Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Black Helen

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9
106
Korku & Gerilim Eserleri / İmago - Isabel Abedi
« : 16 Mart 2011, 17:57:46 »

Bu büyülü dünyaya adım atmaya hazır mısınız ?

Günün en sevdiği dakikalarıydı bunla... Birazdan saatin rakamları tamamen değişecek ve yeni bir güne merhaba diyecekti Wanja...

Fakat beklediği şey olmamış, yeni gün gelmemişti. Zaman durmuştu! Anlam veremediği bu kargaşa içerisinde, kendisinden başka kimsenin göremediği esrarengiz bir davetiye almıştı.

Yeni bir dünyaya, İmago'ya davetliydi.

Lucian ile okurların büyük beğenisini kazanan Isabel Abedi, fantastik dünyanın sınırlarını zorlamaya devam ediyor. Siz de onun farklı dünyasına adım atmak istiyorsanız, buyurunuz...

Alıntı
"İmago"ya hoş geldiniz..."

Nemesis Kitap'tan çıkan romanın çevirmenliğini Müjde Tok, editörlüğünü ise Hasret Parlak üstlenmiş. Detaylı künye bilgisi için buraya tıklayabilirsiniz.

107
Çizgi / Çizmeye Çalışmak
« : 13 Mart 2011, 19:32:44 »
Resim çizmenin bir el alışkanlığı olduğunu savunan ben aşağıdaki "ilginç" şeyleri çizmeye çalıştım. Ama işte her çalışma mutlu sonla bitmiyor.

Spoiler: Göster


Spoiler: Göster



Spoiler: Göster

108
Müzik / Evelyn Evelyn
« : 13 Mart 2011, 16:28:48 »
Evelyn Evelyn



The Dresden Dolls'un vokali Amanda Palmer ve Jason Webley tarafından 2007'de hayata geçirilmiş bir müzik projesi Evelyn Evelyn. Punk ve kabareyi harmanlayarak yaptıkları müziğin yanı sıra grup ismi ve görsel olarak da "Eva" ve "Lyn" adlı siyam ikizlerinden esinlenmişler. Albümleri de bu siyam ikizlerinin hikayesi üzerine ilerliyor. Verdikleri konserlerde de bu siyam ikizi kardeşlere benzemek için Amanda Palmer ve Jason Webley tek bir kostümün içerisine girip çalıyorlar.

Kişisel görüşüm Türkiye'de neredeyse hiç tanınmamalarına rağmen çok başarılı bir grup oldukları. Özellikle Evelyn Evelyn ve Sandy Fishnets adlı parçaları büyüleyicidir.

109
Düşler Limanı / Raks
« : 13 Mart 2011, 16:13:34 »
Raks


Cilalı, pahalı parkelerin üzerinde, sonsuz bir coşku ile raks eden ayakkabıların takırtıları bile, sahnede neş’e ile şarkı söyleyen Seyyan Hanım’ın billur sesini bastıramıyordu. Nameleri Büyük Sosyete Salonu’nu dolduruyor, Cumhuriyet’in ilk döneminin verdiği rahtlığı taşıyan şen ve havai insanları raks sevdasına boğuyordu.

“Gel artık gönlüme güzel inci. Dinlesin yıldızlar sevincini…”

Şarkısının son kelimesini de söyledikten sonra eğilerek selamını verdi Seyyan Hanım. Yüzünde orta yaşın getirdiği olgun gülümsemesi ve üzerinde siyah dantelli, uzun sahne elbisesi vardı. Bir an derin bir nefes alıp diğer şarkısına başladı.
Daha hızlı bir şarkının getirdiği anlık duraksamadan sonra insanlar daha hızlı bir tempoda baş döndürücü danslarına yeniden başladılar.

“Gel dedim, gelmem dedi. Sev dedim, sevmem dedi. Aldattı kaçtı…”

Tutkulu kırmızı tuvaletlerin, siyah kadife papyonlarla ayini tekerrür etti. Avrupai kıyafetleriyle kendilerinden geçmiş kadınlar ve erkekler huzuru notalara kapılarak yakaladı.

Salonun uzak köşesinde tüm bu şamatayı kıskanç gözlerle izleyen bir başka kadın kocasının kadehleri birbiri ardına yuvarlayışı karşısında sessizce iç çekiyordu. Mutlulukla raks eden çiftleri gördükçe suratı daha da asılıyordu.

Kocasının alkol kokan nefesini suratında hissetti.
“Ne güzel söylüyor Seyyan Hanım. Amma cilveli kadın.”

Adamın pala bıyıkları toparlak yüzünün üzerinde o konuştukça oynuyordu. Üzerine geçirdiği smokinin düğmeleri zar zor birbirine tutunabiliyordu. Seyyan Hanım’a laf atarken bir yandan da yan masadaki zehir yeşili tuvaletli genç sarışına çapkınca göz kırpıyordu.

Karısı sinir içerisinde gözlerini şarap kadehine dikti. Konuşmuyordu fakat çatık siyah kaşlarının suratında oluşturduğu ifade duygularını gayet iyi anlatıyordu.

Seyyan Hanım’ın sesi durduğunda salonun ortasındaki terli insanlar da rakslarına ara verdiler. Duvarlarda çınlayan bir alkış tufanı koptu. Seyyan Hanım tekrar o içten gülümsemesini takınıp on dakikalık ara için selam verip kulisine yürüdü. 

Kadın şarap bardağını eline alıp bir yudum aldı. Kırmızı şarap, bardağının içerisinde sarışının kadifeden elbisesi kadar parlaktı. Şarabın baharatlı kokusu kadının başını bulandırıyor, tadı geçmişindeki acı hatıraları kafasında diriltiyordu.

İlk evliliği, savaşta ölen kocası ve sonra zorla evlendirildiği yanındaki adam, şimdiki mutsuz evliliği… Hepsi korkunç bir buhranın içine çekiyordu kadını. Alkolün etkisiyle duygularına gem vurmakta zorlanmaya başlamıştı.

Seyyan Hanım sahnede tekrar yerini almıştı. Bu sefer üzerinde bir başka kostüm vardı. İnsanlara kış gecesinin soğuğunu unutturan ve bir yaz gecesi renginde parıldayan koyu mavi bir tuvaletti bu.

Yeni şarkı masasında oturan kadının kulaklarına dolarken kendisini bu ironinin güzelliğine gülmekten alamadı. Seyyan Hanım “Suna” adlı tangosunu söylemeye başlamıştı.

“Kalbime saplandı yeşil bakışın. Taparım sana sarışın.”

Yan masadaki sarışına bakan kocasına döndüğünde kocası da bakışlarını kadına çevirdi. Sonra da acımasız bir ses tonuyla  “ Raks edelim mi hanım?” diye sordu. Kadın dudaklarını sımsıkı büzdü. Bu kadar alaya alınmayı daha fazla kaldıramayacaktı.

Tokadı kocasının tombul yanağında patladığında Seyyan Hanım şarkısını kesti. Bütün yüzler karı kocaya doğru döndü ve raks aniden sekteye uğradı. Kadın sinirle masadan kalktı.

Sandalyesinin yanından aldığı değneğini, yarısından kesilmiş bacağının yerine kullanarak salonun ortasından geçip topallayarak kapıya doğru ilerledi. Salondan çıkmadan önce ardına baktığında müziğin yeniden başladığını ve hızlı notaların eşliğinde kocasının yeşil tuvaletli sarışını raksa kaldırıyor olduğunu gördü.

Ne hikmettir ki o anda Seyyan Hanım anlayan bakışlarla kadına bakıp “Çapkın” adlı tangosunu söylemeye başladı.

110
Şişedeki Mısralar / Şiirler Topluluğu
« : 09 Mart 2011, 21:48:15 »
Sonsuz Yaşamın Türküsü


İnsan sek içmeli zaferi
             Tadını çıkarmalı burnundan gelmeden
Yarınları düşünmemeli
             Daha bugün sona ermeden


Kovalarken saniyeler dakikaları
               Uymalı yalnız gerçeğin saatine
Yıkmadıkça basmakalıp düşünceleri
                Doymamalı hayat zevkine


Burnumda kayıp denizlerin kokusu
                  Elimde saadet şarabım
Başımda bir deniz kızının uykusu
                  Avucumda bölük pörçük hatıralarım


Ölümsüzlüğü düşleyen faniler gibi
                  Har vurup harman savuralım
Sonuna varana kadar saniyelerimizi
                  Özgürlük semayesine yatıralım


Ey evrenin büyük çarkı !
                 İzin ver dansa kaldırmamıza ölümü
Dön gönlünün istediği gibi
                Yeter ki koyma sıradan tek günümüzü
                

111
Kurgu İskelesi / Karanlık Masallar
« : 19 Şubat 2011, 15:21:29 »
1. Kaçış

Güzel bir vazoydu. Üzerindeki çiçek işlemeleri güneşin dokunuşunu hissedebilirlermiş gibi capcanlı parlıyordu. Fakat güzel olduğu kadar dayanıklı değildi. Taş zemin üzerindeki valsinin ikinci zıplayışında parçalarına ayrıldı. Hoş, onun gibi zemini kucaklayan diğerlerinin yanına, porselen cennetine gitmişti herhalde.

Kadın ve adam tüm bu yığının ortasında rus ruleti masalarında bile göremeyeceğiniz yırtıcı bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı. Kadının dağılmış saçının yanında adamın yırtık gömleği ironik bir uyum sağlıyordu. Kırılan eşyaların sesinin son yankısı da salonun duvarlarını terkettiğinde ortalığa huzursuz bir sessizlik çöktü. Fırtına sonrası sessizlikti bu. Tıpkı fırtınlar tarafından yerle bir edilmiş hayalet kasabalara çöken o ürkütücü durgunluk gibi.

Sessizliği yıkan ne adamın ne de kadının duyabildiği küçük bir burun çekme sesiydi. Odasının karanlık duvarlarına bakarak yatan kız çocuğuna aitti bu küçük isyan çığlığı. Kız yavaşça yatağında doğruldu ve içini çekti. İçeriden gelen şangırtılar dinmişti şimdilik. Artık duymamak için ölmesine gerek kalmamıştı. Bu onu rahatlatmak yerine daha da hüzünlendirdi.

Küçük ayaklarını soğuk taş zemine değdirdiğinde, ürperdi. Hava amma da soğuktu. Belki evden kaçmak için ideal bir gece olmayabilirdi ama yarın kreşe gitmekten veya ertesi akşam bir kavga daha dinlemekten çok daha iyi bir seçenek gibi gelmişti ona.

Mümkün olduğunca az ses çıkarmaya çalışarak çoraplarını giydi. Çantası çoktan hazırdı. Dedesinin bir daha göremeyeceği bir yere gitmeden önce ona bıraktığı masal kitabı, bir iki şeker - ki bu ona en az iki gün yeterdi - ve öğretmeninin ona hediye ettiği müzik kutusu sırtında fazla ağırlık yapmasına rağmen geride bırakamadığı eşyalarıydı. Müzik kutusunun melodisini çok severdi. Kapağını açınca içerisinde dönen kuşu daha da çok severdi. Ona bir zamanlar kaçmasına yardım ettiği küçük seçesini hatırlatıyordu.

Artık o da serçesi gibi gitmeliydi. Annesi ve babası ne kadar pişman olsalar da dönmeyecekti. Evlerinin yanındaki, annesinin hiçbir zaman içine adım atmasına izin vermediği ormana girecek, orada kendisine küçük bir kulübe yapacak ve beyaz atlı prensini bekleyecekti. Evet evet, böyle yapacaktı.

Odası karanlık olmasına rağmen eşyalara çarpmadan penceresinin önüne gelebildi. Karanlığı severdi, onu herzaman sarıp saklayan tek şeydi karanlık. Neden korkmalıydı ki karanlıktan? Sonuçta dedesinin masal kitabındaki masallarda canavarlar hep ölür, güzel prensesler prensini bulur ve sonsuza dek mutlu yaşarlardı. Karanlığın kötülük getirdiği yazılı değildi hiçbir masalda.

Penceresi, hemen önündeki ağacın gölgesiyle perdelenmişti. Sıcak yaz günleri bu ağaçta oynamaya bayılırdı. Tepesine tırmanır ve annesinin kızgın bağırışlarına rağmen aşağıya inmezdi. Şimdi ise asıl amacı aşağıya inmek olacaktı. Pencereyi kapalı tutan kolu çevirip kendine çektiğinde kar kokusu odasına doldu. Küçük beyaz bir kar tanesi gelip burnuna konduğunda heyecanla bir soluk koyuverdi. O kadar sevimliydi ki.

Pek sevgili ağacı giydiği beyazdan elbiseyle gecenin içinde bir dost gibi şefkatle dallarını uzatmıştı dört bir yana. Küçük kız bunlardan en sağlam görünenine doğru uzanıp sıkıca kavradı dalı. Daha önce de defalarca yaptığı gibi ağırlığının tümünü dala bindirinceye dek kendisini pencere pervazından sarkıttı. Dalın üzerinde durmayı başarabildiğinde kar yüzünden az daha aşağıya yuvarlanacaktı.


Hafifçe gülümsedi. Şimdiden çok heyecanlı dakikalar geçiriyordu. Kim bilir daha neler görecekti. Ağacın gövdesine yapışıp aşağıya kaydığında üstünün az da olsa ıslandığını hissetti. Ayakkabıları küçük bir pof sesiyle kara bastığında ise hasar kontrolu yapabilmek için bir an duraksadı. Sonra çantasındaki her şeyin sağlam olduğunu görünce rahatlayarak karların arasında yürümeye koyuldu.

Orman evlerine pek uzak değildi. Çitlerin hemen ardında başlayan ağaçlar ev ve orman arasındaki sınırı çiziyordu. Çitlere ulaştığında bir an geri dönüp terk ettiği eve baktı. Karanlık gecenin ortasında, beyaza bürünmüş duvarlarıyla kabusların ortasında beliren hayaletler kadar korkutucu bir hali vardı. Önündeki karanlık orman, evini gördükten sonra daha sıcak bir yuva izlenimi uyandırmıştı gözünde.  

2. Avcı



Emin adımlarla yüksek boyunlu ağaçların arasına yürüdü küçük kız. Ağaçlar o kadar sık ve uzundu ki bir yerden sonra kar bile kavuşamamıştı toprağa. Ağaç köklerinin üzerinden atlamak ise oyun haline dönüştü onun için.

Ormanın içine açılmış patika ebediyete ulaşırmışçasına uzanıyordu önünde. Arkasına baktığında geldiği yolu göremedi. Belki de kaybolmuştu. Fakat kaybolması için önce gideceği yolu bilmesi gerekirdi. Ya da gideceği bir yer olması gerekirdi. Fakat böyle ayrıntıları gereksiz gören kız, başı dik, her ayazla beraber ne kadar üşüdüğünü belli etmeyecek kadar gururlu ve bir yere varabileceğinden umutlu yürümeye devam etti.

Ormanın karanlık dehlizleri onun adımlarıyla aydınlanıyor, kuruyup eğilmiş ağaçlar yeniden dikleşiyordu. Kızın üzüldüğü tek şey kafasını kaldırdığında yıldızları görememesiydi. Oysa ki dedesinin bir zamanlar verdiği eğitim sayesinde gözü kapalı sayabilirdi takım yıldızlarını. Yıldızlar yerine annesinin gözleri kadar siyah kanatlı kuşları görmek ve onların kanatları kadar çirkin seslerini dinlemek bile onu yıldırmadı. Oysa ki bu kuşlardan hiç hoşlanmamış, onların serçesini kovalayan kuşlara çok benzediklerini düşünmüştü.

Dudaklarının arasından süzülen ince buhar artık ince olmaktan çıktığında uzakta, belki de hiç var olmayan bir yerde parlak bir ışık gördü. Zaten pes etmek gibi bir niyeti olmamasına rağmen zihninin küçük bir köşesi bu duruma memnun olmuştu.

Kız, giderek büyüyen ışığın doldurduğu gözlerini hiç kırpmadan adımlarını hızlandırdı. Yeterince yakınlaştığında da bu ışığın yakın alandaki bütün karları eritecek kadar parlak, barok dönem süslemeli gümüşten parmaklıklı bir kapıdan yayıldığını gördü.

Tereddüt etmedi bile. Sonuçta o evden ayrılırken her şeyin orada kalmaktan daha iyi olduğunu düşünmüştü. Hala da öyle düşünüyordu. Güçsüz kollarıyla zorlukla ittirdiği kapıdan geçip, beyaz ilahi ışığın içine girdi. Bir an her şey beyazdı, sonrasında da rengarenk.

Kıpkırmızı narlar, dolgun çilekler, asmalarının taşıyamadığı parlak üzümler ve binbir çeşit çiçek. Hatta siyah bir gülün yanına gidip kokladığında, mürekkep gibi koktuğunu sessiz bir şaşkınlıkla farketti. Arkasından gelen bir ses onu transtan çıkarana kadar öylece güle baktı.

"Bakıyorum bilgelik güllerimle çok ilgilendin küçüğüm. Ama buraya geliş sebebinin o gül olmadığını biliyorum."

Küçük kız sesin sahibinin görüntüsü hakkında ne düşüneceğine karar veremedi bir an. Kara bir dumandan şekillenmiş feminen vücut, kırmızı büyük gözler ve  aynı renk saçlar. Korkması gerektiğini biliyordu, çünkü bu kadın benzeri "şey" masallardaki prenseslerden çok cadılara benziyordu. Fakat o anda bahçedeki  bitkiler kadar gerçekçi görünmüştü gözüne.

Kadın hafifçe gülümsediğinde dudağının kenarındaki duman, gamze benzeri çukurları ortaya çıkardı.

"Bana karanlığın temsilcisi derler küçüğüm. Bu bahçenin sahibi ve koruyucusuyum. Ayrıca bilge kadın olarak da bilinirim. Fakat kullanmayı en sevdiğim adım Masal Avcısı'dır. Sen bana kısaca Avcı diyebilirsin."

Küçük kız cevap vermedi, meraklı gözlerle konunun nereye varabileceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Avcı devam etti.

"Madem benim Cennet Bahçemi bulmayı başardın, bunun bir ödülü olmalı. Burayı pek az insan varabilir. Şimdi bana kalbindeki dileği söyle."

Kız düşünürken kaşlarını çattı. Annesinin ve babasının bir daha kavga etmemelerini dileyebilirdi fakat onlar için hiçbir şey yapmak gelmiyordu içinden. Sonra aklına gelen parlak fikir onu epey heyecanlandırdı.

"Dedemi tekrar görebilmek istiyorum!"

Kadının suratı asıldı. " Bu çok büyük bir dilek ufaklık. Sonuçları da çok ağır olabilir. Yine de gerçek isteğinin bu olduğunu görebiliyorum. Bunu hediye etmek benim gücümü bile aşar. Fakat eğer senden istediğim bir kaç küçük işi yapmayı kabul edebilirsen belki benden daha güçlü olanları senin dileğini yerine getirmeye ikna edebilirim."

Kız bir an bile düşünmedi. Ormana girerken ve o evden kaçarken yapacağı herşeyin sorumluluğunu almıştı.

"Peki, kabul ediyorum."
Kadın yüzyıllar sonra ilk defa bu kadar şaşırmıştı. Yaşının çok üzerinde olgunluk gösteren bu kıza deney farelerini inceleyen öğrencilerin takındığı o sadist merakla baktı.

"Hmm. İlginç. Peki, kabul ediyorsan ne yapman gerektiğini anlatayım sana. Bana neden Masal Avcısı dendiğini biliyor musun? Nereden bileceksin ki. Çantandaki kitabı çıkar."

Kız şaşkınlıkla Avcı'ya baktı. Sonra da kafasını sallayarak kitabı çıkardı. Zamanın eskittiği, kahverengi ciltli, tozlanmış ve ortalama boyutlarda bir kitaptı. Kadın memnun bir sesle yeniden konuştu.

"Şimdi en son sayfasını aç. Ne görüyorsun?"

Kız kitabın arkasını çevirdi ve hep boş bırakılan beyaz sayfayı karanlık kapağın altından kurtardı.

"Bir şey göremiyorum."

Avcı gizemli bir şekilde gülümseyince gamzeleri yeniden kendilerini gösterdiler.

"Tekrar bak."

Kız gözleri istemsizce tekrar boş beyaz sayfaya kaydığında, sayfanın artık hiç de boş olmadığını gördü.
"Ama bu sensin !"
Geçekten de Avcı'nın karakalem ve ustalıkla çizilmiş bir resmi kitabın boş olması gereken son sayfasını süslüyordu.

Avcı kafasını salladı. "Evet o benim. Bütün masallar benimle biter. Çünkü ben masalların sonunda kötüleri cezalandıranım. Eskiden, çok eskiden işim buydu. Cadıları, kötü kraliçeleri ve kurtları ben yakalardım. Eşitlik dengesini yine ben kurardım. Ama artık kimse masal yazmıyor.

Senden istediğim şey şu. Her masalın içerisinde o masala ruh veren nesneler vardır. Bu nesnelerin masal içerisindeki gücü o kadar büyüktür ki, masal mutlu sonla bitmiş gibi görünse de o nesneler her an yeni bir sorun yaratma potansiyeli taşır.

Normalde bu nesneleri kötüleri cezalandırdıktan sonra bulur ve bu bahçeye kapatırdım. Ancak onları kapattığım sandık bir hain tarafından açıldı ve nesneler masallara geri döndü. Artık yaşlandım ve burnum koku almaz oldu. Senden bu nesneleri geri getirmeni isteyeceğim. Ancak o zaman istediğin şeye layık olduğunu kanıtlarsın. Bu görevi kabul ediyor musun?"

Küçük kız büyülenmiş gibi dinledi bu sözleri. Avcı sustuğundaysa dedesini düşündü. Onun güleç yüzünü, beyaz bastonunu ve kahve kokan ellerini... Ve karar verdi.

"Tamam bunu yapacağım."
Avcı bu sefer gülümsemedi. Bu küçük kız için gerçekten endişelenmişe benziyordu.

"O zaman elindeki kitap sana yol gösterecek ama dikkatli olmalısın. Senin zamanında kimin kötü kimin iyi olduğunu anlamak zor olacak. Süprizlere hazır olmalısın. İyi şanslar."

Sonrada şefkatli bir gülümsemeyle ekledi.

"Umarım başarırsın."

Son kelime de Avcı'nın dolgun, kırmızı dudaklarından döküldükten sonra beyaz ışık yeniden kapladı her yanı. Kız daha ne olduğunu anlamadan, soğuk ormana geri dönmüştü. Etrafına bakındığında bahçeden tek bir iz bile bulamadı. Ancak orman değişmiş, ağaçlarının arasındaki gölgeler en büyük kabuslara gebe, tekinsiz bir yere dönüşmüştü.

Kız artık masallar alemide, elinde eski bir masal kitabı, sırtında birkaç şekerleme ve kalbinde dedesini tekrar görme arzusuyla tek başınaydı.

112
Oyunlar / Silent Hill 8 : Downpour
« : 25 Ocak 2011, 20:17:05 »


Silent Hill efsanesi devam ediyor. Sırada Silent Hill 8 : Downpour var. Yapımcıların iddiasına göre gelmiş geçmiş en başarılı Silent Hill oyunu olacak. Orijinal kamera açıları geri dönecek, gerçek zamanlı yapı değişimleri gerçekleşecek, gece ve gündüz kavramları devreye girecek, The Creeper ve The Screemer isimli iki ruh hastası düşman peyda olacak ve metro ile şehir gezileri mümkün kılınacak. Yapım, muhtemelen Mayıs ayında, PS3, X360 ve PC için piyasaya sürülecek.
Öyleyse bize de heyecanla beklemek düşer.


113
Kurgu İskelesi / Cehennemdeki Donmuş Nehir
« : 22 Ocak 2011, 18:14:19 »
Cehennemdeki Donmuş Nehir

Katil ellerindeki kana bakakaldı. Yerde kadının cesetinin yanında kendisine yollar açarak ilerlemekte olan kırmızı  birikinti, sokak lambalarının ışığının altında ölümün yumuşak parıltısını saçmaktaydı. Kadının gözleri parlaklığını yitirmiş, çöp tenekelerinin yanındaki basit ve zamansız ölümünü kabullenmiş bir ifadeye bürünmüştü.

Katil iki adım geriledi ve tenekelerin karşısında duran, ara sokağın sınırlarını belirleyen duvarın dibine çöktü. Bu işte yeni olduğu faltaşı gibi açılmış kara gözlerinden belliydi. O gözlerde az önce bir can almış olmanın getirdiği inanmazlık ve delilik rüzgarları uğulduyordu. Nedensiz cinayetin getirdiği delilik.

Çöp tenekelerinin üstünde kara bir kedinin, gözlerini hiç kırpmadan kendisine baktığını, dehşetinden kurtulmaya başladığı zaman farketti. Suçlayan mavi gözler, şaşırtıcı zeka parıltılarıyla yanıp sönerek, acıyan bir insanın bakışlarındaki kederi taşıyordu. Katil dehşetinin yeniden başının arkasını dürtüklediğini hissetti.

Gözleri kanların ortasında boylu boyunca uzanmış kadına kaydı. Onun yerinde olmak istedi. Huzurlu ve umursamaz. Kendisiyle dalga geçercesine dingin bakan açık kalmış gözleriyle, öylece yatıyordu işte.

Katil daha fazla bakmaya dayanamadığından kafasını çevirdi ve kedinin eski yerinde duran küçük kızı gördü. İki yandan örgü yapılmış saçları, alaycı mavi gözleri ve donuk yarım gülümsemesiyle oradaydı. Bir intikam meleği gibi dikiliyordu. Ölmüş kızını görüyor olmanın verdiği dehşetle, yarım bir çığlık bile atamadı katil. O susunca sessizleşen dünyada, ruhunun kırıldığını, paramparça olduğunu duydu.
-----------------
                                                         
Yeşil çayıra baktım. Önümde sonsuz bir düzlükle uzanıyordu. Yeşilin her tonunda, çıldırtıcı derecede mükemmel. Ortasından geçen safir rengi nehire nispet yapar gibi dalgalanıyordu çimenler, nereden geldiği belli olmayan rüzgarlarla. Dünyada safir rengi ya da mavinin herhangi bir tonunda nehir göremezsiniz. Aynı şekilde dünyada kutsal bir nehir de göremeyeceğiniz için pek garipsememelisiniz bu durumu. Hiçbir yer ölüler diyarı kadar yapmacık değildir bu bakımdan.

Masmavi bir göyüzü, parlak yeşil çimenler, kaz tüyü gibi yumuşak görünen bulutlar ve safir rengi bir nehir. Hepsi bir cehennem yaratmak için yeterlidir. En azından benim cehennemimi yaratmak için yeterlidir, sizinkini bilemem.

Ah, hayır ben bir ölü değilim. Ben bir Görevli'yim.  Keşke bir ölü kadar sorumsuz olabilsem ama ölümsüz olmanın getirdiği bazı sorumluluklar var. Zamansız ölenler geçidi görevlisi olmak gibi, mızmız ruhlara çayırın sonuna kadar eşlik etmek gibi. Boş işler müdürüydüm kısaca.

Yanağımı yalayan rüzgar bana sorumluluklarımı hatılattı tekrar. Kafamı kaldırıp artık beyaz olamayan bulutlara baktım. Bir mezar gibi kararmışlardı. Çayır artık o kadar da güzel görünmezdi gözünüze. Çılgınca bir rüzgar çimenleri ağır ağır dalgalandırarak yeni bir ruhun gelişini haber veriyordu.

Bulutlara baktığımda merhumun yüzünü gördüm. Güzel bir kadındı, ölmek için çok gençti. Fakat ölüm seçiçi bir arkadaş değildi. Bilirsiniz herkes ölür. Benim gibi zavallılar dışında.
 Bulutlarda dalgalanan yüz solmaya başladı. Eğer bulutları okumayı biliyorsanız, ya da en azından kafanızı kaldırıp yukarıya bakmayı hatırlarsanız, bu beyaz yığınlar size çok şey anlatabilirler. Ölenlerin yoludur bulutlar.

Nehire doğru yürümeye başladığımda havanın soğduğunu da hissetmek şerefine nail oldum. Çayırdaki otlar buz tutuyor, nehir yavaşça donuyordu. Anormal bir durum değildi. Bir ruh buraya geldiğinde ortalık hep buz tutardı. Çünkü ruhlar sıcak havaları sevmezler. Bu yüzden cehennem sıcaktır. En azından sizin cehenneminiz sıcak. Benimkinde donmuş nehirler var çünkü.

Nehrin üzerinde yürüyen ruhu gördüğümde kıyıya varmıştım çoktan. Süzülürcesine yürüyerek önüme geldi.

“Ne oldu bana?” diye sordu, titrek bir sesle. Sesi yankı yaparmış gibi çıkıyordu.
“ Öldün.” dedim uzatmadan.

Cevabı, yüzyıllardır ilk defa bu kadar şaşırmama neden oldu. Diğer gelenler gibi ağlamaya başlamadı, kendisini dünyaya döndürmem konusunda yalvarmaya ya da rüşvet vermeye de çalışmadı. Sadace bir süre düşünüp “Hmm. Sanırım hatırlıyorum.” dedi. Kabullenişi çok ilginçti doğrusu.

Yüzümü buruşturdum. Bir insanın ölümünü hatırlaması kadar pis bir şey yoktur. Tam ona refakat edebilmek için elimi uzatıyordum ki yeniden konuşmaya başladı.
“Önce bir isteğim olacak.”

Az daha kahkaha atacaktım. Bir istekmiş daha neler! Hangi insan ölüp bir şey ister ki? Yine de bu kadının ne isteyeceğini merak ediyordum. Hem ilginç bir kadındı hem de şamata koparıp beni yormamıştı.
“Neymiş bakalım?” dedim sabırsızaca.

“Beni öldüren herifi bulup, bunu ona ödetir misin?”

Gözlerimin içine baktı. Bir “ taş attım da kolum mu yoruldu?” vakaasıyla daha karşı karşıyaydım. Yıllardır dünyaya gitmemiştim. Dükkanı kapatıp on dakika sonra döneceğim diyen esnaflar kadar rahat da davranamazdım. Ama bir şekilde beni cezbetmişti.
 Hem bu kadına acıdığımdan hem de küçük bir tatil bana iyi geleceğinden hayır diyemedim.
Kafamı olumlu anlamda salladığımda yüzüne yerleşen huzuru unutamayacaktım. Sessizce çayırın sonuna yürüdü ve gözden kayboldu. Ben de ufak bir işi halletmek için geri döndüm, kovulduğum cennete. Dünyaya.

-------------------

Adamın zihninin kırıldığını duyunca gülümsedi küçük kız. Onu öldürmemişti. Öldürülmeyi haketmiyordu çünkü. Ama ölünceye değin taşıyacağı izdırap ve delilik tohumları ekmişti beynine.

Küçük kız duvarın önünde kıvranıp kendi kendine sayıklayan adamın yanından geçip yerdeki cesedin yanına çömeldi. Kadının kulağına “Huzur bul. “ diye fısıldadı rüzgarın uğultusuna karışan bir sesle.  Sonra da geldiği yere, bulutların üstüne, cehennemdeki donmuş nehrine geri döndü.

114
Güncel / Büyük Türkiye- Yılmaz Özdil
« : 08 Ocak 2011, 18:45:30 »
*Hayatımda okuyup okuyabileceğim en güzel köşe yazısıydı. Ne siyaseti var ne de başka bir şeyi. Salt mizah bu devirde zor bulunuyor.

Büyük Türkiye- Yılmaz Özdil


Ayşe’yle yaptığımız röportajda, “Tercih şansım olsaydı, küçük ilanlarda yazmak isterdim” dedim... Belki merak edersiniz:

“Niye?”

*
Bi tanesi “70 yaşındaki annemizin bakımını üstlenecek, geçim sıkıntısı çeken orta yaşlı bayan arıyoruz” demiş mesela... Güler Sabancı filan başvurmasın yani... Biri de, “Emlak bürosunda telefonlara bakacak bekâr bayan” arıyor... Evliler telefona bakamıyor çünkü.
*
İhracatçı firmaya lazımmış:
“Külotta çalışacak bayan...”
Oha!
*
“Hastanemize KBB, göz, üroloji, kardiyoloji, radyoloji, plastik cerrahi, gastroentroloji uzmanları, anestezi teknisyeni, diyetisyen, fizyoterapist, eczacı, hemşire aranıyor” demiş biri... Bina var, bunları da bulsun, hasta kolay.
*
“Kebaptan anlayan tecrübeli
garson aranıyor...”
Ki, çiğköfte diye brokoli götürmesin.
“Marketimize tecrübeli manav...”
Ki, hıyarı görünce tanısın.
“Fönü kuvvetli kalfa aranıyor...”
Makine yok, üfleyeceksin.
“Başıbüyük’te devren kuaför...”
Oooo, çok iş vardır orda.
“Marangozlu nakliyeci...”
Kıracak herif, belli.
“Kişilikli eleman alınacaktır...”
Yavşaklar meşgul etmesin lütfen.
*
“Emekli asker idare amiri aranıyor”u görünce, üşenmedim, telefon ettim, ben emekli pilot korgeneralim, maaş ne kadar diye sordum, nutku tutuldu karşımdakinin, 20 saniye filan sessizlik oldu, en fazla albay arıyorlarmış, anlaşamadık malesef.
*
“Konusunda deneyimli, insan ilişkilerinde başarılı, dış görünümüne önem veren, dinamik kişiliğe sahip, diksiyonu düzgün, ekip çalışmasına inanan elemanlar alınacaktır...”
İş ne biliyor musunuz?
Mobiletle su dağıtacak.
*
“Şarkütör aranıyor...” Entel şarküteri.
*
“20 dönüm koru içinde, müstakil, şömineli, saunalı, Amerikan barlı, spor salonlu, oyun bahçeli, çift yüzme havuzlu, açık-kapalı garajlı, 24 saat güvenlikli villa, 5 milyon dolar...” Kelimesi 4 liradan küçük ilanla satıyor, iyi mi!
*
“Evlere kadın gönderilir.”
Harbi harbi...
Bildiğin pezo.
*
“Hortumcuya vasıflı eleman aranıyor...” Bizim eski bankacılar gene şirket kurmuş herhalde... “750 bin dolar sermaye koyacak, ortak aranıyor...”
E, keriz aranıyor diyemeyeceğine göre... “Altılı ganyan sistemlerimi finanse edecek yatırımcı aranıyor...” Keriz arıyorum denebiliyormuş demek ki.
*
“Marketlerde firmamız adına tattırma yapabilecek bayan...” Tövbe tövbe! Dondurma satsa, ne arayacak acaba?
*
“Etiler civarında şoförlük arayan” var... Müşkülpesent bir arkadaş, Florya’ya gitmez, oralarda gezeceksen, ara... “Üç lisan bilen, piyano öğretmeni mürebbiyeyim, elit aile arıyorum” diyen de var... Ümraniye’deki gecekonduna viyolonselci arıyorsan, başka kapıya.
*
“Boğaziçi mezunundan evlerinizde 25 liraya ders verilir...” Ki, o dersi alıp Boğaziçi’ni kazan, 5 sene dirsek çürüt ve sonra evlere gidip 25 liraya ders verebil.
*
İşte bu nedenle, tercih şansım olsaydı, “küçük” ilanlarda yazmak isterdim... “Büyük Türkiye” denilen ülkeyi,
oradan iyi hiçbir sayfa anlatamaz çünkü.

115
Korku & Gerilim Eserleri / Le Horla (Cinnet)
« : 28 Aralık 2010, 20:34:55 »
Le Horla ( Cinnet) - Guy De Maupassant
 


Alıntı
O geldi. Saf insanların ödünü patlatan, insanların bedenine girdiklerinde tedirgin rahiplerin dualarla kovduğu, büyücülerin ortaya çıktığını görmeden karanlık gecelerde çağırdığı, insanların önsezileriyle, cinlerle perilerle kötücül ya da iyicil özelliklerini yakıştırdığı o yaratık çıkageldi. İlkel korkunun kabaca anlaşılmasından sonra, kavrayışı yüksek insanlar bu korkuyu daha açık hissettiler. Mesmer, bunu tahmin etmişti. Doktorlar, daha on yıl önceden, kendisi bile daha denemeden önce o yaratığın gücünün beye benzediğini kesin bir biçimde ortaya çıkarmışlardı. Bu yeni Tanrının silahıyla, tutsaklaşan insan ruhu üzerindeki gizli bir iradenin egemenliğiyle uğraştılar. Manyetizma, hipnotizma, ya da ne bileyim, telkin diye adlandırdılar bunu. İhtiyatsız çocuklar gibi, bu korkunç güçle oynayıp eğlenirken gördüm insanları! Vay bizim halimize! Vay insanların haline! O geldi, adı... adı ne onun? Bana öyle geliyor ki, adını haykırıyor ama ben onu duymuyorum. Evet, adını haykırıyor... Dinliyorum... duyamıyorum... tekrarlıyor... Horla... duydum... Le Horla... Evet o... Le Horla... Geldi...

Kuşkusuz ki Le Horla, Guy De Maupassant'nın bütün eserleri içerisinde en karanlık olanıdır. Anlatıcının ruhunu ele geçirmeye çalışan eski ve korkutucu bir varlığa karşı verdiği savaşı, cinnetle sükunet, delilikle dahilik arasında dans ederek anlatışı, fantastik korku unsurlarıyla baharatlandırılmış olan hikayeyi samimi bir günce şeklindeki yazışı ve insan psikolojisini bu kadar incelikli işleyişi Guy De Maupassant'a büyük ün kazandırmıştır. Sonu da başı kadar etkileyici olan hikaye bir adamın cinnet anındaki umutsuzluğu ve ruhsal karmaşasıyla okuyucuya hükmetmektedir.

Alıntı
Vakitsiz ölüm! İnsanın bütün korkusu ondan kaynaklanıyor! İnsandan sonra Le Horla. Her gün, her saat, her dakika her türlü kazayla ölebilenden sonra, yalnızca günü, saati ve dakikası dolduğunda ölen geldi; çünkü o, varlığının son sınırına ulaştı artık!

Arka Kapak

Modern Fransız öykücülüğünün öncüsü sayılan Guy de Maupassant aynı zamanda Dünya öykücülüğüne de damgasını vurmuştur. Le Horla onun Türkçe'de ilk kez yayımlanan kitabıdır. Ölümüne yakın onda saplantı haline gelen ikinci kişi bunalımının öyküsüdür bu.

Kendisini denetlediğine inandığı, bu ikinci kişi belki de bir hastalığın adıydı. Ama Maupassant ona karşı direnebildiği kadar direndiyse de çareyi ölümde buldu. Bu olağanüstü, meraklı öykünün yanısıra kitapta Maupassant tarzının en güzel öykülerinden öyküler de bulacaksınız.


 

116
Sinema / Tiyatro
« : 17 Aralık 2010, 20:55:17 »
Tiyatroyla ilgili bilgileri paylaşabileceğimiz, tanıtımları yapabileceğimiz naçizane bir köşe.

117
Gezginler Kamarası / Kedi, Merak ve Ölüm Üçgeni
« : 28 Eylül 2010, 21:12:41 »
*Günlük hayattan tatlar, bazen saçmalıklar ve bazen de ciddi olmayan ciddi konular anlatacağım size. Kalemim kırılmadığı, zihnim yok olmadığı sürece.

1




 Onu farketmemin nedeni bana bakmamasıydı. Diğer insanların aksine, durakta öylece ellerine izleyerek ve ara sıra da kendi kendine söylenerek oturuyordu. Tuhaf görünüşlü bir kadın olduğunu söyleyebilirdim. Aslında diğer insanların yaptıklarından başka şeyler yapan herkesin tuhaf sayıldığı bir çağdaydık.

Toplumumuzda, otobüsle seyahat eden insanların yüzüne dik dik bakmak gibi bir fantezi vardır. Bu bakışların yarattığı yüksek dozajdaki rahatsızlığı, otobüsle sık sık seyahat eden insanlar bilir. İşte o kadın, dik dik bakanların aksine, beni rahatsız etmemesi sayesinde ilgimi çekmişti.

Yine bir öküz - tren çıkmazı içindeydik. İçimden bir ses camı açıp " Ne bakıyorsunuz ?" diye bağırma taraftarıydı. Ama ben taraf tutmam. O yüzden sadece oturup izledim. İnsanlar ilk önce yolculuğun nereye olduğunu öğrenmek için otobüsün ön camındaki ışıklı tabelaya bakıyor, “Taksim- Hamidiye Mah. “ yazısı içlerini açmayınca da trenin geçişini izleyen bir sürü gibi, boş ve hayattan bıkmış gözlerle bizi dikizliyorlardı.
 
Rahatsız ediciydi. İnsanda elleriyle yüzünü saklama isteği uyandırıyordu. Fakat benim, otobüste yaşanılan sahne korkusuyla ilk defa karşılaşışım değildi bu. Her Allah'ın günü aynı insanlar, aynı pozisyonda, aynı surat ifadeleriyle, oturdukları yerden “zavallı otobüs insanları” nı süzerdi. Hatta bir ara ciddi ciddi bu insanların sırf bizi izlemek için geldikleri gibi paronayak bir fikre kapılmıştım.

 Genelde otobüs hareket edene kadar devam eden bu rahatsızlık, İETT durağından çıktıktan sonra yerini hoş bir ferahlık ve özgürlük hissine bırakırdı. Ayı oynatıyormuşuz gibi otobüse bakanların aksine, bize tamamen kayıtsız kalan o kadın şu dünyada aklı başında insanların var olabileceğine de inandırmıştı beni.

 Duraklar giderek geride kalırken, kadını da karmaşık düşünce çöplüğümde geri plana atmam kolay olmuştu. Tabi otobüsün ilerlerken yarattığı sarsılmalar  ve aniden otobüsün önüne atlayan bir çocuğun yarattığı “ekşın”  da geri kalan düşünceleri unutmamda rol oynamadı diyemem.

Ertesi gün, okul çıkışı yine o durağa gittiğimde, kadını dün akşamki pozisyonunun aynısında buldum. Dikkatli bakınca ilgimi daha çok çekmişti doğrusu. Buruş buruş bir yüzü ve önleri grileşmiş, arkalarıysa simsiyah boyanmış saçları vardı. Ancak ilgimi en çok çeken şey, cart kırmızı leopar desenli kenarları siyah dantel işlemeli elbisesi, onun bir ton açığı deri, eskimiş bir ceket ve orta çağdan kalma gibi görünen siyah, dize kadar uzanan çizmelerdi. İnsan böyle bir kombinasyon gördüğünde diğer şeylere pek dikkat edemiyor.

 Merak kediyi öldürürmüş. Ölmeden önce yaptığım son şeyin o kadının yanına oturmak olmasını pek istemezdim doğrusu. Yine de gittim ve oturdum. Bir yandan da saatimi kontrol ediyor ve gelen otobüsü kaçırmayayım diye yolu kolaçan ediyordum.

Sonradan farkettim ki kadında paranoyak olan bir şeyler vardı. Kendi kendine söylenmeyi bıraktığı anlarda sağa sola bakıp duruyordu. Yüzüne peynir çalarken yakalanmış bir tilkinin kurnaz ve endişeli ifadesi yerleşiyordu.
 Bir an sanki ona baktığımı hissetmiş gibi aniden dönüp gözlerimin içine baktı. Sanırım şu anda da benim yüzüme repliğini unutmuş bir oyuncunun yüz kızarıklığı yerleşiyordu. Etme bulma dünyası neylersin.
 
Kadının kömür karası gözlerinde bir madencinin yılgınlığını buldum. Tuhaf, adını koyamadığım bir alev dans ediyordu o gözlerde. Bir saniye sonra gözlerini benden ayırdı. Tekrar öne eğilip bu sefer duyabildiğim bir sesle ve hiddetle konuştu.

“Pezevenk! Hala gelmedi. Ne zaman yüzüğü bulacak da gelecek. Pezevenk...”

Aynı cümleyi tekrar tekrar söylemeye başladı. Haliyle ben de irkilip bankta ondan biraz uzağa kaydım. Durağın önünden geçerken kadının söylediklerini  ve benim tepkimi farketmiş, hareket amirliğinde çalışan tonton bir memur amca gülümseyip, yanına gelmemi işaret etti. Normalde iyi bir çocuğumdur, yabancılarla konuşmam. Ama bu kadar tonton bir memur amcadan bu kadar sevimli bir gülümseme gelince insan şeker falan mı verecek diye merak ediyor doğrusu. Üşenmedim, kalkıp yanına gittim. Kulama eğildi.

“ Korkma kızım, o buranın delisidir. Her gün süslenip püslenip gelir, müstakbel koca adayını bekler. Beklediği koca adayı da gelmediğinde sinirlenip, küfretmeye başlar. Sen korkma zararsızdır. Bu dünyadakilerle işi yok onun.”

Amcanın dev cüssesinden arta kalan manzarada beklediğim otobüsün geldiğini görünce tüm şirinliğimi takınıp, teşekkür edip, otobüsüme koştum. Her zamanki gibi de cam kenarına oturdum. Fakat bu sefer gözünü dikip bana bakan insanlardan o kadar rahatsız olmadım. Sonuçta dünyada aklı başında insanlar olduğu varsayımım yine yanlış çıkmıştı. Diğer tüm varsayımlarım gibi. Otobüs hareket edip de durakta hala gelmeyen kocasını bekleyen kadın gözden kaybolurken iç geçirdim. Gelsin hayat, bildiği gibi gelsin!

118
Televizyon / Gönlümüzün Şampiyonları
« : 30 Ağustos 2010, 11:55:49 »
**Ben spor diye bir bölüm göremediğim için konuyu buraya açtım.

Türkiye İkide İki Yaptı



2010 FIBA Dünya Şampiyonası’nın ev sahibi Türkiye, ilk 14 sayısını dört üçlük ve bir smaçla bulduğu Ankara’daki Fildişi Sahili maçını 86-47’lik skorla kazanarak şampiyonaya rüya bir başlangıç yaptı.


2010 FIBA Dünya Şampiyonası C Grubu’ndaki ikinci maçında Rusya ile karşılaşan A Milli Takım, mücadeleden 65-56 galibiyetle ayrılmayı başardı.

Ankara Spor Salonu’nda oynanan karşılaşmayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, Danıştay Başkanı Mustafa Birdem, Ankara Valisi Alaaddin Yüksel, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Gençlik Spor Genel Müdürü Yunus Akgül, Türkiye Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel ve 10.000 basketbolsever izledi.

Kerem Tunçeri, Ömer Onan, Hidayet Türkoğlu, Ersan İlyasova ve Ömer Aşık beşiyle karşılaşmaya başlayan Millilerimiz, ilk dakika içerisinde skor üretemedi. İlk iki dakika içerisinde Ay Yıldızlılarımız skor bulamazken, Rusya ise Sergey Monya ile durumu 0-3 yaptı. İlk sayılarını Ersan İlyasova ile serbest atış çizgisinden bulan Millilerimiz, Ömer Aşık’ın da basketiyle durumu 3-3’e getirdi. Andrey Vorontsevich’in basketine Ömer Onan ve Kerem Tunçeri ikilisiyle karşılık veren A Milli Takım, 9-6 öne geçti. Ancak Rusya, Bykov ve Kaun’un basketleriyle bir kez daha skor üstünlüğünü eline aldı (9-12). Millilerimiz, son bölümde yakaladığı seriyle periyotu 16-15 önde tamamladı.




İkinci periyotun ilk dakikası içinde takımlar skor kaydedemezken, Millilerimiz, Ersan İlyasova ile farkı üç sayıya çıkarttı (18-15). Bu bölümde savunmada çok iyi bir performans sergileyen Ay Yıldızlılarımız, Ender Arslan’ın da üç sayı isabetiyle farkı 6 sayıya çıkarttı (21-15). Alan savunmasına dönen Milliler, hücumda da pota altına top indirerek etkili oldu. Dış atışlarda istediği oranı yakalayamayan Rusya karşısında özellikle Ender ile kontrolü elinde tutan A Milli Takım, 16.dakikada durumu 25-16’ya getirdi. Semih Erden’in basket faulüyle 28-18’lik skorla farkın 10 sayıya çıkmasının ardından Rusya, alan savunmasına döndü. Sinan Güler’in üç sayılık basketiyle son dakikaya giren A Milli Takım, devre sonunda da soyunma odasına 33-22 üstünlükle girdi.

Üçüncü periyotta topu boyalı alana indiren Rusya, Sasha Kaun ve Vitaly Fridzon ikilisiyle yakaladığı 6-0’lık seriyle farkı 5 sayıya indirdi (33-28). Mola alan Millilerimiz, Ömer Aşık’ın hücum ribaundunu smaçla tamamlaması sonrasında ikinci yarıdaki ilk sayılarını buldu. Yeniden alan savunmasına dönen Ay Yıldızlılar, özellikle pota altında Ömer Aşık’ın hücumdaki gayretiyle farkı 25.dakika geride kalırken 8 sayıya çıkarttı (37-29). Rusya’nın molası sonrası Hidayet Türkoğlu ile basket bulan Milliler, Semih Erden’in skora katkı yapması ve Kerem Tunçeri’nin de son saniye basketiyle periyotu 48-37 önde kapattı.

Mücadelenin final periyotuna iki takımda alan savunmasıyla başlarken, Rusya, Sergey Bykov ve Dimitriy Khvostov’un üçer sayılık basketleriyle farkı 7 sayıya indirdi (50-43). Hidayet Türkoğlu’nun turnikesiyle rakibinin serisine son veren Ay Yıldızlılar, savunmadaki başarısını da sürdürerek rakibine kolay sayı şansı vermedi. İki oyun kurucuya dönerek hücum eden A Milli Takım, son üç dakikaya 59-51 üstünlükle girdi. Hidayet Türkoğlu’nun önce dışarıya çıkan topu içeriye çevirmesi ve ardından da bulduğu üç sayılık basketle Milliler farkı 11 sayıya çıkarttı (62-51). Bu dakikadan sonra özellikle etkili oyununu sürdüren A Milli Takım, karşılaşmadan da 65-56 galibiyetle ayrılmayı başardı.

http://www.tbf.org.tr



119
Eğlence & Mizah / Öğrencilik Yıllarınızdaki Komik Olaylar
« : 27 Ağustos 2010, 00:04:20 »
Başlık gayet açık.Öğrencilik yıllarınızda yaşadığınız komik olayları ve ya yaptığınız muzurlukları anlatabileceğiniz naçizane bir köşe burası.Ben başlayayım.

Bizim bir zamanlar yaşlıca bir sosyal hocamız vardı. Ders anlatırken sürekli tahtamızın yanında bulunan bir sütuna yaslanırdı.Biz de bir gün nereden aklımıza estiyse orayı kırmızı ve mavi tebeşir tozlarıyla kapladık ( ki duvarın renginden de belli olmuyor tebeşir tozları) Bizim hoca da bembeyaz gömleği giyip o duvara yaslandı.Veee sonuç mavi- beyaz- kırmızı Fransız bayrağı gibi bir gömlek  :)

120
Düşler Limanı / Pervane, Sivrisinek ve Kedi
« : 20 Ağustos 2010, 17:07:29 »
Pervane Sivrisinek ve Kedi

Bir pervanenin sonu gibi geldi sonum veya bir sivrisineğinki gibi.Aşkla koştuğu alevler tarafından yakıp kül edilen pervanenin sonu ne kadar hazinse o kadar hazindi. Büyüleyici ışık tarafından çekilen ve sonra yine o ışığın görkeminden kör olup, yere düştüğünü bile anlamadan, dikkatsiz ayaklar altında ezilen sivrisineğinki gibi. Eğer acımın ne kadar büyük olduğunu merak ediyorsanız bunu arabaların ezdiği yavru kedilere sorabilirdiniz. Sadece onlar yarışabilirdi benim öksüzlüğümle.

 Her şeyin bir sonu olduğu fikri eminim ki pervaneden daha mantıklı gelecektir bana. Sonuçta ne pervane ne de sivrisinek öleceğini kalpleri durduğu ana kadar düşünmez.Çünkü onların içgüdüleri ölmek için değil yaşamak için çalışır. Benim aksime doğdukları andan itibaren sonuna kadar savaşmaktır onların kaderi. Fakat ben yorulduğum ve daha fazla savaşamayacağımı anladığım  bir anda teslim olabilirim.Savaşı bırakıp, çekip gidebilirim. Pek etik olmaz ancak yine de ölmek her zaman bir seçenektir. Bu büyük sorumluluk, en sorumsuz insan olan benim için bile omuzlarımda taşıdığım bir kasa gibidir.Ağır ve içinden ne çıkacağı hiç bilinmeyen.

Bir kedinin aksine ben her zaman dört ayak üzerine düşmüyordum. Fakat kedi de benim aksime kendi kaderini şekillendirip, sonlandıramıyordu. Ama ben bir kedi mi, yoksa kendim mi olmak isteyeceğime daha karar vermemiştim. En azından şunu biliyordum ki ben kedi gibi hazırlıksız değildim ölüme karşı.Sivrisinek ve pervane kadar şaşalamazdım sonu bulduğumda.

Ve yine dalgalı denizin üzerinden sivri tırnaklar gibi yükselen kayalıkların üzerinde kırıklar içinde yatarken fark ediyordum  ölümün sorumluluğunu taşımak için çok güçsüz olduğumu.Kıyafet değiştirir gibi yaşamı ölümle değiştirmiştim.Artık pişman olmak için çok geçti.Sona yaklaşıyordum ve bu yolun geri dönüşü yoktu.Sivrisinek, pervane ve kedinin aksine ben ölmekte olduğumu biliyordum.
 
Hapsolduğum bu karanlıkta ne bir pervane için ateş, ne sivrisinek için bir damla kan ne de kedi için bir parça balık vardı. Fakat son nefesim de ciğerlerimi boşaltırken bir pervanenin elime konduğunu hissettim.Bir sivrisineğin vızıltısı kulaklarımda dolanıyordu.Ve yıldızlar tıpkı bir kedinin gözleri gibi parlıyordu.

Sayfa: 1 ... 6 7 [8] 9