaklarını sallaya sallaya yemeği bekliyordu.

Ocaktaki bakır tenceredeki haşlamayı karıştırırken “ Pire! “ diye bağırdı.

“ Pıtır, abin nerede? “
“ Dışarıda tahtadan kılıç yapmaya çalışıyor. “
Tekrar “ Pire! “ diye seslendi.

Kapının önünden tahta döşemeye basan ayakların gümbür gümbür sesleri geldi. İçeri üzeri talaş dolu, saçları karman çorman bir çocuk girdi.

“ Ah oğlum, bu ne hal. Gel buraya. “
Pire usulca annesinin yanına gitti.
“ Her taraf mis gibi kokmuş. Ne pişiriyorsun anne? “
“ Haşlanmış mantar yaptım. Biraz da süt var, “ bir yandan da pasaklı oğlunun üstünü başını temizliyor, çeki düzen vermeye çalışıyordu.

Ona gösterilen ilgiden memnun bir şekilde masaya oturdu Pire. Kız kardeşi gibi sabırsızca ocaktaki yemeğin pişmesini beklemeye başladı.

“ Kılıç bitti mi abi? “
“ Bitmek üzere. Ama ucunu bir türlü sivriltemedim. Bıçakla kesemiyorum. Annem de odunluktaki baltayı kullanmaya izin vermiyor, “ göz ucuyla sitemini duyup duymadığını kontrol etmek için annesine baktı. “ Yemekten sonra köye inip yaşlı oduncu dedeye ucunu yaptırırız. “

O sırada annesi üzerinden dumanlar tüten tenceredeki yemeği tabaklarına koymaya başlamıştı bile.

Yemek çok lezzetliydi. Tıka basa doymuşlardı. Masadan kalkıp dolu ağızlarıyla annelerine bir şeyler geveleyip dışarı fırladılar.

Pire kardeşine yaptığı kılıcı gösterdi. Kılıçtan çok bir mızrağa benzemiş olsa da küçük hayal güçleri o tahta parçasının mükemmel bir kılıç olduğunu söylüyordu.

“ Tamam, hadi köye gidip yaşlı oduncuya bakalım, “
“ Ben de silahımı alıyım mı abi? “
“ Al tabi, yolda düşmanlar çıkarsa savaşırız. “
“ Belki bir ejderha çıkar karşımıza, “ diye hevesle atıldı Pıtır.
“ Olabilir. Geçenlerde huysuz terzi Rudok’u konuşurken duydum. Bazı iz sürücüler köyün etrafında garip ayak izlerine rastlamış. “
“ Sana demiştim. Kesinlikle ejderhalar burada olmalı. “ dedi Pıtır. Hızla içeri koştu. Bir süre sonra elinde düz bir tahta parçasıyla geri döndü.
“ Ben kalkanımla seni korurum. Sen de kılıcınla ejderhaya vurursun. Hadi gidelim. “

Köy meydanı pek uzak değildi. Kısa bir yürüyüşten sonra tanıdık evlerin arasından geçmeye başlamışlardı bile. Umut ettiklerinin aksine yolda hiç bir yaratığın saldırısa uğramadılar.

Köy meydanı aslında yakınlardaki nehirden gelen leziz suyun aktığı bir çeşmeden oluşan büyükçe bir açıklıktı. Açıklığın etrafında manavlar, demirciler, büyükçe bir han ve çeşit çeşit el yapımı tahta oymalar satan çeşitli dükkanlar vardı. İnsanlar oradan oraya koşturuyor, çocuklar oyunlar oynayıp etrafı toz duman yapıyorlardı. Çeşmeden su dolduran kadınlar ağır yüklerini dökmemeye çalışarak evlerinin yolunu tutuyor, işi gücü olmayan kimi erkekler gündüz vakti kendilerini hanın soğuk gölgelerine ve biranın getirdiği hayallere bırakıyordu.

Ama bugün köyde sanki ayrı bir heyecan, ayrı bir gürültü vardı. Pire ve Pıtır bile bunu daha meydana adım atmadan anlamışlardı.
Yanlarından hızlı adımlarla geçen insanlar hızla meydana doğru gidiyordu. Evler boşalmış gibiydi.

Sokak aralarından birinde arkadaşlarını gördüler.
“ Hey çocuklar! “ diye bağırdı Pire.

Gürültü ve kahkahalar arasından Pire’nin sesini ilk duyan şişman dostları Tosum oldu.
“ Pire, Pıtır! “ Hızla iki kardeşin yanına doğru koştu. Koşarken koca göbeği hop hop sallanıyor, tombul yanakları bir aşağı bir yukarı oynuyordu. Koca göbeği ve kızıl saçlarıyla Tosum köy kadınlarının mıncıklamayı en sevdiği çocuklardan biriydi.
“ Selam, “ dedi. Nefes nefese kalmıştı. “ Gelsenize teyzem çarşıya gitti diye bir oynuyoruz. “
“ Yok ben o oyunu sevmem, “ dedi Pire.
“ Yaşlı oduncu dedeye kılıç yaptıracağız, “ dedi Pıtır. Konuşurken kafasının tepesindeki fıskiye saçları oynuyordu.
“ Bugün meydanda bir gösteri falan mı var? “ dedi Pire.
“ Evet, büyük reisin askerleri geri dönmüş. Ormanın en uzak köşesine kadar gitmişler. Orada bir sürü canavarla savaşmışlar. Bir tane canavarı da esir almışlar, “ durup biraz düşündü “ Gork ya da ork gibi bir ismi vardı sanırım canavarın. Ben gördüm çok çirkin bir şey. Komik bir yaratık. “

Duydukları iki kardeşi de heyecanlandırmaya yetmişti. “ Ork mu dedin? “ İkisi de birbirine baktı. Bu yaşlı oduncu dedenin kimi zaman onlara anlattığı canavarlardan olmalıydı.

“ Askerler daha ne kadar burada duracakmış? “ diye hevesle sordu Pıtır. Capcanlı bir ork görmeyi kaçırmak istemiyordu.
“ Bilmiyorum. Sanırım sadece dinlenmek için gelmişler. “
Tosum oyuna geri dönerken iki kardeş meydana doğru koşmaya başlamıştı.

Köy meydanı oldukça kalabalıktı. Herkes meydanın bir köşesine toplanmış, önünde huşu verici parlak zırhlara bürünmüş bir adamın durduğu tahtadan bir kafese bakıyordu. Kadınlar korkuyla karışık bir merakla kafesteki yaratığı izlerken kimisi çocuklarının gözlerini kapatıyor, kimisi de canavara daha yakından bakmak isteyen çocuklarını zapt etmeye çalışıyordu. Erkekler daha uzak bir köşeden olan biteni izleyip bilmiş bilmiş bakıyor, kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı.

Kısa boyları yüzünden ne Pire ne de Pıtır kafesteki şeyi görememişti. El ele tutuşarak kalabalığın arkasından içeri daldılar. Kısa boylarının verdiği avantajla kalabalığı rahatça yararak en öne ulaştılar.
Son sırayı da geçtikten sonra kafese bakakaldılar. Uzun süre hiçbiri konuşmadı.

“ Canavar bu mu? “
“ Bu bir canavar değil ki... “
Tahta kafesin içinde bir köşeye korkuyla sinmiş, kimi zaman kısacık bir an için göz ucuyla kalabalığa bakmaya cesaret eden, üstü başı paçavralar içinde yeşil derili, bazı yerlerinde kocaman benekleri olan, tel tel saçlı, titrek bir yaratık vardı.

Bir süre öylece izlemeye devam ettiler.

Yaratık bir köşeye çökmüş, başını kollarının arasına almıştı. Kısa bir an için göz ucuyla kalabalığa baktığında bakışları iki kardeş ile birleşti.
“ Ağlıyor, “ dedi Pıtır. Gözleri dolmuştu. Kız kardeşine hep sert görünmek isteyen Pire de kendine kızarak gizlice kolunun tersiyle gözlerini sildi.

Daha önce hiç canavar görmemişlerdi. Şimdi karşılarında gördükleri sefil yaratığın bir ork olduğunu kabul edemiyorlardı. Büyükler onlara hep başka türlü anlatmıştı. Çocuk katili, kana susamış, duygusuz, öldürmekten keyif alan korkunç yaratıklar olarak bahsetmişlerdi hep. Şimdi karşılarında gördükleri şeyin böyle bir yaratık olduğuna ihtimal veremiyorlardı.

O sırada kafesin önündeki parlak zırhlara bürünmüş adam konuşmaya başladı.
“ Büyük reisin cesur askerleri olarak Kuzay Yolu Ormanı’nın en uzak köşelerine korkusuzca yürüdük. Sadece bu korkunç yaratıklardan avlamak ve halkımızı güvenliğe kavuşturmak için, “ boğazını temizleyip devam etti. “ Günler süren yolculuktan sonra sonunda izler bulmayı başardık, “ kalabalık huşu içinde zırhlara bürünmüş askerin tiyatrovari hareketlerle süslediği konuşmasını izliyordu.

“ Bu şeytanlar o kadar sinsi yaratıklar ki üç gün boyunca bizden kaçmayı başardılar ama bilmedikleri bir şey vardı, “ susup kalabalığa göz gezdirdi.

“ O da reisin cesur askerlerinin asla pes etmeyecekleriydi! “ Kalabalıktan çıt çıkmıyordu. Herkes zırhlı askerin ağzından çıkacak sözlere odaklanmıştı.

“ Sonunda bir mağarada koca bir kabileyi kıstırmayı başardık. Şanlı ve onurlu reisin savaşçıları olarak tüm şeytanları ortadan kalkırdık! “ O anda deli gibi bir alkış koptu. Kalabalıktan bir kaç kişi büyük reis adına övgüyle haykırmaya başladı. Kısa sürede tezahürat yayıldı. Kalabalık hep bir ağızdan bağırmaya başladı. Asker haykırış ve alkışlar arasından sesini duyurabilmek bağırarak devam etti.

“ Bu ork köpeğini esir aldık. Reis’in askerlerinin gücünü ve cesaretini yol boyunca tüm halka göstermek için. “
Kalabalıktaki coşku en üst seviyeye ulaştı. Herkes hep bir ağızdan “ Çok yaşa Reis! “ diye bağırırken kalabalık arasından yalnızca iki kişi bu coşkuyu paylaşmıyordu. İkisi de hiç konuşmuyordu.


                                                                                 
***



“ Sence annem bize çok kızar mı abi? “
“ Merak etme zaten o uyanmadan dönmüş oluruz. Ayrıldığımızı anlamaz bile. “
Ses çıkarmamaya çalışarak evlerin arasından meydana doğru yürüdüler.
“ Ben biraz korkuyorum, “ dedi Pıtır. Aslında Pire de korkuyordu. Karanlık ağır, gece tekinsizdi ama kafesteki o orkla konuşmayı çok istiyordu. Kararlarını vermişlerdi.
“ Bunu yapmak isteyen sendin. Geri dönmemizi ister misin? “ diye sordu Pire cevabı zaten bilerek.
“ Hayır, o zavallı şeyi orada bırakamayız. “ dedi Pıtır. Kaşlarını çattı. Adımları şimdi daha kararlıydı.

Meydana ulaştıklarında sırtlarını bir evin duvarına verip etrafı gözlediler. Meydanda kimse yoktu. Dükkanlar kapanmış, evlerde ışıklar sönmüştü., çeşmeden damlayan suyun sesi ve handan gelen gülüşmeler sessizliği bozan tek şeydi.

“ Handa insanlar var, “ dedi Pıtır fısıltıyla.
“ Bizi duyamazlar. Hadi gel, “ kardeşinin elinden tutarak koşar adımlarla meydana fırladı. Hızla tahtadan kafese doğru koştu. İçindeki karaltıyı zor da olsa görebiliyordu. Bir adım daha atmak üzereydi ki sertçe durdu.

Pıtır abisinin ani hareketi karşısında dikkat kesilmiş ne olduğunu soran gözlerle ona bakıyordu.

Pire eliyle ileride bir şeyi işaret etti.

Küçük kız daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı. Sonra o da yerdeki karaltıyı yavaş yavaş fark etti. Yere uzanmış bir silüetti bu. Askerin göbeği aldığı her nefesle yavaşça inip kalkıyor, kimi zaman da mırıldanıp bir şeyler geveliyordu. Elindeki yarısı içilmiş, yarısı dökülmüş biraya bakılırsa bu gece handa fazla kaçırmış olmalıydı.

“ Bu o nöbetçi asker, “ dedi Pıtır sessizce.
“ Hadi gel, sarhoş olmalı. “

İki kardeş yavaşça kafesin önüne gelip durdular. İçindeki karaltı sabah gördükleri gibi aynı köşeye büzüşmüş duruyordu.

“ Sence uyanık mı? “ diye fısıldadı Pire.
“ Bilmiyorum, “

Pıtır biraz daha yaklaştı. Parmaklıkların tam önüne gelmişti.
“ Şşşt oradaki. “ diye seslendi karaltıya. İkisi de sessizce bekledi.
“ Hey! “ Pire sesini biraz yükseltmişti. “ Korkma sana bir şey yapmayacağız. “

Kafesin içinden hışırtılar duyuldu. Bir kaç dakika sonra ürkekçe bir baş iki kardeşin önünde belirdi.
Yaratık gerçekten çok çirkindi. Yakından bakılınca yüzündeki dev sivilceleri ve kıllı burnunu görebiliyorlardı. Ama karşılarında duran bu zavallının kesinlikle kana susamış bir katil olmadığına emindiler.

“ Ee...merhaba, “ dedi Pire ne diyeceğini bilemeden.
Pire’nin ağzının oynamasıyla ork korkarak hemen geri çekildi. İki kardeş umutsuzca birbirine baktı. Bir kaç dakika sonra aynı ürkek baş yine belirdi. Bu sefer ork iki kardeşin olduğu yere biraz daha yaklaşmıştı. Korkusu biraz azalmış gibiydi. En azından artık gözlerini kaçırmadan bir kaç saniye boyunca onlara bakabiliyordu.

“ Adın ne? “ diye sordu Pıtır. Ork boş boş küçük kıza bakmaya devam etti.
“ Galiba bizi anlamıyor, “ dedi Pire.
Bunun üzerine Pıtır eliyle kendini göstermeye çeşitli hareketlerle orka bir şeyler göstermeye başladı. Bir yandan da sık sık kendini gösterip “ Pıtır, “ diyip duruyodu. Küçük kızın çabası takdire değerli doğrusu. Pire’ye çok uzunmuş gibi gelen bir süre sonunda orkun yüzü anlayış ve zaferle aydınlandı.

İki kardeşin şaşkın bakışları altında kocaman elini kaldırıp kendini gösterdi ve “ Gump! “ diye böğürdü.
Orkun meydanda inleyen böğürmesi ile iki kardeş korkuyla etrafına bakındı. Uzun dakikalar boyunca sessizce etrafı dinlediler. Sarhoş asker bir köşede horlamaya devam ediyor, handan her zamanki gülüşler ve gürültü sesleri geliyordu.

İki kardeş de tuttukları nefesi rahatça bıraktılar.

“ En iyisi ona başka bir şey sormamak, “ dedi Pire.
Ork şimdi de Pıtır’ı eliyle gösteriyordu. Ne olacağını bilmelerine rağmen orku durdurmaya fırsat kalmadan koca yaratık ciğerlerine derin bir nefes çekti. İki kardeşin sessiz haykırışlarına aldırmadan “ Pııııdıırr! “ diye böğürdü dev ork.
Bu sefer başlarının belaya gireceğinden emindiler. Korkuyla oradan uzaklaştılar. Yakınlardaki bir evin duvarına dayanıp meydanı gözlediler. İki kardeşin korku dolu bakışları altında sarhoş asker rahatsızça yattığı yerde döndü. Han kapısı hafifçe aralandı. Pembe yanaklı bir yüz dışarıya uzanıp meydana hızlıca bir göz gezdirdikten sonra omuz silkip içeri girdi.

İkisi de şansları için meleklere tekrar tekrar teşekkür etti. Ama üçüncü bir seferde bu kadar şanslı olamayacaklarını biliyorlardı.“ Tamam, artık ona soru sormak yok. “

İki kardeş kafesin önüne geldiğinde ork yeniden umutla yaklaştı.
Pire kafesin kapısına baktı. “ Anahtar gerekiyor, “ dedi. Gözü yerde horlayan askere takıldı. “ Nerede bulacağımı biliyorum galiba, “

Pıtır elini parmaklıkların arasından yavaşça orkun yüzüne doğru uzattı. Koca yaratık kaçıp kaçmamak arasında tereddütte kalarak öylece bekledi. Pıtır’ın minik parmağı orkun koca burnuna yavaşça dokundu. Sessiz bir sevinçle elini geri çekti.

“ Burnun sümük dolu, “ dedi elinde olmadan kıkırdayarak.
Ork anlamamıştı ama kızın kıkırdaması hoşuna gitmiş olmalıydı. O da koca parmağıyla burnuna dokundu.
O sırada Pire elinde Ay ışığında parlayan bir cisimle geri döndü. Son kez kardeşine bakıp onay aldı. Kapıya doğru yönelip mümkün olduğunda sessiz bir şekilde anahtarı eski kilide sokup çevirdi. Hafif bir klik sesi duyuldu.

Kardeşinden yardım alıp ağır kapıyı yavaşça sonuna kadar açtı.

Ork şaşkın bakışlarla olan biteni izliyordu.

İkisi de son kez Gump’a baktılar. Yeni dostlarına erken veda ettikleri için içlerinde küçük bir burukluk vardı ama bir yandan da zavallı yaratığı esaretten kurtardıkları için mutluydular.
“ Hadi, “ dedi Pire. “ O artık özgür. “

İki minik beden koşarak karanlığa karışırken hala tahta kafesin içinde duran Gump’a son kez el salladılar.


                                                                               
***


“ İşte orada! “
“ Hazır olun! “ Küçük birlik hemen savaş pozisyonu aldı. Bir hafta önce köy meydanındaki kafesinden kaçan pis yaratığın peşine düşmüşlerdi. Yaratığı Kuzey Yolu Ormanı’nın içlerine kadar takip etmeyi başarmışlardı. Nöbetçinin dediğine göre sinsi yaratık onu gafil avlayıp yaraladıktan sonra anahtarları almış, kilidi açıp kaçmayı başarmıştı.

“ Okları hazırlayın, “  savaşçıların deri kayışlarla sağlamca sırtlarına taktığı kuburlardan çektikleri ok sesleri gergin havayı kapladı.

Kimse ses çıkarmıyordu. Yayları geren kollar kasılmış, savaşçılar dikkatle her yaprağı inceliyordu. Derken ileriden küçük bir hışırtı duyuldu. İlk yaprak kımıldar kımıldamaz tüm oklar aynı anda bırakıldı. Koca yaratık acı bir haykırışla kükredi. Çalıların arkasından çıkıp dizlerinin üstüne çöktü.

“ Bulduk seni pis şeytan, “ Reis adamlarına bakıp sertçe emretti, “ Oklar hazır! “

Dizleri üstüne çökmüş, kanlı gözlerle karşısında durmuş anlamadığı bir nedenden ötürü onu öldürmeye çalışan insanlara öylece baktı Gump. Artık kaçacak gücü kalmamıştı. Vücuduna saplanan ve ona dayanılmaz bir acı veren oklara baktı. Kardeşleri de bu garip ucu sivri şeylerle ölmüştü. Ölmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ama kardeşlerini yeniden görebileceği düşüncesi içini hafif bir sıcaklıkla kapladı.

Aklına ona yardım eden iki küçük insan geldi. Sıcaklık tüm bedenini kapladı.

“ Ne yapıyor? “ diye sordu askerlerden birisi. Karşılarındaki iğrenç yaratık koca parmağıyla yavaşça burnuna dokundu.

Reis de dikkat kesilmişti. Kısılmış gözlerle yaralı orku izledi.

Koca ork ağzını açtı. “ Gump! “ diye bir haykırış havayı doldurdu. Askerler şaşkınlık ve merakla izlemeye devam etti.

Ork son bir derin nefes çekti. Ağzından kanlar gelerek “ Pıııdııır! “ diye böğürdü.

“ Bu bir büyü olmalı, “ dedi Reis. Reis’in korkunç tespiti bütün birlik arasında hemen yayıldı. Bir kısmı kalkanlarıyla Reis’in etrafını sararken diğerleri de korku ve öfkeyle yaylarını gerdiler.

“ Pis şeytan bize kara büyü yapıyor, öldürün! “

Reis’in haykırışı ile oklar havada zıvıldayarak çirkin yaratığa doğru uçtu.
Oklar iç gıdıklayıcı bir sesle orkun vücuduna saplandı. Dev beden yavaşça yere düştü. Giderek kararan gözlerini yaşlarla kapatırken Gump, iki minik dostundan öğrendiği gibi son kez dünyaya el salladı.

23
Kurgu İskelesi / Ynt: Sende Olmayan Hiçbir Yerde Yoktur
« : 03 Eylül 2009, 04:03:55 »
Yorumunuz için teşekkür ederim.
Hayır devamı yok.Öz eleştiri yapmam gerekirse aşırı karanlık bir dünya yazdığımı kabul etmeliyim.

24
Kurgu İskelesi / Dilek Ustası
« : 02 Eylül 2009, 23:39:13 »
DİLEK USTASI

Batan güneşin son ışıkları, küçük bir liman kasabası olan Demirkazık’a vuruyor; kasabanın küçük şirin evlerinde uzun gölgeler bırakarak, sokaklarda hala yorulmak bilmeksizin kahkaha dolu oyunlarını oynayan çocuklara eve gitme vakti olduğunu hatırlatıyordu.

Odun toplamak için ormana gitmiş olan erkekler, yorgun ayaklarıyla kestikleri odunları taşıyorlardı.Çiftçiler özenle ektikleri tarlalarına son kez göz gezdirdikten sonra tatminkar bir şekilde evin yolunu tutmuşlardı.Evlerden leziz yemek kokuları geliyordu.Pencerelerden görülen loş ışık, mumların yakıldığını belli ediyordu.Birkaç görevli sokak lambalarını yakmak için ellerinde meşalerle işe koyulmuştu.Demirkazık kasabası geceye hazır görünüyordu.
Kasabaya hakim olan bu huzurlu havaya ters olan tek birşey vardı.Erjerha Nefesi Han’ında her zamanki kahkaha ve gürültü bu gece de eksik değildi.Handan gelen neşeli sesler kasabanın sakinliğine karşı koymak istercesine yükseliyordu.

İçerisi her zamanki gibi kalabalıktı.Masalar birleştirilmiş, kupaları dolu olan insanlar birbirlerine bu dünyanın en çılgın hikayelerini anlatıyorlardı.Özenle cilalanmış masaları, dönerek yükselen tahta merdivenleri, üzerinde kabartmalar olan barı ve arkasındaki tepeleme içki dolu rafları ile Ejderha Nefesi kasabanın göz bebeğiydi.Uzun bir günün ardından işlerini bırakıp biraz sohbet ve eğlence arayan herkesin ilk durağıydı.

Han sahibi Polim tombul, geçmişte yaptığı bir kavganın izini taşırcasına aksayan bir bacağı olan babacan bir adamdı.Hanının üstüne özenle eğilirdi.Masaların ve barın cilasını hiç eksik etmez, handa geçen istenmeyen tartışmaların eseri kırılan eşyaları derhal onarırdı.Uzunca bir süre uğraştıktan sonra bu eski binayı adam etmeyi başarıp, kasabaya bir han hediye eden kendisiydi.

Polim mutfağa girip çıkıyor, müşterilerin siparişlerini hazırlamak için tombul göbeğini sallanarak durmaksızın koşturuyordu.

“Joang! Nerde bu çocuk?” yüzü terle kaplı bir şekilde biten çorbanın yenisini kaynattığı tencereyi karıştırıyordu.Tekrar bağırdı.”Joang!”
Mutfağın kapısı açılıp, içeri genç bir çocuk girdi.
“Nerdesin seni tembel, çorbalar soğuyacak,” eliyle tepsiyi işaret ederek “Git siparişleri getir,” dedi.Şişman adamın tencerenin kapağını açmasıyla buhar bulutunun içinde kalması bir olmuştu.
“Tamam geldim işte, sanki bana bu gece müşteriler her zamankinden daha aç gibi geliyor, sen ne dersin Polim?” Aklına birşey gelmişcesine başını kaşıdı “Bu arada bira bitmek üzere son fıçıyı açtım.”
“Senin için depodan biraz çıkardım.Arkada duvarın dibinde.” Bir yandan da çorbanın tuzunu tatmak için kaşığı ağzına götürmüştü.Memnun olmuş bir şekilde başını salladı.”Harika.”
Joang koca fıcıyı, yuvarlayarak mutfaktan geçirip, barın arkasında diğerlerinin yanına yerleştirdi.
“Hey, çocuk!”
Ona sesleneni görmeye çalıştı.Pipo ve tütünden Han’ın içini beyaz bir bulut kaplamıştı.Ona doğru el işareti yapan uzun saçlı adamı gördü.Masalarına doğru seğirtti.

Adam biraz sarhoştu.Konuşurken sandalyede sallanıyor, gözlerini Joang’ta tutmak için çaba sarfediyor gibi görünüyordu.Yanındaki diğer iki adam ondan daha kötüydü.Çevrelerinden tamamen kopmuş bir şekilde kadınlar ve goblinlerin aynı soydan geldiğine dair çılgınca birşeyler geveliyorlardı.
“Hey Ivan, Rothar bişeyler daha içermiyiz ha? Gece daha yeni başlıyor,” masada oturan Rothar cevap olarak gürültülü bir şekilde geğirdi.

Uzun saçlı adam aldırmamış gibi duruyordu.”Sanırım bu evet demek.Bize üç koca bira getir bakalım çocuk.Hadi git.”
Joang belli belirsiz bir referans yapıp uzaklaşırken, hanın kapısındaki çan yeni bir müşteriyi haber edercesine çıngırdadı.İçeriye Ejderha Nefesi’nin daha önce hiç görmediği bir misafir girdi.
İçeri giren yaşlı adam, handaki onu inceleyen onlarca göze karşılık verdi.Yaşlılıktan yüzü buruş buruş olmuş yüzü, göğsüne kadar gelen uzun beyaz sakalı, mavi üzeri altın desenli tek parça cübbesinin kemerine astığı bir sürü torbayla şıngırdayarak ilerledi.Handaki müşteriler ilgisini yavaş yavaş kaybedip sohbetlerine dönmeye başlamışlardı.Ancak herkesin dilinde aynı fısıltı dolaşmıştı.

“Şu yeni geleni gördün mü? Beş altına iddiaya girerim ki o bir büyücü.”
Joang yaşlı adamın kendisine bir masa bulmasını bekledi.Onun da içinde bir merak uyanmıştı.Daha önce Ejderha Nefesi’nde hiç büyücü görmemişti.Aslında ömründe hiç büyücü görmediğini söylemek daha doğru olurdu.Yaşlı adam handaki şöminenin başına doğru yöneldi.Polim şömineyi yeni canlandırmıştı, alevler kibarca dans ediyordu.
Joang yaşlı adama bir sandalye çekmek için atıldı.Şöminenin başında masa yada sandalye yoktu.Daha birkaç adım atmamıştı ki yaşlı adamın boşluğa doğru oturduğunu gördü.

Adam bir bunak olmalı diye düşündü.Zavallı adamı düşmeden önce tutabilmek için son birkaç adımı koşarak geçti.Tam elini uzatıp adamı tutmak üzereydi ki; elleri birden bir cisim tarafından durduruldu.Dehşet içinde birkaç adım geriledi, arkasındaki masaya çarptı.Masadaki sarhoşlar olan bitenden habersiz ona birkaç küfür savurdular.Yaşlı adam şimdi pofuduk bir koltukta rahatça oturuyordu.Koltuğun yoktan belirdiğine yemin edebilirdi Joang.
“Ama nasıl... vay canına,” Joang tuttuğu nefesini salıverdi.”Gerçek bir büyücü.”
Yaşlı büyücü hiçbir şey olmamış gibi rahatça oturmuş, şöminenin ateşinde üşüyen vücudunu ısıtıyordu.
Ancak az önceki garip olaya Joang’dan başka birkaç müşteri de şahit olmuştu.Şimdi arkadaşlarına harıl harıl az öce gördüklerini anlatıyor, yaşlı adamı ilgiyle inceleyen kişi sayısı giderek artıyordu.
Heyecanını bastırarak büyücünün yanına gitti, nasıl davranması gerektiğini tam olarak kestiremiyordu.En kibar halini takınarak, pofuduk koltuğunda uyuklamaya başlamış adama yumuşak bir sesle sordu.
“Efendim, birşey arzu eder miydiniz?” Yaşlı adam yerinden hafifçe sıçradı.Simsiyah gözleri Joang’ı gördü.
“Aaah evet, hmm bir bakalım.Yalnızca bir oda istiyorum kibar beyefendi.Yaşlı bacaklarım oldukça yorgun,” adam muzipçe gülümsedi.

“Odanızı hazırlarken birşey içmek ister miydiniz?” Joang saygılı bir tonla konuşuyordu.Hayallerinde güçlü bir büyücü olup, masum insanları ve güzel kızları canavarların elinden kurtarmak vardı.Belki bir mucize gerçekleşir bu adam onu çırağı olarak kabul ederdi.
“Aslında bu tür gevşetici şeyler içmek bizim için uygun görülmüyor, özellikle de bana, anlarsın ya,” adam küçük bir sırrı paylaşıyormuşcasına göz kırptı.Ama Joang anlamamıştı.O da karşılık verip anlamış gibi başını salladı.Hatta yüzüne küçük bir tebessüm bile yerleştirdi.Kendini aptal gibi hissediyordu.
“Evet sanırım bir tanecik biradan birşey olmaz,” dedi.Koltuğuna rahatça gömüldü.
“Hemen getiriyorum efendim.,” diyip garip duygular içinde bara yöneldi Joang.Cüppesinde taşıdığı altın desenleri aç gözle süzen insanlara bakılacak olursa çok kudretli bir büyücünün güvenine sahip olmalıydı.
Yaşlı adamın birasını hazırlarken bara biri geldi.Tanıdık bir ses ile başını kaldırdı.
“Hey çocuk,” bu ondan bira isteyen hafif sarhoş adamdı.Siparişlerini unutmuştu.
“Özür dilerim siparişlerinizi hemen getiriyorum efendim,” diyip üç bardak daha çıkardı.
Neil yavaşça genç adamın elini durdurdu.”Acelesi yok çocuk; bu arada adım Neil,” arkadaşları masada sızmışlardı.”Şuradaki adamı görüyor musun?” Joang adamın işaret ettiği yere baktı.Yaşlı büyücüyü gösteriyordu.
Bir sır verirmiş gibi Joang’a yaklaştı.”O bir dilek ustası.”
Joang anlamamıştı.”Dilek ustası mı?”
“Evet seni aptal bir dilek ustası!Giydiği cüppeyi görmüyor musun? Yıllar önce çocukluğumda bir dilek ustası görmüştüm.Kasabaya en güzel gününü yaşatmıştı.Hediyeler, oyuncaklar, şekerler,” gözlerini Joang’ınkilere dikti.
“Ve tüm bunların olması için sadece dilemesi yeterli oluyordu.Tek yaptığı dilemekti.Dilek ustalarından bu dünyada çok az kaldı,” Eliyle yaşlı adamı işaret edip “Bugün bu handa bir dilek ustasıyla karşılaşmamız kutsal meleklerin bize verdiği bir şans! Ondan çok param olmasını dileyeceğim!”
Joang adamın anlattıklarından çok heyecanlanmıştı.”Beni de büyük bir kahramana çevirebilir mi ne dersin?”
“Çevirir tabi neden olmasın!” diyerek Neil bir kahkaha attı.
Sonra birden birşey hatırlamış gibi omuzları çöktü.”Yalnız bir sorunumuz var.Dilek ustaları dileklerinde çok seçicidirler.”

Joang da hayallerinden kurtulmuştu.Ne olurdu sanki biri onu bir halk kahramanına çevirse?
Gözleri Joang’ın elinde tuttuğu bardağa takıldı.Aklına harika bir fikir gelmişti.
“O yaşlı büyücü ne istedi?”
“Bir tane bira,” adam Joang’ın ödünü patlatarak hah! diye bir ses çıkardı.
“En güçlü içkini hazırla çocuk.Yeterince içersen bu meret en katı adamı bile yumuşatır.
Bu fikir Joang’ın aklına yattı.Bir süredir handa Polim’e yardım ediyordu.Pek çok eğilmez savaşçının alkolün etkisiyle nasıl da şeker bir adama dönüştüğüne şahit olmuştu.Sarhoş bir adamdan hesabı istemek her zaman kolay olurdu.Sarhoş adam, cömert adam demekti.Herkese ısmarlanan sayısız içki yüzünden çoğu kez paraları yetmezdi gerçi, o zaman da üzerlerindeki değerli bir eşyayı alırlardı.
“Tamam, yapacağım,” Joang’ın yüzüne bir gülümseme gelmişti.
“Acaba kahraman değil de, kudretli bir kral mı olmak istesem?” diye kendi kendine düşündü.Düşünceler içinde gidip gelirken, bir sanat eseri olduğunu düşündüğü eşsiz bir karışım hazırladı.Polim bu tarifi kilere dadanan hayvanları uyutmak için kullanırdı.Bardağı alıp, Neil’in bakışları altında dilek ustasının masanına doğru gitti.
“İşte siparişiniz efendim.”
“Aah teşekkür ederim, nazik delikanlı.,” yaşlı adam Joang’ın şaşkın bakışları altında bardağın içine bile bakmadan bütün içkiyi dikiverdi.

Joang başını çevirip Neil’e baktı.Neil’in yüzünde istekli bir ifade vardı.Karışımın ne kadar güçlü olduğunu bilmediği kesindi.
Yaşlı adam bir süre öylece durdu.Takıldı demek daha doğru olurdu.Gözünü bile kırpmıyordu.Joang kısa bir an adamın öldüğünü sandı.Korku içinde büyücünün omzunu dürttü.

“Efendim... iyi misiniz?”
“Aaa merhaba Martha.” Joang şaşkınlık dolu bir ifadeyle geri çekildi.Yaşlı adam gözlerini genç adama odaklayamıyormuş gibiydi.Bir süre gözleri çılgınca döndü.Sonunda net bir görüntü elde ettiğini düşünmüş olmalıydı çünkü bakışları sabitlenmişti.Tek sorun aslında Joang’a bakmıyor oluşuydu.
“Bir şeye ihtiyacınız var mı efendim?” diye usulca sordu Joang.Adamın yüzü hemen kızarmıştı.Yaptığı şeyden pişmanlık duymaya başladı.Artık neden içkinin özellikle adama uygun görülmediğini anlamıştı.Yaşlı büyücü hemencecik kafayı buluyordu!

“Gel Martha otur şöyle,” dedi.Adamın karşısında Joang’ın hayret dolu nidaları arasında bir koltuk daha belirdi.”Biliyor musun... güneye yaptığım yolculuk ile ilgili sana anlatmak istediğim bir sürü çılgınca şey var.Gördüklerimi bir bilsen eminim benimle gelmiş olmayı dilerdin.”
Joang ürkekçe adama kendisinin Martha olmadığı söylemeye çalıştı ama yaşlı büyücü onu duymuyordu bile.Çaresizlikle Neil’e baktı.

Neil olaya müdahale etme zamanının geldiği anlamıştı.Yaşlı adama doğru seğirtti.Joang’ı rahatlatarak ikinci pofuduk koltuğa, Martha’nın yerine oturdu.İki sarhoş karşı karşıya geldi işte diye düşündü Joang.Sessizce uzaklaşıp izlemeye başladı.Acaba bu adam gerçekten de dilek ustasının, hayallerini gerçekleştirmesini sağlayacak mıydı?

Yaşlı büyücü karşısında oturan kişinin Martha olduğuna emin gibi görünüyordu.Hiç susmuyor, anlattığı anlaşılmaz hikayelerine devam ettikçe kendini daha da kaptırıyordu.Sanki olayları yaşıyor, anlattığı yerleri görüyor gibi davranıyordu.Neil beklemenin en iyisi olacağına karar verdi.Elbet bir süre sonra adam susacaktı.İyice kıvama geldiğine emin olunca Neil ondan krallardan bile daha çok zengin olmayı dileyecekti.Neşeyle arkasına yaslandı, koltuk çok rahattı.Arada adamı dinliyormuş gibi başını sallıyor, kısa sorular sorup adamı cesaretlendiriyordu.
“Hey, baksana!Kupalarımız boşaldı,” uzak masaların birinden gelen ses Joang’a işinin başına dönmesi gerektiğini hatırlattı.Pek birşey anlamasa da Neil şimdilik iyi gidiyor gibi duruyordu.Yaşlı adam hala birşeyler anlatıyor, hikayesini o anı yaşıyormuşcasına tiyatrovari hareketlerle süslüyordu.

Joang müşterilerin kupalarını doldurmak için hanın uzak ucuna doğru yöneldi.Birkaç adım atmıştı ki, gördükleri karşısında az kalsın düşüp bayılıyordu.Önünden bir nehir geçiyordu!Korkuyla geri çekildi, handa çalışmanın doğal bir sonucu olarak öğrendiği birkaç küfürü sıraladı.

“Kutsal Işık, sen bizleri koru!”
Evet gözleri yanlış görmüyordu.Hanın içinden küçük bir nehir geçiyordu!Nehir sanki ormandan sökülüp alınmışcasına hanın içine yapıştırılmış gibi duruyordu.Nehrin çevresindeki otlar bir süre devam ediyor, sonra Joang’ın ayaklarının altında Ejderha Nefesi’nin eski tahtalarına karışıyordu.
Han bir anda karıştı.Masalar devrildi, Joang’a bir şairin ağzından çıkmış gibi düşündüren küfürler savruldu.Aklı başında insanlar, büyülü nehirden temkinlice uzak dururken, sarhoşlar Tanrılar tarafından lanetlendiklerini haykırıp, birbirlerine sarıldılar.

“Lanet olsun bu da ne böyle!” Ejderha Nefesi hiç olmadığı kadar karışık görünüyordu.Herkes bağırıyor, anlamsız şeyler söylüyor, birbirlerini suçluyordu.
Tüm bağırış ve karmaşa içinde Joang’a aşina gelen bir ses herkesin dikkatini çekti.Şaşkın kalabalık giderek susmaya ve sesin sahibine doğru dönmeye başladı.
Dilek ustası kalabalığı yara yara, hanın bir duvarında belirginleşip, boydan boya içinden geçen ve diğer duvarda silikleşen, büyülü nehre doğru geldi.Neil’in elinden tutmuş onu nehre doğru sürüklüyordu.
“İşte böyle Martha, ormanda bir iz bulmaya çalışırken karşıma birden bir nehir çıkıverdi.O yaramazların su içmek için mutlaka buraya geleceklerinden emindim.”

Neil’in durumu herkesten daha komikti.Suratındaki şaşkın ifade Joang’ın kıkırdamasına sebep oldu.Neler oluyordu böyle?

Yaşlı büyücü hanın tahtalarına oturmak için eğilirken etrafındaki şaşkın ve acınası kalabalığı farketmiş gibi onlara baktı.Bir süre handa çıt çıkmadı.Herkes olacakları merak ediyor, bir yandan da korku içinde yaşlı adamı süzüyordu.Sonunda sarhoşun biri büyücünün önüne yığılıp sızlanmaya başladı.
“Lütfen kudretli büyücü, bana zarar verme, büyücülere küfür etmek istememiştim.” Kanlı gözlerini dilek ustasının yüzüne dikti.Kalabalıktan ayakta zor duran bir adamı işaret ederek “Ama Roland büyücülere etmediği lafı bırakmadı.Onu cezalandırabilirsiniz.” Roland masa arkadaşının ispiyonuna bozulmamış gibi görünüyordu.Aslında Joang onun olan biteni anladığından bile emin değildi.Kendisi de anlamıyordu zaten.

Birden yaşlı büyücünün suratında zafer dolu bir ifade belirdi.Etrafındaki insanların suratına her birini tanıyormuş gibi teker teker baktı.“Gelebildiğinize çok sevindim dostlarım, ben de Martha’ya Gümüş Vadi’de yaşadıklarımı anlatıyordum.”
“Evet nerede kalmıştık?Hah! Hatırladım sonra birden o uçan yaratıklar geldi.”
Birden havada gri renkli, ince kanatlı, ağızlarında kocaman sivri dişleri olan yarasa benzeri kuşlar belirdi.
Han sakinleri korku içinde kaçıştılar.Hala sarhoş olmayıp düşünebilen birkaç kişi kapıya yöneldi.Önce biri denedi, sonra diğeri, olmuyor kapı bir türlü açılmıyordu.Uzaklardan dilek ustasının çılgın sesi duyuldu.

“Ildos, Richa nereye gidiyorsunuz? Bunu dinlemelisiniz dostlarım, en güzel yeri henüz anlatmadım!” Kapıdan ümidi kesen adamlar korku dolu gözlerle yaratıklarla yüzleşmek için döndüler.İğrenç kuşlar pençelerini panik içinde ordan oraya kaçışan insanlara geçirmeye çalışıyor, giysilerini parçalıyordu.
“Hayır bir dakika, kuş değildi.Sanırım bir ayıydı.Evet bir ayı olmalı.” Yaşlı adamın kafası karışmıştı.Hanın ortasında birden beliren ayı etrafı yıkıp dökmeye başladı.Sadece yanlış zamanda yanlış yerde bulunma hatasını yapmış zavallı han sakinleri panik içinde oradan oraya kaçışıyorlardı.

Adamlardan birisi kılıcını çekti.Ayı etraftaki masaları devirip, böğürürken arkasından tüm gücüyle öldürücü darbeyi indirmek için atıldı.
Kılıç ayının içinden geçip gitti.

Dengesini kaybeden adam şaşkınlık içinde yere kapaklandı.Deli büyücünün yarattığı şeyler ölmüyor muydu yoksa?
Koca hayvan yerde şok içinde yatan insanı farketti.Dev pençesini kaldırıp vurmak için hamle yaptı. Adam kılıcı atıp son anda geriye çekildi.Ancak geç kalmıştı.Handakilerin korku dolu bakışları altında adamın bacağı kulak tırmalayan bir sesle kırıldı.Zavallı savaşçıdan feryat dolu bir çığlık çıktı.
Sonra birden çığlık kesildi.Adamın yüzünden şaşkınlık okunuyordu.
“Hey, bu...bu hiç acımadı,” bacağı yerde iğrenç bir biçimde şekilsizce duruyordu ama adamın yüzünde acının en ufak bir belirtisi yoktu.

Yaşlı büyücünün sesi yine duyuldu.”Neydi, neydi, ah evet ayı değil bir sürü geyik vardı sanırım!”
Han bir anda hiç olmadığı kadar karıştı.Küçük bir geyik sürüsü Ejderha Nefesi’ni doldurmuştu.İnsanlar öbek öbek etrafa dağılmış, birbirlerine sokulmuşlardı.Ayı kaybolunca bacağı kırılan zavallı savaşçı mucizevi bir şekilde yavaşça ayağa kalktı.Pantolonun paçasını çekiştirip bacağına baktı.Yepyeni görünüyordu.Hiçbir kırık belirtisi yoktu.Sanki az önce ayının pençesiyle parçaladığı bacak adamın değilmiş gibi şaşkınlık içinde yürüyerek arkadaşlarının arasına girdi.Suratında hem rahatlamış hem de korkmuş bir ifade vardı.
Mutfağın kapısı aniden açıldı.İçeriden üzeri yağ lekesi dolu bir önlük ve elinde bir kaşıkla şişman Pomil çıktı.
“Ne oluyor bura...,” cümlesini tamamlayamadan, önünden yürüyerek geçen küçük bir geyik grubu Pomil’i susmaya zorladı.Şişman han sahibi bir süre geyiklere boş boş baktı.Bir ara boğulacakmış gibi oldu.Sonra yavaşça arkasına doğru düştü.Zavallı adam bayılmıştı.

Tüm bu hengamede kırılmadan durmayı başaran birkaç masadan birinin altına saklanmış olan Joang olan biteni keyifle izliyordu.Bu inanılmaz birşeydi.En çılgın hayallerinde bile hergün çalıştığı hanın bir sirke dönüşmesi yoktu.Düşünceleri yanına gelen bir silüetle aniden kesildi.Neil nefes nefese Joang’ın saklandığı masanın altına sokuldu.

“Adama ne içirdin böyle?Tüm bu olan bitene inanabiliyor musun? Planımız fena halde ters tepti.” Neil- daha doğrusu dilek ustasının sevgili Martha’sı- bir süreliğe büyücüden kurtulmuş gibi görünüyordu.
“Bu nasıl oluyor!? Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim!” Joang konuşurken bir yandan da yaşlı adam hikayesine devam ediyordu.Şimdi hanın eski tahtaları yerine yemyeşil çimenlerin üzerinde uzanıyorlardı.
“Sana söylemiştim, o bir dilek ustası ve fena halde sarhoş! Arzu ettiği herşey gerçekleşiyor! Deli büyücüyü ejderhalarla ilgili bir anısını anlatmaktan son anda vazgeçirdim.” Neil gürültünün içinde sesini duyurabilmek için yüksek sesle konuşuyordu.Çünkü biraz önce Joang’ın hayranlık dolu takdirlerini alarak tepelerine yağmur yağmaya başlamıştı.Hanın tavanı artık kara bulutlardan oluşmuş fantastik bir gökyüzüydü.Çarpan şimşekler herkesin yüreğini hoplatıyordu.

“Bunu durdurmamız gerek Joang.Bir süre beni belki gerçekten dinler diye umut ettim ama anladığını bile sanmıyorum,” yerde kırılmış bir şekilde yatan bir sandalyenin kopan bacağını eline alıp kontrol etti.”Bu işe yarayacaktır.”
Tüm bu eğlencenin biteceğine üzülen Joang yağmurun altında, çimenlere basarak Neil’in peşinden gitti.Az önce hanın yarısı uçuruma dönüşmüş, orda bulunan onlarca şanssız adam çığlık atarak aşağı düşmüştü.Joang onlarında tıpkı ayı tarafından yaralanan adam gibi acı hissetmeyeceklerini ve hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkacaklarını biliyordu.

“Vay canına keşke ben de düşseydim,” diye içinden geçirdi.Önünde duran Neil’e az kalsın çarpıyordu.
Joang’ın üzgün bakışları altında handaki herşey yavaş yavaş normale döndü.Önce yağmur kesildi.Ayaklarının altındaki çimen yerini giderek tanıdık eski tahtalara bırakıyordu.Uçurum yavaş yavaş gözlerden silinirken, aşağıya yuvarlanmış şanssız adamlar uçuruma düşmeden önce en son bulundukları yerde tekrar belirip, bir tüy kadar hafif bir şekilde yere oturuverdiler.Geyikler gözden kaybolurken son defa han sakinlerine mamur bir edayla baktılar.Kısa bir süre sonra Ejderha Nefesi geri gelmişti.

“Ona vurdun mu?” diye sordu Joang.Dilek ustası yerde yatıyordu.Şöminenin başındaki pofuduk koltuklar yok olmuştu.
“Hayır, tam vurmak için hazırlanıyordum ki, kaçık ihtiyar sızdı.”
Joang etrafına baktı.Kırılan tüm masa ve sandalyeler yeniden sağlam ve yerinde görünüyordu.Ejherha Nefesi tıpkı en son hatırladığı gibiydi.

Bir anda öyle bir gürültü oldu ki, Joang’la Neil, dilek ustasının yeniden uyandığını sandılar.Bir han dolusu adam panik içinde çıkışa doğru atılmıştı.Bu sefer kapı rahatça açıldı.Göz açıp kapayana kadar handa kimse kalmadı.
Bir süre pencereden panik ve şok içinde kasabaya doğru koşan adamları izlediler.
Arkalarından gelen bir sesle irkildiler.Neil’in sızmış iki arkadaşı Ivan ve Rothar uyanmışlardı.
”Hey Neil, biramız nerde kaldı ha?”



Umarım beğenirsiniz ve değerli yorumlarınızı eksik etmezsiniz arkadaşlar.

25
Kurgu İskelesi / Ynt: Sir Nigel’ın İntikamı
« : 31 Ağustos 2009, 15:51:37 »
Hikayeniz beni aldı götürdü.Genelde karanlık ve tozlu olan yazıların yerine sizin yarattığınız dünya aydınlık ve neşeliydi.Kurgunuz çok hoş.Kısa bir öyküden bekleneni veriyor.Elinize sağlık.

26
Kurgu İskelesi / Sende Olmayan Hiçbir Yerde Yoktur
« : 31 Ağustos 2009, 14:59:00 »
Merhaba arkadaşlar.Bu benim ilk fantastik öykü denemem.Yorumlarınız benim için gerçekten çok önemli.Umarım beğenirsiniz ve birkaç dakikalığına da olsa sizi hayal alemine çekip götürebilir.




SENDE OLMAYAN HİÇBİR YERDE YOKTUR*



Bölüm 1-Yaşlı Adam

“Kutsal ışık bizimle olsun,” dedi Orphan unutulmuş bir büyüye hayat vermek için Morlif’in yanında kardeşleriyle birlikte yerini alarak.

Orphan ritüelin başlayıp, kutsal tesirlerin çağrılması için ilk büyülü emri verdi.Kardeşleri hep bir ağızdan tekrar ettiler.Karşısındaki zayıf ve acınası kalabalığın onu ilgiyle izleyen umut dolu bakışlarını görmezlikten gelerek; yaşlı adam büyüsünü yapmak için konsatre olmaya çalıştı.


***

Titreyen elleri dökülmüş saçları ve buruş buruş derisi ile klasik bir büyücüydü.Bu garip ülkede pek çok insanın ona gözü kapalı güvenebileceği bir büyücüydü -belki de bu karanlık günlerde tek umut kaynakları karşılarında duruyordu..

O bir gök büyücüsüydü.Orphan’a takılan isim buydu.Tanrısal töz ile iletişim kurmakla sorumluydu.Yıllarını verip uzmanlaştığı büyü dalı, göklerin gücünü kullanmasına imkan veriyordu.İlahi ışığı bu korkunç dünyada dengeyi sağlayabilmek için indirmekle görevlendirilmişti.Karşısındaki soğuktan birbirlerine sıkıca sarılmış, hapsoldukları bu iblis şehrinden kurtulmak için beklentiyle bakan yüzlerce gözü gördü.

Bu zavallı kasabanın başına bu felaket nasıl gelebilmişti?Eskiden yemyeşil olan topraklar artık kurumuştu.Tekinsiz otlar baş salmıştı.Çevre sanki her geçen gün değişiyor gibiydi.Hava daha da boğucu oluyor, orman sanki kasabadan uzaklaşıyordu.Havadaki bu uğursuzluk onu eziyordu.Buraya geldiğinden beri güneş ışığını görememişti.Karanlık bulutlar hiç eksik olmamıştı.Orphan bu felakete neden olan büyücüyü düşündü.Kendi kardeşleri, Gök Büyücüleri duruma müdahale etmekte başarısız olmuşlardı.Yakaladıkları; herşeye neden olan kara büyücünün ölmeden önceki sözleri aklına geldi.”Sadece O’na hizmet ederiz, O’nun için yaşarız!Hepiniz lanetlendiniz!” Demişti iblis siğilini açan kara büyücü.Adamın yalnızca bir uşak olduğu anlaşılmıştı.O diye bahsettiği ama asla kim olduğunu açıkça söylemediği varlığın hapsolmuş bir uşağıydı sadece.Gök Büyücüleri için onunla ilgilenmek fazla zor olmamıştı.


Dünyadaki dengeyi, herkesten iyi gören Orphan değişim rüzgarlarını hissetmişti ama bir anlam verememişti.Açıkçası bu kadar büyük bir saldırıyı beklemiyordu.İblislerin bu dünyaya geçme arzuları aşikardı ancak kasabada gördüğü manzara durumun ciddiyetini gözler önüne sermişti.Kara büyücünün dediği gibi kasaba lanetlenmişti.Orphan ve diğerleri kasabaya ulaştığında büyücü iblisin siğilini çoktan açmıştı.Karanlık ve dünya arasındaki bağlantı kurulmuştu.Şimdi de bu ilk bağlantının etkileri tüm kasabada görülüyordu.


Önce yiyecekler kurumuştu.İnsanların eline aldığı tüm yiyecekler birden küfleniyor, kurtlarla doluveriyordu.Ardından nehir akmamaya başladı.Tüm nehir vadisi kurumuştu.Toprak sanki bu dünyaya ait değilmiş gibi insanın tüm neşesini çekiyordu.Orda burda kalmış tek tük kuru ağaç halktan intikam almak istermişçesine dallarını kasabaya doğru uzatmışlardı.


Ardından Gök Büyücüleri geldi.Halk kalbinde kalan son neşesiyle bir avuç büyücüye sarıldı.


Orphan kara büyücünün büyüsünü yaptığı mağaraya girdiğinde gördüğü manzara karşısında ürpermeden edemedi.Mağaranın girişi kasabanın yanındaki bir dağın tepesinde bulunan küçücük bir yarıktı.Giriş rutubet ve küf kokuyordu.Bir süre iki büklüm yola devam ettikten sonra Orphan, mağaranın içlerine doğru ilerledikçe havanın değiştiğini hissetti.Kayalar giderek vahşileşiyor sanki ona saldırmak istiyor gibi derisini kesiyordu.Duvarlara sürtünen kollarını ısırıyor onu tutmak için uğraşıyor gibi geçişine izin vermiyorlardı.Dar tünel bitince mağara Orphan’ın nefesini kesen bambaşka bir sunağa açıldı.Sunağın içi oldukça genişti.Karanlığın içinde tüm heybetiyle yükselen duvarlar tavanı gözlerden saklayacak kadar yukarılara çıkıyordu.Orphan ileri doğru daha fazla gidemedi.


O kaçık büyücü tüm mağara tabanına tekin olmayan kırmızı bir renkle parlayan devasa bir şekil çizmişti.Garip şekiller ve yaşlı Orphan için bile anlaması imkansız bir dille yazılmış garip yazılar tüm tabanı kaplıyordu.

“İblis siğili,” dedi kendi kendine.Geç kalmışlardı.”Bağlantı çoktan kurulmuş.”


Orphan daha fazla zaman kaybedemezdi.Karanlıktaki iblisler her an bu dünyaya geçiş yapabilirdi.Tüm hayatını dünyadaki dengeyi korumaya adamıştı.Böyle bir şeyin olmasına izin veremezdi.Sunağa son defa baktı.Devasa siğilin bazı köşelerinde ölü bedenler yatıyordu.Kurbanlar çoktan verilmişti.


“Baş melek Uskif adına umarım çok geç kalmamışızdır.” Adımlarını hızlandırıp yaşlı bedeninin ona izin verdiği ölçüde aceleyle kasabaya, kardeşlerinin yanına geri dönmek için tepeden aşağı indi.Kasaba sanki her gördüğünde biraz daha karanlığa gömülüyor biraz daha tekinsizleşiyor gibiydi.Havadaki kara bulutlar, gün ışığının yere vurmasını engelliyor, kasabayı uğursuz bir gölgenin altında bırakıyordu.

Karşı büyüyü kendi başına yapamazdı hayır.O siğilde hissettiği şey her ne ise çok büyük bir güçtü ve kendisi işe yaramaz küçük bir toz zerreciği gibi hissetmesine neden olmuştu.


Hızla yürürken Orphan’ın dikkatini birşey çekti.Ayaklarına bakınca uzun tek parça entarisinin eteklerinin çamur içinde olduğunu gördü.Etrafına baktı.Gözünün görebildiği her yerde çamur vardı.Toprak ıslaktı.O mağaradayken yağmur yağdığını sanmıyordu.
Ayaklarını kuşatan çamura bir daha baktı.Bunda ters birşeyler vardı.Çamur fazla yumuşak fazla suluydu.Parmağının ucunu küçücük bir parçaya dokundurup ağzına götürdü.Birden tüm gerçek şimşek çakar gibi belirdi aklında.

“Bu çamur değil.Bu... kan.” Her tarafta kan vardı.Topraktan kan geliyordu.Mağaradaki o uğursuz dev siğille çağrılan iblis her kimse etkileri artık kendini iyiden iyiye gösteriyordu.Eğitimine ve deneyimine hiç uymayan bir şekilde Orphan korktuğunu hissetti.


Çabucak kendini toparlayıp yola devam etti.Kasabaya geri döndüğünde kardeşlerinin halkı bir araya topladıklarını gördü.
“Yaşlı gözlerin bize neler getirdi Orphan?” Morlif umutlu ve neşeli görünmeye çalışıyordu.Orphan’ı gören diğer kardeşler de ona doğru seğirttiler
“Mağaranın içinde dev bir iblis siğili var,” dedi nefes nefese.Yaşlı bedeni artık onu çok zorluyordu.
“Peki aktif mi? Nasıl bir siğil?” diye sordu kardeşlerden biri.
“O kara büyücüyü hafife almışız.Çağırdığı şey her ise çok güçlü ve her an bu dünyaya gelebilir.Siğil aktif.Görünüşe bakılırsa bir süredir aktifmiş.Geç kalmışız,” dedi üzgün bir şekilde.Gözleri ne konuştuklarını merak edip onları ilgiyle süzen halkın üzerinde dolaştı.
”İblis giderek güçleniyor.Nasıl oldu da fark edemedik? Bunca zamandır orada bu dünyaya geçiş için yeterince güç toplamış ve biz kılımızı bile kıpırdatmadık.”
Dostça bir el omzuna dokundu.”Biz yapabileceğimizi yaptık Orphan.Dengedeki huzursuzluğu hepimiz biliyorduk ama bir kapı olduğunu bulmak uzun zaman aldı biliyorsun.O gelen her ne ise uşağına işini iyi yaptırmış,” dedi Morlif.Başını tepeye doğru çevirdi.”Bir an önce siğili kapatmak için işe koyulmazsak herşey için çok geç olabilir.”
“Acele etmeliyiz,” dedi Orphan.Herkes değişimin karanlık pençelerini görmüştü.İblis yaklaşıyordu.”Hepimize ihtiyaç var.”

***

Düşüncelerini bir kenara attı.Konsatre olması lazımdı.Kardeşleri büyüye eşlik etmek için uygun zamanı belkiyordu.Karşısındaki acınası halka son defa baktı.Bunu onlar için yapacaktı.Gözlerini tekrar açtığında iblisin kovulmuş olması ümidiyle, büyüye başladı.

Zihninin derinliklerinde bir zamanlar ustasının ona öğretmiş olduğu kelimeleri arıyordu.Ununtulmuş büyü aklının derinliklerinden yüzeye doğru çıktıkça kelimeler zihninde yankılanmaya başladı.Yüksek sesle kelimeleri eski lisanda haykırdı.Kardeşleri hep bir ağızdan tekrar etti.
“Güneş onun babasıdır, Ay annesidir. Rüzgar onu karnında taşımıştır, Toprak beslemiştir. Dünyanın bütün gücünün babası budur. Onun gücü eğer toprağa dönerse her şeye yeter .”

“Topraktan gökyüzüne çıkacak ve yeniden toprağa inecek , ve yukarıda ve aşağıda olanın gücünü alacak . Bununla bütün dünyanın zaferi senin olacak ; bunun için bütün karanlık senden uzaklaşacak.**”


Büyüsünü yaptıkça vücudunu bir çoşku seli kaplıyordu.Kardeşlerinden gelen enerjiyi hissedebiliyordu.Büyü onları sanki gençleştiriyor, tek vücut yapıyordu.Gök Büyücüleri ahenk içinde büyülerini devam ettirdiler.Hepsinin dünya ile bağlantıları kopmuş, büyünün gizemli derinliklerinde tek bir amaç için birleşmiş zihinleri, mucizeyi gerçekleştirmek kutsal ışığın dokunuşunu arıyordu.Orphan bir an için başarabileceklerini, mağaraya çizilmiş dev siğili -her kimi çağırıyorsa mühürleyebileceklerini düşündü.
Umudu sonbaharda kuruyan yapraklar gibi bir anda uçup gitti.
Dünya dalgalandı.O buradaydı...


Bölüm 2- Hayat Alevi



Büyüsü bir anda paramparça olmuştu.Tüm benliğini adadığı büyüsünün milyonlarca parçaya bölünüp solduğunu hissetti.Gözlerini açmaya korkuyordu.Gök Büyücüleri başarısız olmuştu.Karanlıklardan gelen bir iblis dünyaya geçmişti.Umutsuzluk Orphan’ın içini kapladı.İblis’in varlığını tüm benliğiyle hissedebiliyordu.Üzerinde durduğu toprak, soluduğu hava herşey iblisin lanetiyle çığlıklar atıyordu.Korkuyla gözlerini araladı.


Kimse, hiç kimse yoktu ne korku içindeki halk ne de büyü sırasında yanında duran kardeşleri.İblisin varlığından başka kimseyi hissemiyordu.Başını çevirip etrafına bakmak için cesaretini topladı.Gördüğü manzara kanını dondurdu.Evler sanki zamanın tüm çürümüşlüğü üzerlerine çökmüş gibi deforme olmuştu.Duvarların kimi yerlerinden kan sızıyordu.Tüm kasaba yamulmuş, pencereler lanetlenmiş gibi eğrilmişti.Orphan evlerin kemiklerden yapıldığı gördü.Kulağına onu deli edercesine binlerce ses geliyordu.Topraktan çıkan bebek suratları ona gülümsüyor, havadaki kan kokusu midesini bulandırıyordu.Esen rüzgar yüzünü kesti.Soğuktan titrediğini farketti.Aynı anda tepesinde güneş belirdi.Gözleri yukarı dönerken, güneş bir anda değişti.Simsiyah bir renk aldı.Artık ışıkları aydınlatmıyor tam tersine değdiği her şeyi karanlıklara sürüklüyordu.Dünya dalgalandı.Orphan ruhunun ezildiğini hissetti.Gözlerinin önünde çılgınca imgeler çaktı, korkunç sahneler, ölümler gördü.


Elinde olmadan bir çığlık attı.Benliğinin maruz kaldığı ıstırap onu deli etmek üzereydi.Yaşlı kalbi daha fazla dayanamayacaktı.Zor nefes alıyordu.İblis’in varlığı iyice keskinleşti.İsmi kulağına binlerce acı çeken ruh tarafından aynı anda haykırıldı.Yaşlı adam dişlerinin zangır zangır birbirine vurduğunu hissetti.
“Azmıç.***”
Orphan’a isim kendi ağzından çıkmış gibi geldi.Umursamıyordu, hiçbirşey önemli değildi.Sadece bu ıstıraptan kurtulmak istiyordu.

Sonra aniden herşey kesildi.Güneş normale döndü.Dondurucu rüzgar yavaşladı.Çığlık atıp ona gülümseyen binlerce bebek toprağa geri döndü.Orphan öylece bekledi.Kalbi yavaş yavaş düzeliyordu.Derin nefesler alarak iradesinin geri gelmesini bekledi.Yıllarca, dünyalar arasındaki dengeyi sağlamakla görevlendirilmişti.Dünyaya izinsiz gelen pek çok iblisi kovmuş aynı şekilde iletişim kuran ve dengeyi olumsuz yönde etkilenyen pek çok meleğide geri göndermişti.Ama bu gelen... Azmıç.Karanlıkların baş kötüsü, kader nasıl olur da onu tek başına yenmesini isteyebilirdi? Azmıç’ın varlığı bile ruhunun sonsuz ızdırap ile yanmasına yeterken nasıl olurdu da onunla yüzleşebilirdi?
“Orphan!” Gelen sesle iblisi görmüş gibi irkildi.
“Orphan!”
Ama bu... Usta’sının sesiydi.
Havadaki kan kokusu ciğerlerini isyan ettirdi.Gözlerinin önünde tekrar ölüm dolu binlerce imge çaktı.Görüntülerin arasından bir ses tekrar benliğini huzura kavuşturdu.
“Orphan anlaman gerekli.Hatırla se...,” ustasının sesi tekrar uzaklaştı.Dondurucu rüzgar yeniden canlandı.Rüzgar derisini kesti, sanki camdan yapılmış gibi kırdı attı.Tanıdık ses yeniden netlik kazandı.
“Sende olmayan hiçbir yerde yoktur.”
Orphan anlamaya başladı.Denge işte buydu.Kara büyücü dengeyi iblislerin lehine bozmuştu.Evrensel kural bir kez daha işlemiş, dengenin yeniden kurulması için Orphan’a yardım gelmişti.Şimdi dengeyi yeniden sağlamak O’nun elindeydi.

Orphan kutsal ışığa ve bildiği tüm Tanrılara şükranlarını sundu..İki taraf da hamlesini yapmıştı.Şimdi sonucu belirleyecek olan kendisiydi.Aniden her şey yeniden karanlığa gömüldü.


Önünde patlayan alev Orphan’ın gözlerini dağladı onu kör etti.Topraktan çıkan bebek kafaları ayakları ısırdı, etlerini kopardı.
Bu güne dek hiç duymadığı kadar soğuk bir kahkaha benliğini doldurdu.Konuşması binlerce ruhun yardım çığlığı ile doluydu.
“Aptal insan.” Azmıç, lanetli ruhlardan yaptığı gözleriyle Orphan’ı deldi geçti.
Yaşlı büyücü korkuyla bir çığlık attı.Görmeyen gözlerle iblisi savmak istercesine ellerini savurdu.Kafasındaki binlerce sesi susturabilmek için çırpındı.
Topraktaki bebek kafaları taze etin heyecanıyla kahkaha atmaya başladılar.

Sonra bir şey farketti.Küçücük bir şey ama oradaydı işte.İçinde yanan küçücük alevi gördü.Aynı alev Azmıç’ta da vardı, yerdeki bebeklerde, herşeyde aynı alevin olduğunu gördü.Aslında iblislerin, insanların, tüm canlıların birbirlerinden hiç de farklı olmadıklarını gördü.


Bu ona komik geldi.Elinde olmadan kıkırdadı.İçindeki alev titreşti, ruhunu gıdıkladı.Orphan gülmeye başladı.Güldükçe içindeki alev büyüdü, büyüdü.Azmıç ve diğer iblisler öfkeyle haykırdı.Orphan’ı parçalara ayırmak için atıldılar.Alev artık boğazına kadar geliyordu.Alevin dumanı iblisleri acıyla inletti, çarpılmış ellerini yaktı.Dumanlar, Azmıç’ın olmayan gözlerini kemirdi, öfkeyle haykırmasına neden oldu.Orphan artık kahkaha atıyordu.Vücudu alevlerin arasından görünmez olmuştu.Yakıcı alev Azmıç’ın lanetli ruhuna işledi, dumanlar ruhlardan yaptığı ciğerlerine doldu.
İblis son defa acıyla haykırdı.

Denge yeniden işledi.İblis’in bu dünyadaki varlığının silinmesine karşılık Orphan kendi ruhunu verdi.Uzaklarda mağaranın içindeki siğil son defa çirkince parlayıp söndü.
Morlif ve diğer Gök Büyücüleri yavaşça kendilerine gelirken, güneşin ilk ışıkları kasabaya vuruyordu.



*Agarta adındaki anonim bir yazıdan

**Zümrüt Tabletten

***Azmıçın adı, 'az' köküyle bağlantılı olup, Yol Azdıran şeklinde anlamlanır. Karaçay - Balkarların inançlarına göre Şeytani bir ruh. Belli bir görüntüsü yoktur. İnsanlara düşmandır, kurbanları tek başına yola çıkan insanlardır. Azmıç bu insanları onu tanıyan birisinin sesiyle çağırır. İnsan dönüp cevap verirse Azmıç'ın buyruğu altına girer. Azmıç da bu insanı kayalıklardan aşağı atar.

Sayfa: 1 [2]