Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Elerki

Sayfa: [1] 2 3
1
Kurgu İskelesi / Lütfen Merdiveni Sallama
« : 27 Eylül 2015, 22:00:39 »
LÜTFEN MERDİVENİ SALLAMA

Merhaba, yeni rüyam. Senin gibilerini görmeyeli hatırı sayılır bir süre geride kalmıştı. Aslına bakarsan rüya diyip geçmeden akışını dikkatlice takip etmek istiyorum ve bunun için de kendimi birazcık olsun buranın kuralsız düzenine becerebildiğimce bırakmam gerek. Böylesi kendimi daha fazla anlayabilmemi sağlar diye umuyorum. Aslına bakarsan işime geleni de bu; gerçeklik diye adlandırabileceğim solukluktaki, aslında ne idüğü belirsiz uyanık dünyada bunu yapmam neredeyse imkansız.

Aslında şu an pek de anlamlandırılabilecekmişsin gibi gelmiyor. Badana yaparken kullanılan o metal, katlanabilir merdivenlere benzer bir merdivenin üzerindeyim ve ne yukarıdaki ne de aşağıdaki ucunu görebiliyorum. İki uç da pamuk kadar yoğun, bulut kadar hafif şeylerle gizlenmiş. Rüzgar yok, nem yok. Olsa da hissedebilir miydim bilmiyorum. Düşme korkusu hissetmiyorum ve bu şekilde iki basamak yukarı çıkıyorum.

Bir değişiklik olmadı. Zaten yalnızca iki basamak yukarı ilerleyerek bir değişiklik elde edebilmeyi beklemiyordum. Ancak burada bir soru belirdi kafamda: Neden beklemeyeyim ki? Bırak iki basamağı, neden bir bacağımı yalnızca bir üst basamağa koyup ötekini yukarı çekerken dahi bir değişim beklemeyeyim? Etrafıma şöyle bir baktım ve gerçekten oldu. Fark ettim. Ya da ben bunu düşündüm diye bana farklı bir şeyler sunmaya karar verdin. Veya bilinçaltımın büyük pay sahibi olduğunu düşünürsek birlikte karar verdik bunun olmasına. Her neyse.

Alttaki ve üstteki iki bulut benzerinin arasında yer alan tek şey ben ve merdiven değil artık. Birkaç yaprak, üstteki belirsizlikten koparak aşağıya doğru süzülüyor. Hayır, sarı değiller. Pembeler - değişiklik için teşekkür ederim. Tek elimi tutamaçtan bıraktım ve salına salına düşen yapraklardan en yakındakine doğru uzandım. Az önce onlarca metre ileride bir yerlerden düşüşe devam edecekmiş gibi görünen yaprağı sanki tam da bana geliyormuşçasına kolaylıkla yakalayabildim. O kadar da zor değil burada işler. Her şeyi yapabilirim sanırım, her daim yeterince güçlü ve becerikli gibiyim.

Yakaladığım yaprak şimdi elimde yok oldu. Bunu istediğimden emin değilim, cevap vermekte gecikmemiş olman beni korkutmadı ancak yeni sorularım var - kendime saklamayı tercih edeceğim sorular. Zaten bunu yaparak seninle hepsini paylaşmış oluyorum. Hayır, burada çelişkili tek şey benim. Ben burasıyım.

Yaprağa tekrar dönersek; o ne çürüdü, ne parçalandı, ne de elimden kayıp düştü. Yalnızca kayboldu. Ama şekerli bir koku etrafı sardı, gözlerimi tatlı tatlı yakmaya başladı. Bu onun kokusuydu. Bir kokunun burundan daha çok göz yakabilmesi ve birer damla yaşı yanaklardan aşağı gönderebilmesi sanırım sadece senin gibi rüyalarda olan bir şey değil. Daha önce eminim ki birçok kişinin tanıdığı bir kardeşin olan salıncaktan boşluğa doğru düşmeli rüyada da buna benzer bir şeye maruz kalmıştım. Tam salıncağın geriye doğru çekilip beni fırlatmak için kurulumu sonlandırdığı son noktada. Yalnız, oradaki koku daha ekşiydi.

Kusura bakma, benden şimdilik bu kadar. Şu an çok sıkıldım ve aşağıya inmeye karar verdim. Bunun beni uyandıracağını düşünüyorum. Uyanmak... Yukarıya çıkarak devam etmek istemiyorum. Lütfen merdiveni sallama.


                                                               *****


Yerdeyim. Yanımda devrilmiş bisikletim ve sıyrılıp kanamış dizlerimle mutsuz değilim. Belki bir de dirseğimden yaralanmışımdır; hafif bir acı hissediyorum orada da. Bunlar kaba uzuvlar ve minik insanlara yakışan acılar bence.
 
Yine de merdiveni sallayarak çok doğru bir şey yapmadın.


Elerki

2
Düşler Limanı / Kış ve Gerçek
« : 18 Haziran 2012, 18:07:38 »
KIŞ VE GERÇEK

Gerçek şeyler kışın olur.

Yazın fingirdekliği, baharın akılları bir karış yükselten atmosferi ya da sonbaharın o yanıltıcı romantikliğinde değildir o.

Gerçek, burunlar kırmızı, eller titrekken vardır. En olmayacak zamanda olduğu için 'gerçek'tir.

Gerçek şeyler kışın olur.

3
Düşler Limanı / Altı Yunus
« : 29 Nisan 2012, 23:00:58 »
Altı Yunus

Denizin mavisi üzerinde, yeni doğan güneşin parlak beyaz çizgilerle bezeli berrak sarı lekesi varken oldu her şey. Altı siyah siluet girdi görüş alanına ve bu manzara için biçilebilecek değer sınırsızdı belki de o an. Altı yunus… Süzülerek ilerlediler güneşin doğduğu yöne doğru. Uzakta olsalar da neşeli seslerini duymaya gerek yoktu, onları hissetmek kolaydı. Hissetmek hep kolay olmuştu. Hissetmek, doğanın kendisi gibi serbestti. Öyle olmalıydı. Karşılıksızdı. Ah, karşılığı olsaydı belki doğayla buluşabilirdi insan.

Büyü vardır bu dünyada. Doğanın ta kendisinin damarlarında akar; nehirlerinden denizlerine, sonra da okyanuslarına karışır. İşte bu yüzden yunuslar da büyülüdür. Onları gördüğünüz vakit biraz olsun size de bulaşır bu büyüden. Paylaşıp çoğaltırsınız, ruhunuzu da içine katıp harmanlarsınız. İşte bu, sizin büyünüzdür. Doğanın size olan armağanını en iyi şekilde değerlendirdiğiniz halidir.

Onlar süzülüyordu, evet. Ama… Daha dikkatle bakıldığında orada yunus falan yoktu sanki. Sanki suya dalıp çıkanlar yalnızca karabataklardı. Balıklarını yakalayan, yutan, beslenen; her gün görülebilecek sıradanlıkta, büyüden yoksun karabataklar.  Buna inanmak istedi insan. Buna delice kanmak istedi. Orada yunusların olmadığını kendine tekrarladı defalarca. Bu dünyada büyü olmamalıydı. Her şey sıradan, olağan, günün her saatindeki rutine uygun olmalıydı. Doğanın armağanını görmek istemedi insan. Evet, büyü tatlıydı ama… Aslında doğanın ta kendisi gibi vahşi ve güvenilmez oluşundan korkuyordu. İşte tam da bu yüzden doğa onu istemedi. O, doğaya ulaşamadı.

Bu yüzden her şey bu kadar zor. Bu yüzden imkansızın imkansızlığına alışmışız bu imkanlarla dolu diyarda.

Ya da yalnızca saçmalıktır, ne dersiniz? Unutun gitsin…


Elerki Taşkın

4
Düşler Limanı / Bir Dandik Yazar Hikayesi
« : 25 Şubat 2012, 10:13:29 »
                         BİR DANDİK YAZAR HİKAYESİ

Yazarımız, hayatı boyunca sürdüreceği bir eser ortaya çıkarmaya karar vermişti. Öyle ki, bu eser dünya üzerindeki en iyi eser olacaktı. Her ciltle birlikte okuyucular onu nasıl yazdığına hayret ederek ve hayranlık besleyerek meraklanacak ve bu onun koltuklarını kabartacaktı. Yazdığı hikayedeki esas karakterlerde kendilerini bulmak isteyeceklerdi fakat her biri onların ellerine su dökemeyeceklerini tek tek anlayacaktı.

Diğer yazarlar mı? Onlar onun yanında oldukça basit mahlukatlardı. Kimisi erotik içerikli birkaç sayfalık şeyler yazıyor, kimisiyse başarısız kısa hikayeler ya da denemelerle ancak kendi kendilerini tatmin edebiliyordu. Mesleki eserler ortaya koymaya çalışanları saymıyordu bile! Yayımlanan ilk birkaç cildiyle birlikte hepsi zaten onu kıskanmaya, ona özenmeye başlamıştı çoktan!

Açıkçası, sözüm-ona yazarımızın daha ilk eseri için iddiasının bu kadar büyük olması ve kendisini böylesine dev aynasında görmesi ona pahalıya mal oldu: Tam bir hayal kırıklığı! Tam bir fiyasko!

Bir ara, içine, ruhuna bambaşka, çok parlak bir şeyler doğar gibi hissetmişti, fakat aklını farklı fikirlerle dolduramadan onu savuşturmuş, hikayesine sadık kalmıştı. O, serisine sadık kalıp efsane olacaktı! Sayısız cilt yazmış, okuyucularında istediği etkiyi bırakmayı da başarmıştı. Hem de her yeni cilt ile biraz daha fazla! Ta ki o son birkaç cilde kadar… Bir şeyler yanlış gidiyordu. Bir şeyler sanki hep yanlıştı… Kendini tekrarlamaya başlamıştı sanki… Sanki… Hayır, bununla savaşmalıydı! Fakat… Karakterlerinden ne esas oğlan ne de esas kız onu seviyordu artık, bu açıktı. Tıkanmıştı. Ne yazarsa yazsın esas kızı hikayeye uyduramıyordu –hayır, o uymuyordu artık. Esas oğlan ise dünyanın en sıkıcı, en yapmacık karakteri olup çıkmış, sanki “Beni yazma!” der gibiydi. Sayısız sayfalarca anlattığı bu iki karakter ve kurguladığı örgü, artık kemikleşmiş olan birkaç sadık okuyucusu dışında kimsenin ilgisini çekmemeye başlamıştı. Yalnız, o bunun derdinde değildi zaten. Yazmakta olduğu şey kendisinin dahi ilgisini çekmiyordu ve asıl sorun da buydu! Her türlü imla kuralına dikkat ediyor, son derece akıcı ve albenili yazabiliyordu fakat hikayesini bir türlü kurtaramıyordu. Kalemler kırıyor, eli ağrıyana kadar sayfalarca yazıyordu. Çöpü buruşuk kağıttan toplarla her gün tepelemesine dolar olmuştu. Bu toplardan kimisinin üzerinde o parlak şeylerin –birçoğumuzun ilham dediği şeyin de denebilir- getirisi olan birkaç bambaşka cümle de mevcuttu fakat…yazamazdı!

Bir zaman sonra, dehşet içerisinde fark etmişti ki bu çok küçük yaşta yazmaya başladığı ilk eseri amatörlükten dahi uzaktı! Biçim olarak dünyanın en güzel eserlerinden olabilirdi –o da bunun için kendiyle gurur duyuyordu- fakat aslında yalnızca tecrübe etmesi gereken bir ‘yazı yazma’ –dikkat ederseniz ‘yazarlık’ demiyorum- teşebbüsünden başka hiçbir şey değildi. Hem, yalnızca okuyucu okusun diye düşünerek nasıl bu kadar uzun yazabilmişti ki! Evet, kurgusunda çok ince detayları düşünmüştü ve bazı olayları da çok güzel tasarlamıştı fakat bu, onların yeterince başarılı işlendiği anlamına gelmiyordu. Diğer yazarlar yaptıkları hatalardan ders çıkarıp yeni ve daha kaliteli eserler ortaya koymaya çabalarken o yalnızca körü körüne inandığı hikayesine kaptırmış ve kendi etrafına tuğlalarla eş değer ciltlerden duvarlar örmüştü.

Ve sonra, o duvar yıkılmıştı

Tüm ciltleri yaktı, yaktırdı. Yepyeni bir hikaye ile tekrar başlayacaktı. Bu seferkini de kesin seveceklerdi! Bu sefer herkese ‘gerçekten’ sevdirecekti yazdığını. Sonradan elbette şunu da ekleyivermişti bu düşüncelerine: “Elbette önce kendim zevk almalıyım bu hikayeyi yazarken!”

Bu seferse göz önünde bulundurmayı es geçtiği başka şeyler vardı… Aklına ilk getirebildiği güzel özelliklere sahip esas kız karakterini yaratmaya karar verdi. Nasıl olsa o ne yazarsa öyle biçimlenecekti her şey, öyle değil mi? Şunu unutmamak lazım ki ilham zorla ve aslen akılla ortaya çıkan bir şey değildir. Bu yolla yaratılacak karakter ve kurgulanacak metnin sonu da muhtemelen vahim olacaktır. Eh, bir de şu var… Bir taslak, bir iskeletin insan etini ayakta tutması kadar önemli bir role sahiptir ama buna rağmen yine taslak hazırlamak çok zor gelmişti yazarımıza.

Bu hikaye ise yalnızca düşük sayıda kişiye ulaşmıştı ve ne yazarımızın kendisi ne de okuyucular tarafından pek tutulmuşu. Artık her ne önemi varsa!

                                                               *****

O parlak şey –ilham- bu sefer tam zamanında gelmişti aslında. Aklında yazması gereken bir hikaye yoktu. Saçmalığa bakın ki “yazması gereken” tabirini kullanabilmekteyiz! Çünkü “Sanat toplum içindir,” sözünü “Sanatı yalnızca ben yapmalıyım, hemen yapmalıyım ki toplum sanat görsün! İlham beklenemez! Ben başlarım o gelir!” şeklinde düşünebilecek kadar mankafa olabilmiştir yazarımız. Sorun şu ki, ilham karşısında ne yapılacağını bilemeyecek kadar onun varlığından kopuk, bihaber, yol bilmez hatta bilmek istemez yaşamıştır bizimkisi. Yazacağı her şey kendi aklının ürünü olmak zorundadır sanki! Ve bunu da ağır öder. İlham, daha o birkaç cümle yazarken kaçıp gider. Orada bir yerdedir fakat başkasına yazdıracaktır hikayeyi muhtemelen.

Neyse ki yazarımız hafiften akıllanmış, yazmayı bir süre bırakmış, dinlenmeye vakit ayırmıştı. Aklına bir-iki tane fikir gelse dahi onlarla yalnızca taslak çalışması yapmış ama her ikisinde de eksik bulduğu noktalar sebebiyle bu çalışmaları dahi yarıda kesmişti. O, kısa hikaye yazmak istemiyordu. Onun istediği, ilhamın tekrar gelip o parlak şey her ne ise onunla ısıtması; ona gerçekten harika, olgun, düzgün bir hikaye yazdırmasıydı.

İlham geldi.

Yazar yazarlığını bıraktı.

İlhama daldı…



Elerki TAŞKIN

   



5
Düşler Limanı / Egzersiz Bisikleti
« : 04 Şubat 2012, 17:18:42 »
EGZERSİZ BİSİKLETİ

Bizim evde bir egzersiz bisikleti var. Şimdilerde binildiğinde hala her zamanki görevini yerine getiriyor: Kalori yakmak. Yapıldığı metal, plastik, kablolar falan… Hepsi kalori yaktırmak, egzersiz yaptırmak amacıyla düzenlenmiş ve bu bisiklet şeklini almış.

İlk alındığında kurulum gerektiriyordu. Kurulumu yapıldıktan sonra sırayla evdeki herkes denedi. Diğer birçok kardeşi gibi, ona biçilen görev ne ise onu yaptı. Kardeşleri ona pek benzemez gerçi, tıpkı insanların birbirine benzemeyeceği gibi. Örneğin, bir piyano… Yapıldığı madde ağaçtır, içerisinde teller ve bir mekanizma vardır. Tuşları da vardır. Hepsi işe yarayacağı duruma göre tasarlanıp ona göre yerleştirilmiştir. Sen çaldığında onun çalmamak gibi bir şansı var mı? Akordu bozulana dek de sağlıklı şekilde ses çıkarır sen tuşlara dokundukça.

İşte egzersiz bisikleti de böyle bir dünyada böyle bir araçtır. Eğer bir canlı olsaydı, muhtemelen bir amacı olacaktı ve bu amaç, tasarımının gerektirdiği üzere, muhtemelen hizmet etmek olacaktı. Gıcırdayana, paslanana kadar hizmet etmek…

Egzersiz bisikleti, beş yaşını aşmış durumda. Bir eşyanın ömrü düşünülünce fena sayılmaz. Hala kullanımda. Hala pedal çevirdiğinizde işlevini yerine getirir. Ama… Şu an, tam şu an kimse yok sırtında. Görevini yerine getirmesini, canlı olsa amaç olarak edineceği işi yapmasını sağlayacak kimse yok tam şu an. Duruyor sadece. Gıcırtılar çıkarsa da yine görevini yapar yani… Seve seve yapar hem de. Öyle görünüyor. Amacı bu çünkü…

“…tıpkı insanların birbirine benzemeyeceği gibi,” diyerek insanlarla bir bağlantı kurdum, evet. Yalnız, insanlara benzemeyen bir yanı var aslında… ‘Aslında’ kelimesini kullandığıma bakmayın, anlamı hafifletmek için ufak bir çaba benimkisi. Fark var. Bazı insanlarda tüm bu basit ve işe yarar yanlar vardır, duygular da devreye girince iyice tatlı hale gelirler, fakat bu yanları, onların bazı konularda desteğe ihtiyaçları olabileceği gerçeğini unutturur. “Nasıl olsa idare eder,” dedirtir. “Kaptırmış gitmiş işine, amacına, istediği, hissettiği şeye…” dedirtir. Unutulur ilgi isteyebileceği. Egzersiz bisikleti, tasarlandığı üzere, ne yapılması gerekiyorsa, yapabildiği şey her ne ise onu yapar ve ilgiye ihtiyacı yoktur –ama bizim var.

Var işte…


ELERKİ TAŞKIN



Not: Daha önce paylaşmış olup olmadığımı hatırlamıyorum. Eğer öyleyse, sayfa kalabalığı yarattığım için üzgünüm. Değilse, bu notu gördüğünüze göre muhtemelen okumaya zaman ayırmışsınız demektir, teşekkür ederim. :)

6
Şişedeki Mısralar / Pazar'a Övgü
« : 04 Şubat 2012, 04:13:20 »
PAZARA’ ÖVGÜ

Kaçırmışız Pazar’ı –güneş gününü.
Umursamayız.
Ertesi, döker bize gözyaşı dolu bulutların hüznünü.

Öyle bir yontar ki kafamızı ilk damlalar…
Hayır, ıslak çimen kokusu!
Ve hissedilmeyen, hisli ardıllar…

“Aldırma,” deriz yağan yağmurun altında,
“Zevkini çıkar sırılsıklam.”
“Gelecektir yeni bir Pazar bunun ardından.”

Gelmez olur bir türlü o Pazar,
Bekleriz.
Oysa her düşen damlayla eririz azar azar.

Balçıktır soyumuz, çamurdur.
Yıkanırız.
Bulutlar işer üstümüze, arındık sanırız!

Kaçıktır fırtına, sapıktır!
Dağıtır!
Kuşkunun tecavüzüne ağlar binlerce bahadır!

Kalkarız yerden, üstümüzde pislik.
Toprağın suçu ne?
Onu kirleten biz değil miydik?

Kabul eder bizi sıcacık bir kucak.
Düşümüzdeki kadın der ki:
“Az kaldı, gün doğacak.”

‘O gün’ gelir, doğuya döner günebakan.
Bir masaldaki mutlu son gibi,
Ta kendimizdir ‘yere bakan yürek yakan.’

Yalan.

Yalandır masallar.

O Pazar başka Pazar’dı.

Bu Pazar başka Pazar…


Elerki TAŞKIN

7
Kurgu İskelesi / Üzüm Tanesi
« : 04 Şubat 2012, 03:45:09 »
ÜZÜM TANESİ

Küçük, açık yeşil bir üzüm tanesi… Kimisi bu ufak taneyi ağzına atıp çekirdeğini alt dişleriyle bir çırpıda kesip yutar ve kalanı zevkle çiğner; kimisi ise yine dişlerini kullanarak kabuğunu zar gibi soyup şeffaf meyvenin etini ortaya çıkarır ve öyle yer.

İnsanın kendisi ise biraz farklıdır. <derisini soymak, kalbini sökmek ona ancak acı verir ya da onu öldürür. Tabi burada meyveyi yiyen konumundaki kişiyseniz işler biraz farklıdır. Meyveyi yerken aldığınız zevk bir insanı öldürürken aldığınız zevkle eş değerse burada sizin suçunuz nedir?

Kıpkırmızı elleriyle ağzına bir tane daha atıp zevkle çiğnerken az önce öldürdüğü insanın kaburgasından yaptığı et ve kemikten tabağa baktı ve yalnızca bir salkım üzümü kaldığını üzülerek fark etti. Çok sinirlenmişti ve kanlı tanelerden birini daha ağzına atıp rahatlamaya çalıştı.

Gerginliğinin sebebi aslında sadece üzümlerin bitmek üzere olması değildi -manav hemen iki sokak aşağıdaydı ve ne zaman isterse yenisini alabilirdi. Onu geren şey daha çok insanların canını sıkmasıydı. Ağzına attığı, çiğnediği her üzüm tanesiyle birlikte birini daha öldürürcesine rahatlıyordu.

İşte bu adam, sonuncusu… Onu küçük düşürmüştü. Kim olduğu artık önemli değildi, sadece yapmış olduğu şey ile vardı o. Ona öldürme hakkını veren hareketiyle hatırlıyordu onu yalnızca.

Onu kendi insanlarıyla tanıştırmış, yeni bir sosyal ortama girmesini sağlamıştı ve o onunla dalga geçmiş, kendi insanlarının yanında konuşmasına dahi izin vermemişti. Bunu kimse yapamazdı. Bu yanlıştı. Yanlıştı ve o an, ona yüzlerce kez vurduğunu hayal etmiş, doyamamıştı. Doyum böyle olmazdı. Bir üzümün suyunu çıkarmanız yetmez. O vıcık vıcık sıvıyı içmeli, ister tatlı, ister alkollü özün zevkine varmalıydınız. Yapım işlemi sadece o özün ağızdan boğaza akarken verdiği sıcaklığın ön aşamasıydı. Kan gibi…

Ah, bir dahakine kırmızı üzüm almalıydı. Dilini, damağını burup bıraktığı tat bambaşkaydı. Ağır. Mayhoş. Ama çok tatlı!

Uzun, kıvırcık siyah saçları kavradı. Onları da kullanabileceği bir yer olmalıydı. Evinin dekoru için güzel bir malzeme. Bir zamanlar beyaz olan halının üzerinde, saçların hemen dibindeki yüzülmüş kafa derisini gezdirerek damlayan kanı, taptaze kırmızı renk bir boya olarak kullandı. Öldürdüğü insanın her şeyinden faydalanmalıydı, hiçbir şey boşa gitmemeliydi. Hiçbir şey boşa gitmez, gidemezdi. Bunu tanrı istemezdi.

Her kafa derisi yüzüşünde, insan kafasının ne kadar da üzüme benzediği aklına geliyordu ister istemez. Ön dişleriyle o zar gibi kabuğu soyarcasına…

Canı yine üzüm çekmişti. Tabağına uzandı ve bir tane daha attı ağzına. Çiğnerken gözlerinden zevk yaşları süzüldü. Bu nasıl güzel bir tattı! Hayatını bu tat için verebilirdi o an!

Bir tane ve bir tane daha… Salkımdakiler bitmek üzereydi.

Tabağını eline aldı ve henüz bitmemiş salkımla beraber kafasına geçirdi. Kaburgadaki pıhtılaşmaya yüz tutmuş kan yavaşça yüzünden süzülmeye başladı ve gözyaşlarıyla birleşti.

Bu zevk için kendi hayatımı verebilirim, dedi içinden. En yakınında bulunan, deri yüzmek için kullandığı bıçağı aldı ve tüm gücüyle kendi şah damarını kesti.

Öldü.

Elerki TAŞKIN






8
Düşler Limanı / Şimdi Ne Yapacaksın?
« : 03 Mart 2010, 01:48:29 »
ŞİMDİ NE YAPACAKSIN?

Her resmin, her albümün 'sil' tuşu sanki anıları silmeye yarıyor gibi. Sildikçe vücudunun bir yerinden cızırtılar geliyor ama neresinden geldiğini tam olarak çıkaramıyorsun. O cızırtılar, bir şeylerin -belki de eskilerin- mühürleri olacak izlerin oluşum sesleri galiba.

İzlerin dumanları tüterken hislerinin bir buz gölünde o garip yanma ile yavaşça donduğunu fark ediyorsun. İşte o an kendine bir çok yakıştırmada bulunabilirsin. Bir kitap ya da film kahramanı; en koyu sapaktan korkusuzca -ya da belki de umursamadan- çıkabilecek biri oluyorsun aniden...

Seni şekillendiren her ne idiyse bir şekilde hapsolmuştu. Şimdi ne yapacaksın?


Elerki Taşkın

9
Şişedeki Mısralar / Tanrılar Bizi Korusun
« : 12 Şubat 2010, 16:04:45 »
TANRILAR BİZİ KORUSUN

Tanrılar bizi korusun.
Çıban çıkaralım bedenimizden,
Kurban verelim ruhumuzdan.

Tanrılar bizi korusun.
Dayılar bize elem yüklerken
Ayılar misali candan…

Tanrılar bizi korusun.
Düz yolda yürürken
Duvarlar örülür camdan.

Tanrılar bizi korusun.
Biz camın ardına bakarken
Kibar kahkahaları yolun her yanından.

Tanrılar bizi korusun.
Teki değil, yüzlercesi esir alan.
Biz ise ellerine, keyiflerine muhtaç olan...

Tanrılar bizi korusun.
Kir midir ellerindeki yoksa
Bilgi tozları mı, anlayamadık; çizgileri noksan.

Tanrılar bizi korusun.
Korusunlar ki çıkmayalım
Onların çizdiği yoldan.

Tanrılar bizi korusun.
Korusunlar ki biz de onlar gibi olalım.
Onlar kadar mağrur, onlar kadar uzaktan…


Elerki TAŞKIN


10
Eğlence & Mizah / Video Paylaşımları
« : 03 Şubat 2010, 20:05:11 »
Jack Black 'Yüzüklerin Efendisi - Yüzük Kardeşliği'nde oynasaydı...

http://www.youtube.com/watch?v=HPhGXZaLCZE

:D :D :D :D :D

11
Kurgu İskelesi / Bir Ofsayt Şarkısı
« : 23 Ocak 2010, 14:47:58 »
BİR OFSAYT ŞARKISI

Üç sarı ejder, üç yeşil ejder ile karşılaşmış bir ormanda,
Ortalarında ise bir biftek varmış, löp et, yağsızca.
Bu bifteği paylaşmak istemiş her iki grup da
Kendi aralarında fakat diğer grupla değil asla.

Hız kazandırmamak için tükenen soylarına
Yapmışlar güzel bir anlaşma.

Hakemlik yapacakmış kırmızı bir ejderha.
Bifteği kapıp karşı grubu geçecekmiş
Harekete ilk geçen onun çaldığı ıslıkla.

Islıkla birlikte başlamış karşılaşma.
Bifteği kapan bir yeşil pullu koşmuş,
Zavallı, düşmüş takılıp da bir taşa.
Tam geçecekken önündeki iki sarıyı...
Çok yaklaşmış oysa...

Yeşilin ağzından düşen bifteği
Kapmış sarılardan biri iştahla
Kurnaz bir diğeri ise
Sarkmış yeşil pullu grubun arkasına.

"Buradayım!" diye kükremiş
Biftekle sıyrılmaya çalışan arkadaşına.
Sarı renktaşını duyan ejder ise
Fırlatmış bifteği tüm gücüyle ona.

Kırmızı ejderin ıslığı çınlamış,
Meraklı hayvanların tezahüratlarına karışmış ormanda.
İki grup da şaşkınmış
Sarılar mı kazanmıştı acaba?

Kırmızı pullu hakem kükremiş,
“Bu yaptığınız olmaz,” demiş.
Sarıların itirazlarına karşın
Bifteği vermiş yeşil ejderhalara.

“Hocam, neden?” diye diretince kurnaz sarı ejderha
“Önemli olan biftek sendeyken rakibini geçmek,
Beleşçiliğe yer yok bu ormanda, kaldın ofsaytta!”
Diyerek cevaplamış onu kırmızı hakem iftiharla.

Böyle başlamış işte ofsayt çilesi
Günümüz santrforlarına.
Anlatımda yardımcı oldukları için
Teşekkür ederiz aktör ejderhalarımıza.     


Elerki TAŞKIN


12
Müzik / Jesus Christ Superstar
« : 20 Ocak 2010, 00:43:13 »
JESUS CHRIST SUPERSTAR

Jesus Christ Superstar, Andrew Lloyd Webber’in bestelediği ve Tim Rice’ın sözlerini yazdığı bir rock müzikalidir. İsa ve Musa’nın politik ve kişisel mücadelelerine değinen eser 1970 yılında ortaya çıkmıştır. Müzikal, İsa ve takipçilerinin Kudüs’e varışından başlayıp İsa’nın çarmıha gerilmesiyle son bulan zaman zarfını anlatır.

Jesus Christ Superstar müzikaliyle, Andrew Lloyd Webber ve Tim Rice yeni bir İsa yaratmıştır. Öyle ki, bu İsa kendi ilham verici mesajları kadar, olaylar içerisinde onu takip eden kalabalığın da enerjisiyle yükselen bir rock yıldızıdır.

1971 yılının Ekim ayında Broadway’de ilk kez sahnelenen şov birçok izleyici ve –hatta- müzikalin bestecisi Andrew Lloyd Webber tarafından eleştirilmiş, 1972’de Londra’da Pallace Theater’da sahnelenen şov ise Broadway’dekinin aksine beğeni kazanmayı başarmıştır. Bu başarı, prodüksiyonun sekiz sene boyunca sürmesiyle sonuçlanmıştır Büyük Britanya’da.

1973’te Ted Neeley, 1997’de Steve Balsamo ve 2002’de Sebastian Bach gibi önemli isimlerin İsa rolünü üstlendiği Jesus Christ Superstar, 1972 yılında iki Tony Ödülü (Müzikal alanındaki Oscar Ödülleri de diyebiliriz.) kazanmış ve 2000 yılında ise aynı ödüllere aday olarak gösterilmiştir.

Müzikal, Musa (Judas) karakterinin şarkısı olan Heaven On Their Minds ile başlar ve İsa (Jesus) karakterinin Gethsemane – I Only Want To Say performansı ile doruk noktasına ulaşır.


İki perdelik Jesus Christ Superstar müzikalinin şarkı listesi:
 

Perde I

1.   "Overture" - Orchestra
2.   "Heaven on Their Minds" - Judas
3.   "What's the Buzz" - Apostles, Jesus, Mary
4.   "Strange Thing Mystifying" - Judas, Jesus, Apostles
5.   "Then We Are Decided"* - Caiaphas, Annas
6.   "Everything's Alright" - Mary, Women, Judas, Jesus, Apostles
7.   "This Jesus Must Die" - Annas, Caiaphas, Apostles, Priests
8.   "Hosanna" - Apostles, Caiaphas, Jesus
9.   "Simon Zealotes" - Apostles, Simon
10.   "Poor Jerusalem" - Jesus
11.   "Pilate's Dream" - Pilate
12.   "The Temple" - Ensemble, Jesus
13.   "Everything's Alright (reprise)" - Mary, Jesus
14.   "I Don't Know How to Love Him" - Mary
15.   "Damned for All Time" - Judas
16.   "Blood Money" - Annas, Caiaphas, Judas, Chorus


Perde II

1.   "The Last Supper" - Apostles, Jesus, Judas
2.   "Gethsemane (I Only Want to Say)" - Jesus
3.   "The Arrest" - Judas, Jesus, Peter, Apostles, Ensemble, Annas, Caiaphas
4.   "Peter's Denial" - Maid by the Fire, Peter, Soldier, Old Man, Mary
5.   "Pilate and Christ" - Pilate, Annas, Jesus
6.   "Hosanna (reprise)" - Ensemble
7.   "King Herod's Song (Try it and See)" - Herod
8.   "Could We Start Again Please?" - Mary, Apostles, Peter
9.   "Judas' Death" - Judas, Annas, Caiaphas, Chorus
10.   "Trial Before Pilate (Including the Thirty-Nine Lashes)" - Pilate, Caiaphas, Annas, Jesus, Ensemble
11.   "Superstar" - Judas, Souls
12.   "The Crucifixion" - Jesus, Ensemble
13.   "John Nineteen: Forty-One" – Orchestra

Müzikalin 1973 ve 2000 film adaptasyonları da mevcuttur.




13
Kurgu İskelesi / Harika
« : 19 Ocak 2010, 21:52:08 »
HARİKA

İnsanların hiçbir işinin olmadığı bir akşam vaktiydi. Ilık bir akşam… Öyle ki, henüz gecenin karanlığı tarafından tamamen yutulamayan güneş ışınları, birkaç saat içerisinde gökyüzüne egemen olacak lacivertin daha açık tonu olan renge katkıda bulunmaktaydı.

Bir şeylere yetişmesi gerektiği hissiyle adımlarını sıklaştırdı süzülürcesine. Gri renk dikdörtgen taşlarla bezeli geniş sokak boyunca yürüyen insanların yüzleri uzaktan pek görünmese de, yaklaştıkça yaydıkları pozitif dalgalar hissediliyordu. Sanki yaz sıcağında, uzakta bir yere bakıldığında sıcak hava dalgalarının görülebilmesi gibiydi bu.

Art arda dikilmiş ahşap direkler arasına gevşekçe bağlanmış ipler ve o iplere gelişigüzel asılmış gaz lambaları… Cafcaflı renklerin istilasına uğramış akşamın hoş birer parçasıydılar. Satıcıların renkli tezgâhları, tezgâhların başına öbek öbek üşüşmüş müşteriler; masalarını dışarı çıkarmış lokantalardaki hazırlıklar, hoş sohbetler ve tüm bunların sokağı boğmadan yaydığı sesler… Bu seslerin arka plandaki ritmi de rengârenk sokağı, gaz lambalarının turuncu benekleri eşliğinde, bir şeylere yavaşça hazırlıyor gibiydi.

Lokantaların masalarından birinde tanıdık yüzler gördü ve yaklaştı. Masadaki insanlarla çok yakın sayılmazdı ama çok iyi kişiler olduklarını biliyordu. Hatta bunu hissettiren şey her ne ise , ‘tanıdığım kadarıyla’ diyerek onlar hakkında söyleyeceklerine başlamasını engeller nitelikteydi onun için. Onları gerçekten tanıyordu…

Bir büyük şişe rakıya, abartılmadan donatılmış bir masa eşlik ediyordu önlerinde. Evet. İnsanlara değil önlerindekilere –masadakilere takılmak… Çok iyi olduklarını iddia edebilecekleri insanlara gülümseyerek, bir çeşit içtenlikle merhabalar dağıtırken, nedense birçoğunun yaptığı şeydir bu. Birine sarılıp yanağını yanağına sürterek yapılan o garip öpüşme merasimi sırasında, bir şekilde gözünüz masadaki bardaklara, onların üzerindeki şekillere kayar. Hele bir de masadaki tabakların üzerinde uçuşup duran tek bir sinek varsa…   

******

Adımları da, sineğin sessiz uçuşu gibi, hafifçe onu ilerletiyordu. Onu takip ederken muhtemelen arkasında kalmış, yok olmuştu sokak. Hiçbir vızıltısı olmayan sineğin ardındayken başka hiçbir şey düşünmüyordu. Düşünmemeliymiş gibiydi. ‘Takip et… Takip et…’

Sinek aniden, hızla yükselmeye başladı ve sonunda gözden kayboldu. İşte o zaman, sineğe odaklanmış gözlerinin nispeten bulanık gördüğü yol netleşiverdi önünde. Uzun, yokuş-yukarı bir yoldu bu. Asfaltla kaplıydı ve kenarlarında ağaçlar diziliydi. İlgisini yoldan biraz ayırıverince ise…

Her nasıl olmuşsa, sanki içinde güneş ışığını hapsetmiş bir çuvala giren gece, meydanı güne bırakmıştı. Güneş ise –gariptir ki- yarı aydınlık günün semalarında görünmüyordu. ‘Ne kadar zamandır böyle acaba?’

 Süzülerek attığı her adımda neredeyse yüzer metre ilerlemekteydi. Bir yandan da anlamaya başlamıştı: Bir dağ ya da daha alçak bir tepenin en uç noktasına varacak gibiydi yolun sonu.

******

Normal şartlar altında, en formda sporcunun bile dalağında ağrı hissettirecek bir hızla, çok uzun olduğunu tahmin ettiği bir yolun sonuna varmıştı bile. Şimdi şöyle bir etrafına baktığında gördüğü manzara ise kendisine dünyanın hükümdarıymış hissini veriyordu.

Tüm dünyayı görebiliyordu. O yuvarlak olduğu iddia edilen gezegen şimdi yüksek bir dağdan ibaretti ve onun da doruğunda kendisi bulunmaktaydı. Olmuştu işte. Yetişmeye çalıştığı şey bu olmalıydı. Tam zamanında oradaydı –artık neyin zamanıysa. İçindeki kahkaha atma dürtüsünü kontrol altına aldı ve manzaraya bakmaya devam etti.

Yemyeşil ağaçların arasından tek bir asfalt yol çıkmaktaydı bu en yüksek konuma… Ve yanlarında daha dar yollar bağlanmaktaydı bu gri yılana. Her nasılsa dağın en aşağısını, eteklerini de görebiliyordu. Oysa o yükseklikten görebileceği şeyler sadece… Sadece şu sıkıcı yeşillik ve onun içinde tek bir büyük gri damar ile ona bağlı daha küçük damarları andıran yollar olmalıydı.

Dağın eteklerindeki her şey karınca kadar görünmesine karşın hareketleri seçilebiliyordu bir şekilde. O sıcak dalgası, o mutlu, pozitif his orada bir yerlerdeydi. Aslında… Şimdi, onun bulunduğu yerde de o hisse benzer bir şey vardı. Gerek yoktu hiçbir şeyden korkmaya. O en tepedeydi nasıl olsa. Başarmıştı.

Aniden yanında bir bayrağın dalgalanma sesini duydu. Kim diktiyse artık oraya onu… Sapını ne zamandan beri tuttuğunu bilmiyordu ama şu an sağ el parmaklarının boğumları onu sıkmaktan bembeyaz kesilmiş olmalıydı. Bir anda bir meraktır hücum ediverdi beynine. Bayrağın rengini merak ediyordu o an delicesine. Fakat… Gözlerini aşağılara bakmaktan alıkoyamıyordu bir türlü. Yine de tüm iradesiyle zorlamak zorunda kaldı kendisini ve bir an olsun bayrağa bakmayı başardı.

Herhangi bir renk olduğu söylenemezdi bayrağınki için… Açıkçası hayal kırıklığına uğramıştı. Gri, puslu bir rengin içinde kısa kısa bir yeşil ve bir kırmızı çaktı fakat onlar da göz yanılsamasından başka bir şey olmamalıydılar. Bir rengi yoktu işte. Yoktu. Yalnız, bu olmayan renk değil, bayrağın dalgalanmasıyla ortaya çıkan hipnoz edici etki aklını başından almaya başlamıştı. Rüzgâr ne güzel de yalayıp geçiyordu… Ne güzel dans ettiriyordu onu…

Cebinde bir şeyin hışırdadığını duydu ve bir an sonra bir kâğıt gözünün önünde uçuşmaktaydı. Hiçbir yere gitmiyor, sadece önünde bir o yana bir bu yana süzülüyordu. Yine bir şeylere yetişmesi gerektiği hissi çıkıvermişti ortaya. Sağ elini bayrağın sapından ayırmadan diğer eliyle yakaladı kâğıdı ve hemen açıp okumaya koyuldu. Birazcık silik olmasına karşın okunaklıydı yazı.




Gökyüzündeki şen surat yerin damarlarında akan kan ile
Islanır ve sıvanan teniyle yarattığı harikayı sergiler gülümseyerek.
O harika akar, yayılır. Engin bir düzlemle buluşmaktır kaderi.
Eriyip sona ereceği bilinen sonsuzluğu vurgulamak içindir.
Aslında tüm çabasının kaderle buluşmamaktır sebebi. Ya da
Ona yön vermek için ta kendisi olmaktır bir şekilde…   

Beklenmedik her şey ile zaten bilinenlerin karmaşası içerisinde
O harikayı gözlere tattırarak dikilmiş olagelmişin sancağı.
Ve olacak olanın…
İstenen gibi ya da olması gerektiği gibi onları boyayacaktır
Kendine ve birçok farklı var oluşuna belki de.
Yıpranacaktır kumaşı. Her yeni elde parçaları bir bir yamanarak
Yeni çehresiyle dalgalanmaya devam edecek bir harika…

Harikaya batırılmış iki yuvarlak… Kırmızı çerçevelerini hiçe sayarak
İleriyi umut ederken ağıt yakmaya zaman bulamayacaklar.
Ve yine, geç vakit takip ettikleri çizgileri bulup saklanacaklar
Aralarına ve vaat ettikleri farklı dünyalara.

Tüm düşünceler bir yana, hep o şeyi arıyorlar.
Kesinliğin fırtınasında çırpınan sancağı görseler de…
Varlığından emin, onu yok sayarak…
Bildikleri, aksine tutunamadıkları şeyden kuşku duyarak
Arıyorlar.

Açığa vurmak istemedikleri şeyle yoğunlaşıyor harika.
Ve eriyen sonsuzluğun içinde savrulan sancak
Sesiyle belirginleştiriyor olması gerekeni. Olacak olan ise
Asla istediğimiz şey olmayacak.




Bayrağı bıraktı ve dağın eteklerine hemen ulaşmak için kendisini bırakıverdi. Rüzgâr artık onun yüzünü yalıyor, aşağıya doğru süzülürken onun bedenine dans ettiriyordu.

“Harika,” dedi mutlulukla. Harika…






Elerki TAŞKIN


15
Düşler Limanı / Dondurma
« : 16 Ocak 2010, 15:41:14 »
DONDURMA

Kat koridorlarının lambaları yanmadığından, karanlığın el verdiğince hızla koştu ve merdivenlerden aşağıya, apartman kapısına indi çocuk. Dondurma satan bir minibüsün mahalle sokaklarını dolaştığı yaz akşamlarından biriydi. Sokak lambalarının güçsüz ışıklarının aydınlattığı –kısmen karanlık olan o saate rağmen sokaktaki birçok yaşıtı da kendisi gibi apartmanlarının önüne, aracın o melodik müziğinin yaklaşmasını beklemek için çıkmıştı.

Bir-iki dakika sonra minibüs onun bulunduğu apartmanın önünde durdu; üzerinde her farklı tadı temsilen bir renk bulunan gökkuşağı desenli beyaz bir dükkânın dört tekerli hali gibiydi. O renkler o kadar cezp ediciydi ki bazı çocuklar için… Ama onun için değil.

Dondurmacı, eline bir külah aldı ve o renklerin temsil ettiği her lezzetin kokusunu alacak kadar tezgâhının yakınına çağırdı çocuğu. O, her akşam yaptığı seçimi tekrarlayacaktı -mis gibi süt kokusuyla kaymaklı, bembeyaz olanı istiyordu yine. Tadını ezberlemişti. O kadar çok seviyordu ki, dilinde hissetmese de aynı tat damağında yer ediyordu her zaman. Kimi zaman ekşiliği, kimi zamansa o harikulade süt tatlılığı kaymağın…

Dondurmacı diğer renklere de onun dikkatini çekmeye çalışırken yüzünde dalga geçer, beklenti dolu bir sırıtış belirdi. Çocuk o an tekrar emin oldu ki diğer renklerden birini seçmeye kalksa adam onun tatmasına ücretsiz izin verecekti. Her akşam böyle olurdu; aklından hiç geçmemesine rağmen aynı daveti adamdan alır ve aynı ifadeyi suratında görürdü.

Etrafına baktı ve tüm çocukların ellerinde rengârenk toplarla bezeli külahlarla ona bakarak alayla gülümsediklerini gördü. Umursamadan dondurmacıya ücretini verdi ve yüzüne rahat, kendinden memnun bir ifade yerleşti.

Melodik müziğin eşlik ettiği tıkırtılı motor sesi uzaklaşırken son bir kez daha sokağa baktı apartman kapısının hemen önünde. Bomboş, sessiz, huzurlu ve karanlık… Külahına baktı… Ve daha apartmana girmeden dondurmasını bitirdiğine hayret etti. Tat yine damağındaydı tüm lezzetiyle... Karanlıkta merdivenleri çıkarken ona şükretti, onu övdü. Ve o an, yine her akşamki gibi, onunla yer değiştirdiğini diledi…


Elerki TAŞKIN

Sayfa: [1] 2 3