Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - M.K.Immortal

Sayfa: [1] 2
1
Oyunlar / Stay Alive: Apocalypse
« : 18 Nisan 2015, 17:34:35 »


   Merhaba arkadaşlar. Sürekli takip halinde olsam da uzun süredir sitede çok aktif olamamıyordum. Ancak güzel bir iş için uğraştığımızı bu başlık altında hem belirtip  hem de siz değerli rıhtım ailesinin desteğini almaya geldim.

   Bir arkadaşım ile birlikte yaklaşık 8 aydır bir PC oyunu projesi üzerinde çalışıyoruz. Oyunumuzun adı Stay Alive: Apocalypse. Oyunumuzun türünü en kısa şekilde zombi temalı hayatta kalma simülasyonu olarak adlandırabiliriz. Diğer adıyla: RPG-Sandbox-Zombi-Survival Game.

---------------------------------------

   Oyunumuzda şu anda mevcut olan, geneli daha önce işlenmemiş sistemler hakkında biraz bilgi vereyim.

   (+)Oyunumuz sandbox şehir olarak tasarlandı. Oyuna her başladığınızda 25x25 km'lik bir alanda rasgele 4 ilçe ve 1 merkez ortaya çıkacak. Yerleşim yerlerinin konumları, binaların konumları, kat sayıları, renkleri, dairelerin iç mobilya dizilimleri, iç mobilya renkleri ve modelleri, dairelerden çıkacak olan nesneler dahi rastgele bir sistem üzerine kurulu şekilde meydana geliyor. Ayrıca oyunda her binanın her dairesinin her odasına girebiliyor, her cisim ile etkileşebiliyorsunuz.

   (+)Klasik zombi oyunlarının aksine, birkaç darbe ile ölebileceğiniz veya zombilik virüsü kapabileceğiniz zorlu bir oyun olacak. Yani gerçek bir zombi kıyameti simülasyonu yapmaya çalışıyoruz. Asıl amacımız "bir zombi saldırısı olsa ne yapardınız" sorusuna "elime sopayı alır vururum kafalarına ve çıkarım dağa sırt çantamla" düşüncelerinin ne kadar gerçek dışı olduğunu gösterebileceğimiz bir simülasyon yapmak.

   (+)Gerçek zamanlı güneş döngüsü ve mevsimler. Gecelerin daha soğuk gündüzlerin daha acımasız olduğu bir dünyada hayatta kalmanın sınırlarını zorluyoruz.

   (+)Doldurulabilir kap, bardak, tabak gibi tüm nesnelerin içine benzin, su, çorba misali sıvı gıdalar, ispirto doldurulabiliyor olması. Ayrıca yağmurlu havalarda yağmur altına koyduğunuz kovaların doluyor olması.

   (+)Oyunumuzda her çeşit oyuncuya yönelik şeyler ekliyoruz. Örneğin gezgin bir karakter için gezilebilecek 625 km karelik bir alan ve yüzlerce daire, market, okul vs gibi binalar. Veya daha korunaklı bir hayatı seçenler için evlerini korunaklı hale getirebilecekleri, meyve kasaları veya saksılar içinde bitkiler yetiştirebilecekleri olanaklar.

   (+)RPG öğeleriyle bezendiğinden, oluşturduğunuz karakterler oyununuza yön verecek. Örneğin çok hareket ederseniz o kadar çok susar, yorulur ve acıkırsınız. Ancak metabolizma ve dayanıklılık özellikleri yüksek bir karakter bu sorunları diğer karakterler kadar çok yaşamayacak. Stat ve Trait'ler sabit kalsa da Skill ağacınızı zamanla geliştirebileceğiniz (ancak yavaş bir şekilde) bir sistem üzerinde de çalışıyoruz.

   (+)Yemek yapma sistemimiz gerçeğe yakın bir sistem ile işliyor. Tencereye su doldurup içine malzemeleri atıp çorba, pilav gibi yemekler yapabilir veya yağ içinde et pişirebilir ve bu eti iki ekmek arasına koyup hamburger yapabilirsiniz. Kullandığınız malzeme sayısı yaptığınız yemeklerin lezzetini, yani doyuruculuk, susuzluk giderici oranlarını etkiliyor. Şu an için 35 çeşit tarifimiz var ve zamanla arttıracağız.

   (+)Son zamanların neredeyse bütün hayatta kalma oyunlarında olan Craft sistemi bizde de mevcut. Tabi bina kurmak yerine (ki her yer bina zaten) Aydınlatma, tuzak, barikat gibi daha efektif craftları oyuna ekledik.

   (+)Yemek tarifleri, Craftlar ile ilgili bilgiler, tamir edilebilir eşyalar, çiftçilik üzerie bilgilerin olduğu kitapları oyunun her yerinden bulabilmeniz mümkün. Ancak rıhtım ailesinden biri olarak oyuna biraz daha renk katması amacıyla okunabilir kitaplar da eklemeyi uygun gördük. Daha doğrusu kitap adı altında öyküler bulup bunları okuması mümkün olacak oyuncuların. Oyun severleri biraz da olsa okumaya yönlendirmek için ufak bir çaba bizimkisi :)

   Bunların yanı sıra enerji üretecleri ile çalışan radyo, el feneri gibi cisimler, sesten, kokudan etkilenen zombiler, araç sürme, yakın ve menzilli silahlar oyunumuzda mevcut. Eklemeyi düşündüğümüz şeyler ise: NPC, hayvanlar, silah ve mermileri geliştirebilme, ingilizce dil seçeneği ve oyuna olan rağbete göre daha sonra ücretsiz bir DLC ile multiplayer seçeneği.

   Burada rıhtım ailesinden de bir ricam olacak ileriki zamanlarda. Oyun içerisine koyulmasını istediğiniz öykülerinizi bize gönderebilirsiniz ve sizin adınızla oyunda öyküleriniz yer alabilir. Tabi oyunun bitişine yakın bir zamanda bunu sizlere buradan duyuracağız.

   Oyunumuz hakkındaki gelişmeleri takip edebileceğiniz Facebook sayfasına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
https://www.facebook.com/mehangames?ref=aymt_homepage_panel

   Twitter adresimiz:
https://twitter.com/mehangames

   Wikia sayfamız:
http://stay-alive-apocalypse.wikia.com/wiki/Stay_Alive_:_Apocalypse_Wiki

   (Web sitemiz henüz yapım aşamasında. Bittiği zaman buraya editleyeceğim.)


   Sizlere tanıtımımızı yapmamız için bize izin veren site kurucusu Hakan Tunç'a çok teşekkürler.

   Her türlü düşünce ve yorumlarınızı bizlerle paylaşırsanız oyunu geliştirmemiz açısından büyük fayda sağlayacağınızı da belirtmek isterim :)


2
Kurgu İskelesi / Zeka ve Haz
« : 15 Ocak 2015, 10:46:10 »
Not: Uzun bir aradan sonra vakit bulup tekrar öyküler yazmaya ve yayınlamaya vakit bulmanın mutluluğu bir başka diyebilirim :) Yine de şimdi paylaşacağım öyküm bir sene önce Gio Ödülleri 2014 için yazmış olduğum öyküdür. Şimdiden okuyan arkadaşlara çok teşekkürler.



   Karanlık gecenin siyaha mahkûm olma kuralını bozan renkli ışıklar, etraftaki insanları olay mahallinden uzak durmaları konusunda uyarıyordu. Etrafta toplanmış insanlardan yükselen fısıltıların arasından seçilebilen tek ses ise öfkeyle yankılanıyordu.

   “Hay anasını satayım!”

   Aylardır bir katilin peşindeydiler ve ondan geriye birkaç kesik hologram görüntüsünden başka bir şey yoktu. Gelişen teknolojisi sayesinde yıllardır yasalara karşı çıkanları yakalamışlar, birçok davayı çözmüşlerdi ve suç oranının düşmesine neden olmuşlardı. İnsanlar ise güvenli sokaklarda korkusuzca ve özgürce hareket edebiliyorlarken, uzun yıllardan sonra bir seri katilin içlerine saldığı korkuya kapılmaya başlamışlardı.

   Katilin son kurbanı yirmi yedi yaşındaki genç bir kızdı. Bir gün önce İş yerinden çıkıp arkadaşlarıyla barda biraz zaman geçirmişti. Eğlenceli saatler, arkadaşlarından ayrılıp evine giden ıssız yola girmesiyle, tıpkı hayatı gibi son bulmuştu. Sarı saçları, omurgasına kadar kesilen boynundan fışkıran kanlar ile kızıla boyanmıştı.

   Seri katilin izlerinden biriydi bu öldürüş şekli. Kurbanlarının boyunlarını kesip onları yüz üstü yatırıyor ve sırtlarına, bıçağıyla insanlığa ders verircesine yazılar kazıyordu.

   “İnsan beyni ile teknoloji yarışamaz!” yazmıştı son kurbanının sırtına. Her mesajında sanki polislerle alay ediyor, onların aptallıklarını teknoloji ile kapatamayacaklarını ima ediyordu.

   Olayın fazlasıyla uzaması üzerine ülkenin en ünlü dedektifini olay mahalline çağırmışlardı. Polisler genelde detektifler ile çalışmayı sevmeseler de, gün geçtikçe yakalanamayan katil yüzünden halkın tedirgin olması ve polise olan güvenlerinin azalması nedeniyle bu meseleyi bir an önce sonuca ulaştırmak için yardım almayı kabul etmişlerdi.

   Suçluları yakalamak konusunda polislerin en önemli yardımcılarından biri olan Q2 aletinin olay yerine kurulumu sırasında, bir adam sarı şeritleri eliyle kaldırıp engeli aşmaya çalışıyordu. Adamın yanında bitip onu durdurmaya çalışan polisi engelleyen ise Komiser Fuat oldu.

   “Hop, sakin ol. Sorun yok, bize yardım etmesi için çağrıldı kendisi.”

   Dedektifin kendinden emin, kısık gözleriyle fırlattığı bakışlarını, dudağının kenarıyla gülümsemesi tamamlıyordu. Çenesini sağa ve sola hareket ettirerek çiğnediği şeye bir süre ara verip öylece durdu.

   Her ne kadar Haven ve Q2 teknolojileri çıktığından beri dedektiflere ihtiyaç duyulmasa da, yine de arada sırada çıkan, bu teknolojileri alt edecek kadar akıllı olan insanları yakalayacak özel kişiler bulunuyordu dünyada. Polislerin yetersiz kaldığı zamanlarda bu kişilere danışılıyordu.

   Dedektifin, son zamanlar fazlasıyla satılan kevlar ve poliüretan destekli pantolon giymesi dış dünyaya olan güvensizliğini sergiliyordu. Mavi pantolonunu, siyah kalın tabanlı spor ayakkabılarını ve siyah tişörtünü, giydiklerine zıt düşen turuncu bir atkı tamamlıyordu. Renginden çok, temmuzun ortasında atkı takmış olması insanlar tarafından garipsense de Dedektif Yavuz insanların ne düşündüğünü umursamıyordu. Her ne kadar aykırı giyim tarzı ve hareketleri olsa da insanların ilgisini çeken bir yanı daha vardı. Siyah gözleri, uzun favorileri, üç numara kestirdiği saçları ve çocuksu yüz hatları vardı. Hatta çocukken geçirdiği kaza yüzünden, ortası çıkmayan sağ kaşına rağmen yakışıklı bile sayılırdı.

   “Merhaba Dedektif” diyerek söze girdi Fuat, ellerini şişman göbeğinin iki yanına atarak. Pantolonunu zar zor turan kemerinin üzerindeki rozetini ön plana çıkartmak amacıyla daha da gerinip, kendisine dikkat dahi etmeyen dedektife varlığını göstermek için bıyığının altından sesini yükseltti. “Sizi buraya neden çağırdığımızı biliyor…”

   Daha cümlesini bitiremeden genç dedektif araya girdi.

   “Etraftaki insanları Haven’den geçirdiniz mi?” diye sordu. Amacı ön bilgiler almaktan çok onu heyecanlandıran bu olayı çözmekti.

   “Hayır” diyebildi sadece komiser. “Almalı mıydık?”

   Yavuz ters bir bakış atarken ağzındaki şeyi çiğnemeye devam ediyordu.

   “Her katil olay yerine kesinlikle döner diye bir şey duymadınız mı Komiser? Yaptığı şey hedonizmden başka bir şey değil. Ve onu yakalamaya çalışan sizlerin ne kadar başarısız olduğunu görerek kendisini eğlendirmek istemiştir. Yani olay yerine dönmüş olmalı.”

   “Bunun sadece haz ile alakalı olduğunu nereden anladın?” Komiserin sesinde merak vardı.

   “Altı cinayet ve hepsinde bir mesaj… Belli ki katilin derdi birilerini öldürmek değil, belirli görüşleri ve sizleri alt etmek.”

   “İyi ama şimdiye kadar riske girmemek için bir depolayıcı kullanmıştır. Haven’den geçirsek bile bunu anlayamayacağızdır.”

   Haven teknolojisinin isminin -namı diğer Hafıza Verileri Nakledici- İngilizcede “Sığınak” anlamına gelmesi,Türk mucitler tarafından özellikle seçilmişti. Cihaz, iki başlıktan ibaretti ve bir insanın beynindeki anıları depolayan protein zincirlerini bir başka insana nakletmesiyle çalışıyordu. Cihazın anıları değiş tokuş etmesinin yanı sıra, daha önce hiç işlenmemiş hafıza verilerini başka insanlara aktararak, diğer kişinin anılarının hiç yaşanmamış gibi göstermeye de yarıyordu.

   Hafıza tarama teknolojisi, hava alanlarında, ifade almalarda, büyük şirketlere girmeden önce ve önemli alanlarda sık sık kullanılıyordu. Ancak yasadışı olarak çalışan ve başka insanların saklamak istedikleri anıları kendisine aktaran, Depolayıcı adı verilen suçlular yüzünden her anıya ulaşmak mümkün olmuyordu. Her ne kadar unutulmak istenen anıların nakli için psikiyatrisler tarafından Haven kullanılsa da, yeterli miktarda parası olan katiller de, kurbanlarını öldürdükleri anılarını aktarmak için yasa dışı olarak Haven’i ve depolayıcıları kullanabiliyordu.

   “Sanmıyorum”diyerek konuşmaya başladı Dedektif. “Haz için buradaysa eğer geçmişini hatırlamak isteyecektir. Ne olduğunu bilmediği bir ortama bakarak bunu yapamaz. Eğer depolayıcı kullanmışsa bile, buraya gelmesi için kendisine bir not bırakmış olacaktır. Burayı gözlemledikten sonra kendi hafızasını geri alarak hazzını yaşayabilir. Haven taramasında insanların birkaç saat içindeki anılarını incelersek bir ipucu yakalayabiliriz. Buraya gelmesi için kendisine bıraktığı bir not mesela işimize yarayabilir.”

   Komiser de zekâ oyunlarına katılarak kendi düşüncelerini ustalıkla ifade etmeye başladı.

   “Ya katil, yolu üzerindeki yerlerde cinayet işliyorsa? Buradan geçeceğini bildiği için kendisine not bırakmak zorunda kalmayabilir.”

   “Birbirinden ellişer kilometre mesafelerde bulunan yerlerden mi geçiyor yani? Bunu yapabilecek tek kişi olayı soruşturan polislerden başka kimse olamaz. Belki kendi ekibinizi de Haven taramasından geçirmemiz gerekiyor, ne dersiniz?”

   “Polislerimiz her gün düzenli olarak taranıyorlar zaten. Bu durumda burada yetkili olup taramaya girmeyen bir tek siz varsınız…” Komiser bunu söylerken gözlerindeki şüpheyi gizlemiyordu.

   “Elbette. Taramayı yapıp işimize devam edelim o zaman. Ayrıca, işimizi garantiye almak adına, etraftaki insanları da hızlı bir taramadan geçirip verileri inceleyicilere teslim etmenizi öneririm.”

   Dedektif Yavuz, uzman tarafından getirilen başlığı takıp tarama için hazırda tutulan kamyonetin arkasındaki koltuğa geçti. Aracın içinde bilgisayarlar ve onlarca monitör vardı. Tarama veya nakil sırasında bazen dişleri sıkma veya yutkunma tepkileri verildiği için ağızda herhangi bir şey bulunmaması gerektiğini bilen Yavuz, ağzında çiğnediği şeyi eline tükürdü. Onu dikkatle izleyen Komiser ise, geldiğinden beri çiğnediği şeyin eski bir kalem kapağı olduğunu görünce bir kaşı havaya kalktı. Sıra dışı biri olduğunu görünüşünden ve önceden birlikte çalıştıkları zamanlardan biliyordu, fakat kalem kapağı çiğnemek şimdiye kadar en garipsediği şey oldu.

   Anılar pür bir düzgünlükte bulunmadığından, sahne sahne monitörlere yansıyordu. Cinayetin işlendiği saatlerde herhangi bir anısı yoktu Yavuzun. Birkaç saat sonra ise koltuğunda, onu uyandıran bir kadın ile başlıyordu görüntüler.

   “Bu kim?” diye sordu Komiser monitördeki kadını göstererek. Siyaha boyadığı saçları, yuvarlak yüzü, büyük ön dişleri ve beyaz teniyle güzel bir kızdı görüntülerdeki.

   “Ev arkadaşım. Bana kâğıt işlerinde yardım eder. Ayrıca romanımın da editörlüğünü yapıyor.”

   Kadın, Yavuz’u uyandırıp ona gelen telefonu anlattı. İşlenen cinayeti ve olay yerine gitmesi için çağrıldığını söylüyordu. Sonraki görüntüleri hızla izleyip hemen ardından, uykudan önceki anılarını görmek için görüntüyü geri sardılar. Uyumadan önceki ilk anısında ise, on saat önce, ev arkadaşıyla öğle yemeğini yiyip ardından koltuğuna kurulup uyumaya başlamasından başka önemli bir ayrıntı yoktu.

   Komiserin görüntülerde tek garipsediği şey, Yavuz’un sabahları uyuyup akşamları uyanık olmasıydı. Fakat kitap yazan ve geceleri iş yapan bir dedektif için gayet normal bir uyku düzeni olmalıydı bunlar.

   Dedektifin temiz olduğuna kanaat getiren Komiser, onunla birlikte tekrar olay yerine gitti. O sırada, olay yerine yerleştirilmiş olan Q2&V’nin çalıştırılmadan önce, kurulması gereken mavi çadır sokağa yerleştiriliyordu. Sokağın duvarlarından başlayıp üç metre kadar yükseğe çıkan çadırın kurulma sebebi, Q2’nin çalışıyorken insanlarda bilinç kaybı, Alzheimer hastalığı ve hatta beyin kanamasına kadar ciddi zararlar vermesiydi.

   Yavuz ve Fuat, çadırın kurulum işlemleri devam ederken, içeriye girilmesi için bırakılan açıklıktan süzülerek cesede doğru ağır adımlarla yürümeye başladılar. Cesedin yanında iki uzman delillerin resimlerini çekiyorlardı. İşlerini neredeyse tamamlamışlardı. Standart prosedürdeki işlerin tamamlanmasının ardından Q2 çalıştırılarak olayın nasıl gerçekleştiği öğrenilecekti.

   Yavuz, yerde yüz üstü yatan cesede dikkatlice bakarken, Komiser Fuat olayla ilgili ayrıntıları vermeye başladı.

   “Maktulün adı Serpil Temiz. Üç saat önce arkadaş grubundan ayrılıp evine doğru giderken öldürülmüş. Katil, neşter ile boğazını kesip üzerindekileri parçalamış ve sırtına bu yazıları kazımış. Daha önceki cinayetler ile aynı her şey.”

   “Ve yine ne bir kamera ne de net bir Haven görüntüsü çıkmayacak anlaşılan.”

   Fuat kaşlarını çatıp dedektife dikkatlice baktı. Şaşkınlığı, bu bilgiyi nereden öğrendiğiyle alakalı olsa da, birkaç saniye sonra onun bir dedektif olup cinayetleri en ince ayrıntısına kadar araştırıp, detayları öğrenmeye çalışan biri olduğunu anlaması uzun sürmedi.

   Yavuz, kafasını kaldırıp etraftaki binalara bakmak istese de, kurulan çadır yüzünden etrafını kaplayan mavilikten başka bir şeygöremiyordu. Yerde yatan ceset, yola yayılan kan, cesedin iki metre uzağına kurulan, yarım metre uzunluğunda, silindir biçiminde bir sopaya benzeyen Q2 ve etrafı aydınlatan bir başka silindirin ucundaki ışık kaynağından başka bir şey yoktu etrafta.

   Dedektif, yere eğilip cesedin sırtındaki yazıya dikkatlice bakmaya başladı.

   İnsan beyni ile teknoloji yarışamaz!

   Yazı, kadının kürek kemikleri arasına kazınmıştı. Keskin kesikler bazı yerlerde dışarı taşıyordu. Pıhtılaşmış kanla kaplı derinin üzerinde yazıyı ayırt etmek zor olmuyordu. Nedenini düşündü bir süre Yavuz. Katilin bu mesajları neden bırakmış olabileceğini merak ediyordu. Altı ceset ve hepsinde bir yazı vardı;

   “Teknoloji insana tapar!”, “İnsanların yarattığı şeyler, kendilerini yenebilir mi?”, “Kimse Tanrı değildir, ama herkes Azrail olabilir!”, “Her yükseliş ardından düşüşü getirir”, “Düşünün, düşünerek yaptığınız şeylere muhtaç kalmayın” ve son olarak “İnsan beyni ile teknoloji yarışamaz!” mesajları titizlikle kazınmıştı maktullerin sırtına.

   Katilin, zekâsını göstermek için bu cinayetleri işlediğini anlamasının tek nedeni verilen mesajlar değildi. Haven teknolojisinin ilk çıktığı zamanlar insanların tüm anıları izlenebildiği için suç oranı ciddi oranda düşmüştü. Ancak depolayıcılar çıkıp suç içeren anıları kendi hafızalarına aktarmalarıyla, eskisi kadar olmasa da tekrar suç oranı artmıştı.

   Q2 ile gelen, geçmişin izlerini görüntüleyebilme teknolojisiyle ise suç oranı tekrar neredeyse tamamen yok olmuştu. Fakat yine aykırı birisi çıkarak bu teknolojiyi alt etmenin bir yolunu bulmuş, işlediği cinayetlerin görülmemesine neden olmuştu. Sadece ara ara görüntüler yakalayabilen polisler ise bu deliller ile kılık değiştirmiş katil hakkında çok az bilgi sahibi olabilmişlerdi.

   “Hiç görgü tanığı yok mu?” diye sordu Yavuz bir sürelik sessizlikten sonra.

   Komiser kafasını iki yana sallayıp sıkıntılı bir iç çekmenin ardından cevap verebildi.

   “Yok yine anasını satayım. Balkonda yaşlı bir teyze varmış ama olay anında içi geçmiş dediğine göre. Sonradan cesedi görüp polisi arayan da o olmuş.”

   “Neden?” Yavuz sesli düşündüğünün farkında değildi. Elinde bir süredir oynadığı kalem kapağını tekrar ağzına atıp çiğnemeye başladı.

   “Ne neden?” diye sordu komiser.

   “Cinayetlerin yaşandığı sıralarda hep aynı ifadeler söz konusu. Olayı tam olarak görebilen birisi yok. Yavaşça katilin bir hayalet olduğuna dair inanışlar belirmeye başladı. Ne tam bir görüntüsü var ne de onu görebilen birisi. Neden? Veya doğru soru belki de nasıl olmalıydı. Nasıl kendisini gizliyor?”

   Delilleri inceleyen uzmanlardan birisi komiserin yanına gelip konuşmaya başlayana kadar sessizce cesede baktılar.

   “Komiserim, işimizi hallettik. Q2 için hazırız.”

   Komiser başını sallayarak onay verdikten sonra hep birlikte çadırın içinden çıktılar. Işık kaynağı da çadırdan çıkarıldıktan sonra içerisi hiçbir şekilde görülmeyecek şekilde tamamen kapatıldı. Aletin yaydığı yüksek miktardaki leptonların insanlara ulaşamayacağına emin oldukları zaman ise alet çalıştırılmaya başlandı.

   Elli yıl kadar önce atom altı parçacığı olan kuarkların hafızaları olduğu keşfedildi. 77 saatlik bir zaman diliminde geçtikleri her yeri hafızalarında tutabiliyorlardı. Quantum Quark Visioner adı verilen, Q2&V olarak bilinen ve kısaca Q2 olarak adlandırılan (halk arasında izleyici veya takipçi olarak bilinmektedir) cihaz ise bu izleri tıpkı bir video kaydı gibi hafızasına alabiliyordu.

   Kuarklar arasında gerçekleşen güçlü çekim ve elektromanyetik enerjilerinin, geçtikleri yerlerde farklılık göstermesine dayanarak hafızaları olduğunun keşfi sayesinde, uzun yıllardır teorik olarak söz konusu olan kuantum bilgisayarların veri kaydetme sistemi de gerçekleşmişti. Her hidrojen atomu içerisine sekiz gigabytelık veri kaydetme olanağı sunan bu keşfin üzerine yapılan en önemli cihaz ise Q2 olmuştu.

   Fakat Q2, sadece ortamda bulunan nesnelerin geçmişini görüntüleyebiliyordu. Genelde katilin düşürdüğü bir nesne varsa onun, 77 saat içinde şehirde nerelerde hareket ettiğini görebiliyorlardı. Genelde ise bu tip kanıtlar, katilin evini bulma fırsatını veriyordu polislere. Maktulün olay anında ne yaptığını ve nasıl öldüğünü de yansıtabilen teknoloji, sadece katilin yüzünü gösteremiyordu.

   Bunun üstesinden ise cesedin üzerinde uygulanan Haven ile geliyorlardı. Maktulün ölmeden önceki anıları ile Q2’nin aldığı veriler birleştirilerek bütün bir cinayet anı tüm çıplaklığıyla gösterilebiliyordu. Ancak son zamanlar fazlasıyla canlarını sıkan seri katilin görüntüleri Haven taramalarında bir türlü çıkmıyordu. Maktuller onu görüyor, onunla iletişime geçiyor fakat katilin silik birkaç görüntüsünden başka bir şey görünmüyordu anılarında.

   Cesedin anılarının Haven ile alınmasından sonra Q2 çalıştırılıp gerekli olan tüm veriler toplandı. Geriye ise sadece olay yerine yansıtılacak hologram görüntülerini izlemek için, olay yerinin son düzenlenişi ve görüntülerin izlenmesi kalmıştı.

   Yirmi dakikalık düzenlemenin ardından Q2’nin yerini Hologram Görüntüleyici adında başka bir cihaz aldı. Çadır, dışarıdaki insanların görüntüleri görmemesi için hala duruyordu. Çadırın içinde Dedektif, Komiser, iki uzman ve bir teknisyen bulunuyordu.

   Hologram görüntüleyicisine, Haven ve Q2’den alınan veriler işlenip, hafızasında bulunan şehir haritasına da koordinat kaydı yaptıktan sonra, olayın gerçekleştiği saatte sokakta neler yaşandığını bire bir göstermesi için çalıştırıldı.

   Tüm ekip sokağın bir kenarında sakince neler olacağını merakla bekliyorlardı. Merakları çok sürmemişti ki on metre kadar ileriden, çadırın başladığı yerden maktulün hologramı sokağa yavaş adımlarla girdi. Kadın başını öne eğmiş şekilde yürürken hala birkaç saatlik mutluluğunun tadını çıkarırcasına gülümsüyor, az sonra yaşanacaklardan habersizce ilerliyordu.

   İki metre yürümüştü ki eliyle başını tutup kafasını iki yana hızlıca salladı. Sanki istemediği bir şeyler aklına gelmiş ve kötü düşünceleri başından savar gibiydi. Yürüyüşündeki sallanmalar dikkat çekici oranda artmıştı. Cesedin olduğu yere geldiğinde ise hızla kafasını çevirip kısık gözlerle ekibin olduğu yöne baktı. Ekip daha neler olduğunu anlayamadan, bir anlık görünüp yok olan katil, hedefinin yanında yerini aldı. Sonraki görüntülerde katilden geriye hiçbir görüntü olmamasına rağmen, neler yaptığı tahmin edilebiliyordu. Kadın dizlerinin üstüne çöküp, başını geriye doğru olabildiğince yasladı. Saçlarının havalanıp bir alanda dolanmış olması, katilin onu saçlarından kavramış olduğunu gösteriyordu.

   Sonraki görüntüler dehşet verici olsa da onu izleyen ekip için sıradandı. Kadının boynu kesilip dışarıya fışkıran kan sokağa yayılıyordu. Fakat kadın olanlardan habersiz gibi uyuşmuş kısık gözlerle gökyüzüne bakıyordu.

   Kızın cesedi yere devrildikten sonrası ise ceketinin kesilip, sırtına kazınan mesajın ortaya çıkmasından ibaretti. Katil büyük bir titizlikle, sokağın ortasında yakalanmaktan veya görülmekten korkmayarak harfleri tek tek cesedin sırtına kazıyordu. Sonraki birkaç dakika boyunca hiçbir değişiklik gerçekleşmeyen olay mahalline bakan ekibin içinden ilk Komiser konuşmaya başladı.

   “İşte bu kadar. Yine elde avuçta bir bok yok!”

   “Bekleyin!” diyerek araya giren Yavuz oldu. Eliyle işaret ettiği yer, sokağın karşı ucuydu. Yerdeki tozlar zaman zaman, zor da olsa görünür şekilde havaya kalkıp yere iniyordu. Katilin ayak izleri olduğunu anlamaları fazla uzun sürmemişti ki, karşıki duvarı saran çadırın dışından içeriye doğru giren metal bir cisim herkesin dikkatini çekti. Cisim havada bir süre süzüldükten sonra kaldırım kenarındaki tahliye ızgaralarının üzerine düştü. Sonrasında, katilin ayaklarından yükselen tozlar ilerleyerek çadırdan dışarıya kadar yol aldı.

   İnceleme uzmanlarının gözden kaçırdığı bir ipucu, ızgara demirlerinin arasına sıkışmıştı. Izgara ile aynı renkte olması ve durduğu yer nedeniyle onun parçası sanılan şeyin, maktulün katili görmesine rağmen neden hiçbir görüntüsü olmadığının cevabını vereceğine inanıyordu Yavuz.

   Ekip cismi yerinden çıkarıp incelemeye alırken, Komiser ile Dedektif de katilin bir anlık göründüğü saniyedeki hologramı durdurup onu inceleyerek olay hakkında konuşmaya başladı.

   “Katilin eski bir asker olduğunu biliyoruz. Giymiş olduğu sarı pardösüyü ve beyaz maskesini ayrı mağazalardan satın almış olmalı. Maskenin ve pardösünün altında giydiği, daha önceki görüntülerde de gördüğümüz, yine mavi bir giysi var ancak görüntülerdeki pürüz yüzünden ne olduğunu bulamıyoruz.”

   “Bir saniye” diyerek araya girdi Yavuz. “Asker olduğunu da nereden çıkardınız?”

   “Giydiği askeri botlar satılmıyor. Askerlik döneminden kalmış olmalılar.”

   Yavuz botlara dikkatlice bakarak cevap verdi.

   “Askerlik yapmadınız değil mi?”Komiserin hayır anlamında kafasını sallaması üzerine devam etti. “Bu kadar yeni botlar giyiyor olması ya askerliğinin çok kısa sürdüğünü ya da bu botları başka şekilde temin ettiğini gösteriyor. Askerden kaçmış, hatta üst rütbeli biri dahi olabilir. Yani askerlik görevini uzun süre yapmadığını veya botları hor kullanacak bir er olmadığını anlıyoruz. Elbette botlar ona ait ise.”

   “Anlıyorum. Soruşturma önceliklerimizi buna göre düzenleyebiliriz. Peki dedektif, başka görebildiğiniz bir ayrıntı var mı?”

   “Botları bu kadar yeniyken neden ayakkabılarının altı bu kadar tozlu? Beyaz ve sarı renkli tozların bu sokak ile alakalı olmadığına eminim. Yürüdüğü yerlerde kireç ve kum kalıntıları bırakmış anlaşılan.”

   “Yani buraya gelmeden önce kumlu ve kireçli bir yerde yürümüş olmalı, değil mi?”

   “Hayır. Botlarını bilerek kirece ve kuma bulamış. Bence geldiği yeri bulmamızı istiyor.”

   “Nasıl?”

   Yavuz, Komisere sıkılgan bir bakış fırlattı. Daha bu kadar basit şeyleri dahi hesap edemezken nasıl bu rütbeye ulaştığını kafasında yorarken, Komiserin sorusunu da cevaplıyordu.

   “Q2’nin hafızasında şehir haritası da işlenir değil mi? Bunun nedeni kuarkların yetmiş yedi saatlik verileri hafızalarında tutmalarıdır. Yani bir atom parçasının üç gün önce nerede olduğunu görebiliriz. Q2’yi yerdeki tozların izlerini sürmek için kullanabiliriz.” Sonraki söylediklerinde, sesinde alaycı bir ton vardı. “Q2 için neden takipçi veya izleyici denildiğini düşünüyordunuz ki? Sadece katilin düşürdüğü bir ipucunu takip etmeye değil, bıraktığı ayak izlerini dahi takip edebilecek şekilde tasarlandığı için bu ismi aldı.”

   “O zaman bu toz izlerinin takibini alırsak katilin oturduğu yeri bulabiliriz.”

   “Yine yanılıyorsunuz. Sadece başka bir ipucuna götürecektir bu izler bizi. Parmak izi yok, görüntü yok, yüzü ve bütün bedeni kapalı bir katil var karşımızda. Bence böyle basit bir hata yapmayacaktır.”

   Katilin nereden geldiğini öğrenmek isteyen Komiserin emri üzerine teknisyen, Hologram Görüntüleyicinin bilgisayarına yerdeki tozları işaretledi. Tozların üç gün içindeki hareketleri, sokağın ortasında hologram olarak beliren şehir haritasının üzerinde kırmızı izlerle görünüyordu. Bu sırada ise Yavuz katilin kim olabileceği konusunda kafasında yüzlerce soru işaretiyle boğuşuyordu.

   Katil şu an burada olan kişilerden birisi olmalıydı ona göre. Uzmanlar bütün soruşturmalarda bu işi üstlenmişlerdi. Delilleri saklayabilme ihtimalleri vardı. Aynı şekilde teknisyen, ilk iki cinayet vakası dışındaki bütün araştırmalarda aynı ekip ile çalışmıştı. Q2 ve Haven teknolojileri üzerinde fazlasıyla hâkim olması, onları nasıl alt edeceğini biliyor olabilme ihtimalini ortaya atıyordu. Fakat Yavuz’u asıl düşündüren komiserin ta kendisiydi.

   Komiser Fuat, Yavuz için fazla akıllı biri olarak görünmese de, aldıkları eğitimler sayesinde yalan makinelerini dahi atlatabilecek kadar kişilik değiştirme ve yalan söyleme özelliklerine sahip olmalarından dolayı, şimdiki görünüşünün de tamamen bir oyundan ibaret olabileceğini biliyordu. Aptala yatıyor ve yaptığı sanat eserinin güzelliğinden, onlarca insanın olayı çözememesiyle zevk alıyordu. Fakat bu şüphedeki sorun, Komiserin de dediği gibi bütün ekibin düzenli olarak Haven’den geçip anılarının inceleniyor olmasıydı. Eğer katil o olsaydı şimdiye kadar bir açık bırakmış olmalıydı.

   “İnsanlar neden birilerini öldürür ki?” diye sordu Komiser yüzünü buruşturarak. Sanki Yavuz’un aklından geçenleri okumuş ve kendini iyi biriymiş gibi göstermek için konuşuyormuş gibi yersizce gelmişti bu soru. Ama yüzündeki tiksinme, gerçekten içinden gelen bir his ile bu kelimeleri sarf ettiğini gösteriyordu.

   “Bencillik” diyerek cevap verdi Yavuz. “Her insan bencildir ve bir o kadar kötüdür. Sadece insanlar arasında bencilliğin derecesi ve yaptıkları kötülükleri kendilerince haklı sebeplerle örtmelerinin farkları vardır.”

   “Nasıl yani?” diye sordu Fuat.

   “Düşünün Komiser. Siz kendi yakınlarınızı ne pahasına olursa olsun korumaz mısınız? Haklı veya haksız olsun, öncelik her zaman yakınlarımızdır. Çoğu zaman sevdiğimiz insanlar için veya belirli çıkarlar uğruna, belirli kişileri yüceltiriz. Ve bunu yaparken birçok insanın hakkını yeriz. Bu önemli bir kötülük değildir, çünkü hakkını yediğimiz insanların kim olduklarını bilmeyiz, onu görmeyiz. Veya onların ne acılar çektiğini, hakkını yediğimiz şeyin onlar için ne ifade ettiğini umursamayız. O an için tek derdimiz kendi yakınlarımızdır. Kimi insanlar için bu sınırlar çok daha fazladır. Birinin ölmesi onun için bir anlam ifade etmez. Nasıl olsa bir gün ölecektir. Fakat onun, o an ölmesi için kendince haklı sebepleri vardır.”

   “Ama belirli hak ve hukuk var.”

   “Elbette var. Ama verdiğim örnekteki kadar iyi işliyor mu bu sistemler? Elinizdeki ekmeği önce oğlunuza mı verirdiniz yoksa çok daha aç olan birine mi? Adalet her zaman yeterince adaletli değildir Komiser. Kimisi böyle düşünür, kimisi ise kurallara uyar.”

   “Burada bir ceset var ve bu olay, katilin yaptığı şeyi doğru göstermiyor. Onun ne düşündüğü umrumda bile değil, bir insanın yaşama hakkını elinden aldı!”

   “Ben de onu diyorum. Herkes başkalarının haklarını ellerinden alır zaten. Ama kimisi için sınırlar çok daha fazladır sadece.”

   Yavuz konuyu daha fazla uzatmamak gerektiğini düşünerek sustu ve katilin donuk duran hologram görüntüsüne bakmaya devam etti. Bekledikleri süre boyunca katil hakkında bir sürü farklı düşünce geçti kafasından. Ortamdaki kişilerden biri olma ihtimalini tüm detaylarıyla irdeliyordu.

   Teknisyen işini bitirdiğinde, ayak izleriyle gelen tozların, olay mahallinden iki kilometre uzaklıkta terk edilmiş bir fabrikadan geldiğini öğrendiler. Uzmanlardan birisi de komiserin yanına geldiğinde yüzünde şaşkınlık vardı.

   “Komiserim, ızgaraya sıkışmış parça bir Q2 aletinden düşmüş. İz takibinde ise bu parçanın da, ayak izlerinin geldiği aynı fabrikada olduğunu öğrendik. Üç gündür hareketsizce orada beklemiş.”

   “Tahmin etmiştim” dedi Yavuz kendinden emin bir şekilde.

   Komiser sert bir bakışla Yavuz’a dönüp haykırdı.

   “Tahmin mi etmiştin? Neyi lan, neyi!”

   Komiserin sert tavrını umursamadan aklındakileri söyledi Dedektif.

   “Q2’nin hafızaya olan etkilerini biliyorsunuz. Hafıza kaybı ve gördüklerinin unutulması, bütün maktullerin ve olayın görgü tanıklarının başına gelen bir durum. Üstelik hiçbir kamera kaydında katilin görünmemesi de Q2’nin manyetik alanı bozmasıyla oluşan etkiden meydana geliyor. Suçluları yakalamak için kullandığınız aleti, katil kendisini gizlemek için kullanıyor anlayacağınız. Olay yerine kadar taşıyor ve insanlar onu görse dahi hatırlamıyor. Sonrasında aleti kurbanını öldüreceği alana kuruyor. İçine giydiği mavi giysi de Q2’nin dışarıya olan zararını engellemek için üretilen çadır malzemesinden yapılmış olmalı. Bu sayede kendisi ondan etkilenmiyor.”

   “Bu kodumun cihazını nasıl almış o zaman?!”

   “Evet, asıl sorulması gereken soru bu Komiser!” Dedektif, Komiserin gözlerine bakarken hafifçe sırıtıyor, gözleriyle ona olan şüphesini gösteriyordu.

   “Dediğin gibi katil ekibin içinden biri olabilir. Yasadışı yollarla bu aleti almayı öğrenmiş, hatta bu yollarla aleti temin eden insanların, el konulan cihazlarını çalmış olabilir.”Komiser en yakınındaki uzmana dönüp devam etti. “Hemen karakoldaki bütün el konulan cihazların sayımını yapın. Hatta onlar üzerinde de Q2 taraması yapılsın. Yerinden kıpırdamış bir alet olup olmadığını öğrenmek istiyorum.”

   Yavuz aklından geçenleri anlatmaya devam ederken bir eliyle başının üstünü kaşıyordu.

   “Hala eksik bir şeyler var gibi. Cihazdan düşen parçanın üç gündür fabrikada olduğunu söylediler. Bu kadar uzun süre aleti karakoldan çıkarmış olmaları mümkün değil. Cinayetin işlendiği sırada çalışanların nerede olduğunu teyit etmeniz daha çok işinize yarayabilir.”

   Yavuz bir an için duraksadı. Çiğnediği şeyi diliyle biraz çevirdikten sonra durdu ve Komisere baktı. O an için gözleri kocaman açıldı ve burnundan derin bir nefes aldı. Yutkunurken kalem kapağını yutmamak için kafasını öne doğru eğmişti. Kapağı ağzından çıkarıp cebine koydu ve devam etti.

   “Ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu bir kaşı havaya kalkmış şekilde.

   “Ayak izlerinin geldiği fabrikaya gideceğiz. Oraya düşürmüş olduğu bir nesne bulursak Q2 ile izini sürüp katile biraz daha yaklaşabiliriz.”

   “Sanmıyorum ama denemeye değer” diyerek cevap verdi Yavuz. Kendinden emin tavırları yerini kuşkulu gözlere bırakmıştı.

   “Ne demek sanmıyorum?”

   “Katilin ne kadar dikkatli ve elinde ne denli imkanlar olduğunu biliyorsunuz. Buraya gelmeden önceki eşyalarını boş bir fabrikaya bilerek koymuş, birkaç gün boyunca orada durmalarını sağlamış. Üzerinden cinayet anında bir nesnenin düşmesinin bile bir amacı olabilir… Sizleri boş bir alana götürmek gibi mesela.”

   “Fabrika içerisine bıraktığı giysileri giymeden önce de bir ipucu düşürmüş olabilir. Onu kullanarak bulabiliriz onu. Bir saç teli, kirpik veya en ufak bir kalıntı dahi onu enselememiz için yeterli.”

   Yavuz gülerek devam etti.

   “Eminim bulacaksınız da.”

   “Ne yani, katil kendini yakalatmak mı istiyor?”

   “Daha önceki beş cinayette bu denli tozlu bir alandan gelmemişti katil. Çok daha dikkatliydi. Belli ki bilerek botlarını tozlandırmış. Botların üstü temizken altları bu kadar kirli olması mantıklı değil. Amacı sizi fabrikaya çekip, orada bıraktığı bir kalıntıyı takip etmenizi sağlamak ve sizi daha fazla aptal yerine koymak. Bambaşka birine götürecektir izler sizi. Ve siz onunla oyalanırken kendisi sonraki cinayetini planlıyor olacaktır.”

   “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

   “Ben dedektifim Komiser. Benim işim bu.”

   Ekibin toparlanıp fabrika alanına gitmesinin ardından ise Yavuz delilleri inceleyeceğini söyleyerek onlardan ayrıldı. Yarım saatlik yolun ardından, yaşadığı beş katlı bir apartmanın dördüncü katında bulunan eve varmıştı.

   Onu çok heyecanlandıran cinayetin peşini bir anda bırakmasının nedeni ilgisini kaybetmiş olması değildi. Cinayeti çözmüştü ve polislerden önce bunun nedenini kendisi öğrenmek istiyordu.

   Evin kapısına anahtarını uzatmadan kapı açıldı. Ev arkadaşı Duygu mavi gözleriyle ona bakıyordu. Uzun süredir yalnız yaşayan Yavuz, nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde ev arkadaşı aradığına dair bir ilanı gazeteye vermişti. Yalnızlıktan sıkılmış veya masrafları paylaşacak birini aramak değildi amacı. Sadece o an için öyle istemişti ve şimdi bunun doğru bir karar olup olmadığını sorguluyordu.

   “Yorgun görünüyorsun. Kanepeye otur en iyisi” diyerek konuşmaya başladı Duygu.

   Yavuz sesini çıkarmadan denileni yaptı. Onun aklından geçenleri az çok tahmin edebiliyordu. Kız, odasına gidip bir dakika sonra geri geldi ve Yavuz’un kurulduğu kanepenin tam karşısındaki koltuğa oturdu.

    “Tahmin edeyim” dedi Yavuz. ”Yatağa gidip yattın ve birkaç saniye sonra kalkıp yanıma geldin, değil mi?”

   “Evet.” Duygu gülümsüyordu. Yüzündeki haz, Yavuz’un ağzından çıkan kelimeler ile çoğalacak gibiydi. “Olayı çözmüşsün sanırım.”

   “Neden yaptım?” diye sordu sadece Dedektif.

   “Önce nasıl çözdüğünü anlat.”

   Yavuz, cebindeki kalem kapağını çıkararak ev arkadaşına gösterdi. Bütün bir olayı ufacık bir parça ile çözmesinin mutluluğunu ve olanların verdiği soğuk ter ile karışık korkuyu aynı anda yaşıyordu.

   “İpucu bırakmışım. Haven’den geçtim olay yerine gittiğimde. Görüntülerde uyumadan önce yemek yiyordum. Ardından bu koltuğa oturup uyumuşum. Sonrasında ise iş için olay mahalline çağırdıklarını söyledin bana. Bu arada görüntülerde bu kapak ağzıma hiç girmemişti. Uyuduğum ile uyandığım süreler arasında bunu yapmış olmalıyım.”

   “Kapağı nasıl da unutmuşuz” dedi Duygu elini alnına dayayarak.

   “Neden bunları yaptım?”

   “Anılarını geri aldığında hepsini hatırlayacaksın.”

   “Hayır, geri almak istemiyorum.”

   Cinayetleri kendisinin işlediğini artık iyice emindi. Depolayıcı olarak ev arkadaşını kullanıyordu ve olay mahalline çağırılacağını bildiğinden kendisine bir not bırakmak zorunda kalmamıştı. Tek cevap veremediği şey ise bütün bunları neden yapmış olduğuydu.

   “Her seferinde aynı şey.” Duygu, tepkisini kahkaha ile tamamladı.“Ama sonunda merak edeceksin ve geri isteyeceksin yine. Nasıl planladığını, nasıl işlediğini, neden işlediğini merak edeceksin. Onlarca insanı nasıl alt ettiğini, Q2’yi nereden bulduğunu, onu nasıl kullandığını…”

   “İyi de neden?”

   “Çünkü kendi zekanla başa çıkabilmeyi arzuluyordun. O aptal polislerin bir şey başarabilecekleri yoktu. Sen ise kendi işlediğin cinayeti çözüp çözemeyeceğini merak ediyordun. Neredeyse yaklaşmıştın aslında, ama cinayetleri planlarken kullandığın kalemin arkasını çiğnerken ağzında unuttun. Nasıl da unutmuşuz.”

   “Planlar mı?”

   “Evet. Planlar. Eğer birileri senden şüphelenirse diye roman yazmaya başladığın ve roman çalışmaların olarak işlenen cinayetleri kullandığını iddia edeceğin, gizli not defterin.”

   “Anlıyorum. Peki ya sen nasıl bunları kabul ettin?”

   “Hatırlamaman normal. İlk zamanlar formaldehit içinde sakladığın cansız bir beyin kullanıyordun depolayıcı olarak. Cinayetlerini, planlarını ve seni suçlu çıkarabilecek her şeyi ölü bir beyine naklediyordun. Ama zamanla ölü beyin işlevini yitirmeye başladı. Ona verdiğin elektrik desteği ile bir süre daha işe yaradı. Sonra canlı bir depolayıcı bulman gerektiği kararına vardın. İşlediğin cinayetleri senin için saklayacak ve sonra ondan geri alıp yaptığın şaheserin tadını çıkaracağın bir suç ortağı. Benimle çalışma saatlerin zıt düşüyordu, zaten beni bu yüzden ev arkadaşı olarak aldın. Sabahları ben işe gitmeden anıları sana veriyorum, akşamları ise sen evinden çıkmadan bu anıları senden geri alıyorum.

   Haven’i karaborsadan satın aldıktan sonra bana çok güzel bir anı paylaşmak istediğini söyledin. Tüm hazlarını ve cinayetlerini bana aktardın. Ve ben, sen oldum. Her seferinde bir anı paylaşacağını söyleyerek kandırıyordun beni. Nasıl olsa hatırlamıyordum neler olduğunu. Ama her seferinde bunu yaptıktan sonra memnun kalıyorum açıkçası. Cinayetlerin verdiği haz senin kadar beni de memnun ediyor. Aslında çoğu zaman sana geri vermek istemedim bu anıları. Güç ve aklın göstergesiydi bunlar. Fakat yenileri için senin beynine ihtiyacım var. Senin de benimkine.”

   “Hastalıklı düşüncelerimle seni de etkilemişim.”

   “Doğru söylüyorsun. Bu düşünceler tamamen senin. Hastalıklı olan sensin ve bu hastalığı benden geri alman gerekiyor.”

   Yavuz kafasını salladıktan sonra başını öne eğdi. Son parçaları da yerine oturtmuştu.

   “Yatağa o yüzden yattın. Yatmandan sonraki anıları da bana aktaracaksın, bu sayede herhangi bir şekilde taramadan geçersen, en son uyuduğun görülecek. Tıpkı benim en son kanepede uyumuşum gibi görünmem gibi.”

   “Kendinle gurur duyuyor olmalısın. İşte bu yüzden bu anılara ihtiyacın var. Zekânın tüm kalıntıları bende. Tüm detayların… Onlarsız sen sadece bir şeyleri çözmeye çalışan basit bir dedektifsin.”

   Duygu yerinden kalkıp, oturma odasının köşesine kadar yürüdü. Parkelere eğilerek bir kapağı havaya kaldırdığında, küçük, gizli bir bölmenin açıldığını gördü Yavuz. Muhtemelen bu bölmeyi kendisi yapmıştı fakat bu anıları da Duygu’ya verdiği için hatırlamıyordu.

   Duygu, bölmeden bir not defteri ve iki adet Haven başlığı çıkardı.

   “Hazineni geri alma vaktin geldi” dedi. ”Ben ise neler olduğundan habersiz günümü geçireceğim. Sen de yeni cinayetini kurgulayıp bir ay içinde işleyecek ve daha sonra bütün bunları bana geri vereceksin.”

   “Senden anıları geri alacağım. Ama yeni bir cinayet işlemeyeceğim. Sadece bunda senin bir suçun olmadığı için bunu yapıyorum. Anıları alıp teslim olacağım.”

   Duygu’nun attığı kahkaha korkutucuydu.

   “Madem teslim olacaktın, soruşturma anında katilin kendin olduğunu anladığında neden teslim olmadın peki? Çünkü merak ediyorsun. Ve anılarını geri aldığında yine eski sen olacaksın. Tıpkı şu an benim yaşadığım hazzı yaşayacaksın. Birbirimize çok benziyoruz Yavuz. Ne kadar inkar etsen de değişemezsin.”

   “Hayır, bu sefer farklı olacak.”

   “Altı keredir hep farklı olacaktı. Her seferinde aynı şeyleri söylüyorsun. Kendine notlar düştüğün, bu yaptıklarının ne kadar aptalca olduğunu ispatlamaya çalıştığın da oldu. Anılarını aldığın anda ise o saçma notları yakıp attın. Emin ol bu iş bitmedi. Sen, son yılların en büyük suç dehasısın.”

   O an için kendinden emin olsa da Duygu’nun söylediklerine de hak vermiyor değildi. Yine de iradesinin gücünü öğrenmenin tek bir yolu vardı.

   “Daha fazla tartışmanın manası yok. Anıları geri verebilirsin.”

   Yavuz başlığı kafasına geçirdiğinde Duygu da daha önce hazırladığı, aktarılacak anıların tarihlerine fazladan bugünkü son konuşmalarını da eklemişti. Anı aktarımı sırasında Duygu’nun yatağında olması gerektiği için, transfer işlemini onun yatak odasında, yatağına yatmış şekilde yapmaya karar verdiler.

   Aletin uyuşturma modu aktif olarak çalışmasıyla birlikte ikisi de kendinden geçti. On dakika kadar süren aktarma işleminin sonunda, ilk gözlerini açan Yavuz oldu. Duygu’nun başlığını çıkararak odadan çıktı ve başlıkları oturma odasındaki gizli bölmeye yerleştirdi.

   Olduğu yerde gülümsedi bir süre. Duygu’yu şimdiye kadar kullanmış olmasının nedenini düşündü. Bu anıları bir başka cansız beyine aktarabilme ihtimali varken, neden onu kullanmış olmalıydı? Sonra Fuat Komisere söyledikleri geldi aklına. Katil bir işaret bırakmak için fabrikada bulunmuş olmalıydı ve polisleri bilerek oraya çekmişti. Bir günah keçisi seçmiş olmalıydı Yavuz ama bunu hatırlamıyordu. Aldığı anıları arasında fabrikayla ilgili bir şey yoktu. Duygu ise bu anıların eksikliğini fark etmemişti bile.

   Eksik anılarını sadece kendisinin bulabileceği bir etken olmalıydı. Etrafına baktı dikkatlice. Ardından odasına, cinayet planlarını yaptığı masasına geçti. Masanın tam karşısında bir ayna vardı. Ona bakarak kendi zekâsıyla övünüp megalomanlığın zirvesini yaşıyordu. Ama o aynada ona hatırlatması gereken bir de ipucu vardı. Sadece kendisini görüyordu orada ve o aynanın ardından sadece kendisinin bulabileceği bir şeyler olmalıydı diye düşündü. Aynayı yerinden çıkarıp arkasındaki boş bölmeye baktığında ise düşündüklerinin doğru olmasıyla tekrar kendi zekâsına hayranlık duydu.

   Formaldehit içinde bulunan beyin tam olarak aradığı şeydi. İkinci bir depo alanı kullanmış olması, Duygu’dan sakladığı bir şeyler olduğunu gösteriyordu. Vakit kaybetmeden Haven başlıklarını tekrar gizli bölmeden çıkarıp, cansız beyindeki verileri de kendine aktardı.

   Artık tüm taşlar yerine oturmuştu. Cinayetleri Duygu’nun üzerine atacaktı. Onun saçlarını taramak için kullandığı taraktan aldığı saç tellerini fabrikaya bırakmıştı bugün. Polislerin o tellerin izini sürerek evlerini bulmaları an meselesiydi. Onlar geldiklerinde, tüm suçları işlemiş birini onlara bırakmalıydı.

   Önce Duygu ile yaptıkları, hafıza verileri aktarım anıları dışındaki bütün cinayet ve suç planlama anılarını, hala baygın şekilde yatan Duygu’ya verdi. Daha sonra neler yapacağını gayet iyi biliyordu. Kalan anılarını kavanoz içindeki beyine geri koydu. Ardından dış kapıyı açtı ve kanepesine oturup, ellerinde Haven’ler ile bekledi. En son kanepede bulunmalıydı ve geriye kalan, aynanın arkasındaki gizli bölme anısı ile ellerinde tuttuğu Haven’lerin yok olması gerekiyordu. Arkasından gelen, kapının açılırken çıkardığı gıcırtı ile gülümsedi. Başlığının birini kafasına geçirdi ve gözlerini kapattı…

   Kapının çalmasıyla uyandığında koltuğunda buldu kendisini. Kapının ardındaki ses, birkaç saat önce birlikte suçu çözmeye çalıştıkları Komiser Fuat’ınkiydi. Neden burada olduklarını bilmiyordu. Neden koltukta uyuyakaldığını da. Duygu ile bir şey konuşacağını hatırlıyordu en son. Fakat geldiği gibi uyumuştu ve şimdi ise polisler kapısına dayanmıştı.

   Komiser ve ekibi kapıyı kırmadan gitti ve usulca kapıyı açtı. Ekip büyük bir hışımla içeriye daldığında, Komiser’in yüzündeki sinir olay yerindekinden çok daha fazlalaşmıştı. Evi tamamen aramaya koyulan polisler Duygu’yu buldukları gibi uyandırıp kelepçelediler. Duygu onların neden burada olduklarını biliyordu. Cinayetleri işlediğini hatırlıyordu fakat neden yaptığını veya nasıl yakalandığı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Aklında kalan tek şey ise, eldivenleri takılı şekilde cinayet planlarını yaparken kullandığı eski kalemdi.

   Yavuz, daha neler olduğunu anlamadan apar topar ev arkadaşını ve kendisini kelepçeleyip evden çıkardılar. Meraklı apartman komşuları gürültü nedeniyle kapılara çıkmıştı. Yavuz’un o an için tek dikkatini çeken şey ise, birkaç saat önce nasıl ağzına girdiğini hatırlamadığı kalem kapağının, ona gülümseyerek bakan yan komşusunun elinde olmasıydı. Ve şu an umursadığı tek şey, soruşturmanın ardından serbest bırakıldığında, bütün bunları ondan öğrenmek olacaktı.



Not: Sonuna kadar okuyan arkadaşlara teşekkürler. Umarım yorumlarınızı eksik etmezsiniz. Haven teknolojisi ile ilgili yazdığım ilk öyküyü de alttaki linkten bulabilirsiniz.

http://oyku.kayiprihtim.org/haven-m-k-immortal/


3
Aylık Öykü Seçkisi / Seçkide Elli Sekizinci Ay
« : 18 Nisan 2014, 20:57:18 »

Ya ikinci dünya savaşı hiç bitmeseydi? Petrol olmasaydı ve balinalar, yakıt üretmek için yapay tanklarda çoğaltılsaydı? Su buharı dünyaya egemen olmaya devam etseydi? İnsanlar yüzyıllar boyunca yaşamanın yolunu bulsalardı? Bizler sonuçlarını düşünmesek de punk akımlarının temellerini atan Alfred Bester, Jules Verne ve William Gibson gibi birçok yazar uzun yıllar boyunca bu soruların dünyaya nasıl şekil vereceğini düşündü. Böylece Cyberpunk, Steampunk ve Biopunk akımları hatırı sayılır bir kitle oluşturmayı başardılar. Özgürlük ve ahlakı hedefleyen ancak bunların sonuçlarını da gayet iyi yansıtan Punk akımı, METUCON işbirliği ile bu ayki seçkinin de teması oldu.

Seçkimiz, görseli hazırlayan Erdal Gencer’in çizimi ve toplamda 13 yazarın öyküleriyle hayat buluyor. Erdal Gencer’e anlamlı ve güzel çizimi için teşekkür ediyoruz.

İşte bu ayki “Punk” ve “Siber” temalı öykülerimiz:

     - Geçit adlı öyküsü ile Ahmet A. Sabancı

     - Telesuikast adlı öyküsü ile Alper Kaya

     - Robotizm Düşü adlı öyküsü ile Bahri Doğukan Şahin

     - Kuyu adlı öyküsü ile Cevdet Denizaltı

     - Aziz Geleceğin Öyküsü adlı öyküsü ile Erdal Gencer

     - Ölümsüzlük Projesi adlı öyküsü ile Hacı İmrağ

     - Çelikkale adlı öyküsü ile Mehmet Kardaş

     - Yaşam Projesi adlı öyküsü ile Mehmet Kayhan

     - Toprağın Çocukları adlı öyküsü ile Mümin Can

     - Virüs adlı öyküsü ile Nursena Ataseven

     - İstim Üstü adlı öyküsü ile Sefa Tursun

     - Evren Ağı adlı öyküsü ile Suat Vural

     - Yapaydünya Federasyonu – Yaltakçılar Konseyi adlı öyküsü ile Ufuk Ali Kaftanlı

Seçkiye öykü gönderen tüm yazarlarımız METUCON’un düzenlediği kostümlü partiye ücretsiz katılma şansına erişebilecek ve yine yayımlanan öykülerden kura ile seçilecek iki tanesi fanzin olarak etkinlikteki yerini alacak.

Gelecek ayın teması “ASA” olarak belirlendi. Mayıs ayının ikinci haftasına kadar öykülerinizi oykuseckisi@gmail.com adresine yollayabilirsiniz. Bolca teknoloji tüketeceğimiz bu ayın ardından, büyücülerin, druidlerin, dövüşçülerin, hatta belki de ASA adındaki teknolojik aletlerin geçtiği bir seçki okumak dileğiyle.

Herkese keyifli okumalar,
Mehmet “M.K.Immortal” Kayhan

4
Kurgu İskelesi / Gri Gözlü Lanet - (Kitap Girişi)
« : 28 Ocak 2014, 20:52:44 »
Not: Kitap olarak yazmayı düşündüğüm kurgumun ilk bölümünü paylaşıyorum. Okuyan arkadaşlar yorumlarıyla, eksiklik ve beğenilerini dile getirirseler sevinirim :) İyi okumalar.

-ADALET-

     Yoğun, yorucu ama bir o kadar güzel geçen hafta sonunun bitmek üzere olduğunun habercisiydi güneşin gözden kaybolması. Turuncunun hakim olduğu sokaklar gittikçe kararıyordu. Taşındıkları evlerine henüz yerleşmiş olan Güçlü ailesi ise kararan havanın verdiği huzurla kendilerini oturma odalarındaki kanepeye atmışlardı.

     Cem, bacaklarını sehpaya uzatıp kollarını iki yana açmış ve başını geriye düşürmüştü. Yüzünde garip bir gülümseme vardı. Aynı gülümsemeyle ona karşılık veren eşi Aylin ise, bacaklarını dürtüp Cem’in rahatını bozmuştu.

     “Sehpaya ayaklarını koymak yok. Yeni ev, yeni kurallar.”

     Dört yıllık evlilikleri boyunca yaşadıkları apartman dairesinden kurtulmanın verdiği mutluluktu onlarınki. Üst kattaki öğrencilerin gürültüsü, apartman yöneticisinin sömürücü tavrı, olup olmadık kurallar, bencil komşular… Hiç biri olmayacaktı. Kendi hallerinde yaşamayı seven çift dört yıl boyunca çocuk yapmayı bile düşünmemişlerdi. Kendilerinden bir parçayı bile tam anlamıyla henüz benimseyemeyen iki sevgili için apartmanda yaşamak kabus gibiydi.

     Birkaç yıl önce, elektronik eşyalar sattığı mağazasında müdürlüğe yükselen Cem, kazandığı parayla ilk iş olarak araba almıştı. Ardından ise birikimini yapıp, iki katlı müstakil evi satın almışlardı. Birikimlerinin üzerine ekledikleribanka kredisinin aylık ödemesi, önceki evlerinin kirasından az olması onları taşınmak konusunda daha fazla beklememeye itmişti.

     Beş katı geçmeyen binaların bulunduğu muhitte yer yer aralara serpilmiş müstakil binalardan biriydi onlarınki. İlk başta, İzmir’in merkezinden arabayla on dakikalık uzaklıkta olmalarının kötü olacağını düşünmüşlerdi. Fakat arabalarının olması ve şehrin hareketinden uzaklaşma istekleri bu düşüncelerini bir an önce kafalarından atmalarına yardım etmişti. Kalabalık ve gürültüden uzak, sakin bir hayatları olacaktı.

     Beyaz duvarları ile parlayan parkelerini birbirinden ayıran, kestane rengi süpürgelikleriyle göze çarpan, alt katında oturma odası, mutfak ve banyo, üst katında ise iki adet yatak odası ve ebeveyn banyosu olan evi ilk gördüklerinde Aylin, “burası olsun” demişti. Ankastre mutfak, evin tamamı gibi beyaz, gri, siyah ve kahve renkleriyle donanmıştı. Girişin solunda kalan oturma odasındaki beyaz şömine de bu renkleri içine almıştı.

     Evin dış kapısının hemen önünden ve oturma odasının köşesindeki yuvarlak merdivenden üst kattaki koridora çıkış vardı. Koridorun bir kısmı, bir kenarı yuvarlak olan oturma odasının etrafını sarıyordu ve odanın tamamen görünmesine neden oluyordu. Evin dışı kadar iç tasarımına da bu denli uğraşılmış olması, eve taşındıkları gibi oraya ısınmalarına neden olan etkenlerden biriydi.

     Eşinin uyarısıyla ayaklarını sehpadan indiren Cem, Aylin’in yüzündeki gülümsemeyi paylaşıyordu. Onu ne kadar çok sevdiğini hatırlıyordu mavi gözlerine her bakışında. “Neden beni sevdi” düşüncesi kemirirdi eskiden onun gözlerinde kaybolduğunda. Siyah, kısa saçlarını genelde üçe vururdu Cem. Köşeli çenesi olmasına rağmen genel olarak yüzü daha çocuksu hatlara sahipti. Kahverengi gözleri olan normal bir insandı görüntüsü. Hiç ön plana çıkan bir yeri yoktu, aksine çocukluğunda kırılan burun kemiğinin ters kaynaması sonucunda, profilden bakılınca yamukluğu belli olan çirkin bir burnu bile vardı. Yine de Aylin onu sevmişti.

     Dışarıdan gelen bir kaza ve çığlık sesi duymuşlardı. Boğuk gelen ses, evlerinden onlarca metre uzaktan yükselmişti. O an için ikisinin de aklından aynı şey geçmişti. Önceki evlerindeki, her akşamlarında bir olay yaşanan belalı muhitin benzeri miydi acaba taşındıkları yer de? Önceden yaptıkları araştırmalarda mahallelinin çok sakin olduğu, gürültüden yoksun bir yer olduğunu duymuşlardı. Fakat şimdiki gürültü duyduklarını çürütür nitelikteydi.

     “Sanırım kaza oldu” dedi Cem. Aklına gelen en mantıklı cevap bu olmuştu.

     Birkaç dakika sonra gelen polis sireninin sesi ise, düşüncelerine inanmakta onlara destek veriyordu sanki. Büyük bir ihtimalle kaza yapan iki taraf kavgaya tutuşmuştu ve olaya polis müdahale etmek için yetişmişti diye akıllarından geçmişti ikisinin de. Gittikçe yükselen bağrışmalar ve gürültünün başka bir anlamı olamazdı.

     “Daha ilk günden gürültüyü peşimizden mi sürükledik” dedi Aylin gülerek. Aynı şekilde karşılık vermişti Cem de.

     “Neyse, bizim sorunumuz değil. Sabahtan beri evi toparlayacağız diye canımız çıktı. Valla şu an ne onları düşünecek, ne de kendimi koltuktan kaldıracak halim var.” Yüzüne yapay, masum bir ifade takınarak devam etti Cem. “Üstelik sabahtan beri su içmedim. Ne kadar susadım anlatamam. Ama kalkacak gücüm kalmadı. Ama susadım da yani. Keşke su ayaklanıp yanıma gelse.”

     İmayı anlayan Aylin gülerken kafasını onun omzuna dayamıştı. Aylin’in kahkahalarına eşlik eden Cem bir yandan da konuşmaya devam ediyordu.

     “Su yok ki gelsin. Su gibi berrak olmak vardı şimdi. Su küçüğün derler ama büyükler de içmeli bence. Su içene yılan bile…”

     “İyi tamam tamam anladık” diyerek yerinden kalmıştı sarışın kadın. Giriş kapısının sağında kalan mutfak ile oturma odası, genel olarak bakıldığında bir bütün gibiydi. Mutfağın geniş, çift kapılı girişi açıkken oturma odası rahatlıkla görülebiliyordu. Aynı şekilde Cem de mavi kot pantolonu ve beyaz tişört giymiş eşini gözleriyle izliyordu mutfağa kadar.

     Aylin musluktan doldurduğu bir bardak suyu yudumladıktan sonra bardağını çalkalayıp kenara koydu. Cem’in bu konuda olan titizliğini bildiğinden başka bir bardakla suyu götürecekti. Rafa elini uzattığında ise Cem’in sesi yükselmişti oturma odasından.

     “Musluktan mı içiyorsun suyu?”

     “Evet” diyerek karşılık verdi Aylin.

     “Yahu pis o su biliyorsun. Damacana aldım kenarda, oradan içsene.”

     Aylin’in eski alışkanlıklarından biriydi bu ve her seferinde Cem uyarsa da unutuyordu. Tamam diyerek kafasını sallarken onun suyunu damacanadan doldurup tekrar oturma odasına geçti.

     “Buyurun padişahım” derken sesindeki kinaye gülümsemesi ile kayboluyordu.

     Cem suyunu yudumlarken kapıdan gelen ses ikisini de şaşırtmıştı.

     “Tak… Tak… Tak…”

     Aylin kapı ve Cem arasında gözlerini gezdirdikten sonra kaşlarını hafifçe çattı.

     “Bu saatte kim olabilir ki?”

     “Polislerdir” dedi Cem. “Kaza ile ilgili soru sormaya gelmişlerdir belki. Baksana gürültüye, gittikçe artıyor sanki. Baya büyümüş herhalde olay” dedikten sonra yerinden kalktı. Eşi kapıyı açmak konusunda acele etse de birkaç saniye sonra yanında bitip polisten olup biteni öğrenmeye niyetliydi.

     Kapıdaki tıklama sesi kesilmeden devam ederken Aylin de ona hak vermişçesine kafasını salladı. Ardından dış kapıyı açmak için yöneldiği yerden sürekli aynı sesin gelmesi onu gittikçe gerilime sokuyordu.

     “Tak… Tak… Tak…”

     Her ne kadar “patlama be geldik işte” demek istese de bunu yapmadı. Önce, dışarıdakinin kim olduğuna bakmak için kapı deliğine eğilse de, dışarıyı aydınlatan ışığın çalışmıyor oluşu, karanlık silueti iyiden iyiye gizemli hale getiriyordu. Siluetin kapıya her yaklaşmasıyla yükselen “Tak” sesi, dışarıdaki adamın kapıyı kafasıyla çaldığını anlamasına yetmişti.

     Kapıyı ürkek bir tavırla açan Aylin, kormuş olduğunu saklayamıyordu gözlerinde.

     “Birine mi bakmıştınız” demişti karşısındaki adama.

     Adam bir süre daha kafasını ileri geri boşluğa doğru sallamaya devam etti. Ellerini arkasında bağlamış, ağzı sonuna kadar açılmış ve salyası akıyordu. Aylin, Cem’e dönerken iyice korkmuştu. Karşısındaki adamın, evde bir erkek olduğunu anlaması ve korkması içindi tamamen Cem’e seslenişi.

     “Aşkım, kapıda bir adam var, istersen sen…”

     Daha cümlesini bitiremeden adam gri gözlerini nefretle Aylin’e dikti ve üzerine saldırdı. Elleri arkadan kelepçeli adamın üzerine atlamasıyla geriye düşen kadın hemen arkasındaki merdivenlere çarpmıştı kafasını. Adamın bağırışlarıyla ve eşine durmadan attığı kafa darbelerinin şokuyla kaskatı kesilen Cem neler olduğunu anlayamamıştı.

     Bir anlık duraksamanın ardından eşini kurtarması gerektiğini fark etti. Azılı bir suçlu olmalı diye düşünmüştü bir an adamın. Şömine ateşini harlamak için kullanılan demir parçasını eline aldığında, daha adama saldıramadan bir başka şok yaşamıştı.

     Eşinin çığlıkları, adamın onu boynunda ısırıp koca bir et parçası koparmasıyla kesilmişti. Ama Cem’i durduran asıl şey, kapıdan giren diğer üç kişinin de eşine saldırmasıydı. Adamlardan biri kadının bacağını tekmeleyip kırılmasına neden olmuştu. Daha sonra bacağı kırık yerinden koparana kadar defalarca salladı ve çekti. Diğer iki adam da boş buldukları her yere saldırıyor ve kadının cansız bedenini parçalara ayırıyorlardı.

     Cem’in bedeni korkudan ve çaresizlikten titremeye başlamıştı ki adamlardan biri gri gözlerini ona çevirdi. Kanlı dişlerini bir köpek gibi hırlayarak gösteriyordu. Nefret dolu bakışları da saldırmaya hazır bir kurt gibiydi. Vakit kaybetmeden Cem’e doğru koşmasıyla, Cem de elindeki demiri adamın göğsüne soktu. Adamdan gelen bir tıslama önce gözlerinin şaşkın bir ifade almasına neden olmuştu.

     Adamın bir anlık duraksaması, diyaframına saplanan demiri iki eliyle yakalamasıyla son bulmuştu. Tekrar sinirli ifadesini takınarak Cem’e bakmaya başladı. Ellerini savurup onu yakalamaya çalışırken bir yandan da onu engelleyen demiri aralarından çekmeye çalışıyordu.

     Cem var gücüyle adamı geriye savurduğunda, Aylin’den arta kalanlar gözüne ilişti. Diğer üç adam onu tamamen parçalamışlardı. “Hala onu kurtarabilirim” diye düşünmeye kalmadan kapıdan içeriye iki kişi daha dalarak ona doğru koşmaya başladılar.

     Cem, ani bir kararla, oturma odasındaki merdivenlere yöneldi ve üst kata çıkmaya başladı. Bileğine yapışan adamın suratına indirdiği tekmeden sonra, adamın elinde kalan sadece çorabı olmuştu. O an daha hızlı olması gerektiğine karar vermişti. Diğer merdivenden çıkan başka gri gözlü adam kendisine doğru depar atarken yatak odasına girmiş ve kapısını arkadan kilitlemişti. Yeni taşındıkları evdeki tüm kapıların üzerinde anahtarın duruyor olması büyük şans idi onun için. Aksi halde kaçacak yeri kalmayacaktı.

     Kapının ardındaki sesler gittikçe yükselirken, saldırganların sayılarının arttığını anlamıştı Cem. Titreyen bedenini durdurması gerekiyordu. Gördüklerinin hayal olmasını istedi önce. Ama bunu yapmaması gerektiğini anladı. Böyle bir durumda aklına sahip çıkmalıydı. Mantıklı şeyler düşünmeliydi ve o da ilk iş olarak cep telefonuna sarıldı. 155 rakamlarını tuşlarken titreyen elleri yüzünden yanlışlıkla bastığı haneleri defalarca silmek zorunda kalmıştı.

     Telefonu kulağına dayadığında hiç ses gelmemişti. Tekrar telefonunun ekranına bakınca “Sinyal Yok” uyarısı korkudan büyüyen gözlerinin iyice açılmasına neden olmuştu. Kapıyı yumruklayan adamlar her vuruşlarında, kapının nasıl esnediğini görebiliyordu artık. Kilitli bile olsa bu onları durdurmayacaktı. Üstelik adamlar kapının kolunu çevirmeyi denememişlerdi bile.

     Ani bir kararlar kendini pencereden dışarıya sarkıttı Cem. Dış cephedeki beş santimlik çıkıntıya ayaklarını koyarak sırtını duvara verdi ve yavaş yavaş pencereden uzaklaşmaya başladı. İki metre kadar uzaklaşmıştı ki yatak odasından gelen kırılma sesiyle irkildi. Kapıyı kıran adamlar odaya bir anda doluşmuş ve eşyaları yerle bir ederek Cem’i aramaya koyulmuşlardı. Ama Cem’in asıl korkusu tam karşısındaki şehir manzarasıyla büyümüştü.

     Yükselen dumanları aydınlatan yangınlar, çığlıklar, koşuşturmalar… Şehir kargaşayla besleniyordu sanki. Bütün insanlar çıldırmış olmalıydı. Kendi mahalleleri, uzaklardan gelen çığlıklar ile kıyaslanınca fazlasıyla sakindi. Hatta kendi sokaklarında, sadece evlerden yükselen çığlıklar vardı o an için.

     Pencereden kafasını uzatan gri gözlü adamı görünce korkuyla irkildi Cem. Ayağı neredeyse kayacaktı. Gri gözlü adam dişlerini çıkararak elini uzattığında pencereden tamamen sarkmıştı. Ağırlığı yerçekimine karşı koyamadan pencereden aşağıya düşerken, gözlerini bir an olsun Cem’den ayırmıyordu. Adam yere ayakları üzerine düştüğünde, sağ bacağı dizinden kırılmıştı ve evin ön bahçesindeki çimenler kana boyanmıştı. Fakat adam kırık dizine aldırmadan ayağa kalkmayı deniyordu. Her denemesinde dizindeki kırıklar daha da ufalanıyor ve iyice yırtılan pantolonundan dışarıya et fışkırıyordu. Yine de adam gözlerini bir an için bile Cem’den ayırmıyordu.

     Defalarca yaptığı denemelerden sonra bacağı tamamen kopmuştu adamın. Tek ayağıyla ayağa kalkmayı denerken diğer ayağının yokluğunu unutuyor ve tekrar yere yığılıyordu adam. Acı çekmeden, tek umursadığı birilerini öldürmek olan psikopat bir katildi Cem’in gördüğü.

     Bir süre sonra adamın hareketleri yavaşlamış ve gözleri kapanmaya başlamıştı. Etrafa yaydığı kan artık bacağından akmıyordu. Adam tamamen hareketsizleştiğinde ise Cem de tıpkı adam gibi nefes almayı unutmuş ve donuklaşmıştı. Kafasından düşünce geçmiyordu artık. Eşinin ölüşünü bile unutmuştu. Sadece boş ve korku dolu gözlerle yerde yatan adama bakıyordu.

     Sokaktan geçen ambulansın sireniyle bir an gözleri sokağa kaydı. Hızla giden ambulansın peşinden koşan adamların savaş çığlıkları iliklerine kadar korku salıyordu Cem’in. Kendi evlerindeki adamlardan ikisi de dış kapıdan hızla çıkıp depar atarak ambulansı takip etmeye başlamıştı. Bir başka adam ise yatak odalarındaki pencereden dışarı atlayarak kafa üstü yere düşmüş ve boynunu kırmıştı. Tıpkı bacağı kopan adam gibi o da artık hareketsizce yerde yatıyordu.

     Cem, iyice yaklaştığı balkona bakıp ayağını balkon demirliklerine attı. Sokaklar emniyetli değildi. Olabildiğince yukarıda kalmaya karar verdi ve evin çatısına sıçrayarak elleriyle pervazları yakaladı. Kendisini yukarıya çekerken, az önceki korku ve donuk adamın aksine, içinde müthiş bir güç olan birine dönüşmüştü sanki. Salgıladığı ve vücudunda iyice biriken adrenalini bir anda atıvermişti. Evin tepesine kadar süründükten sonra sırtını bacaya dayadı. Gözlerini kırpmayı, nefes almayı, hatta düşünmeyi bile unutmuşçasına öylece durup şehri izlemeye koyuldu. Çığlıklar, yangın ve ölüm vardı sadece şehirde. Cem de ölümü izler gibi izliyordu şehri.

5
     “Mermim bitti Brian!”

     Brian sıkıca tuttuğu silahın namlusunu, üzerine doğru gelen yaratıklara rastgele doğrultup ateş ederken Scott’ın söylediklerini duymamıştı. O an için tek derdi, kısılıp kaldıkları marketten dışarıya bir çıkış yolu bulmaktı.

     “Lanet olsun Brian, bana bir şarjör at!”

     Baretta’sındaki mermilerin tamamını bonkörce harcadığında, sadece dört tane zombiyi yere serebilmişti. Yirmiden fazla olan sayıları gittikçe artan bu yaratıkların hareketleri hantaldı ama yavaş ve emin adımlarla kurbanlarına doğru ilerliyorlardı.

     Brian, elini kemerine attığında iki şarjör mermisi kaldığını öğrenmenin sonucunda, “hassiktir” lafını istemsizce söylemişti. Yiyecek stoklarını doldurmak için çıktıkları bu tehlikeli yolda, yiyecekten daha kıymetli olan mermilerinin neredeyse tümünü harcamışlardı. Hatta birkaç dakika önce William’ın ölümünü izlemişti. Mavi kana dönüşüp yok olduğunda, sonunun tıpkı onunki gibi olmasını istemediğini fark etti. İki haftadır bu yaşam savaşını veriyordu ve bütün emeklerinin bir zombinin dişleri arasına girip çiğnenmesine razı gelemezdi.
 
     Silahını tekrar doldurup marketin en uç köşesine doğru koştular. Brian, Hanry ve Scott, sekiz kişilik grupta geriye kalan son kişilerdi. Grubu tekrar toplamak zor olsa da imkansız değildi. Asıl sorun, ölmemekti.

     “Baltaya geçiyorum” dedi Brian, diğerlerine bakarak.

     “Saçmalama!” diye karşı çıkan yine Scott olmuştu. “Lanet mermiler öldükten sonra bir işe yaramayacak. Yakın dövüş silahlarıyla bu kadar çok sayıda zombiyi püskürtemeyiz. Silahını kullan.”

     “Buradan çıksak bile dışarıda silaha ihtiyacımız olacak. Zipper Çetesi üyelerini unuttun galiba! Bizi buraya kadar takip ettiler, biliyorsun.”

     Zipper Çetesi, diğer yaşayanları öldürüp eşyalarını yağmalayarak hayatta kalan, tüm insanların uzakta durmayı tercih ettikleri en korkutucu gruptu. Otuz kişilik çetenin başında Korkusuz Jim denilen bir adam vardı. Diğerlerini yakalamak ve öldürmek konusunda çok ilginç stratejiler kullanmaktaydılar. İlk zamanlar aralarına arkadaş gibi sızıp onları esir aldıkları ortaya çıktıktan sonra çok daha sert saldırılar ile karşılık vermeye başlamışlardı. Genelde sık sık öldükleri için seviyeleri düşük olmasına rağmen sayıca olan üstünlükleri korkutucuydu.

     “Ben kendimi feda ediyorum çocuklar” dedi Scott son derece kararlı bir ses tonuyla. “Üç günlük hayatımın pek bir önemi yok. Zombiler benimle oyalanırken siz temizlik reyonundan sıvışabilirsiniz. O taraftan sadece üç zombi geliyor. Onları haklayın ve yolunuza devam edin.”

     “Tamam” diyerek karşılık veren Hanry’nin duygusuzluğunu kimse garipsememiş, hatta Brian’ın istemsizce gülmesine neden olmuştu. Normal şartlarda veya filmlerde “asla seni bırakmayız” şeklinde ilerleyen bu sahnenin bu kadar bencilce yaşanıyor olması ona fazlasıyla komik gelmişti.

     Çok geçmeden planı uygulamaya koyulmuşlardı. Scott, sırt çantasındaki bütün eşyaları Brian ve Hanry’ye verdikten sonra zombilerin üzerine doğru koşmaya başlamıştı. Lobutlar gibi devrilen zombilerin birkaçı Scott’ı sıkıca tutup yere yatırmışlar ve uzuvlarını tek tek parçalamışlardı. Çok geçmeden Scott’tan geriye kalan mavi kan da yok olup gitmişti.

     Temizlik reyonundaki zombileri, %95 olarak geliştirdiği isabet oranı, %20 fazla hasar veren becerisi ve 16 puanlık gücü sayesinde teker teker etkisiz hale getirmişti Brian. Yakın dövüşlerde ve tek elle kullanılan silahlarda gayet etkili olan, sekizinci seviye bir savaşçıydı onun bedeni. Böyle bir bedeni kaybetmeyi hiç ama hiç istemiyordu.

     Birçok simülasyonda olduğu gibi, zombi simülasyonunun da en kötü yanlarından biriydi geliştirilebilir beden özelliği. Çünkü haftalarca uğraşılıp geliştirilen bedenler öldüğünde onca emeğin boşa gittiği hissi simülasyon kullanıcılarının en kötü kabusu gibiydi. Üstelik karakter öldüğünde tekrar simülasyona girmek için yüz kredi harcamak, hele haftalarca onu geliştirmek gibi zorlukları tekrar yaşamak istemiyordu hiç kimse. Hele Brian gibi, bu dünyada tıpkı Hızlı Amanda, Kahrolası Kennedy veya Korkusuz Jim gibi adını duyurmak isteyenlerin en korkulu rüyasıydı ölmek. Çünkü isimlerini duyurabilmek için olabildiğince uzun süre yaşamak zorundaydılar.

     Marketten dışarıya adımlarını attıkları gibi etrafı hızlıca kontrol ettiler. Sokağa dağılmış, sayıları az olan zombilerin dışında Korkusuz Jim veya onun ekibinden kimse görünmüyordu. Hemen karşılarındaki binanın arkasında benzin istasyonu olduğunu hatırlıyordu Brian. Oraya gittiklerinde belki kendi tanıdıkları kişiler arasından bazılarını görebilirler umudunu taşıyordu. Araçlarına benzin doldurmak için arada sırada istasyonları ziyaret edenler arasında Korkusuz Jim’in korkutucu ekibi de bulunuyordu. Bu yüzden, hem zombilerden kaçacak kadar hızlı, hem de işlerini garanti altına almak adına diğerlerine görünmeyecek kadar gizli ve yavaş ilerlemeleri lazımdı.

     İlk iş olarak karşılarındaki binanın kapısını balta ile kırmaya başlamışlardı. Sesi duyan etraftaki zombiler ağır adımlarla onlara doğru yaklaşırken Hanry’nin kendisinden çok etrafındakileri gerilime sokacak şekilde çıkan ses tonu duyulmuştu.

     “Çabuk ol dostum! Geliyorlar!”

     Gözcü olarak simülasyona giren Hanry’nin hızlı koşması, tuzakları fark etmesi ve iyi tuzaklar kurabilmesi gibi özellikleri şu an düştükleri durumda pek işe yaramayacak gibi görünüyordu. Kurtuluşları yine Brian’ın elindeydi ve Brian da elinden geleni yapıyordu.

     Kapıyı parçalara ayırıp açılan delikten içeriye kendilerini attıklarında, hemen karşılarındaki, üst kata çıkan merdivenin önündeki zombi ile göz göze geldiler. Brian sıkıca tuttuğu baltayı tekrar savurduğunda görüş alanının kenarlarında parlayan sarı ışıklar yüzünden, daha balta zombiye ulaşamadan yere düşmüştü. Tüm yorgunluk puanını kapıyı kırmak için harcadığından, balta savurmak veya koşmak gibi güç gerektiren işleri yapabilmek için dinlenmesi gerektiğinin işaretiydi gördüğü sarı ışıklar.

     Yapacak fazla şey kalmadığından belindeki silahını çekip karşısındaki zombiye nişan aldı. Yorgunluğu nedeniyle %95 olan isabet oranı %47’ye kadar düşmüştü. Nişan almakta zorlanan kollarını sabit tutmaya çalışırken, karşılarındaki zombi ile aralarında birkaç adım kalmıştı. Sonra ardı ardına üç el ateş etti. İkisi zombinin omzunu sıyırıp üçüncüsü göğsüne saplanmıştı fakat onu durdurmaya yetmemişti. Sonradan yükselen iki el silah sesi ise zombinin iki adım geriye gitmesine, hemen ardından ateşlenen mermi ise yere devrilmesine neden olmuştu.

     Hanry vakit kaybetmeden var gücüyle merdivenlere koştu. Belinden çıkardığı bıçağı ile karşısına çıkabilecek tehlikeleri savuşturmayı umut ediyordu. Arkasından, yorgunluğu nedeniyle yavaş yürüyen Brian’ı ise unutmuştu sanki.

     Brian birkaç adım atması ile yere devrildi. Bacaklarında hissettiği baskının nedeniyle kafasını girişe doğru çevirdi. Onu, belinden aşağısı olmayan bir zombinin yakaladığını görünce ne yapacağını düşünüyordu. Yüz üstü düştüğü için silahı altında kalmıştı. Bir an önce sırt üstü yatıp zombiyi haklaması gerektiğini biliyordu çünkü kapıdan giren diğerleri ziyafete katılmak için acele ediyorlardı.

     Brian daha arkasını dönemeden bacağına sarılan zombinin onu bir çubuk kraker gibi kırıp koca uzvunu yerinden sökmesini izledi. O an için “iyi ki acı hissetmiyorum” diye aklından geçiyordu. Bacağını yemeye koyulan zombiden kurtulmasının ardından yerde sürünerek merdivenlere doğru ilerlemeye başladı. Hanry’ye bağırırken siniri yüzünden okunuyordu.

     “Bana yardım et!”

     “Güvenli evde görüşürüz dostum, ben kaçtım” cevabını aldığında yine kendisini gülmekten alıkoyamamıştı. Yine klasik bir sahne yaşanmıştı fakat verilen tepkiler gerçek hayattan fazlasıyla uzaktı. Gerçekten ölüyor olsaydı yine böyle olur muydu diye düşünüp gülerken, tepesinde toplanan zombiler son gördüğü şeyler olmuştu. Ardından karanlığın önünde kırmızı harflerde yazan kelime belirivermişti.

     “ÖLDÜNÜZ!”

     Gözlerini açtığında Ütopya Simülasyonu içindeki evindeydi. Tekrar zombi simülasyonuna girecek kredisi vardı fakat bunca uğraşısının heba olmasının verdiği sıkılganlık yüzünden bunu yapmadı. Simülasyondan çıkıp bir yemek yedikten sonra Vahşi Batı simülasyonunda bir süre takılmaya karar verdi. Belki daha sonra tekrar zombilerle olan macerasına geri dönecekti, fakat şu an değil…

6
Kurgu İskelesi / Zombiler
« : 20 Ocak 2014, 14:04:02 »
     Hastalık yayılalı altı yıl oldu. Aşağılık yaratıklar dünyayı bir anda sardı. Filmlerdeki gibi, insanların değişime uğrayıp birbirini öldürmesine neden olan virüstü onları bu hale sokan. Zombilere dönüştüler kısacık zamanda. Ama bildiğimiz zombiler gibi değildiler. Karanlıkta saklanan iğrenç görünümlü şeyler olmuşlardı. Onların yüzünden sokaklar beyin parçalarıyla doldu. Beyine olan düşkünlüklerinin nedenini hala anlayabilmiş değiliz.

     Neden bu kadar vahşiydiler veya niye saldırgandılar bilmiyoruz. Onlarla uzun süre iletişime geçmeye çalıştık. Belki geçmişlerini hatırlarlar diye yavaşça yaklaşmayı denedik. Faruk geliyor aklıma. Onların aslında kötü olmadıklarını, bizim onları yanlış anladığımızı düşünmüştü. Ellerini kaldırıp sakin olmasını söyleyerek onlardan birine yaklaşıyordu. “Sakin ol” diyerek ağır ağır ilerlerken korkudan kalbi atmıyordu sanki.

     Ama yanılmıştı. İyice yaklaşmasıyla beyninin etrafa saçılması bir oldu. O beyin tutkunu aşağılık yaratıklar onu da öldürmüştü. Neden bunu yapıyorlardı? Bu hastalık onları neden bu kadar değiştirmişti acaba?

     Hastalık yüzünden karanlıklara çekiliyorlar. İnanılmaz güçlüler. Çıplak elleriyle bile bizleri parçalayacak kadar güçlü ve bizlerden kat kat daha hızlılar. Onlardan kaçmak zor. Geceleri ortaya çıktıklarında etrafta koşuşturup, bizlerden onlarcasını öldürüp tekrar mağaralarına dönüyorlar.

     Hastalık yüzünden üretim durdu. Yiyecek üretilmiyor. Açlıktan ne yapacağımızın korkusunu yaşarken çok ilginç bir şey fark ettik. Hastalıklı olanların geçirdikleri değişim aynı zamanda bizim kurtuluşumuz olmuştu. Saklanan tavşanlar gibiydiler. Avlanması zor ama lezzetli. Evet, onların etleri düşündüğümüz gibi bizleri değişime uğratmıyordu. Aksine bizi hayatta tutan tek etkendi. Artık onlara birer ölü gözüyle baktığımız için bazılarını bizim yaşamamız için öldürmek kötü bir düşünce olarak gelmiyordu.

     Saklandıkları deliklerden çıktıklarında bizler de onları avlamak için var gücümüzle saldırıyoruz artık. Yaşama dürtüsü yüzünden birer yamyama dönüştük.

     Ağızlarından çıkan hep aynı sözü duyuyoruz. Acaba bu çıkardıkları sesler onların iletişimini mi sağlıyor diye düşünüyoruz. Ne zaman birisini görsek “Zombi! Zombi!” diye acayip sesler çıkarıyor. Sonra ellerini uzatıp beyinlerimizin patlamasına neden oluyorlar. Bizler de kendimizi korumak için ellerimizi uzatıyoruz genelde. Ama nafile. Çok güçlenmişler çünkü.

     Hastalık yayıldığından beri geçmişimizi pek hatırlamaz olduk. Hayatta kalma derdine düşünce tek gerçeklik günümüzü yaşamak oldu çünkü. O saklananlardan biri dışarıya çıktığında yakalayabilmek için sokaklarda pusuya yatıyoruz sürekli. Saklandıkları mağaraları örttükleri, tahtadan duvarları tanıdık geliyor aslında. Bir şekilde o yaratıklar onları aşıp içlerine giriyor fakat bizler yine yumruklayarak onları parçalamak zorunda kalıyoruz.

     Bir virüs bulabilsek de onları tekrar eski hallerine, yani gözleri yuvasından çıkmış, derileri dökülen o normal insan görünümüne dönüştürebilsek diye umut ediyoruz. Ne kadar yazık. Şimdiki çirkinlikleri acaba normale döndüklerinde düzelir mi bilmiyorum.

     Yine dışarıya çıktılar. Neden bu nesneleri topluyorlar aklım almıyor. Biri benim üzerime doğru koşuyor. Ellerini uzattı bana doğru. Yoksa elleri arasında metal bir şey mi var? Evet, galiba bu bir...


Not: Çok ilginç bir konu olmadığını biliyorum. Hatta eminim buna benzer şeyler de internette çıkacaktır biraz araştırınca. Ama aklıma gelince yazmak istedim. Yine de yorumlarınızı eksik etmezseniz sevinirim.

7
Kurgu İskelesi / Esinlenilmiş Gerçekler
« : 11 Ocak 2014, 20:43:22 »
Not: Esinlenme üzerine o kadar tartışınca yazmak istedim bu öyküyü. Kimseye karşı bir tavır, eleştiri veya gönderme amacıyla yazılmadığını da belirterek, herkese iyi okumalar diliyorum.



     “Her şey tam altı sene önce başladı…”

     “Hop hop hop dur bakalım. Böyle damdan düşer gibi konuyu anlatmayacaksın herhalde? Okuyucuya kendinden bahset biraz.”

     “Ben kim miyim? Adının önemi olmayan bir adamım sadece.”

     “Bu kadar mı yani?”

     “Bir önemi var mı ismimin? İnsanlar benim adımı bile hatırlamayacaktır. Hatırlayan olursa bile anlatacağım olaylar sayesinde anılacaktır sadece. Ki ismimin ne olduğu veya benim kim olduğum hikayeyi değiştirmeyecek nasıl olsa. Ben, bu anlamsız ve sıradışı olayları yaşayan adamım kısacası.”

     “Pekala dediğin gibi olsun. Seni sen yapan olayları anlat o zaman.”

     “Dediğim gibi, bundan tam altı sene önce başladı herşey…
     Amasya Üniversitesi’ne giden sıradan öğrencilerden biriydim sadece. Fen Bilgisi Öğretmenliği okuyup ortaokul çocuklarının ufuklarını genişleteceğine inandıkları sıradan biri. Aynı sıraları paylaşan diğer kırkıyla, hatta dünyadaki binlercesinden farkı olmayan, sadece bir isimden ibarettim kağıtlarda da. Hem ben hocaları tanımazdım hem de onlar beni bir gurur kaynağı haline getirebilmek adına doğru dürüst bir eğitim vermezlerdi.

     Tahtaya yansıtılan slaytları okumak için para aldıklarına inandığım eğitim veya katkı adına hiçbir iş gerçekleştirmeyen ve bunları umursamayan insanlardan öğrenemediklerimi, kitaplardan okuyarak kapatıyordum. Üstelik bu öğrenemediğim şeylerden sorumlu olduğum sınavlara katılıyordum.”

     “Eğitim sistemine gönderme yapıp duracak mısın yoksa şu inanılmaz olaylar dediğin şeyi anlatacak mısın?”

     “Oraya geliyordum zaten. Ki anlattığım her şeyin birbiriyle bağlantısı var, emin ol. Tıpkı benim doğmama etki eden trilyonlarca etkenin ve sonrasında yaşanan bir o kadar daha etken olmasının, beni bu inanılmaz olaylara sürüklediği gibi, her şeyin bir anlamı var.

     Salı günüydü. Ortaokul öğrencilerine göstermemiz için eğitimini aldığımız fizik dersinden yeni çıkmıştım. Ne ilginçtir ki o günkü konumuz kuantum fiziği idi. Sanki bunları o çocuklara vermemiz gerekiyormuş gibi anlamsızca bizlere öğretiyorlardı. Elbette geleceğin eğitmeni olarak fazla bilgilere sahip olmamız iyi bir şey ama bunlar sanki tüm eğitimimizin temelini oluşturuyormuş gibi davranılması ne kadar acı veriyordu anlatamam.

     Neyse, konudan sapmayalım en iyisi. Sokakta evime olan yolu yarılamış, öğrenci yurdunun karşı arasındaki eve tırmanan yokuşu adım adım çıkıyordum. Güzel havalarda o küçük şehirde yürümek kadar güzel bir şey yoktu. İnsanların çok zorda kalmadığı sürece incecik kaldırımlardan asla taşmadığı bir şehrin düzenine isyan edercesine, araç geçmeyen yolun tam ortasından yürüyordum.

     Birkaç dakika sonra sıcak çay ve televizyon keyfi yapmayı planladığım evim görüş alanıma girmişti. Fakat tek gördüğüm evim değildi. Amasya’da, hele hele bizim sokakta asla göremeyeceğim bir etkinlik vardı. Sokağın sonu boş bir araziye çıkıyordu normalde ama araziyi kapatacak kadar büyük bir çadır kurulmuştu tam karşımdaki boşluğa. Önündeki ahşap platformun üzerinde ise, üstüne kırmızı bando üniforması, altına ise siyah av pantolonu ve çizmelerini giymiş, kafasında ise kocaman, gülümseyen bir tavşan başlığı takmış bir adam vardı. Çadırın içinden gelen sirk müzikleri tüm sokakta yankılanıyordu. İşin ilginci bu kadar saçma ve ilginç şeylerin bir arada olduğu sokak hala bomboştu.

     Merakıma yenik düştüm ve oraya gittim. Kostümlü adam elindeki siyah bastonu havada sallayarak çadırın girişini işaret etti.

     ‘Hayatınızdaki en ilginç deneyimi yaşamak için buyurun, buyurun’ diye bağırıyordu. Sanki sokakta benden başka biri varmış gibi etrafına bakıyor ve boşluğa sesini duyurmaya çalışıyordu.

     Çadırın, sanki bir delikmiş gibi görünen yuvarlak girişi, içeriye girmem için beni cezp ediyordu. Karanlık deliğin önüne kadar geldiğimde, tavşan kostümlü adam sesini iyice azaltıp bana baktı.

     ‘Hayatının deneyimi için hazır mısın?’ dedi biraz korkutucu bir sesle. Düşünmeden girdim çadıra, ne olabilirdi ki!

     Yürüdükçe içeriden gelen ses uzaklaşıyor, gittikçe boğuk bir hal alıyordu. Arkamdaki ışık azalıyordu her adımımda ve etrafımı saran karanlıktan rüzgar sesi gelmeye başlıyordu. Yürüdüm, belki de on dakika kadar. Küçük bir çadır nasıl bu kadar büyük olabilir diye düşünüyordum.

     Sonra uzaktaki ışığı gördüm. Koştum bu sefer, artık korkutmaya başlamıştı çünkü bu yol. Işığa ve özgürlüğe kavuşmak için koştum. Yaklaştıkça ışığa, rüzgar ve soğuk artıyordu. Ben hızlandıkça çıkış olan delik daha da yaklaşıyordu. Ben bir adım atınca gün ışığı bana yüz adım yaklaşıyor gibiydi. Sonunda ise etrafı karlarla kaplı bir ormana çıkmıştım.”

     “Hooop hop dur bakalım bir saniye!”

     “Ne oldu?”

     “Ne yani Alice Harikalar Diyarında’ki gibi bir tavşan seni bir deliğe sokuyor ve sen Narnia’daki gibi bir yere mi çıkıyorsun? Hadi ama burada okuyucuyu kandırmak için bildiğin şeyleri birleştirip onlara sunuyorsun bence.”

     “Belki de bahsettiğin kitaplar gerçeklerden esinlenerek yazılmıştır? Çünkü ben yaşadıklarımın gerçekliği konusunda gayet eminim.”

     “Hadi amaaa! Daha ne anlatacaksın peki? Darth Vader ile karşılıklı tavla atıp, Jigsaw’ın elinden kahve içtiğini mi?”

     “Pekala, neler olduğunu sen sormuştun ve ben anlatıyordum sadece. Eğer duymak istemiyorsan anlatmam.”

     “Tamam, tamam. Anlat bakalım, merak ettim daha neler yumurtlayacaksın diye.”

     “Ormana çıktığımda dikkatimi ilk çeken şey de tahmin edeceğin gibi buranın aslında devasa bir dünyaya açılmış olduğuydu. Boyutlar arası bir geçitten geçmiştim, üstelik benim yaşadığım sokağa kurulan bir sirk çadırının içinden.

     Farklı bir dünyada yapılabilecek ilk şeyi yaptım ben de. Korktum. Sonra ise ikinci şeyi. Nasıl geri döneceğim endişesi yaşadım. Çünkü geldiğim yoldan geriye bir şey kalmamıştı. Aradan birkaç saat geçince ise üçüncü şeyi yapmanın zamanı gelmişti. Burayı araştırma merakı bedenimi sardı. İki veya üç kilometre kadar yürüdüm. Belki de daha kısaydı, çünkü yerdeki kar yüzünden yürüyüşüm zordu ve aldığım yol bana uzun gibi geliyordu. Bacalarından tüten dumanıyla kartpostalları andıran bir köye tepenin üzerinden bakarken, ağaçlar benimle olan yolculuklarını bırakmışçasına bıçak gibi kesilmişti. Yokuş aşağı hızla inip sıcak bir eve sığınıp karnımı doyurmanın peşindeydim tam o sırada.

     Ahşap evler düşündüğün gibi ortaçağ tipindekiler gibi değillerdi.”

     “Böyle düşündüğümü de nereden çıkardın?”

     “Karlık bir bölgede ahşap kulübelerden bahsedildiğinde aklına başka ne geliyordu peki? Evet, ilk gördüğümde ben de onlara benzetmiştim ancak yaklaşınca aslında hiç de düşündüklerimiz gibi olmadıklarını fark ettim. Yuvarlak kapıları…”

     “Veee çok geçmeden Yüzüklerin Efendisi geliyor.”

     “Sürekli sözümü kesecek misin? Yoksa anlatayım mı?”

     “Tamam sustum. Devam et bakalım.”

     “Evlerin girişleri çift kapılı yuvarlak şeklindeydi. Pencereler de plastiğe benzer saydam, esnek bir madde ile kapatılmış, yine yuvarlak şekilde oyulmuşlardı. Evlerin ön cepheleri düz olmasına rağmen geri kalanı yine yuvarlak bir zemine sahipti. Sanki bir kenarı kesilmiş daire gibiydi tepeden bakınca. Bacalarının ne şekilde olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

     Önüme ilk gelen kapıyı çaldığımda kapıyı açan…”

     “Frodo muydu? Hahahahahaha.”

     “Hayır, değildi. Ama insan da değildi. Bir yetmiş boylarında sapsarı tenli biri açtı kapıyı. Biri demek ne kadar doğru olur bilemedim aslında ama sonuçta bir canlıydı onlar da. Burunları olmayan, kolları ve bacaklarında fazladan birer diz ve dirsek bulunan ve en ilginç özellikleri ise saçlarının üstünden yükselen, derilerinden birer çıkıntı gibi sapsarı görünen antenlere sahip yaratıklarla ilk o zaman karşılaştım. Kendilerine Yistael diyen bu canlıları gördüğüm anda korkmam gerekiyordu belki. Ama çizgi gibi dudakları ve dişsiz ağızlarıyla yaptıkları o sıcak gülümseme ve perdeli göz kapakları fazla sempatik gelmişti. Kırmızı, siyah, sarı ve nadiren kahverengi saçları, biz insanlara benzeyen tek yönleriydi sanırım. Üç delikli, kafalarına yapışık kulakları ve beyaz kürenin üzerindeki siyah lekeler gibi duran gözleri vardı hepsinin.

     Kollarının iki dirsekli olduğunu söylemiştim sanırım. Üstteki dirsek her iki yana, alttaki ise sadece içeriye doğru bükülüyordu. Ama antenleri en ilginç kısımlarıydı. Uçlarındaki küresel bölge tamamen sinir uçlarından oluşuyordu. Birçoğu, o bölgeyi korumak adına saydam bir başlık takıyordu. Hafifçe sıkmak bile onlara acı verebiliyordu çünkü. İşin ilginç yanı sadece bu sinir uçları değildi. Koku almak, elektromanyetik alanları, hatta sıcaklığı bile hissedebiliyorlardı. Üstelik nereden geldiğini, ne kadar uzaklıkta olduğunu bile söyleyebilecek kadar ilginçti bu antenleri.”

     “Dur tahmin edeyim, Türkçe mi konuşuyorlardı yoksa?”

     “Evet.”

     “Bir başka klişe daha. Her zaman öyküdeki ana karakter ile aynı dili konuşurlar. Uzaylılar hep İngilizce bilir mesela. Ya da herkesin bildiği ortak bir dil vardır.”

     “Yani? Ne demek istiyorsun?”

     “Yanisi şu ki bu anlattıkların birer peri masalından ibaret. Gerçek olduklarını söylüyorsun fakat değiller.”

     “Komik. Ben de kendi dünyamızı onlara anlattığımda bana masal anlatıyormuşum gibi bakmışlardı. Igloları olan Eskimolar, çekik gözlü çok kalabalık Çin ve ten renkleri farklı Afrika kabilelerinin yaşayışlarındaki ve görünüşlerindeki farklılıklara inanmamışlardı bir süre.  Kilometrelere uzanmış Çin Seddi, Piramitler, eğik duran Pisa Kulesi, cep telefonları, internet gibi şeyler birer efsane gibi gelmişti. Hatta eski tarihimizdeki unsurları bile anlattım. Samuraylar, Moğollar, Tapınak Şövalyeleri gibi şeyler masal gibi geliyordu onlara. İşin ilginci bunları biraz süsleyip biraz da ekleme yapınca biz masal zannediyoruz. Halbuki bizim tarihimiz ve yaşayışımız bile kendi başına fantastik bir eser sayılır.

     Büyü müdür bir eseri fantastik yapan? Düşünsene gerçek dünyada büyü olsaydı fakat zahmetli olsaydı ve çoğu işlerini büyü ile yapan nesiller yüzünden teknoloji gelişmeseydi? O zaman bilgisayar gibi saniyesinde trilyonlarca işlem yapabilen aletler onlara fantastik gelmez miydi? Zahmetsizce, büyü yapmadan, sadece bir tuşla yapılan işlemleri, devasa gökdelenleri ve günümüzdeki birçok şeyi ağızları sulanarak dinlerlerdi. Tıpkı Yistael’lerin benim anlattıklarımı dinlemeleri gibi.”

     “Tamam anladık, devam et en iyisi.”

     “Pekala. O kadar ilginç yaşayışları vardı ki Yistael’lerin, anlatmakla bitmez. Yine de bana en ilginç gelen şeyleri söylemeden edemeyeceğim. Antenleri sayesinde çiftleşip yumurtluyorlardı. Sığındığım evde de bu yumurtalardan bir tane vardı. Sarı, yapış yapış, sanki deri ile kaplı gibiydi. İçindeki canlının hareket edişini görebiliyordum. Üç aylık dönemin sonunda yumurtadan çıktıklarında, geriye kalan şeyleri annesi tarafından yeniyordu.”

     “Bu da çok tanıdık? Sanki bir filmde görmüştüm.”

     “Doğrudur. Ama işin gerçeğinde bizim dünyamızdaki birçok yumurtlayan hayvan da bunu yapıyor. Yani bu senin okuduğun kitaplardan ve izlediğin filmlerden milyonlarca yıl önce yazılmış bir gerçek. Aynı şekilde Yistael’ler de bunu gerçekleştiriyordu. Bunun nedeni olarak ise bebekleri ile kurdukları bağın yanı sıra, annenin süt vermesi için gerekli bazı maddelerin o kabukta olmasıymış.

     Kültürleri de çok ilginçti aslında. Çocuklarına yedi yaşına kadar isim vermiyorlardı. Yedi yaşında, eğitim almaya başladıkları zaman isimlerini kendileri seçiyordu. Genelde bu seçimi de isteklerine göre belirliyorlardı. Yani, öğretmen olmak isteyen bir çocuğun ismi genelde Eğit, Yüksel, Akıl, Düzen gibi şeyler oluyordu.”

     “Yüksel mi?”

     “Evet. Eğitimin bir yükseliş olduğuna inanıyorlardı çünkü.”

     “İsimleri de mi Türkçe yani?”

     “E Türkçe konuşan bir ırkın isimleri ne olacaktı ki? Yedi yaşında eğitim almaya başlayan çocuğa öncelikle bilmesi gerekenleri öğretiyorlardı. Matematik, Türkçe, coğrafya gibi dersler temel olarak veriliyordu. Resim, müzik, beden de öyle. Hiçbirinden sorumlu değillerdi. Yani not alma korkusu olmadan öğreniyorlardı. Sadece çocukların yönelimlerini ölçmek için veriliyordu bu eğitimler. Elbette temel bilgileri de öğrenmeleri sağlanıyordu bu sayede.

     Çocuğun istediği meslek ve eğilimleri temel alınarak sonraki aşamaya geçiyorlardı. Bizde ortaokul dediğimiz şeyleri onlar uygulamalı olarak yaşıyordu. Teorik bilgiler neredeyse sıfırdı. Her şey tecrübe edilerek öğretiliyordu. Lisede ise deneyimler ölçülüyor, tecrübelerin derecesine göre meslekler ve atamalar yapılıyordu.”

     “Eğitim sisteminde ütopya anlatıyorsun resmen.”

     “Öyleydi zaten. Onların bakış açıları buna izin veriyordu çünkü. Bizde sadece sözde kalan şeyleri, onlar resmen yaşıyordu. Mesela empati had safhadaydı onların bakışlarında. Onların anlattıkları bir şeyden bahsedeyim mesela. Bilge bir filozofları demiş ki; “Gelişmeyen beyinler karşılarına çıkan olaylarda hep taraf değiştirirler. Bu taraflar küçükten büyüğe doğru, giderek büyüyen bir kitleyle sıralanır. Yeri gelince her birini savunan bireylere bürünmek değil, sadece birinde istikrarlı kalabilmektir zeki bir canlı olmak.” Kalıpları ise şöyle sıralıyorlardı. Ben, ailem, komşularım, mahallem, ilçem, bölgem, takımım, ülkem, ırkım, dinim, yistaellerim, gezegenim ve evrenim. En büyük gelişim sahipleri bütün evren içindeki canlıları eşit sayarlar ve her ne olursa olsun bu fikirlerinden vazgeçmeyenlerdi. Mesela dinlerine karşı çıkan birisi olduğunda bir anda benim dinim fikriyle beslenip diğerlerini düşman olarak görmüyorlardı.

     İlginçti aslında. Bizim dünyamızdaki en büyük eksikliği onlar bu şekilde aşmıştı. Düşünsene, sırf diğer takımı tutuyor diye sopalarla dövdüğü kişiyle, gün gelip savaş çıkınca düşmana karşı omuz omuza savaşmıyorlar mı bizim dünyamızdakiler? İşte Yistael’ler bunu önceden görüyor aslında. Gün gelince ve şartlar değişince düşmanlar dost olabilir diyordu bir bilgeleri. Bu şartları beklemenin ne anlamı var diye de güzelce bitiriyordu cümlesini.

     Tabi hepsi evreni sahiplenecek kadar gönlü bol değildi. Kimisi sadece kendini düşünecek kadar bencil, kimisi ise şehrinin dışındakileri tehdit olarak görecek kadar az geliştirmiş oluyordu karakterlerini. Ama fikirleri bizimkiler gibi sürekli değişmiyor, sabit kalıyordu.”

     “Bu güzel bir şey mi? Değişkenlik bazen güzel olabilir ama değil mi? Mesela dediğin gibi bir savaş çıktığında, şehrim diyen o yaratıklar kendi şehirlerinden olmayanlarla aynı sipere gitmiyorlar mıydı?”

     “Askerler ülkem görüşünü benimseyenler arasından seçiliyordu zaten. Herkes askerlik yapmıyordu. Kaldı ki asker oranı bile çok azdı onlarda.  O koca diyardaki tek ırk onlar değildi ama tüm ırkların ortak bir düşüncesi vardı. Ülkeyi yönetenlerin zıt düştüğü konularda, onların yönettiği canlıların ölmesi saçmalıktır düşüncesi hakimdi. Eğer iki ülke veya ırk birbiriyle anlaşamıyorsa, bunları kendi aralarındaki bazı olaylar ile çözmek zorunda kalıyorlardı.

     Şöyle anlatayım; Mesela bir ülke lideri diğeriyle bir anlaşmazlığa girip, belli bir konunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor diyelim. Bu durumda rastgele belirlenen bir yerde buluşuyorlardı. Yine rastgele seçilen bir yarışma ile bu sorunlarını çözüyorlardı. Bizdeki satranç benzeri bir oyun, belki dövüş, belki zeka oyunu gibi bir sürü seçenekten ne çıkacağı belli değildi asla. Liderler bu yüzden kendilerini hem fiziki, hem sosyal, hem zeka, hem de kültürel olarak geliştirmek zorunda kalıyorlardı. Aksi olan, yani aptal, bencil, zayıf liderlerin ülkeleri de zayıflıyordu. Haliyle tahmin edersin ki lider seçimleri de çok büyük önem kazanıyordu.”

     “Oy mu veriyorlardı?”

     “Hayır. Lider adayları tüm bu oyunları kendi aralarında oynayıp, aralarında en iyisi veya bütün oyunlarda en iyi ortalamaya sahip olanı ülkenin başına geçiriyorlardı.”

     “Dur tahmin edeyim. Bu lider de en kötü ihtimalle ülkem görüşünü benimsemiş olmalıydı değil mi? Peki ya yalan söyleyen olmuyor muydu? Ülkem diyerek aslında bencil olanlar çıkmıyor mu?”

     “Elbette var ama çok nadir. Hem bu görüşü onlara direkt yolla sormuyorlardı. Onları testlere tabi tutarak öğreniyorlardı yönelimlerini.”

     “Çok ilginçmiş aslında. Ama yine de hiç mi dış tehditleri olmuyordu bunların? Düşünsene, eğer bir ordu toplayan olursa diğerlerini tarihten rahatlıkla silermiş.”

     “Evet ama kimse o kadar büyük orduyu kuramıyordu ki. Neden savaşacağız ki diye düşünüyordu oradaki tüm canlılar. Amaç neydi savaşmak için veya yok yere ölmenin? Elbette dış tehditler oluyordu ancak onları durduracak kadar, yani ülkelerini savunmak adına asker eğitiyorlardı. Ve bu eğitimler de en üst düzeyde veriliyordu onlara. Sadece silah tutup ateş etmeyi öğretmek değildi yani.”

     “İlginç. Ama anlattıklarına bakılırsa teknolojileri olan bir ırk sanırım. Ben daha çok ortaçağ gibi kılıçlarla falan savaşan insanlar düşünmüştüm.”

     “Teknolojileri vardı fakat bizdeki gibi değil. Mesela dediğin gibi silah olarak kılıç ve ok denilebilecek aletler kullanıyorlardı. Fakat iletişim konusunda müthiş ilerlemişlerdi. Sese resmen hükmediyorlardı. Havadaki titreşimlerini istedikleri gibi kontrol edebiliyorlardı mesela. Yüzlerce kilometre ilerideki insanların yanındaymış gibi konuşabilecekleri sistemleri vardı. Üstelik kulaklarına dayadıkları bir telefon olmadan.

     Askerlikten bahsediyorduk değil mi en son. Askerler ömür boyu hizmet veriyordu fakat her yıl farklı bir yerde yapıyorlardı hizmetlerini. Tıpkı bizdeki gibi onlarda da bazı bölgeler daha tehlikeliydi ve bu tehlike dağılımının bütün askerler üzerinde olması gerektiğini savunuyorlardı. Bu yüzden her asker tüm diyarda hizmet veriyordu yıllar geçtikçe.”

     “Eşit, ayrımcılığın olmadığı bir sistem. Gerçekten ütopya olmalı.”

     “Daha bitmedi üstelik. Mesela işlere olan bakışları bile mükemmeldi. Üretime dayalı sahalarda her işçinin hedefleri oluyordu. Bu hedefi tutturan o günlük işini bitirmiş oluyordu. Yani iki saatte işini bitiren isterse evine gidebiliyordu. Tabi on saatte bitiremeyen ise evine gidemiyordu. Yine de çok zor durum olmadıkça o kadar uzun süre iş yerinde kalanı görmemiştim. Kalanların da mazeretleri oluyordu ve işleri diğer günlerine aktarılıyordu.

     Para ise sadece eğlence ve lüks işler için harcanıyordu. İnsanların bütün temel ihtiyaçları karşılanıyordu. Zaten verilen iş gücü bu karşılamaya yönelik oluyordu. Yani işini iki saatte bitirdiğinde senin temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar, fazlasını çalışınca ise para kazanıyordun. Bu parayı da istediğin gibi harcıyordun.”

     “Komünist bir düzen gibi geldi bana.”

     “Sayılır. Ama şartlar daha esnek komünizme göre. Yani halkın eline daha çok para geçiyor ve harcayacakları daha fazla olanakları bulunuyordu. Bizim dünyamızda komünizmi ayakta tutabilecek tek unsur olan hümanizm onlarda daha yaygındı üstelik. Yükselen bir isyan durumu söz konusu olmadığından aşırı baskıcı polis kontrolleri de yoktu.”

     “Bütün bunları bir günde mi anlattılar sana?”

     “Hayır. Tam iki yıl yaşadım onların yanında.”

     “İyi de altı yıl önce başladı demiştin bu olaylar, yanlış mı hatırlıyorum?”

     “Evet. Zaten o konuya geliyordum. İki yılın ardından Yistael’lerin yanından ayrılıp Smron’ların ülkesine gitmiştim. Çölün ortasında yaşayan bir başka çok ilginç ırktı onlar da. Hatta çölleri bile çok güzeldi. Işık saçan kaktüsler vardı yer yer. Geceleri, göz alabildiğince büyük çölde karanlığı delen mavi ışık huzmeleri gibiydiler.”

     “Avatar geldi aklıma.”

     “Yaşayanları Avatar gibi değildi ama. Bacakları olmayan, belden aşağısı solucan diyebileceğim bir ırktı. Tüm vücutları esnek, kemiksizdi. Fakat derileri sertti. Bizdeki gibiydi derilerinin renkleri, sadece göğüslerinden yerde sürünen kuyruklarının ucuna kadar, alt tarafa bakan kahverengi bir bölüm vardı vücutlarında.

     Yistael’lere nazaran Smron’lar daha duygusuzdu. Ama onları bu duruma iten yaşayışlarıydı. Yistael’ler gibi üremiyorlardı mesela. Birkaç ülkeleri arasından, on milyon nüfuslu bir ülkelerine gitmiştim. Orada, ülkeyi yöneten on iki tane kraliçe bulunuyordu. Tek dişiler de onlardı. Erkekler ise birkaç yüz bini buluyordu.”

     “İyi de on milyon diyorsun. Geriye kalan çok büyük bir nüfus var sanki?”

     “Aslında yok. Onlar bizdeki gibi sadece kadından ve erkekten oluşmuyordu. Cinsiyetsiz Yohel ve Yohun’lar vardı onların ırkında. Kadın, erkek, yohel ve yohun idi yani onların cinsiyetleri. Kraliçelerin yumurtalarının arasından en sağlıklılar seçilirdi. Yine erkekler arasında, tıpkı Yistael’lerin liderlerini seçtikleri gibi bir sürü testten geçenler seçiliyordu yumurtaları döllemeleri için. En iyi yumurtalar en iyi erkekler tarafından döllenirdi. Eğer kraliçe bu döllenen yumurta üzerine kuluçkaya yatarsa bir kraliçe doğuyordu. Yatmazsa erkek doğuyordu. Sadece bir kraliçe öleceği zaman bir başka kraliçe doğruluyordu. Ya da artan nüfus durumunda kraliçeler oy kullanıp yeni bir kraliçe gelip gelmemesini kararlaştırırlardı.

     Eğer yumurta döllenmez ise yohunlar ortaya çıkıyordu. Yohunlar çoğunluğu oluşturan işçi sınıftı. Tıpkı karıncalar gibi sürekli çalışıp hizmet veriyorlardı. Döllenmeyen yumurta üzerine kuluçkaya yattıklarında ise yoheller doğuyordu. Onlar da yohunlara göre daha güçlü ve iri savaşçı ve emniyeti sağlayan türleriydi. Yohel ve yohunlar tamamen karaktersiz, onlara ne emir verilirse yapan türlerdi. Fakat yine de çoğunluk olan yoheller için uğraşıyordu ülkenin büyük bölümü. Onların doyması, barınması gibi ihtiyaçları ön plandaydı. Yani yoheller, erkekler ve kraliçelere hizmet etseler de bu onları sömürülürcesine yapılmıyordu.

     Fakat Smron’lar için güç en öncelikli etkendi. Bazen yohel ve yohunlar arasından rastgele yüz kişi seçilip bir arenada günlerce birbirlerini öldürmeleri için bırakılırlardı. Birinci çıkan kişiler kraliçelerin yanında en üst kademede hizmet alan koruyucular olarak görev alırlardı.”

     “Açlık Oyunlar’nda da buna benzer bir şey vardı?”

     “Ne fark ettim biliyor musun? Aslında bir şeyleri birbirine benzetirken kendi bildiklerini baz alıyorsun. Ya senin bildiğin ve söylediğin şeyler de başka şeylerden ilham almışsa? Mesela Açlık Oyunları. Ölüm Oyunu diye bir film, hatta öncesinde onun da esinlendiği bir kitap olduğunu biliyor musun? Tıpkı Açlık Oyunları’ndaki gibi, hükümetin çocukların birbirlerini öldürmesiyle ilgili ortaya attıkları oyunları temel alır Ölüm Oyunu da. Üstelik dokuz yıl önce yapılmış bu film.”

     “Neyse boş ver şimdi Açlık Oyunları’nı. Aklıma geldi bir an. Smron’lardan bahset biraz daha.”

     “Mesela onların kültürü de çok ilginçti. Birine olan saygılarını göstermek için önlerine tükürürlerdi. Sen söylemeden ben söyleyeyim, Dune gelmiştir aklına. Fakat bu yöntem bizim dünyamızdaki çöl bölgelerde de yapılan bir saygı göstergesidir. Hem de yüzlerce yıldır. Az olanı bir insan için heba etmek her zaman saygı göstergesi olmuştur. Tabi onlarda da geçerliydi bu.

     Yohunlar genellikle kumun derinliklerine madenler, kuyular kazarak ilerleyip su çıkarmak için çalışıyorlardı. Suyu tarlalarında, ağaçlarında ve tabi kendilerinde kullanıyorlardı. Ağızları sadece solunum yapıyordu. Yeme ve içmeyi, kuyruklarına yakın bir bölgedeki açıklık sayesinde yapıyorlardı. Ve yine aynı açıklıktan da dışkılıyorlardı. Bizdeki gibi dışkılamak ayıp değildi. Özellikle ağaçların veya tarlaların arasında bu ihtiyaçlarını görerek gübrelemeye de yardımcı oluyorlardı. Aksi durumlarda dışkılarını kuma gömüyorlardı.

     Sindirim sistemleri çok zayıf olduğundan genelde püre halindeki veya sıvı gıdaları tüketiyorlardı. Birbirlerine göğüslerini vurdukları güç gösterileri ile çözüyorlardı aralarındaki anlaşmazlıkları. Deniz ayıları gibi yani. Göğüs derileri daha sert olduğundan bu yöntemi seçmişlerdi sanırım.

     Daha çok yününden faydalandıkları mor koyunları vardı. Hatta “Amanın mor koyun, me, me’ler gelir” diye şarkıları bile vardı.”

     “Çok tanıdık geldi bu şarkı.”

     “Doğrudur. Çünkü oraya ziyarete giden tek kişi ben değilmişim. Onların dünyasını gezip onlardan öğrendiklerini bizim dünyamıza taşıyan yüzlerce insan olmuş. Hatta o saydığın, anlattıklarımı benzettiğin eserlerin sahibi insanların çoğu belki de bu dünyayı görmüş veya o dünyayı gören insanların anlattıklarını duymuşlardı. Aynı şekilde bizde olup onlara aktarılan kültürel şeyler de olmuş. Mesela Tandollar’ların dansözleri bizim kültürümüzden onlara aktarılmış.”

     “Tandollar mı?”

     “Evet. Sadece Yistael ve Smron’lar yoktu onların dünyasında. Daha bir sürü birbirinden farklı ırklar vardı. Tıpkı bizim dünyamızdaki gibi.”

     “Onlar nasıllardı? Neye benziyorlardı?”

     “Bu günlük bu kadar yeter. Devamını başka zaman anlatırım. Şimdi sana son bir şey söylemek istiyorum. Bütün anlattıklarımı bir şeye benzettin. Bahsettiğin kitaplar ve filmler, sadece benden önce söylemişler yaşadıklarımı. Benzerliklerin yanı sıra daha önce hiç duymadığın şeyler de söyledim halbuki. Ama sen benzerlikleri dile getirdin daha çok. Fakat şunu unutmamalısın, bu benim hikayemdi.”

     “Anlıyorum. Ama benim de merak ettiğim bir şey var. Gulliver’in maceralarındaki gibi muhteşem şeyler yaşamışsın. İlginç ırklar görmüşsün. Yine de Gulliver’in bir adı var. Peki, sen kimsin?”

     “Dedim ya. Ben, bu ilginç ve sıra dışı olayları yaşayan adamım sadece.”



Not: Öyküyü yazarken çok eğlendim, hatta öykünün belki devamını, hatta ve hatta bu dünyada geçen bağımsız başka bir öykü yazmayı düşünüyorum. Umarım sizler de eğlenmişsinizdir. Lütfen düşüncelerinizi ve yorumlarınızı eksik etmeyiniz.

8
Kurgu İskelesi / Elitlerin Zevkleri (+18)
« : 08 Ocak 2014, 09:20:22 »
Not: Normalde +18 yazılardan uzak durmayı tercih etmişimdir ancak bu öyküdeki temel konu için mecburen yazmak zorunda kaldım. Şimdiden herkesten özür dilerim.


     Büyük ikramiyeyi tutturduğumdan bu yana tam yirmi sene geçmiş. Ellinci yaş günümü dün kutladık. Yerde yatan çıplak bedenlerin arasından geçerken etrafı saran anason kokusunu yere dökülmüş içkileri görünce tahmin edebiliyordum sadece. Uyuşturucu hala beynime hükmediyordu. Eğlenmiş miydim acaba dün? Şu fahişelerin kaçıyla sevişmiştim, hiç birini hatırlamıyordum. Hatırlamadığım şeyleri yapmanın bir anlamı olmadığını ise birkaç ay önce öğrendim. Hatırlamak bile anlamsız aslında. Geçmişteki hayaller sadece hatıra dediğimiz saçmalıklar.

     İkramiyeyi ilk tutturduğum zamanları düşünüyorum şimdi. Eşimle beraber ne kadar sevinmiştik. Hayatımız eskisi gibi olmayacaktı. Borçlarımızı ödeyecek, daha güzel bir eve taşınacak ve doğacak çocuklarımızı daha iyi imkanlar ile büyütecektik. Şans bir kere gülmeye başlayınca ardı arkası kesilmiyor üstelik. Sonraki beş yıl boyunca milyonları milyarlara dönüştürdüm. Şanslı birkaç yatırım, hızla gelişen bir holding ve doğru oynanan borsa kağıtları. Artık beni kimse durduramazdı.

     Fakat bir şeyler eksiliyordu hayatımdan. Eskiden çok mutlu olacağım şeyleri artık sıradanmış gibi yapıyordum. İlk heyecanlar kalmamıştı. Daha doğrusu heyecan bağımlısı olmuştum. Farklı sevgililer ile çıkıp, ilklerini her seferinde yaşayacağını zanneden heyecan bağımlısı ergenlere dönüşmüştüm.

     Sabahın köründe özel uçağıma binip Fransa’da yemeğe gitmek normaldi artık. Daha önce ismini bile telaffuz edemediğim yiyecekleri yemek de öyle. Her şeye hakim olduğum bu süreçte, artık farklılıklara aç yaşıyor olmuştum. Eşimden ayrılıp daha seksi birini, ondan sonra da başka birini bulmam sadece iki yıl sürmüştü.

     Evliliğin seks için bir formaliteye dönüştüğünü görünce metreslerim olmaya başladı. Hayattaki tek önemli şey sanki seksmiş gibi ona bağımlı olmuştum. Aslında bağımlı olduğum şey tabulardı. Yasak denilen her şeyi elde etmenin verdiği heyecana olan bağımlılığım ile başladı asıl olaylar.

     En zenginlerin arasına yükselmiştim. Milyarlarla oynayan insanlar vardı etrafımda. Üstelik çoğu değil Türkiye’nin, Dünya’nın en zenginleri arasında olmasına rağmen listelerde adları geçmiyordu. Onlarla bir arada yaptığımız partide başladı her şey.

     Beni uzun süre sorguya çektiler. Mutsuzluğuma bir faydaları dokunabileceklerini ancak bunu asla ve asla kimselere anlatmamam gerektiği konusunda tembihlediler. Kabul ettim merak ve heyecan duyarak. Haluk’un yalısına gitmiştik o gün. Telefonlar edildi, içkiler ve yiyeceklerin yanında manken gibi fahişeler geldi. Ortalıkta çırılçıplak dolaşan garsonlara sadece benim gözüm kayıyordu. Ama daha önce eşlerimi defalarca aldattım. Hatta son eşim Leyla bunun farkındaydı. Lüks yaşamından kovulmamak için yaptıklarıma gülümseyerek karşılık veriyordu.

     İşin ilginç yanı bu öylesine yapılmış bir seks partisi değildi. Dev ekran televizyonun önüne geçtiğimizde “ne yani şimdi bir de porno mu izleyeceğiz” diyerek tepki vermiştim. Elime kağıtlar tutuşturdular, imzalar attırdılar, yeminler ettirdiler. Burada olan her şey burada kalacaktı.

     Televizyon açıldığında ellerinden tavana bağlanmış ve ağzına bir şeyler tıkılmış çıplak bir kadın vardı görüntüde. Film mi diye düşündüm önce. Birkaç saniye sonra gerçek bir video olduğunu anladım. Ölüm pornosu denilen bir zevkmiş bu. İnsanları kaçırıp onlara işkence ve tecavüz ederek kaydeden büyük bir organizasyonun, bizim gibi monotonluktan sıkılan zenginler için yaptıkları bir eğlenceymiş!

     Sonraki bir saat boyunca kadına yapılan işkenceleri ve tecavüzü izledik. Üzerine basılan sıcak demirler, vücudunda açılan derin izler ve videonun bir yerinde memelerinin kesilmesini kanım donarak izledim. Ama işin ilginç yanı diğer herkes gibi bu bana heyecan veriyordu. İğrençti fakat merak ettiriyordu. Kadın öldükten sonra bile video devam etmişti. Ve o gün tüm hayatım değişti.

     Daha sonradan öğrendim ki bu videolar tek izlenimlik olarak kiralanıyormuş. Üstelik milyonlara mal oluyor tek seferlik izlemek. Sadece bu da değil üstelik. Daha birbirinden farklı iğrenç olarak adlandırılacak seks videoları vardı. Bir süre sonra iğrendirmeyen, hatta ereksiyon olmama neden olan o videolara bağımlı olmuştum. Hatta videolardan çıkıp daha ilginç deneyimlere kucak açmıştım. Çocuk denecek yaştaki ünlülerin bile para karşılığında seks kuklası olduklarını duymakla yetinmemiştim mesela. Hatta bir süre sonra grup partilerine eşimi getirmeye başlamıştım diğer herkes gibi.

     Şimdi düşünüyorum da bunlar işin belki de en gizli ve en az inciten kısımlarıymış. Aradan yıllar geçip bu videolardan da sıkılınca bana daha ciddi bir teklif ile geldiler. Bir milyar dolar karşılığında daha önce hiç tatmadığım bir heyecan yaşayacakmışım. Merakıma yenik düştüm. Şirketin hisselerinin bir kısmını dahi bu uğurda sattım. Tüm mal varlığımın neredeyse yarısını bu iş için verdim. Kağıtlarda iflasa doğru gittiğim görünüyordu ama işin aslı bir zevk uğruna harcanmıştı o para.

     Para transferleri gizlice yapıldıktan bir sene sonrasıydı. Bir kutu geldi evime. İçinde ne zaman, nerede olmam gerektiğini yazan bir kağıt bulunduran ve parmak izimle açılan dijital bir kutuydu.

     19 Temmuz 2018, saat 11:00, İtalya, Pisa.

     Aylar geçti, günler birbirini kovaladı ve o gün gelip çattı. Heyecan ve merak o kadar ağır basıyordu ki anlatamam. Nice iğrenç şeyleri gözümü bile kırpmadan izlemiştim, acaba beni şaşırtacak ne yapabilirlerdi ki diye düşünüyordum. Fakat verilen meblağ bu düşünceme ağır basıyordu.

     Pisa Kulesi’ne birkaç yüz metre mesafedeydik. Ben ve daha önce hiç görmediğim on dokuz kişi vardı yanımda. Lüks otobüsün üstünde, deri koltuklarımıza oturmuş içkilerimizi yudumluyorduk. Kimse birbirinin dilini bilmediğinden ve imzaladığımız anlaşmalar nedeniyle konuşmuyordu. Sadece bize söylenen yere bakıyorduk. Pisa Kulesi’ne.

     Saat tam 11:11 olduğunda iyice dikkat kesilmiştik. Büyük bir patlama Pisa Kulesi’nin tam altında geçekleşmişti. Dev yapı eğik durduğu yere hızla inişe geçmişti. Fakat bir şeyler farklıydı. Koca alanı bir anda alevler sarmaya başladı. Zemine döktükleri yanıcı madde insanların yanarak etrafta koşmalarına neden oluyordu. Binlerce turist daha neler olduğunu anlamadan ölmüştü bile. Çığlıklar, toz ve yangın sesi… Bizler ise bir anlık şaşkınlığın ardından, etrafta çığlıklar atıp yanan ölümlüleri izleyerek zevk almaya başladık. Etrafta kaçışan insanlara ateş açan güvenlik görevlilerini gördüğümüzde ise zevkimiz doruğa ulaşmıştı. Tam önümüzden geçen insanları katledip cesetlerini topluyorlar, bazılarını kadın, erkek veya çocuk demeden bayıltıp bizim otobüsümüze sokuyorlardı. Bu eğlencenin ardından kendi ölüm pornomuzu çektiğimizi söylememe gerek yok sanırım. O videolardaki canilerin neden maske taktığını o gün daha iyi anlamıştım.

     Binlerce kişinin ölümünü en ön sırada izleyip, sonrasında en büyük tabuları yıkacak şekilde bir heyecan yaşadık. Bildiğim kadarıyla bu sapkınlık yüz yıldır devam ediyormuş. Titanic batarken en ön sıradaki filikalardan, boğulan fakirleri izleyen elit kesim ile başlamış bütün bunlar. Daha sonra Air Afirca ve Tenerife Faciası, İkiz Kulelere yapılan saldırı, Irak Savaşı, Compostela Tren Kazası ve niceleri eklenmiş. Hepsi elitlerin zevkleri uğruna yapılmıştı. 1776 yılında kurulan bir derneğin insanlara sunduğu zevkler olduğunu duydum sadece.

     Şimdi ise artık yine her şey monoton geliyor. Yaş günü partileri bile anlamsız. Daha yıkılacak hangi tabular, yaşanacak hangi heyecanlar kaldı diye düşünüyordum uzun süredir. Cevabını ise biliyordum. Bugün bunları okuduğunuzda ben hayatta olmayacağım. Ölümü tatmanın heyecanını duyuyorum. Alınan canları izlerim, hatta birçok kez can aldım gözlerimi kırpmadan. Onlara verdiğim hediyeyi en son kendime sakladım.

     Uyuşturucu, seks, içki ve diğer tüm bağımlılık yapan maddeler aslında birer saçmalık. Gerçeklerden ne kadar kaçabilirim ki? En iyisi bunu heyecan duyarak, kendi isteğim ve kontrolüm ile yapmak. Sizlere monoton hayatınızda mutluluklar diliyorum. Elveda…


Dip not: Öyküde yazanlar tamamen kurgusaldır.

9
Kurgu İskelesi / Şizofren
« : 04 Ocak 2014, 16:04:20 »
     “Bana şu gördüğünüz uzaylıdan bahsedin Fatih Bey. Neye benziyor mesela?”

     Terapi kanepesine uzanmış, yüzünü görmediği adamın sorularına cevap verirken “yine deli olduğumu düşünüyorlar” sıkkınlığı zihnine hükmediyordu. Neredeyse bir yıldır peşini bırakmayan uzaylıların neye benzediğini anlatmak için, karşısında ona gülümseyerek bakan yaratığı inceleyip tarif etmesi yeterliydi.

     “Bildiğiniz uzaylılar gibi işte. Yeşil tenli, normalden büyük siyah gözleri olan türlerden. Tabi filmlerdeki kadar büyük değil gözleri. Bir de boyu iki metre kadar uzun. Konuşurlarken seslerinde hafif bir titreşim duyuluyor. Normalde etrafta gezen yüzlercesini görüyorum ama özellikle bir tanesi hiç peşimi bırakmıyor.”

     “Ondan bahsedin bana. Sorunlarınızın asıl kaynağı o olabilir. Ne yapıyor, neden sizin peşinizi bırakmıyor, anlatın.”

     “Benim için o görevlendirilmiş diyor ne zaman sorsam. Her zaman her yerde yanımda.”

     “Peki ya şimdi?”

     “Evet. Tam karşımda bana bakıp pis pis sırıtıyor. Sanki yürürken kalçasının iki yana sallanması komik değilmiş gibi benim yaptığım şeyler ile alay ediyor sürekli.”

     Fatih’ten başka kimsenin görmediği uzaylının yüzündeki gülümseme bir anda silinmişti.

     “Hey, bunun için fizik tedavisi görüyorum tamam mı!” diyerek karşılık verdi. “Bize uzaylıların kusurlarıyla alay edilmeyeceğini öğrettiler gezegenimizde. İşte sizin bir başka geri kalmış yönlerinizden birisi. Ayıp, ayıp.”

     “Emin ol bizde de aynısı geçerli ama hayatımın her evresinde bana müdahale edip bir de insanların beni deli gibi görmelerine neden olan bir yaratık olunca karşımdaki, emin ol az bile söylüyorum.”

     “Onunla mı konuşuyorsunuz?”

     “Evet, kusura bakmayın. Bir an için sinirlendim.”

     “Hayır, hayır, devam edin. Size ne anlatıyor?”

     “İnsanların yaptığı anlamsız veya geri kalmış şeylerden bahseder genelde. Neden onu yaptın veya neden bunu yapmadın diyerek gülüyor. Gelişmiş bir toplumdan geldiğini söyleyen bir yaratığın bu kadar vurdumduymaz ve eğlence merakı olmasına anlam veremiyorum.”

     Uzaylı kıstığı gözleriyle Fatih’e bakıp yine o gıcık gülümsemesini takınmıştı.

     “Zekiyiz diye eğlenmeyelim mi yani haspam.”

     “Fatih Bey, bu uzaylı veya uzaylıları kendi kafanızda oluşturduğunuzu biliyorsunuz değil mi?”

     “Evet biliyorum. Aylardır terapi görüyorum ama çözüm olmuyor. Haplar aldım, hipnoza gittim, terapilere katıldım ama fayda etmedi. Hayatımın her evresine müdahale ediyorlar ve artık beni iyice rahatsız ediyor.”

     “Onları görmezden gelmeyi denediniz mi?”

     “Hem de çok. Ama durmuyor.” Fatih kanepeden doğrulup ayaklarını yere bastı ve psikologuna dönerek sonraki cümlelerini devam ettirdi. “Söyleyin doktor, sizce ben deli miyim? Bana o kadar gerçek gibi görünüyorlar ki, bu ikilem içinde kaldığımdan dolayı gerçekten delirecek gibi hissediyorum.”

     “Gördüğünüz halüsinasyonların temelinde hayatınızdaki bazı sorunlar yatıyor olabilir. Örneğin anladığım kadarıyla sizi takip eden uzaylı eğlenceli birine benziyor. Bu, hayatınızdaki monotonluk nedeniyle beyninizin size oynadığı bir oyun. Daha önce yalnız yaşadığınızdan bahsediyordunuz. Uzaylıların ortaya çıkması da bu yalnızlığınızın psikolojik baskıları…”

     “Aynı şeyleri defalarca duydum zaten. Bunlardan kurtuluşun bir yolu yok mu?”

     “Yok yavrum, yok anam, yok güzelim, yok işte lan anla”

     “Size yaptıklarınızın dışında farklı bir tavsiyede veya tedavide bulunamam ne yazık ki. Eğer bir kurtuluş yolu bulamıyorsanız, onlarla yaşamaya adapte olmaya başlamalısınız. Onların gerçek olmadığını biliyorsunuz ki bu büyük bir gelişme. Onları görmezden gelmeniz size kazanç sağlamıyorsa onlar ile uzlaşmayı denemelisiniz belki de.”

     “Sokak ortasında onlar ile konuşup aslında dışarıdan kendi kendimle konuşuyormuş gibi mi görünmemi istiyorsunuz yani?”

     “Hayır tabi ki. Onları kabullenin ve hayatınızdan çıkarmakla uğraşmayarak bu tür şeyleri sorun etmemeye çalışın. Sosyal hayatınıza dönün, arkadaş edinin, hatta bir sevgili bulun kendinize.”

     “Denedim. Dört ay önce Ayşe ismindeki kasiyer kız ile buluşma ayarlamıştım. Romantik bir yemek planlıyordum. Mum ışığı altında kırmızı masa örtüsü, keman sesi ve sadece ikimiz olacaktık” eliyle uzaylıyı göstererek “Fakat bu manyak tam aramıza oturmuş o dişsiz ağzını yaya yaya suratıma bakıp gülüyordu.”

     “Şşşş, arkadaşım, manyak falan, ayıp oluyor ama.”

     “Ne söylersem karşılığında bir şey söylüyor ve bütün konsantrasyonumu mahvediyor. En sonunda dayanamayıp kapa çeneni demiştim o gün uzaylıya. Ama Ayşe kendisine söylediğimi düşündü haklı olarak. Kötü izlenimim oldu onun gözünde.”

     “Öğğff yine bu saçmalıklar. Dostum o kız kaşardı zaten bana güven.”

     “Hmm. Peki susmasını istediniz mi?”

     “Yok anasını satayım hatta arada kucağıma alıp agucuk bugucuk yapıyorum. İstedim tabi ki, hem de defalarca.”

     “İyice pislikleşmeye başladın sen kucağa almalar falan. Biz Xgrez-q çocuğuyuz olum, akıllı ol aklını alırım.”

     “Ben sana ne çocuğu olduğunu söylerdim ama…”

     “Sanırım yine sizinle uğraşıyor.”

     “Ne olur yardım edin, artık dayanamıyorum.”

     “Onunla yakınlaşmayı deneyin madem. Ne istiyor sizden, neden peşinizi bırakmıyor öğrenmeye çalışın.”

     “Dünyayı inceliyorlarmış. Biri yeryüzü şeklini, biri madenleri, biri başka bir şeyi derken hepsinin bir görevi varmış. Aralarından en gıcığını da beni incelemesi için vermişler.”

     “Neden siz peki?”

     “İşte bir de onu anlayabilsem. Dünya’da milyarlarca insan varken neden sadece beni inceliyorlar aklım almıyor. Bütün bunların hayal olduğunu böyle anladım zaten.”

     Uzaylı, aynı şeyleri tekrarlamaktan bıktığını Fatih’in anlaması için uzunca nefesini verdikten sonra konuşmaya başladı.

     “Sana söyledim defalarca, biliyorsun sebebini.”

     “Bu günlük seansımız bu kadar Fatih Bey. Size tavsiyem uzaylının yaptığı şeyleri bir yere not düşün. Yarın geldiğinizde bu notlar üzerinden konuşacağız.”

     “Pekala doktor. İyi günler.”

***

     Peşini bırakmayan uzaylı ile birlikte yarım saattir sokakta yürüyordu. Yanından geçen insanların uzaylının içinden geçip gidişine aldırmıyordu bile. Hatta her zamanki gibi, konuşmalarını dahi duymazdan geliyordu.

     “Nereye gidiyoruz hacı?”

     Bir yıldır her gün aynı şeyleri yaşamak artık canını sıkıyordu. İlk zamanlar bir uzaylı ile tanışmanın verdiği korku, heyecan ve diğer bütün karmaşık duygular yerini öfke ve sıkılganlığa bırakmıştı.

     “Lan oğlum konuşmayacak mısın benimle?”

     Ne olmuştu da böyle bir psikolojik sorun yaşıyordu diye düşündü aylarca. Yalnız yaşamak veya depresyonda olmak mıydı ona bu saçmalıkları gösteren?

     “Hoop, Trixxw, hacı ne haber yaa?”

     Kendisiyle uğraştığı yetmezmiş gibi etrafta gezen diğer uzaylılara da laf atması iyice canını sıkıyordu. Neden sadece o değildi de diğerleri de vardı? Aslında bunun cevabını biliyordu. Bilinçaltındaki şansızlık düşüncesinin ona bunları gösterdiğinden emindi. Binlerce uzaylı vardı etrafta ama onu bulan, aralarında en gıcığı ve çekilmez olanıydı. Bu onun şansızlığından başka bir şey olamazdı.

     “Bak ne anlatacağım dinle. İki yıl önce bu Trixxw ile geziyoruz tamam mı, yolda bir hatun gördük granit gibi mübarek…”

     “KAPA ÇENENİ!”

     Fatih’in sokağın ortasında bağırması etraftaki insanların dikkatini çekmişti. Yanlarından geçenler Fatih’ten birkaç adım uzaktan yürüyordu onun öfkesi yüzünden. Bu bağırma uzaylının da canını sıkmıştı. Konuşmasını yarıda kesen öfkeye kendisi de isyankar bir tavırla cevap verdi.

     “Ben seninle gezmeyi çok mu seviyorum sanıyorsun? Seninle kalmak zorundayım, emirler böyle. Neden bazı şeyleri kabullenip biraz eğlenmiyorsun. Bu asık suratın hiçbir şeyi değiştirmeyecek.”

     Sonraki söylediklerini, etraftaki kimseyi umursamadan sıralamıştı Fatih.

     “Sen gerçek değilsin! Beni deli gibi göstermek için konuşuyorsun sürekli. İnsanlar senin içinden geçip gidiyor. Diğer insanların söylediklerini duymuyorsun bile, sadece beni duyup bana cevap veriyorsun.”

     “Ona bakarsan senin zihninden geçenleri de duymuyorum. Eğer kafanın içindeysem neden aklından geçenleri bilmiyorum söyler misin?”

     “Beynimin bana oynadığı oyunlar bunlar sadece.”

     “Kabullen artık. Neden ısrar ediyorsun?”

     Fatih elleriyle kulaklarını kapatıp kafasını iki yana sallarken sadece “Hayır” kelimesi dökülüyordu ağzından.

     “Nereye kadar kaçacaksın gerçeklerden?”

     “Hayır! Hayır! Hayır!”

     Uzaylı, Fatih’in duymak istemediği sözleri yine tekrarlamıştı.

     “Dünya’daki herkes öldü, bir tek sen varsın artık. Kabullen bunu ne olur.”

     Uzaylı konuştukça etrafta onları meraklı gözlerle izleyen insanlar da tek tek siliniyordu.

     “Virüs hepsini yok etti. Sadece senin dışındaki herkesi. Bir yıl oldu, artık kabul et.”

     Fatih’in gözlerinden akan yaşların ağırlığı dizlerinin üstüne düşmesine neden oldu. Ellerini yere koyduğunda gözlerini sımsıkı kapatmıştı.

     “Hayır… Hayır… Ailem… Sevgilim… Neden ben? Neden ben?”

     “Sen özelsin. Yaşamak ile ödüllendirildin. Kendi neslin senin sayende devam edecek.”

     Uzaylının söylediklerini dinlemiyordu. Defalarca duymuştu aynı şeyleri. Onun içini acıtan tek soru dökülüyordu sürekli dudaklarından.

     “Neden ben… Neden bir tek ben…”

10
Çizgi / Kara Kuru Çiziklerim
« : 17 Aralık 2013, 18:32:41 »
Çocukluktan kalma, arada sırada uğraştığım bir hobimi sizlerle paylaşmak istedim.

Öncelikle biraz Jack resmi paylaşmak istiyorum. Hiç olmazsa kendisi resimlerde yaşasın :)

İlk zamanlar kanatları hasırdan idi. İçimden pek uğraşmak gelmiyordu açıkçası :D
Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Spoiler: Göster



El ve ayaklarındaki anatomik bozuklukları üst düzeyde olan zombilerim :D

Spoiler: Göster



Yine anatomik olarak dengesiz bir resim. Evet farkındayım ve zamanla düzeltmeye çalışıyorum :)

Spoiler: Göster



İki tane de sanatsal çalışma ekleyelim :)

Spoiler: Göster


Spoiler: Göster


Umarım beğenirsiniz :)

11
Kurgu İskelesi / İntiharın Anatomisi
« : 24 Kasım 2013, 09:22:58 »
     Kalın namlulu silah avucunu dolduruyordu. Silahın ucunu iyice şakağına bastırdı. Ölüm onu bekliyordu. Ona gitmenin en kısa yolunu bulmuştu. Gücün simgesi olan metal parçası onun kurtuluşu olacaktı.

     Saatlerce ağlamış olan gözleri kızarmıştı. Artık aklından hiçbir şey geçmiyordu. Nefes almayı bile unutmuştu. Birkaç dakika önce titreyen bedeni şimdi kaskatı kesilmişti. Donuk bakışlarını değiştirmeden tetiği çekti. Horozun ucu merminin arkasına çarpınca çıkan metal sesini duymuştu. Ardından gerçekleşen patlama, merminin namlu içinde hızla ilerlemesine neden oluyordu. Şakağına dayanmış tabanca nefes almak için ucundaki delikten dışarıya hava püskürttü. Sağ gözünde büyük bir basınç oluşturacak kadar şiddetli bir havaydı bu. Şakağını çatlatıp kafatasına göçertecek kadar büyük bir basınçtı hatta.

     Ama her şey bitmemişti. Mermi saçlarına vardığında önündeki kemik yığınını delerek, onun aklından neler geçtiğini görmek için beynine ilerliyordu. Hız kaybetmeden açtığı yolun duvarlarına, ardından gelen kemik parçaları saplanıyordu. Merminin gidişini gözleriyle takip edercesine göz bebekleri tersine dönmüştü. Ağzı istemsizce açılmıştı.

     Mermi tekrar kafatasına geldiğinde daha fazla hiddetlenmişti. İlk geldiği gibi nazik davranmadı. Büyük bir nefretle kafatasının solunu, şakağından elmacık kemiklerine kadar parçalamıştı ve dışarı hızla fırlamıştı. Arkasından onu takip eden beyin parçalarını çoktan geride bırakmıştı. Üzerindeki kan bile, bir anda sıyrılıp geride kalmıştı. Ardında ise havaya saçılan kemik ve kandamlacıklarını bırakmıştı. Onun beyninde gezindiği sürede gördüğü anılara olan nefreti yüzündendi bu aceleci tavrı ve hiddeti.

     Bütün bunlar saniyenin onda birinde yaşanmıştı. Ama bütün olanları tek tek hissetmiş ve yaşamıştı. Bu an onun için yıllar sürmüş gibiydi. Son nefesini vermemek için tuttuğu ciğerleri günlerdir çalışmıyordu sanki. Çektiği acının dinmesi için haykıramıyordu. Sadece yere devrilmek için bekledi. Pişmanlığını yaşadığı bu zaman içinde hayatın anlamını öğrenmişti. Ama etrafını saran karanlık onun pişmanlığını umursamıyordu.

     Artık çok geçti. Ölüm, ruhunu bedeninden yırtarcasına çekip almıştı. Ve onun yapabildiği tek şey, cansız şekilde yerde yatan bedenine gittikçe uzaklaşarak bakmak oldu. Bir şans daha diledi tam o andan itibaren sonsuza kadar. Fakat ne bir şans elde edebildi, ne de çektiği acılara bir son verebildi.

12
Kurgu İskelesi / Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« : 04 Temmuz 2013, 13:32:34 »
Spoiler: Göster
Artık basılması konusunda umudum kalmayan kitabımın ilk birkaç kısmını yayınlamaya karar verdim. Yorumlarınızın eksik olmaması dileğiyle. Şimdiden herkese iyi okumalar.


BÖLÜM 1 - ÖLÜM

28 Aralık 2018 – Cuma

1

   Karanlık… Altmış yıllık insan hayatının yirmi senesinden farklı bir karanlık. Ayaklarının altındaki titreme ve kulağındaki müzik sesi uyanık olduğunu anlamasına yetiyordu. Son birkaç saniye daha sürecek bir karanlıktı bu. Bir göz kırpması sırasında, insanın kendine ayırdığı zamanın adıydı bu karanlık.

   Otobüsün durduğunu hissedince gözlerini açtı. Dışarıdaki yağmur daha da artmıştı. Ama hiçbiri umurunda değildi. Yağmurun sağır edici sesini bile bastıran, kendini her şeyden uzak tutmak için dinlediği müziği dahi duymuyordu aslında. Aklından hiçbir düşünce geçmeden, programlanmış bir robot gibi hareket ediyordu. Bu hissizliği yıllar önce bir kez daha yaşamıştı. Ama bu sefer kararlıydı. Aynı hataları tekrarlamayacaktı.

   Evine olan yüz metrelik mesafeyi yürürken bile binlerce düşünce geçerdi normalde aklından.  Neler konuştu, neler duydu, neler hissetti… Hepsini teker teker gözden geçirirdi. Bugün geçmişine bakamayacak kadar yorgundu zihni. Alnından sarkan kısa saçları ve kirli sakalından damlayan yağmur tanelerinin yere düşmesini seyrediyor gibi başını öne eğmişti. Gözlüklerini dışarıda cebinde taşırdı. Dört numara miyop olmasına rağmen, evi ve sınıfının dışında takmamakta ısrarcıydı. Yıllar önce geçirdiği değişimin simgesiydi gözlüksüz olması.

   Hiçbir şeyin önemi yoktu şimdi. Sadece evine gitmek istiyordu. Kapıyı açıp içeriye girdiğinde her zamanki gibi kulaklığını, gözlüğünü ve siyah bilekliğini, girişteki masaya bıraktı. Eve geldiğinde özgürlüğüne düşkünlüğünden hemen rahat giysiler giyerdi. Fakat az sonra yapacağı şey için rahat giysiler giymesine gerek yoktu. Hâlâ aklından bir düşünce geçmiyordu. Günü tekrar gözden geçirmek istemiyordu. Mutfağa doğru ilerledi ve içeriden kapısını kapattı.

   Mutfağı da evi gibi eskiydi. Tezgâhın altında veya üstünde dolaplar yoktu. İçerideki eşyalar, kırmızı kenarlı sarı bir halı, beyaz plastik masa, ocak ve çekmeceli plastik bir dolaptan ibaretti. Buzdolabı kullanmıyordu. Zamanında, buzdolaplarının atmosfere zarar verdiği söylentilerini duymuştu. Bu yüzden buzdolabı almamaya inat etmişti. Basit olaylara çok büyük inatlar edebiliyordu. Hatta bu inadı yüzünden on yıldır annesiyle konuşmuyordu.

   Hemen oracığa bağdaş kurarak oturdu. Tam karşısındaki tezgâhın altında mutfak tüpü duruyordu. Başlığından sürekli gaz tahliyesi yaptığını öğrendiğinden beri kullanmadığı zamanlarda emniyetini kapatırdı. Elini uzatarak emniyetini açtı. Kısa bir süre bunu yapmak istediğine emin misin diye sordu kendi kendine. Yine kısa süre içinde bunu da kafasından atmıştı. Bir metre ilerisindeki ocağa uzanarak üzerindeki üç düğmeyi çevirdi. Sonra tekrar gözlerini tüpe dikti. Ne kadar süreceğini merak ediyordu sadece. Sonsuza dek sürecek karanlığın, onu ne zaman alacağını merak ediyordu.

   Kader, insanın önüne çıkan yollardır. İnsanın aralarından birini seçmesine ise irade denir. Her seçilen yolda başka ayrımlar vardır... Bu inançları onun hayatını çizmesine rol oynuyordu. Kaderine hiçbir zaman güvenmediğinden hep daha güvenilir olduğunu düşündüğü seçimler yapmak zorunda hissetmişti kendini. Artık kaderindeki en güvenilir yolun ölmekten geçtiğine inanıyordu.

   Yaşamın ona sunduklarından hiç memnun kalmamıştı. Bunun sebebi hayata bakış açısından kaynaklanıyordu. Sahip olduklarının değerini bilmeden, daha fazlasını istemiş ve onları elde edemeyince, şansız biri olduğunu düşündürmeye başlamıştı. Şansı, kişinin kendisinin belirleyebileceğine inanmıyordu. Yirmi beş yıllık hayatında kendi belirlediği hiçbir şey olmamıştı. Hangi okula gideceğini, hangi yemeği yemek istediğini ona kimse sormamıştı. Şimdi ise, ona öğretilenleri okuyor, o gün yemesi gerekenleri yiyordu.
Olabildiğince özgür kalmak için her şeyden uzaklaşmayı tercih etmişti. Yine de artık dayanamıyordu. Ruhu bedenine sığmıyordu. Bir an önce mutlak sona varmak istiyordu. Onun için her şey bir oyundan ibaretti. O da bu oyunun içinde yok olmaya mahkûm olarak dünyaya gelmişti.

   Kader… Planları olan bir sistem mi yoksa tamamen tesadüfler zincirlemesi mi? Her ne olursa olsun onun için iyi planlar kurmamıştı. Bugüne kadar. Bugün, her saniye içine çektiği gaz ile sona biraz daha yaklaşıyordu. Sarımsak özütü kokusu tüm mutfağı sarmıştı. Genzi yanmaya başladıkça bu kokuyu da içine sindiriyordu. Zaman çok yavaş ilerliyordu. Her şey biraz daha bulanıklaşıyor, nefesi gittikçe derinleşiyordu. Havada kalan son oksijeni de bulmaya çalışıyordu ciğerleri. Göğsü her şiştiğinde daha çok acıyordu artık. Öksürerek bütün zehri dışarı atmak istiyordu bedeni ama o direniyordu. Her nefesle biraz daha kararıyordu dünyası. Bilinci de bulanıklaşmaya başlamıştı. Bugün günlerden ne? Ben neredeyim? Hiçbirini anımsamıyordu. Yavaşça sağ omzunun üstüne çöktü. Şimdiye kadar aldığı en derin nefesle birlikte gözlerini de kocaman açmıştı. Keskin bir acı ile önce her şey beyazlaştı. Gözlerinin kapanmasıyla tekrar her şey karanlığa büründü.

13
Kurgu İskelesi / Oyun Bozan Ralph 2
« : 03 Temmuz 2013, 14:42:28 »
Spoiler: Göster
Not: İlk önce 4. yıl şeçkisine yazmayı düşündüğüm ancak karar değiştirip yarım bıraktığım öyküyü iki bölüm halinde yayınlamaya karar verdim. İkinci bölümü de en kısa zamanda bitirip koymayı düşünüyorum. Yorumlarınızın eksik olmaması dileğiyle, iyi okumalar.




   Oyun salonunun ve Şeker Yarışı oyununun kurtuluşu şerefine verilen Geleneksel Ralph Şenlikleri’nin ilk yılı kutlanıyordu. Prenses Vanellope’nin emri üzerine başlatılan bu şenlikler tüm oyun salonuna açık şekilde veriliyordu. Sınırsız şeker ve pasta ile düzenlenen şenliğin başkahramanı Ralph ise yiyeceklerden çok gördüğü ilginin tadını çıkarıyordu. Otuz senenin üzerine hak ettiği bu sevgi onu son derece memnun ediyordu.

   Kutlamalar ve sıralama için yapılan özel şenlik yarışının ardından herkes yavaş yavaş kendi oyununa dönmeye başlamıştı. Ralph’e, Calhoun tarafından verilen yeni bir Kahramanlık Madalyası’nın ardından Guitar Hero ekibi son şarkılarını çaldılar ve şenlikler bitti.

   Eğlencenin etkisini henüz üzerlerinden atamayan bir grup, Tapper’in barına giderek kök birası tüketmeye devam ediyordu. Ancak aralarında sadece birkaçının keyfi tam olarak yerinde değildi ve buraya eğlenmekten çok kafalarını toplamak için geldikleri her hallerinden belliydi.

   Suratından atamadığı koca gülümsemesine bir süre ara veren Ralph, aralarından Zangief (Street Fighter) , Cody (Final Fighters) ve Alaaddin’in de ayrılmasından sonra Mario’nun durgunluğunu öğrenmek için gerekli fırsatı bulmuştu.

   “Hey Mario. Bugün gayet eğlenceliydi, ne dersin?”

   Mario bıyığının altından isteksiz bir gülümseme ile karşılık vermişti sadece. Onun kadar mutsuz görülen Bomberman oyununun kahramanı Bombacı John, Mario’nun aklından neler geçtiğini dile getirmek için küçük ağzını açarak konuşmaya başladı.

   “Sadece canımız sıkkın. Senin için mutluyuz elbette Ralph. Ama neden sadece sen? Yani bunca ilgiyi hak etmiyorsun demiyoruz. Ama neden biz de senin gibi hatırlanmıyoruz?”

   “Hadi ama çocuklar bu sadece ben veya sen olayı değil. Eğlence herkes için yapıldı.”

   Mario artık konuşma zamanının geldiğini düşünerek sohbete dahil olmuştu.

   “Anlamıyorsun Ralph. Senin oyunun otuz yıldır devam ediyor. Hala bizimkiler gibi fişin çekilmedi. Yetmezmiş gibi oyun salonunu tehlikeye attın. Ama yine kendi bozduğunu tamir ettiğin için kahraman gibi karşılanıyorsun. Neden sen? Neden hala aynı rutinlikteki bir oyunda otuz yıl devam edebiliyorsun? Üstelik ben dünyanın en ünlü tesisatçısıyım ama senin kadar ilgi göremedim şu oyun salonunda.”

   “İlgi görme meselesi değil bu sadece şans. Biliyorsunuz eğer oyununuz arıza verirse kızağa çekilirsiniz.”

   “Hayır Ralph. Sadece arıza vermek değil mesele. Benim oyunum artık popüler değil diye fişi çekildi. Şimdi ise yerinde Metal Slug adında oradan buraya zıplayıp etraftaki her şeye ateş eden zibidilerin oyunu koyuldu.”

   Ralph, samimi bir gülümseme ve düşünceli bir kaş çatışının ardından Mario’yu daha sakin bir kafa yapısına sevk etmeye çalıştığı cümlelerini sıralamaya başladı.

   “Yapmayın ama çocuklar. Marco ve Tarma iyilerdir. Evet bazen ortalığı karıştırdıkları doğru ama yine de iyilerdir.”

   “Kötü olduklarını söylemedim. Bak Ralph ben defalarca sürüm atladım, hatta alakam olmayan işlere bulaştım. Araba yarışları çok tutuluyor diye araba yarışçılığına soyundum hatta bir keresinde. Sırf tekrar popüler olmak için.”

   Bomberman kafasını onay verircesine sallayarak

   “O da bir şey mi ben tavşan bile sürdüm” dedi ve Mario hemen ardından devam etti.

   “Sırf tekrar kendi oyunumuzda olabilmek için uğraştık durduk. Ama sen öyle değilsin. Otuz yıldır oynandın.”

   “Eğer sıkıntınız buysa, isterseniz size Şeker Yarışı oyununda iş ayarlayabilirim. Vanellope ile konuşurum, ikinizin de yarış tecrübesi var nasıl olsa.”

   “Hayır Ralph. Gün gelecek onun da fişi çekilecek. Ve senin. Ve diğerlerinin. Biz bundan sıkıldık artık. Bizler yeni serüvenler istiyoruz.”

   Ralph onların akıllarında neler döndüğünü iyice merak etmeye başlamıştı.

   “Ne demek bu?”

   “Enerji kapısından geçmeyi düşünüyoruz.”

   Enerji Kapısı, Oyun Merkezi İstasyonu’nun ucuna bağlı olan ve ana güce bağlanan kablonun başlangıcını oluşturan demir kapıya verilen isimdi. İnanışa göre tüm oyunları besleyen hayat enerjisi bu kapının ardından sağlanırdı ve eğer kapı açılırsa tüm güç kesilirdi. Eğer güç kesilirse de tüm oyunlar kapanır, bütün herkes ölürdü.

   Ralph Mario’nun ciddiyeti üzerine dehşete düşmüştü. Enerji Kapısı ile ilgili farklı rivayetler söz konusuydu ancak hiçbirinin gerçekliği söz konusu değildi. Kimi söylenceye göre enerji kapısından geçmeyi başaranlar tüm dünyada istedikleri gibi gezinebiliyorlardı. Ama bunun aksini söyleyen fikirler de söz konusuydu elbette.

   “Enerji Kapısından geçemeyeceğinizi biliyorsunuz değil mi? O aptal bir efsane sadece. Kendi hattınızı koparamazsınız çünkü.”

   “Emin misin Ralph? Sen nasıl Tapper’in barındasın peki? Kendi programının dışına nasıl çıktın?”

   “Siz de biliyorsunuz çocuklar, yazılımlar her zaman sabittir. Bizler ise onlara bağlı hatlar ile seyahat edebiliyoruz.”

   “O zaman ben nasıl hala buradayım?”

   Ralp bir anlık gergin düşüncelerin ardından ne diyeceğini bilemeden kalmıştı. Mario ve Bomberman’ın oyununun fişi çekileli on yıl olmuştu. Ama hala buradaydılar. Programları ile bağlantıları kalmamalarına rağmen hayattaydılar.

   Konuşmaya arkadaki masadan kulak misafiri olan MDK oyununun ünlü doktoru Fluke Hawkins, hızlı konuşması ve dengesiz hareketleri ile bir anda sohbete dalmıştı.

   “Yazılımlar hatlar üzerinden hareket edebilir hatta bellek olmayan bir noktada toplanabilirler. Bu sabit bir grup elektrik akımına hükmetmekten geçer ancak aşırı bir yığılım patlamalara neden olur. Hatta voltaj korumaları bu yığılımı önlemek adına rapor tutarlar ve asla bir noktada aşırı yığılıma izin vermezler. Yani oyun karakterleri kendi konsollarından dışarı çıktıklarında yazılımlarını da birlikte götürürler ve…”

   “Bir saniye bir saniye” diyerek araya giren bu sefer Sonic olmuştu. Gözlerini kocaman açarak tüm dikkatini Sonic’e veren Doktor Hawkins ise onun sorularını cevaplamaya hazır görünürcesine hareketsiz kalmıştı.

   “Ne yani bizler konsolun dışına çıktığımızda yazılımımızı da mı birlikte götürüyoruz?”

   “Evet.”

   “Ve bunu bizi hayatta tutan akımı peşimizden sürükleyerek yapıyoruz.”

   “Evet.”

   “Ve bu durumda istersek Mario’nun dediği gibi enerji kapısından dışarıya ölmeden çıkabiliriz öyleyse değil mi?”

   “Evet.”

   “FOR döngüsüne mi kapıldığın için hep aynı cevabı veriyorsun?”

   “Evet.”

   Ralph bu korkutucu fikirleri diğerlerinin aklından çıkarmak için bir şeyler yapması gerektiğine düşünmeye başlamıştı.

   “Şu yaşlı bunağı mı dinliyorsunuz. Hadi ama böyle bir şey mümkün değil. Tapper’e sorun isterseniz, onun kulağı deliktir. Öyle bir şey olsa o kesin bilirdi.”

   Sonic de diğerleri gibi düşünceli bir hal takınmıştı ve Ralph ile tartışanlar arasında yer edinmişti.

   “Ya doğruysa? Burada hapis kalmamızın tek nedeni ya saçma bir korku yüzündense?”

   “Sen de mi Sonic? Hadi dışarı çıkmak mümkün diyelim. Peki ya kendi oyununuz dışında ölürseniz ne yapacaksınız? Bunu herkesten daha iyi sen biliyorsun hatta. Her gün Oyun Merkez İstasyonunda senin anonsunu dinliyoruz. Kendi oyununuzun dışında ölürseniz tekrar dirilemezsiniz.”

   “Ben bana söylenenleri tekrarlıyorum sadece.”

   “Eğer oyuncunun hakları bittiyse oyunu bitir.” Doktor Hawkins elindeki kök birasından koca bir yudum alarak devam etti. “Sadece bir ‘IF’ komutundan ibaret ölümsüzlük.”

   “Ne demek istediniz doktor?”

   “Genel inanışa göre seyahatlerde karakter kendi konsoluna bağlı olur. Ancak öyle olsaydı oyununun dışında ölmesi durumunda konsol programı devreye girer ve onun tekrar canlanmasını sağlardı. Bu bir IF komutu sayesinde gerçekleşir. Ancak konsol sizin öldüğünüzü anlamak zorundadır ve siz o programın dışındaysanız, ki peşinizde kendi yazılımınızı da götürdüğünüz için, bu gerçekleşmez. Tabi sizi tekrar hayata getiren komut paketini kendiniz ile birlikte program dışına çıkarmadıysanız.”

   Sonic son derece meraklı şekilde

   “Bu mümkün mü?” diye sordu.

   “Elbette. Turbo nasıl Şeker Yarışı’na kendisini eklemişti sanıyorsunuz. Yazılımları programlar arasında taşıyabildiğiniz gibi oraya adapte edebilirsiniz. Ölümsüzlük yazılımı da buna dahil.”

   Ralph, bu sefer daha sinirli bir şekilde tekrar araya girip diğerlerini caydırmaya çalışıyordu.

   “Hadi amaaa bu kaçık herif yüzünden hayatlarınızı riske atmaya değer mi?”

   Doktor Hawkins ise ona aynı gergin tavırla cevap vermekte gecikmemişti.

   “Bak kocaoğlan ben atomik bir tost makinesiyle nükleer ekmek fırlatan bir dahiyim!”

   “Ve bu adamı hala aklı başında mı sanıyorsunuz?”

   Ralph’in ortamı neşelendirmek için yaptığı çabaların boşa çıkmasının ardından herkes yavaş yavaş kendi oyunlarına dönmüştü. Ralph de mutlu başlayan bu günü düşünceli ve gerginlikle sonlandırmak üzere Tamir Et Felix oyununa doğru yola koyulmuştu.

DEVAM EDECEK

14
Kurgu İskelesi / Tarant Emlak
« : 01 Temmuz 2013, 19:33:24 »
   Not: Eskiden çok oynadığım, Arcanum adlı oyun hakkında geçen gün yazılar okumam ile kafamda şekillenen bir öykü oldu. Yorumlarınızı eksik etmemeniz dileğiyle, iyi okumalar.

   “Selamun Aleyküm usta.”

   “Ve Aleyküm Selam.”

   Ahşap masanın ardındaki adam selamı aldıktan sonra kollarını masaya koyup iyice öne doğru eğilmişti. Müşteri ise masanın önündeki sandalyeye kurumuştu. Uzun yoldan gelmiş olduğu gözlerindeki yorgunluktan okunuyordu.

   “Hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olabilirim?”

   “Tarant’a yerleşmeyi düşünüyorum da kiralık ev arıyorum.”

   Tarant’ın en iyi evleri ve dükkanlarına sahip olduğu için satılık ve kiralık arayışında bulunan tüm müşteriler Tarant Emlak’ta kendisini bulurdu. Gerçi Tarant’taki tek emlak olmasının da bunda katkısı büyüktü.

   “Tabi efendim ne demek. Nerelisiniz? Neden buraya yerleşiyorsunuz sorabilir miyim?”

   Domdom’un amacı müşteri ile samimiyet kurarak onu asla kazıklamayacağını, ona bir arkadaş gibi davranacağını hissettirmekti.

   “Efenim ben büyü sanatı icra etmekle uğraşıyorum. Tulla’dan buraya geldim. Biliyorsunuz büyü okulunun tatili bitmek üzere ve ben de Mental büyüleriyle ilgili ders vermek için rektör tarafından çağırıldım.”

   “Öğretmensiniz yani.”

   Öğretmen maaşını gayet iyi bilen Domdom, yine de müşterisini olabildiğince yolmak niyetindeydi.

   “Nasıl bir ev arıyorsunuz? Kirası, özellikleri, oda sayısı?”

   “Büyücü olduğum için haliyle ahşap bir ev benim açımdan iyi olacaktır. Büyüklüğü önemli değil. Okula yakın olması da gayet iyi olur.”

   “Anlıyorum. Öyle bir zamanda geldiniz ki şimdi gerçekten zor. Dediğiniz gibi okul sezonu açılmaya yakın olduğu için öğrenciler akın ediyor. Boşalan eve hemen birisi yerleşiyor. Birkaç ay önce gelmiş olsaydınız birçok seçeneğimiz vardı ancak şimdi biraz az.”

   Domdom adlı emlakçının her müşterisine uydurduğu yalanlardan biriydi bu da. Elinde çok fazla ev olsa dahi bu yalana başvurmakta hiç tereddüt etmezdi. Çünkü elindeki uygun evlere her türlü kiracı bulması mümkündü. Asıl amacı kirası yüksek olan veya pek tercih edilmeyen evleri elden çıkarmaktı.

   “Mesela elimde bir yer var. Kirası aylık 2 gümüş. Üç oda bir salon. Ancak salon salomaj şeklinde odaların birisi. İçi biraz temizliğe ihtiyaç duyuyor, onun dışında gayet güzel. Merkezin tam ortasında iki yıllık bir yapı. Pazara, kliniğe, faytona duraklarına yakın. Kendine has hamamı var.”

   “Hmm. Kirası çok yüksek ama. Daha uygun böyle en fazla 50 bakır olacak şekilde yerler var mı elinizde?”

   “Hay hay bakayım hemen listeme.”

   Domdom elindeki listeyi biraz daha kurcaladıktan sonra diğer seçenekleri de müşterisine sunmaya başladı.

   “Aslında tam sizlik bir yer var ancak teknoloji muhitinde. Merkezi ısıtma dedikleri yeni bir ısınma türü ile kışın hiç soğuk olmuyor. Çelik kapı ve parmaklıklı pencereler de hırsızlığa karşı içinizin rahat etmesini sağlıyor. Üstelik sadece 35 bakır.”

   “Anlıyorum. Fiyatı gerçekten de iyiymiş. Ancak dediğim gibi büyü işiyle ilgileniyorum ve metal eşyalar bildiğiniz gibi bizi biraz sıkıntıya sokuyor. O yüzden ahşap ve büyücü muhitinde bir yer olsa hiç fena olmaz.”

   Müşterinin istediği gibi bir yer elinde mevcut olmasına rağmen onu görmezden gelmekte ısrar ediyordu. Büyü izolasyonu yapılmış, iki oda bir salon, okula yakın ve sadece 40 bakır kirası olan bir ev. Tek sorun çatısının ufak bir tamire ihtiyacı duymasıydı. Tamir gerektirdiği için fiyatı bu denli düşük olan bir evi, üç dört kişi birlikte kalmayı planlayan öğrencilere en az 80 bakırdan verebileceğini gayet iyi biliyordu. Böyle bir evi her halükarda elinden çıkaracağı için 50 bakır gibi bir fiyata (kalan 10 bakırı kendine saklamak koşuluyla) vermeye gönlü razı gelmiyordu. Onun yerine diğer seçeneğini müşterisine sunmaya karar verdi.

   “Tam 50 bakır kirası olan bir yer var elimde. Üstelik, aylık apartman vergisi de dahil kiraya. Ancak dediğim gibi apartman dairesi şeklinde. Üç katlı bir yapının ikinci katında. Apartman dairesi olduğunda her türlü komşularınız olması muhtemel oluyor tabi, işin sorunu bu. Şu anda alt katta bir savaşçı ve okçu çifti, üst katta ise bir büyücü oturuyor. Sobalı. Okula üç yüz metre mesafede. Son kiracısı tren istasyonunda çalışan bir teknisyen idi. Kirayı ödemekte birkaç ay zorluk yaşayınca evi tüm bakımını yaptı kira bedeli olarak. Yani içi yepyeni. İsterseniz hemen gidip görebiliriz.”

   Domdom’un bahsetmediği bir kusuru vardı ev ile ilgili. Ev hırsız mahallesindeydi ve hemen hemen her gün bir vukuat ile mahalle ayağa kalkıyordu. Evin dört aydır boş kalması nedeniyle de kirası 70 bakırdan 50 bakıra düşürülmüştü. Yine de kimse orayı tutma konusunda pek istekli değildi. Ancak Domdom, Tarant hakkında pek bilgisi olmayan bu adamın, evi tuttuktan sonra bu sorunlarla karşılaşarak öğrenmesinin daha doğru olacağını düşünüyordu.

   “Hmmm. İyimiş aslında. Ama yarın öbür gün üst kattaki büyücü evden çıkıp yerine bir silahşor veya makinist gelebilir anladığım kadarıyla. Yani benim açımdan yine sakıncalı gibi. Ya hiç mi yok elinizde uygun bir yer?”

   “Valla bunların dışında bir yer daha var size uygun ama kirası 1 gümüş. Ev sahibiyle konuşur kirayı 80 bakıra kadar düşürebilirim belki ama siz 50 bakır dediğiniz için söylemek istemedim. Üstelik çatısı ufak bir tamire ihtiyaç duyuyor. Bunun dışında gayet iyi, temiz, büyü izolasyonlu, okulun hemen dibinde bir ev.”

   “Kirası yüksekmiş yine de. Açık konuşayım, aylık 2 gümüş maaş alacağım. 80 bakır kiraya versem geriye 120 bakır kalıyor ki bir ay için 120 bakırla geçinmek takdir edersiniz ki çok zor.”

   “Anlıyorum. Siz bir hafta sonra tekrar gelin eğer aceleniz yoksa. Bu aralar dediğim gibi emlak piyasası biraz hareketli. Anahtarları teslim edilecek olan evler var bu hafta içinde. Siz tekrar gelin bir de onlara bakarız isterseniz.”

   Yeni ev olmamasına rağmen belki bir ev gelir diye müşteriyi oyalamak ve müşteri tekrar geldiğinde ise “yeni evler geldiği gibi tutuldu, acele etmeniz gerek” diyerek elindeki kötü evleri ona zorla vermeyi planladığı için onu bu sözler ile gönderiyordu. Kısacağı müşteriyi iyice umutsuz hale sokarak ev tutmasını sağlayacaktı. Yani her koşulda onun alacağı 2 gümüşün yarısına göz dikmişti.

   “Peki öyle yapalım en iyisi. İlginiz için teşekkür ederim, iyi günler, hayırlı işler.”

   “Teşekkürler.”

   Tarant Emlak'tan bir müşteri daha böylece boynu bükük şekilde ayrılmıştı. Hangi iş olursa olsun Arcanum diyarında amaç diğer insanlardan olabildiğince fazla para kazanmaktı. Diğerlerinin ne durumda oldukları veya neye ihtiyaç duydukları asla umursanmazdı. Tek ihtiyaç dükkan sahiplerinin kendi istedikleriydi. Yeterli para kazanmak asla onları tatmin etmezdi üstelik. Hep daha fazlası uğruna, bencil, açgözlü varlıklara dönüştüklerini ise asla fark etmezlerdi.

   Büyü ve teknolojinin bir arada bulunduğu ama asla birbirleriyle anlaşamadıkları bu diyardaki en büyük çatışma metal ve sihrin çatışması değildi. En büyük çatışma, insanların içindeki hayvan ve insan olmak için direnen ufak bir parça arasında gerçekleşiyordu.

15
Kurgu İskelesi / Efsanenin İntikamı
« : 21 Mayıs 2013, 16:06:23 »
   “Onu yakaladık kraliçem.”
   
Yıllardır beklediğim cümle sonunda kulaklarımda yankılanmıştı. İntikama aç ruhum salyalarını etrafa saçıyordu. Kana susamış ellerimi olabildiğince sıkmaya başlamıştım.

   “Getirin!” dedim olabildiğince sakin bir şekilde.

   Bir zamanlar okul olarak kullanılmış binanın kırık dökük duvarlarla çevrili girişindeydim. Arkamda uzanan koridor boyunca karşılıklı sıralanmış sınıfların çoğu harabeye dönmüştü. Geniş, sarı duvarlı giriş ise tahtımı koymak için en iyi yer gibi görünmüştü krallığımı kurduktan sonra. Büyük, paslı, demir kapılar açıldığında ise krallığıma artık hiçbir canlının karşı koyamayacağına emin olmuştum.

   Hayatım boyunca beklediğim o an dev adımlarla yaklaşıyordu. Kapıdan içeriye giren tek şey öğle güneşinin kavurucu ışığı değildi. Boynundan ve bütün bileklerinden zincirlenmiş minotor bana doğru yaklaşırken içimdeki heyecan gittikçe artıyordu. Uzun yıllar önce olsaydı böylesine bir yaratıkla karşılaşmam korkudan kaskatı kesilmeme neden olurdu. Ama şimdi o şeyle yüzleşmek için saniyeleri bekleyemez durumdaydım.

   Yeri inleten adımları gittikçe ufalıyordu. Beni hatırladığına gün gibi emindim. Nasıl yakalandığını sorguluyordu belki de. Burada olmamayı diliyordur içinden kim bilir. Tahtıma beş metre kala onu getiren gardiyanlarımla birlikte durdular. Gardiyanlardan biri elindeki şok aletini Honroun adındaki minotorun bacağına vurduğu gibi üç metrelik o yaratık dizleri üzerine çökmüştü. Ben de yerimden kalkıp ona doğru yürümeye başladım.

   Düzensizce kesilmiş, çeneme bile varmayan saçlarımdan esen rüzgarı hissediyordum. Ruhuma üfleyen rüzgar benim için bir kurtuluş, hatta İntikamım ile birlikte huzura kavuşacağımın habercisiydi. O pis yaratığın önünde durduğumda, dizlerinin üzerindeyken bile benden uzun olduğunu fark etmemiştim. Sadece nefretle dolu gözlerimi ona dikmiştim. Onun gözlerinde ise korku vardı. İnsanları bu kadar hafife almanın bedelini ödeyeceğini gayet iyi biliyordu.

   Siyah bandanamın kapattığı sol gözümün ardında ne olduğunu biliyordu. Bir süre konuşmadan onun yüzüne baktım. Boynuzları, her nefes alışında genişleyen koca burun delikleri, kaşlarının altında ezilmiş gibi duran korkutucu siyah gözleri… Yıllarca birçoklarını bu görünüşü ile korkutan mahlukat, şimdi af dilenircesine korkuyordu.

   Bandanayı çıkardığımda amacım ona ne yapacağımı anlamasını istememdi. Kaşımdan yanağıma kadar uzanan derin yara izi gözümün tam ortasından geçiyordu. Bembeyaz kesilmiş gözüm de bu yaradan nasibini almıştı.

   “Hatırlıyorsun değil mi?” dedim.

   Konuşup konuşmamak konusunda kararsızdı. Hala onu hayatta bırakabilirim umudu ile yanlış bir şey söylemekten korktuğu açıktı. Yine de bir cevap beklediğimin farkındaydı. Gururu daha ağır basmış olacak ki sonraki söylediklerini hiç beklemiyordum.

   “Keşke seni o gün öldürseydim!”


   Bundan on sene önceydi. On beş yaşında, her gün ölmeyi dileyen ama bir o kadar da yaşamak için savaş veren bir kızdım. Beni eğlenmek için kullanan o pis yaratığın emri altında neredeyse dokuz yıl kalmıştım. Dokuz koca yıl boyunca en ufak bir değişim bile göstermemişti. Her geçen gün benden daha çok nefret ediyordu. Kendi kurduğu kuralları dokuz yıldır yıkmış olmam onu olabildiğince sinirlendiriyordu. Her verilen görevi başarıyla tamamlamıştım. Ve ben her yaptığım iş için bir gün daha yaşamak ile ödüllendiriliyordum. Ama gün geçtikçe insanlar arasında efsane haline geliyordum. Ölümsüzler arasında dokuz yıldır yaşayan kız olarak anılmaya başlamıştım. Bu umut diğerleri tarafından gittikçe tehlikeli bir hal almaya başladığında ise Honroun ölmem gerektiğine karar vermişti.

   Bir gün sonra yapılacak olan gösteri için beni eğiten Draknid ismindeki yarı örümcek benzeri yaratık o günü es geçmişti. Bir gün sonra ne olacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama Honroun için bu yeterli değildi. Beni karşısına aldı ve tek eliyle belimden kavrayarak havaya kaldırdı. Diğer elini yüzümde gezdirirken uzun, keskin tırnakları içimi tırmalıyordu sanki.

   “İşimizi garantiye almamız lazım. Odağını kaybedersen ne yapacaksın bakalım.”

   Ne demek istediğini anlamamıştım. O an için bana nasıl bir acı çektireceğini düşünmekten başka hiçbir şey kafamdan içeriye girmiyordu. Uzun tırnağını kaşıma sapladığında çektiğim acı her gün aldığım kamçı darbelerinden daha fazlaydı. O pis tırnağını yavaşça aşağıya çektikçe ben de çığlıklar savuruyordum. Gözümü deşip gitmesine rağmen bir süre daha devam etti. Çektiğim acıdan yeterince memnun olduktan sonra ise beni kenara fırlatmıştı.

   O güne kadar ölmek istiyordum. Ama o gün yaşamak için ant içtim. Dokuz yıl boyunca zorluklar içinde ama hak ederek yaşamıştım. Bunu dahi bana çok görmüşlerdi ve ben bunun intikamını kesinlikle alacaktım. Hem Honroun’dan hem de diğer tüm yaratıklardan.

   Gösteri günü geldiğinde etrafta yine nefretle dolu yüzlerce yaratık vardı. Hepsi gözlerini bana dikmiş başarısız olmam için saniyeleri sayıyorlardı. Benden önce görevlerini başaramamış ve ölmüş olan altı çocuk onları tatmin etmemişti henüz.

   Tam karşımda duran sentor yayını çektiğinde benden istedikleri şeyi anlamıştım. Bir sentorun okundan kaçmak, hele ki bir gözü görmediği için odaklanamayan biri için çok zor bir iştir. Herkes o gün efsanenin biteceğine inanıyordu. Sentor yayını iyice gerip tam kalbime nişan aldı. Ok elleri arasından fırladığı gibi üzerime geliyordu. Ben ise yerimden dahi kıpırdamamakta ısrarcıydım. Bırakın bir çocuğu, bir insanın, hatta birçok yaratığın bile asla yapamayacağı bir şey denemek üzereydim.

   Oku havada yakalamak için elimi hızla hareket ettirdim. Metal ucundan tuttuğumda her şey bitmemişti. Parmaklarımı yarıp geçerken, demir ucuna bağlı sopasından kızıla boyanıyordu ve gittikçe kalbime yaklaşıyordu. Durması için göğüs kafesime çarpması gerekmişti. Ne elimdeki acı ne de göğsüme yarım santim giren okun ucunun sıcaklığı umurumda değildi. Tek düşündüğüm o günden sonra her şeyi değiştirmek istememdi.

   Benden kurtulmak için bana o kadar çok şey öğretmişlerdi ki, artık onlardan bile daha iyiydim. Ve onlar benden korkuyor, ben onlar ile eğleniyordum. O gün bir efsane doğmuştu ve sonrasında onların Azrail’i olacağımı tahmin bile edememişlerdi.


   Uzun yıllar sonra beklediğim fırsat artık önümdeydi. Ama onun kadar aşağılık biri olamazdım. Gardiyanlara emrimi verirken, odada tek şaşıran kişi Honroun olmuştu.

   “Zincirlerini açın. Ondan intikamımı adil şekilde alacağım.”

   Tahtıma doğru yürürken Honroun’un zincirlerinden gelen sesleri duyuyordum. Vampirlerin dilinde “Kurtuluş” anlamına gelen Salutar isimli kılıcımı kınısından çıkardığımda gülümsüyordum. Vampirler bu ismi vermekte çok haklılardı aslında…

   Honroun ayağa kalktığında ben hala arkamı dönük bekliyordum. İlk saldırı ondan gelmeliydi. Bu güne kadar hep böyle olmuştu ve ben buna alışmıştım. Honroun’un yeri sarsan iki adım atması ile birlikte dibimde bitmesi bir olmuştu. Arkamı döndüğümde bana doğru gelen boynuzlarına kılıcımı savurdum. Boynuzuna saplanan kılıçla birlikte birkaç metre ayaklarımın üstünde beni sürükledikten sonra savurduğu sağ kolu üzerime doğru geliyordu. Yerimden sıçrayıp koluna basmam ve kendi eksenimde takla atmam hiç zor olmamıştı. Beni yıllarca eğittikten sonra onun yaptığı her şeye karşı koyabilecek hıza erişmiştim. Kılıcımı boynuzundan çekip boşa salladığı kolunu bileğinden tek hamleyle kestim. Yaşadığı acıyla çıkardığı iğrenç sesin hemen ardından diğer yumruğunu var gücüyle savurdu.

   Yere iyice sindiğimde hala gözlerim onun üzerindeydi. Bir sonraki hamlesinin ne olacağını görmeyi beklerken kolu hemen üzerimden havayı tokatladı. Yerimden zıplayıp çenesini burnuyla birlikte ikiye yardım. İki adım geriye sendelediğinde o pis sesinden eser kalmamıştı. Yerimden fırlayıp sağ bacağını da vücudundan ayırmamla birlikte buraya geldiği gibi dizleri üzerine çökmüştü. Koca minotor korkuyla bana bakıyordu.

   “Seninle birlikte benim intikamım alınmış oldu. Sırada diğer herkesin intikamı var.”

   Kılıcım bu sefer onun kurtuluşu olmuştu. Kopmuş kafası havada takla atarken hala yaptığı hataları düşündüğüne eminim. Koca bedeni yere yığıldığında gardiyanların ona birer pislikmiş gibi baktıklarını fark ettim.

   Kopmuş kafasıyla birlikte şehirde ilerlerken arkamda çelik zırhlarıyla birlikte boyları iki metreyi geçen gardiyanlarım vardı. Pazardan yükselen sesler insanların bizi görmeleriyle tek tek kesiliyordu. Pazarda vampir dişi, sentor bacağı ve hatta minotor boynuzu bulmak bile mümkündü. Ama elimdeki kafanın yeri çok önceden hazırlanmıştı.

   Şehri saran surların tek girişi olan kapını üstüne Honroun’un kafası asıldıktan sonra halkımdan büyük bir sevinç nidası yükselmeye başladı. Kılıcımı havaya kaldırdığımda herkesin inancı çok daha artmıştı.

   “Ölümsüzlerin dönemi artık bitti. Size yemin ediyorum, dünya üzerinde tek bir ölümsüz dahi kalmayana kadar savaşacağım. Çünkü benim adım Yaseldin.”


Dip Not: Hikayenin öncesi için fikir edinmek isteyenler Yaseldin adlı öykümü okuyabilirler. Link aşağıdadır.

http://www.kayiprihtim.org/forum/yaseldin-t13009.0.html

Sayfa: [1] 2