Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Black Helen

Sayfa: 1 ... 7 8 [9]
121
Şişedeki Mısralar / Huzurun Sonu
« : 17 Ağustos 2010, 18:21:08 »
Huzurun Sonu

Gelirken tek bir parıltıyla,
Karanlık huzurun sonu
Ve ben,
Kalbimin mutsuz tıkırtısını dinledim.

Yanıyordu bulutlar içten,
Kızıl bir cehennem ateşinde
Ve ben,
Gecenin son valsini izledim.

Kaybolurken kuşlar ufukta,
Gecenin eteğini kovalayarak
Ve ben,
Mutlu anılarıma küfrettim.

Bir elimde sigaram
Bir elimde kaybolan yıldızlar
Ve ben,
Sadece güneşin doğuşuna ağladım.

122
Diğer Fantastik Eserler / Seçilmiş Kişi
« : 15 Haziran 2010, 18:48:25 »
Seçilmiş Kişi



Jonas dışarıdan bakıldığında mükemmel, düzenli ve toplumsal birliği ilke edinmiş bir toplumda yaşamaktadır.Yaşadığı yerde her şey mükemmel bir şekilde dizayn edilmiştir.On iki yaş seçmelerinde hiç ummadığı fakat toplumsal açıdan kutsal sayılabilecek bir meslek üzerinde eğitim almaya başlayan Jonas bir takım gerçeklerle de yüzleşmek zorunda kalacaktır.Acaba mükemmeliyet her zaman doğru mudur?Jonas, en yakın arkadaşlarının hatta ailesinin bile bilmediği ve sıkıca bağlı olduğu bazı karanlık ilkeleri, doğrularla değiştirmek için savaşacaktır.Renklerin ve duyguların olmadığı bir dünyada Jonas tek umuttur.

Yazar Hakkında Bilgi(Kitabın arkasından)

Lois Lowry, tanınmış Anastasia Krupnik dizisiyle birlikte. genç yetişkinler için yazılmış yirmiden fazla kitabın yazarıdır. Aralarında Boston Globe-Horn Book Ödülü, Dorothy Carnfield Fisher Ödülü, California genç okuyucular ödülü ve Mark Twain Ödülü olmak üzere sayısız ödül kazanmıştır. Ayrıca bu kitabı ve Yıldızları Saymak adlı romanıyla, Amerikan çocuk edebiyatına yapılan en değerli katkı için verilen John Newbery ödülü de almıştır. Lois Lowry günlerini, Boston Beacon Hill´de bir apartman dairesi ile New Hampshire kırsal bölgesinde 1840 yılından kalma bir çiftlik evi arasında geçirmektedir.

123
Radyo Kulesi / Symphony of Gardens
« : 11 Haziran 2010, 17:59:15 »
Symphony of Gardens




Klasik müziğin dokularında kaybolmaya, kendinizi büyük üstatların dünyasına bırakmaya, yoğun bir günün ardından ruhunuzu dinlendirmeye, notaların sihirli dokunuşlarıyla huzur bulmaya ne dersiniz? Eğer cevabınız evet ise Cumartesi saat  19:00 - 22:00 arası Radyonuzu açmayı unutmayın.


124
Güncel / Milli Eğitim'den Büyük Hata
« : 05 Haziran 2010, 19:16:11 »



 Bildiğiniz gibi bu gün 8. sınıf Sbs yapıldı.Sınavın genelinde büyük bir kolaylık olmasına rağmen Milli Eğitim Bakanlığı'nın yaptığı hata ortalığı karıştırdı ve yabancı ilkokulları ayağa kaldırdı.Sınavda yabancı dilin birden çok olduğunu biliyorsunuz.İtalyanca, Almanca, Fransızca gibi...Eskiden bütün bu testlerin cevap anahtarı aynı olurdu.Fakat bizim çok sevgili (!) Milli Eğitim Bakanlığımız buna bu sene gerek görmemiş ayrıca bunu okullara duyurmayı da gereksiz bir ayrıntı saymış!
Mesela ben Fransızca eğitim gören bir insanım.Fakat yapamadıklarımı da İngilizce yaptım.Malesef ikisinin farklı cevap anahtarı olduğunu bilmediğim için Fransızca olarak bakılırsa neredeyse testin yarısı yanlış.Bir arkadaşım da tümünü İngilizce  çözmüş.Fransızca anahtarından bakılacağı için tüm sınavı yanlış, fakat İngilizce anahtarından bakılsaydı tüm soruları doğru olacaktı.
Milli Eğitim Bakanlığına özellikle Özel Okullar tarafından bir çok dava açılacağı kesin. Fakat Bakanlığın bu yaptığı (artık gözden kaçırma mı diyelim ) affedilemez. Özellikle kimsenin bu uygulamadan haberi olmadığı göz önünde bulundurulursa

125
Kurgu İskelesi / Aurora Borealis
« : 28 Mayıs 2010, 17:55:45 »
 
Aurora Borealis


Yaşlı adam dondurucu havada, karların arasına uzanmış, umutsuz bir şekilde yardımın gelmesini bekliyordu.Gece bastırıyor, buz gibi ayaz etini dağlıyordu.Bacağındaki kırığın acısı çoktan uyuşmuş, yerini rahatsız edici bir karıncalanmaya bırakmıştı.
Adam usulca sokulan, yumuşak dokunuşlarla vücudunu ele geçirmeye çalışan soğuk ölümden artık korkmuyordu.Yaşayacağı kadar yaşamış, görmek isteyeceğinden çok daha fazla şey görüp geçirmişti.Bu defteri burada kapatması gerekecekse bundan iyisi can sağlığıydı.

Gök kubbe, birden bire lacivertimsi bir renge bürünmüş, Kutup Yıldızı başta olmak üzere bütün gök yüzü ahalisi sanki en parlak elbiselerini giyip onun ölümünü izlemeye gelmişti.Adam artık kollarını hissedemediğini fak etti.Kalbinin artık atmadığını ne zaman hissedeceğiyle ilgili aklında dolaşan soruyu fazla düşünmemeye çalışıyordu.

Rüzgar yerdeki karları havalandırıyor, sanki yeniden lapa lapa kar yağıyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu.Adam neredeyse tamamen uyuşmuştu.Ciğerlerinde dolaşan hava bile donmuştu sanki.Titreme nöbetleri geride kalmış, hafifçe uykusu gelmişti.Bir de hava soğuk olmasa keyfine diyecek olmazdı hani.

Buz kırılıp da, bu üzeri açık deliğe düştüğünden beri ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu fakat artık canı sıkılmaya başlamıştı.Uzaktan uzağa kurtların ulumaları duyuluyordu.Adam, kurtların gelip kendisini canlı canlı parçalamasındansa bu şekilde ölmeyi tercih etmiş olacak ki yavaş yavaş gözlerini kapadı.Rüzgarın buz parçalarına çarpıp çıkardığı tiz sesleri, kutup hayvanlarının yuvalarına kavuşabilme telaşı içinde çıkardıkları küçük patırtıları dinledi bir süre.Sonrasında yine sıkıldı.

Bir yandan da huysuzca düşünceler geçiyordu beyninden.Ölmek bu kadar mı zordu yahu?Eğer Azrail Bey randevusuna geç kalırsa, kendi kendine giderdi gideceği yere valla!
Adam yeniden gözlerini açtı.Buz çölünde yalnızlığın keyfini çıkarmaya karar verdi.Bakışlarını yıldızlarla dolu gök yüzüne çevirdiğinde evrenin ona sunduğu küçük bir armağanla karşılaştı.Bir Aurora Borealis.

Eski bir efsanenin sözcükleri beynine doluştu.Eğer bir Aurora senin için doğarsa, ondan bir dilek hakkın olur.

Bu fikir yaşlı adama biraz saçma gelmişti. Hem bu durumda ne dileyebilirdi iki? Kurtulmayı mı? Hayır, bu kesinlikle doğru seçenek bu değildi.Şu anda, burada, bu kadar fevkalade, sessiz ve yumuşak bir ölüme terk edilmişken neden hayat denen o yağlanmamış, paslı çarkı yeniden döndürebilmek için geri dönmek istesindi ki.Bu şekilde ölmek çok daha kolaydı.

Adam biraz düşündü.Ta ki aklına uygun bir seçenek gelene kadar.Sonunda beynini buz tutmamış bir tarafı, iki nöronunu
bir araya getirip, jetonu ortalayabilmişti.Kolayca ölmeyi dileyecekti.Burada öylece kurtlar tarafından canlı canlı parçalanmayı bekleyeceğine, hemen, gök yüzünü seyrederken, rahatça ölmeyi dileyebilirdi.

Artık umut saatindeki kum tanecikleri de tükenmişti.Biliyordu ki bu saatten sonra kimse kendisini aramaya gelmezdi.Daha önce de buzullarda avlanırken kaybolan adamlar olmuştu. Birkaç kişi arama ekibi oluşturup yakın buz sahalarını tararlar, eğer kaybolanları bulamazlarsa geri dönerlerdi.Biraz ağlayıp, yas tutarlar, sonra gündelik yaşamlarına geri dönerlerdi.Ta ki yeniden biri kaybolana kadar.Bu bir kısır döngüydü.

Kendisi gibi yaşlı, vadesi dolmuş, pek sevilmeyen, çatlak bir adamı aramaya çıkmak için bir ekip oluşturmalarını düşünmek bile saçmalıktı.Onun kayboluşu diğer insanların kayboluşundan daha az acı verecekti muhakkak ki.

Adam kararını vermiş, kendini hazırlamıştı.Bin yılda bir görünen bu mucizeye yeniden baktı.Aurora mavi- yeşil ışıltılar içinde gökte süzülüyordu.Adam dilek hakkını en basit dileklerden biri için kullandı.Ölmek için.
Yaşlı adam kendisine mi öyle gelmişti bilmiyordu ama sanki bir anlık da olsa Aurora altın parıltılar saçmıştı.Gözlerini açıp kapayıncaya dek bu parıltılar yok olmuştu.
Belki de bu uyuşmuş beyninin ona oynadığı son bir sefil oyundu ancak bunu düşünmeye fazla vakti olmadı.İçine sonsuz bir huzur doldu, vücudu gevşedi. Soğuğu hissedemez oldu.Gözleri, gök yüzündeki yıldızların parlak ve donuk ışıklarını yansıtırken kalbinin artık atmadığını hissetti.

Not=Aslında Temmuz ayı seçkisine göndermek istediğim bir hikayeydi bu.Ancak hem çok kısa bulduğum hem de gözüm yemediği için göndermedim.

126
Sinema / Rönesans (Renaissance)
« : 25 Mayıs 2010, 18:12:44 »
RÖNESANS(RENAİSSANCE)



Yıl 2054.Yer Paris. Gelecek ve ölümsüzlük fikri üzerine kurulu bu etkileyici animasyon filmi genç araştırmacı Ilona Tasuiev'in kaçırılmasıyla başlar. Genç kadından bir daha haber alınamaz.Kızın çalıştığı Avalon adlı kozmetik şirketi yöneticileri kızın bulunmasını istemektedir.Avalon'un yöneticisi ve CEO'su olan Dellenbach kızı bulması için kayıp ve rehine olaylarıyla ilgilenen polis departmanının şefi Kaptan Caras'ı görevlendirir.Caras da her ne pahasına olursa olsun kızı bulmak istemektedir.Ancak işler iyice sarpa saracak ve çok farklı konulara değin uzanacaktır.Caras kayıp kızın ablası Bislane'den yardım alır.İlona'nın üstünde çalıştığı proje genç yaşta hızla yaşlanıp ölen çocuklarla ilgilidir.Kızın bulunması ve projenin yeniden güvene alınması Caras'a bağlıdır.İyi ve kötü, gerçek ve hayal, ölüm ve ölümsüzlük kavramlarının sorgulandığı filmde halkın kaderi Caras'ın ellerindedir.

Filmin alt yapısını oluşturan gelecek kavramı incelikle dokunmuştur.Teknolojik gelişmelerle ilgili uçuk hayaller yerine ayakları yere basan projelerin kullanılması filmi daha bir gerçekçi kılmıştır.Çizimler bizim bildiğimiz sıradan teknikler yerine gölgelendirme ağırlıklı, siyah fona,sanatsal bir biçimde aktarılmıştır. Polisiye unsurların çoğunlukta olduğu fakat bilim kurgunun da gölgede kalmadığı film, aksiyon sahneleriyle de ilgi çekmektedir.

KİŞİSEL NOT:

Spoiler: Göster
Fransızca dersinde izlediğimiz bir film olmasına rağmen oturup Türkçe olarak yeniden izledim.Açıkçası filmdeki çizimler öncelikle dikkat çekiyor.Diğer filmlerin aksine mutlu bir gelecek yerine gerçekçi yeri geldiği zaman karamsar bir tavır ortaya konulduğu söylenebilir.Tavsiye ediyorum.


KİMLİK BİLGİSİ

Spoiler: Göster
Yönetmen :   Christian Volckman
Senaryo :   Alexandre de La Patellière, Mathieu Delaporte
Seslendirme :   Daniel Craig, Patrick Floersheim, Catherine McCormack, Laura Blanc, Romola Garai
Filmin Türü :    Animasyon, Drama
Orijinal Adı :   Renaissance
Yapımcı Firma :   Onyx Films, France 2 Cinéma
Yapım Yılı :   2006
Yapım Ülkesi :   Fransa, İngiltere
Orijinal Dili :   Fransızca
Filmin Süresi :   105 dakika
Resmi Sitesi :    http://www.renaissance-lefilm...
Dağıtıcı Firma :   Bir Film
Vizyon Tarihi :   13.04.2007


127
Kurgu İskelesi / Son On
« : 23 Mayıs 2010, 13:39:17 »
Son On



Güneşin son ışıkları da yavaş yavaş karla kaplı dorukların ardında kayboluyordu.Gökyüzündeki güneşin batışından kaynaklanan kırmızı, mavi, turuncu renkli ışın demetleri gözlere şenlik bir izlenim bırakıyordu. Genç kız başında papatyalardan yapılmış tacıyla, yemyeşil çayırlarda genç bir ıhlamur ağacının altına uzanmış, dudaklarında küçük bir buseyle bu renk şölenini izliyordu.Fakat birazdan korkunç bir felakete şahitlik edeceği aklına dahi gelmezdi.

                                           ---------------


NASA'da olağan üstü hal ilan edilmişti.Kağıtlar havada uçuşuyor, insanlar seslerini duyurabilmek için avazları çıktığı kadar bağırıyordu. Kaos bulaşıcı bir hastalık gibi durmadan yayılıyordu.Bu kargaşanın sebebiyse olağan bir kıyamet teorisinin gerçekleşmek üzere oluşuydu.Güneşteki enerji seviyesi olağan üstü bir ivme göstererek yükseliyordu.Saatlerde sayılı vuruş kalmıştı.Bu sırada elektronik bir kadın sesi devreye girdi."Büyük patlamaya on, dokuz..."

                                          ----------------

Genç kız kucağında bir öbek papatyayla yeniden ağacın altına oturdu.Papatyalardan en irisini alıp içinde buruk bir heyecanla yapraklarını koparmaya başladı."Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor..."


                                         ------------------

NASA'da insanlar korkuyla telefonlarına sarılmış sevdiklerine ulaşmaya çalışıyorlardı.Oysaki boşuna uğraşıyorlardı.Güneşte oluşan aşırı enerji telefon şebekelerini patlatmış ve elektriklerin çoğunu götürmüştü.Kimse jeneratörlerin devreye girdiğini anlamamıştı.Herkes sığınaklara inmeye çalışıyordu.Geriye sayım devam ediyordu."...beş, dört, üç..."

                                        -------------------

"...sevmiyor, seviyor." Kız çıkan sonuç karşısında neşeyle bir kahkaha attı.Tam kalkıp üstündeki yaprakları silkeliyordu ki gökyüzündeki ani kırmızı patlama dikkatini çekti. Top patlamasına benzer bir ses geldi kulağına.Ellerini gözüne siper edip daha dikkatli bakmaya çalıştı.Kızıllık giderek daha çok bölgeye yayılıyordu.Kız birden havanın ısınmaya başladığını hissetti.Sıcaklık giderek artıyordu.Büyük bir gümbürtü daha duyuldu.Kız artık acıyla bağırıyordu.Sıcaktan derisi kabarmış, su toplamaya başlamıştı.Bazı yüksek ağaçların tepeleri de alev alıyordu. Toprak sarsılmaya başladı.
                                          -----------------

" ...iki, bir, sıfır!" Güneş son bir patlamaya daha yol açtı. Bu son patlama dünyayı paramparça etmiş ve onun önündeki iki gezegeni de aynı kaderle yüzleştirmişti.Dünyadaki hayat son buldu.

128
Düşler Limanı / Saflık
« : 15 Mayıs 2010, 21:46:52 »
SAFLIK

Gecenin karanlığında, kalbimin ışıksız limanlarında tek başımayım.Üşüyorum ve yalnızım.Bir yanım bitmeli diyor diğeri devam etmeli.Kalbim yorulmuş söylenen yalanlardan ve atılan kazıklardan.Şehrin kayıp canavarı kükrüyor içimde.
Bıktım artık boşa çevirmekten pedalları.Her bir dönüş yeni bir çaresizlik ve ihanet.Gidilecek bir yer çok çünkü.Sadece karanlık ve hortlarcasına dirilen hatıralar.

Hayat denilen zamparalığın içinde süslü tabelalarla aldatılmış bir yolcuyum ben.Kayıp zamanlardan gelir, hiçliğe yol alırım her sabah.Her yeni gün daha çok darbe, daha çok yalan demek benim için.Gözlerim artık sadece maskeleri ve karanlıkta bırakılan sevinçleri görür olmuş.

At gözlüğüyle koşuma vurulmak istenilen duyguların temsilcisiyim ben.Her gün yeni engellere sürüklenen, hep oyuna getirilen.Umut ve mutluluktan bile bıkmışım.Her mutluluğun ardından bir keder geldiği için belki de.

Kolyeye dizilen inciler gibi hep parlarım ama kimsecikler görmez beni.Dünyanın büyüklüğü altında ezilmemek için çalışır durur beynim.Didinip dururum bir  gün daha yaşayabilmek için.Bir gün daha anlamsızlığa boğabilmek için hayatı ve bir gün daha duyabilmek için adeta yüzüme haykırılan hakaretleri.

Fırtınaların ortasında kalmış ve hiç ulaşamayacağı sığ limanlara özlemle bakan bir gemi gibi kurtuluşu bekler dururum.Bedenim toprağa kavuştuktan sonra huzura erer belki bedbah ruhum.Umutlarım gecenin karanlığında boğulan güneş ışıkları gibi batar mantığımın ardında.Engin sularında yüzerim durmadan zalim okyanusların.Ufukta ne bir kara parçası ne bir kurtuluş.Karamsarlık denizinde sürüklenen zavallı benliğim için.

Soğuk mu bu kadar titreten ruhumu?Yoksa kapkara kesilmiş taştan kalpleri düşünmek mi bu kadar korkutucu?Saflığımı sattım ben gelecek vadeden yalanlara.Bilmem artık ne ederim.Son tiyatrom bu artık.Rolümü oynar ve sessizce çıkar giderim.Sessizliğimi terk ederim.

En kolayı olsa da bırakıp gitmek sefil hayatı, yaşamak lanetimdir benim.Sevgisizliğe alışmış ruhum, amacı kalmamış kaderimle, içimdeki korku madeninde göçük altındayım.Yalan söyleyemiyorum herkes gibi iyi olacak diye.Çünkü nasıl bahsedebiliriz bundan artık kalmamışsa iyilik.

Sorumsuzluğunu omuzlarımda taşıdığım dünyanın yükü fazla artık bana.Eziliyor ve boyun eğiyorum zorbalık karşısında.Kalmadı artık hiçbir şeyim.Gitmek zorundayım.Satırlarımdır ardımda son kalanlarım.


129
Eğlence & Mizah / Gençken Yapılacak 1000 Şey
« : 15 Mayıs 2010, 21:09:08 »
Bazı forumlarda var biz de deneyelim bari.Gençken yapılabilecek 1000 çılgınca fikir...
Ben başlıyorum öyleyse.

1. Yolun oratsından geçen bir adamı durdurup "Üzerinizdeki tişörtün erkekler için olanı var mı?" diye sormak

130
Kurgu İskelesi / Kassandra
« : 13 Mayıs 2010, 10:41:54 »
KASSANDRA

Gecenin karanlığında, hiç durmadan koşuyordum.Çoğu kez ayağım etraftaki serseri kayalara takılıyor ve kendimi yerde buluyordum.Gözlerimden hem korkumun hem de üzüntümün etkisiyle inci taneleri gibi akan yaşlar görüşüme pek katkıda bulunmuyordu.Düşüp düşmemek benim için önemsiz bir ayrıntı haline gelmişti.Bedenim hissettiğim dehşet yüzünden öylesine uyuşmuştu ki acı hissedemez haldeydim.Tabi sadece fiziksel acıları.Ardımda bıraktığım yanan yurdumu, Troia'mı görmek tüm fiziksel acı tabularını yıkarak, açık ara farkla öne geçmiş ruhsal bir ıstıraptı benim için.

Ben mutlu tanrıların öfkesini çekmiş zavallı fani,kendisine inananılmayan felaketler kahini, Apollon'un lanetini üstlenmiş rahibe,Troia prensisi,Priomos'un kızı,Kassandra.

Göz yaşlarım sadece ailem ve yurdum için duyduğum kederden değil,bana inanmayanlara duyduğum hırs için de akıyordu.O atı, uğursuz adağı, hemen yakmalarını yada bronz uçlu mızraklarıyla parçalara ayırmalarını söylemiştim.Ne yazık ki beni yine dinlememişlerdi.Bu hatalarının bedelini yurtlarıyla, canlarıyla ve namuslarıyla ödüyorlardı.

Koşarken ardımda bıraktığım ailemi, savaşta acımasız savaşçı Akhilleus tarafından öldürülen ağabeyim Hektor'u ve onun genç karısı Andromeda'yla küçücük oğlunun kaderlerini düşündükçe geri dönüp kendimi Troia'nın yok edici alevlerine atmak bana neredeyse bir kurtuluş yolu gibi görünüyordu.

Fakat yapamazdım.Kaçmalıydım.Yoksa aç gözlü Akhalar'ın komutanı,şanıyla olduğu kadar acımasızlığıyla da bilinen, Agememnon'un eline düşecektim.Bir savaş ganimeti olarak alacaktı beni.Köleden, tutsaktan, cariyeden beter olacaktı halim.Ne kadar koşsam, çırpınsam hatta İonya'ya bile kaçsam peşimi bırakmazdı.

Bir zamanlar savaş hala sürerken, Andromeda, sürekli önümde savaşıp, her öldürdüğü adamdan sonra yüksek surların tepesine, benim oturduğum  yere bakan Agememnon'u göstererek "Eğer şehir düşerse en çok tehlikede olanlarımız bir sen bir de Helena'sınız.En acımasız adam oldu sana gönlünü kaptıran.Agememnon'un ilgisi açıktır.Peşine düşecek.Yazık sana." demişti.Haklı da çıkmıştı.Ondan kaçamazdım ama en azından yapabileceğim bir şey vardı.

Son tümseği de aştığımda, önümde yükek sütunları üstünde yükselen heybetli Athena Tapınağı'nı gördüm.Rahatlayacağıma daha da gerildim.Eğer Athena Tapınağı'na sığınırsam Agememnon ve adamlarının bana zarar vermekten çekineceğini düşünüyordum.Ne de olsa haşin Athena onların koruyucu tanrıçalarıydı.Onun karşısında bir saygısızlık yapmak istemezlerdi.

Tapınağa adımımı attığımda başıma inanılmaz derecede keskin bir ağrı saplandı.İçimden bir lanet  okudum şu anda bir kehanet kaldırabilecek gücü kendimde bulamıyordum.Tapınağın içine kısaca göz gezdirerek saklanabileceğim küçük bir delik aradım.Bu sırada Tanrıça'nın dev heykeli sanki beni gözlüyordu.Oniks taşından yapılma gözleri ay ışığı altında uğursuzca parlyordu.

Her saniye şiddetlenen baş ağırım nedeniyle bilinçsizce inleyip gözüme kestirdiğim bir sütunun ardına gizlendim.Oturamıyordum çünkü bunu yaparsam vücudumun büyük bir kısmı sığındığım sütunun ardından görünürdü.Başım giderek daha fazla dönüyordu.Bağırmamak için kendimi öylesine kasıyordum ki tüm kaslarım bir ağızdan feryat etmeye başladılar.

Kahanetle ilgili ilk görüntüler beynime aktığı andan itibaren sürekli haykırdığımı itiraf etmeliyim.Öylesine dehşete düşmüştüm ki ...

Önümde meşalelerin aydınlattığı geniş ve ferah bir salon uzanıyordu.Her kehanette olduğu gibi dıştan, tek bir görüş açısıyla olayları izliyordum.Güzel yemeklerle bezenmiş bir şölen sofrası bu salonu gösterişli gösteren yegane şeydi.Burada kehanetin ilgi merkezi tek bir yere odaklandı ve olaylar git gide daha da dehşet verici hale gelmeye başladı.Yerde tam masanın ayaklarının dibinde iri, kaslı, kızıl saçlı bir adam kanlar içinde yatıyordu.Yanındaysa...Tanrılar aşkına bu bendim! Kızıl saçlı adamın tam yanında yatıyordum ve onun gibi kan içindeydim.Tepemizde elinde ucu kıpkırmızı kılıcıyla duran genç ve yakışıklı bir delikanlı vardı.Onun yanındaysa güzeller güzeli beyaz khitonlu bir kadın.Geç adam kılıcı son bir defa daha tapemizde salladı.Kızıl saçlı adam zorlukla üzerime kapanarak beni kılıç darbelerinden korumaya çalıştı.Fakat bu çabasının da pek etkili olduğu söylenemezdi.Genç adam ikimizi defalarca kılıçtan geçirdi.Mermer zemine yayılan kandan görkemli sofranın yansıması görünüyodu.Genç kadının dehşet verici bir kahkaha atmasıyla kehanetin görüntüleri tuzla buz oldu.

Az önce kendi ölümümü izlemekten dolayı duyduğum dehşet duygusu geride kalan her şeyi bastırıyordu.Buna omuzumu kavrayan eller de dahildi.Birisi bir şeyler söyleyip tam yanımda bağrıyordu.Bilincimin bir kaç zerresi yerine geldiğinde zorlukla şiş gözlerimi açtım.Tapınak artık karanlık değildi.Bir sürü adamın koşuşturması ve atların kişnemeleri duyuluyordu.

Gözlerim önümde üzerime eğilmiş beni omuzlaımdan sarsan adamın yüzüne ve kıpkızıl saçlarına kilitlendi.Bir saniye sonra tapınakta defalarca yankılanan bu güne kadar attığım en dehşet verici çığlılğı attım.Bu kehanette gördüğüm adamdı.Bu Agamemnon'du.Beni ölümüme ve kendi ölümüne sürükleyecek olan adam.

Agememnon'un beni kucaklayıp hiç bir şey söylemeden bir atın repesine oturttuğunu ve oradan da büyük sivri burunlu bir Yunan kadırgasına taşıdıklarını hayal mayal hatırlıyordum.Ölü gibiydim.Gözlerimi zorlukla açık tutabilmeme rağmen neredeyse hiç bir şey göremiyordum. Gemiye gidebilmek için eskiden yurdum olan, şimdiyse küller içinde harap bir halde yüzlerce kişiye mezar olmuş Troia'nın kalıntılarının önünden geçtik.Gözlerimi sımsıkı kapadım.Daha fazla görmek istemiyordum.Çünkü biliyordum biraz daha bakarsam sonunda delirecektim.

Gemi şafak doğarken hareket etti.Ben güvertede bir köşeye sığınmış tek kelim bile etmeden öylece put gibi oturuyordum.Gemide koşuşturan herkes, yanıma gelip benimle konuşmaya çalışan Agememnon, bana sunulan yiyecekler, hepsini bir rüyadaymışım gibi karşılıyordum.Beni harekete geçirmeye yeten sadece iki sözcükü.Bu iki sözcük, Agememnon'un ağzından döküldükleri anda bende soğuk su etkisi yaratmıştı. "Akhilleus öldü."

İçinde ağabeyim Hektor'un da bulunduğu binlerce kişinin katili olan Akhilleus ölmüştü ha! En azından öcüm alınmıştı.Akha ordusunun en önemli askeri ölmüştü.Sessizce ağlayarak yas tutmaya devam ettim.Öğlen ggüneş tepemize geldiğinde ben hala aynı konumda tek lokma bile yememiş olarak oturuyordum.Gün boyunca Agemomnon yanıma gelmiş fakat tek kelime etmeden beni izlemişti.

En sonunda dayanamayıp konuştu."Ey kahinlerin en güzeli, neden tek lokma bile koymuyorsun ağazına.Açlıktan ölmek mi istiyorsun?Emin ol senin ölümün sevdiklerini geri getirmez.Akıllı bir kızsın.Tuzağımızı da sadece sen farkedebildin.Merak etme bizden sana zarar gelmez.Eğer ölmeni isteseydik, ilk önce tapınakta hallederdik bu işi.Fakat Afrodit'in büyüsü şu dünyadaki en güçlü şey.Şimdi biraz ye. Yarın sabaha varmadan benim yurduma ulaşmış oluruz."

İnatla bana bakıyor yememi bekliyordu.Beni rahat bırakması için bir parça et koydum ağazıma.Yavaşça çiğnedim.Yumuşak, ağızda  dağılan taptaze bir etti.Açlığım tüm gücüyle kendini hatırlatıyor, midem kıramplar içinde kıvranıyordu.En sonunda bu durum tahammül sınırımı geçti.Beynim daha durmam için komut bile vermeden yemeğe saldırdım. Deli gibi yemekten başka bir şey yapamıyordum.Soluk alacak aralığı bile zor buluyordum.

Agememnon keyifle gülümsedi."Afiyet olsun." deyip yanımdan ayrıldı.Tamam.Gitmişti.Fakat ben niye kendimi durduramıyordum?

Önümde bir şey kalmayıncağa değin yedim. Kendimden iğreniyordum.Tiksintiyle önümdekileri ittirip biraz daha geriye çekildim.Yemek yememin verdiği ağırlıkla vücudum başka bir ihtiyacını daha hatırlamıştı.Göz kapaklarrım olanca gücuyle kapanmaya çalışıyordu.Son ana kadar kendimi tuttum.Fakat bir yerden sonra uyumama mani olamadım.

Biri beni yeniden uyandırdığında ertesi günü sabahındaydık.Agememnon'un yurduna varmıştık.Agememnon çok heyecanlı görünüyordu.Yanıma gelip kendisini izlememi işaret etti.Önce biraz tereddüt ettim fakat aç köpekler gibi bana bakan tayfaları görünce harekete geçmekte bir sakınca görmedim.

Limana adımımızı attığımız anda coşkulu bir kalabalık etrafımızı sardı.İnsanlar eğilip Agememnon'un ayaklarını öpüyor, anneler çocuklarını kucaklıyor,karılar kocalarına altın testilerden şaraplar sunuyordu.Bu manzara göz yaşlarımın yeniden akmasına neden oldu.
Kalabalıktan kurtulup kentin içine yol aldık.Agememnon adamlarına yağmaladıkları hazineleri evine taşımayı daha sonraya bırakmalarını söylemişti.Kentin tepesindeki büyük konağa ulaştığımızda bir saat geçmişti.Evin kapısı ardına kadar açıktı.Hizmetçiler evin önünde dizilmiş, gelen efendilerinin ayaklarını öpüp, bana bakarak fısıldaşıyorlardı. Gözlerinde gördüğüm kıskançlık beni korkutmuştu.

Evin kapısındaysa bir kadın duruyordu.Evin hanımefendisi olduğu anlaşılan bu kadın kocasının boynuna atıldı.Ayrıldıklarında kadının yüzünü gördüm.Elimi ağazıma bastırıp dudaklarıma kadar gelen çığlığı engelledim.Bu kehanette gördüğüm khitonlu güzel kadındı.Bizim ölümümüzü izleyen kadın.

Eve girmek istemiyordum.Fakat hizmetçiler beni arkamdan ittirince girmek zorunda kaldım.Korkudan titriyordum.Kader ağlarını örüyordu.Kadın bizi bir salona götürdü.Agememnon beni de kolumdan yakalayıp yanında sürüklüyordu.Kadın bana dönüp gülümsedi.Fakat o yeşil gözleri hiç de seviç ışıkları saçmıyordu.

Bizi bir salona götürdü.Ortasında kocaman bir sofra bulunan bir salona.Artık kadere boyun eğmiştim.Öleceğimi biliyordum.Bu konuda tek kelime etmememin sebebi Agememnon'un da ölecek olmasıydı.Onun ölümü için kendimi feda etmeye hazırdım.İçimdeki intikam ateşi sağduyumu yakıp kül etmişti.

Agememnon hevesle sofraya oturdu.Beni de yanına oturttu.Karısı onun şarabını koyup başımızda öylece dikildi.Sonra birden aklına bir şey gelmiş gibi kocasına döndü."Kızımız nerede kocacığım?Akhilleus'la evlendi mi?Bazı söylentiler duydum.Senin onu tanrılara kurban ettiğine dair.Doğru olabilir mi bunlar?"

Kadın son cümleyi söylerken hırsla bakıyordu.Agememnon elinde şarap kadeh öylece kalakalmıştı.Bir şey söylemiyordu.Kadın yeniden konuştu."Demek gerçekmiş.Çok yazı sana kocacığım.Çünkü yakında kızınla yüzleşmek zorunda kalacaksın ve aynı zamanda Hades'le de."

Kadın cümlesini bitirdiği anda salonun gölgeleri içinden eli kılıçlı bir adam fırladı.Uyarı çığlığı atmam da bir işe yaramadı.Adam son sürat  gelip Agememnon'u arkası dönükken kılıçten geçirdi.Tabi ben de aynı  kaderi paylaşıyordum.Kılıç bedenimi deşerken acı hissetmedim.Sadece derin bir huzur kaplamıştı içimi.Agememnon ölüyordu.Agememnon yere düşerken elindeki şarap kadehi yere düştü ve yuvarlanarak.Salonun diğer ucuna gitti.Gözlerim son kez titreşirken Troia ve ölen ailemin hayaliyle beraberdim.

Beyza Taşdelen

Yazarın notu:Bu hikaye gerçekten Yunan mitolojisinde bulunan bir efsaneden yararlanılarak yazılmıştır.

131
Fantastik Diller Okulu / Antik Yunanca
« : 02 Mayıs 2010, 13:25:19 »
Antik Yunanca Latince bazlı eski dillerden biridir. Başta Yunanlar tarafından kullanılmış olan bu dil, Atina'nın  o zamanki bilim  merkezi olması dolayısıyla uzunca bir süre bilim dili olarak da kullanılmıştır. Şimdiki Yunanca'ya az biraz benzeyen bu dil hakkındaki bilgilerimizi bu başlık altında paylaşabiliriz. :)

132
Kurgu İskelesi / Ölümden Kaçmak
« : 23 Nisan 2010, 16:25:35 »
***Bir hikaye yarışmasına gönderdiğim bir hikayemdi.Konusu vampirler olsa da umarım beğenirsiniz...

ÖLÜMDEN KAÇMAK  

  Karanlık gecenin ağır ve hüzünlü sessizliğini telaşlı ayak seslerim bozdu.Soluk soluğa, ayaklarım yer yer çatlamış, ıslak asfalta değmeden koşuyordum. Buz gibi ayazda ağzımdan hızlıca verdiğim nefesim ince bir sis tabakası halinde göğe yükseliyordu. Bacaklarımdaki kaslar oksijen yetersizliğinden isyan çığlıkları atıyor ve sanki kızgın bir maşayla dağlanmış gibi alev alev yanıyordu.

  Şu kısa hayatımda bedevi şansım hep başıma bela açmıştı. Arkamdaki vampir buna örnek olarak gösterilebilirdi. Eğer durursam ya da tek bir defa dahi ardıma bakarsam ölümün kendisiyle yüz yüze gelirdim.Yine de beynimin panikten uyuşmamış bir tarafı kaçışımın boşuna bir yarış olduğunu tekrarlıyordu durmadan. Ölümden hızlı koşamazdım. Kaçış yoktu ve ben bu terk edilmiş ücra kasabada kapana kısılmıştım.

  Tavşan her zaman kaplumbağayı yenerdi. Mutlu sonlar masallara özgüydü. Ne yazık ki hayat bir çocuk masalı değil korku romanıydı. Hele ki benim tavşanım gözü kan bürümüş bir vampirse.

  Gökyüzünü kaplayan sis bütün ışıkları söndürmüştü. Öyle ki nesillerdir atalarıma yol göstermiş Kuzey Tacı’nı bile göremez olmuştum. Umutsuzluk attığım her adımda somutlaşmış gibi beynime sızıyor, ağzıma, burnuma, kulaklarıma doluyor ve görmemi engelliyordu.

  Sonunda bir anlık dikkatsizliğimin ve paniğimin kurbanı oldum. Ayağım kaldırımın yamuk taşlarından birine takıldı. Yüzümün yan tarafını kaldırıma çarpacak biçimde yere düştüm. Ayakkabılarım ayağımdan kurtulup ulaşamayacağım bir uzaklığa fırlamışlardı. Demek ki neymiş, disko topuklu bir ayakkabıyla vampirlerden kaçılmazmış. Üstüne üstlük yanağımdan çeneme doğru ılık ve yoğun bir sıvı akıyordu.

  Arkamdan zevkle boğuklaşmış yumuşak tınılı bir ses “ Mmm nefis kokuyorsun. Tıpkı fırından yeni çıkmış Fransız çörekleri gibi.” dedi.

  Belli ki başım bayağı dertteydi. Özellikle bir vampir tarafından yiyeceğe benzetiliyorsam. İyice paniklemiştim. Sendeleyerek yerden kalktım ve tekrar yüz üstü yere yapışmaktan son anda kurtulup yeniden koşmaya başladım.

 Arkamdaki ses sessiz gecede çınlayan küçük bir kahkaha attı. Bu cılız çabalarım onu eğlendiriyordu. Kafama dank eden düşünce bütün iç konuşmalarımı ve kara mizah diyaloglarımı bir ustura kadar keskin bir biçimde  yırttı. Ölümüne bahis oynuyordum. Arkamdan koşturan herifin tek derdi kanımı mideye indirip beni bu dünyadan postalamaktı.Ailemi, arkadaşlarımı ve küçük kedimi bir daha asla göremeyecektim. Bu kadar büyük bir darbeyi hafife alabilecek güçte değildim.

  Yaptığım yanlışların bedelini ödüyordum. Tüm hayatımda yaptığım sapkınlıkların karşılığı bir cezaydı bu çektiğim. Üniversiteye başladığımdan beri şımarık, kendini beğenmiş, züppe bir kızdan başka bir şey olamamıştım. Eğer böyle bir kız olmasaydım büyük ihtimalle bu gece diğer zengin çocuklarıyla alem yapmak için bir bara gitmeyecek ve en sona kalıp yolumu kaybetmeyecektim.

  Şimdi sanki geçmişimden ve yaptığım hatalardan kaçıyormuşçasına koşuyordum. Ardımdaki vampir her an yanımda bitebilirdi. Bu onun için avlanmak kadar kolay olurdu. Aklımdan geçen düşünceler tüylerimi gecenin yakıcı soğuğundan bile daha etkili bir biçimde diken diken etti. Benimle eğleniyordu. Kaçmama izin veriyordu. Sonunda pisikolojimin beni tuzağa düşüreceğini farkındaydı. Bu ona göre küçük bir eğlenceydi işte. Benimse son oyunum.

   Kurtulacağıma dair hiçbir umudum ve kaslarımda enerjinin zerresinin kalmadığı bir anda ufacık ve dar bir sokaktan gelen ışığı gördüm. Orada birileri olabilirdi. Bana yardım edebilecek birileri. Belki de o dar sokak işlek bir caddeye açılan bir geçitti. Her iki durumda da bunun anlamı kurtuluş demekti.

   Kaslarıma hiç bilmediğim ani bir güç doldu. Paniğimin yerini umut ve heyecan aldı. Artık çok eski çağlardan bana miras kalan bir içgüdünün gücü besliyordu beni. Vücudum tıpkı yaz gecelerinde ateşe doğru uçan pervaneler gibi ışığa çekiliyordu. Dönüşe üç metre kalmıştı. İki metre, bir metre…Tam tur dönüp sokağa girdim. Tam ciğerlerimi şişirmiş yardım çağıracaktım ki  tuğlalardan ötülmüş, sokağı boydan boya geçen duvarı gördüm. Çıkmaz sokak. Gözlerime inanamıyordum. Kurtuluşa bu kadar yaklaşmışken maraton bitmişti. Sonum gerçekten de pervanenin sonu gibi olmuştu. Kendisini yakıp yok edeceğini bile bile aşkla ateşe atlayan pervanenin sonu gibi. Ne olur ne olmaz diye duvara kadar koştum. Tuğlaları yumruklayıp yardım çağırıyordum. Ben farkında bile olmadan geç kalmış yağmurlar gibi göz yaşları dökülüyordu yanaklarımdan.

Duvarın dibine yığılıp kaldım. Arkamı dönüp baktığımda sokağın başındaki karanlık gölgelerin biçimlendiğini gördüm. Önce bir ayak, sonra yavaşça kollar, bacaklar, gövde ve en son da kafa çıktı karanlığın içinden.

Karşımda duran adam nefesimi kesecek kadar biçimli bir vücuda ve yüze sahipti. Kaslı kolları olmamasına rağmen rahatça ağaçları yerinden söküp atabilecek bir havası vardı. Siyah saçları ipeksi bir ışıltıyla parlıyordu. Dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. Aslında korkutucu değildi. Hatta şirin bile sayılırdı. Gözleri dışında.Gözleri tıpkı hiç durmadan etrafını yakıp kül eden alevler gibi kıpkırmızı parlıyordu.

  Onu karşımda görünce korkuyla duvara sindim. Sanki beni daha fazla korkutmamaya çalışıyormuş gibi yavaşça bana doğru yürüyordu.Bir yandan da “Şşş sakin ol. Canın yanmayacak.Hatta hiçbir şey hissetmeyeceksin.” diyordu. Onu uzaktan gören biri sevecen olduğunu hatta biraz fazla sevecen olduğunu düşünebilirdi. Fakat açık bir biçimde aç ve kana susamış bakan gözleri hiç de sevecen değildi. Zaten beni en çok korkutan da onun gözleriydi.

  Hala yavaşça bana yaklaşıyordu. Etrafıma bakındım ve yerde bulduğum üzerine çiviler saplanmış sopayı alıp savunma pozisyonuna geçtim. Eğer öleceksem ki kesinlikle ölecektim, en azından kendimi savunmuş olarak ölmeliydim. Babamın hep dediği gibi bir savaşa başlamadan o savaşı kaybedemezdin.

  Vampir elimdeki tahta sopaya bakıp yeniden bir kahkaha attı. Sonra da ben daha gözlerimi kırpamadan müthiş bir hızla yanımda belirdi. Şaşkınlık ve korkuyla bir çığlık atıp sopayı gövdesine savurdum. Darbem karşısında tek kasını bile oynatmamıştı. Kırılan onun kemikleri yerine sopam olmuştu.

  Elini uzatıp elimdeki sopayı alıp uzağa savurdu. Gözlerindeki karanlık ışıltı fazla sabrının kalmadığının göstergesiydi. “ Senin gibi güzel bir kızın telef olmasını istemezdim ama seni dönüştüremeyecek kadar açım.”dedi, hem karanlık hem de özür diler bir edayla.

  “ Senin gibi leşçil bir canavara dönüşerek yaşamaktansa ölmeyi tercih erdim. “ diye tısladım korktuğumu belli etmemeye çalışarak. Dik başlılığım ölümün kıyısında olsam bile bırakamadığım huylar listesinde sadece küçük bir bölümdü.

  Vampir gözlerini kısıp “ O zaman sana ölümü tattırmamda bir sakınca görmezsin. “ diyip cevap vermemi bile beklemeden üzerime atladı. Onun ağırlığıyla yere yıkıldım. Bir dağ kadar ağırdı.

Tıpkı normal bir erkek gibi kokuyordu. Biraz sabun, biraz deodorant ve biraz da nane.

Fakat çok daha eski ve rahatsız edici bir koku daha vardı bu karışımın içinde. Bu ölümün kokusuydu. Ölüm tıpkı yıllarca havalandırılmamış bir tavan arası gibi kokuyordu.

   O üstümdeyken çırpınıp kurtulmaya çalışıyordum. Fakat boşuna enerji harcamam bir yana onu daha da fazla kızdırıyordum.En sonunda yüzünü boynuma gömüp dişlerini geçirdi. Fazla acı verici değildi. Yerine saplanan bir iğne gibi bir anlık bir ürperti vermişti sadece.

  O zevkle kanımı emerken ben çırpınmaya devam ediyordum. Sonra yavaş yavaş kollarıma bir ağırlık çöktü. Gücüm kırılıyor ve giderek bitkinleşiyordum. Sonunda mücadele edecek halim bile kalmayınca kollarım yere düştü ve gözlerim yıldızsız karanlık gök yüzünü son kez görerek kapandı. Belleğimdeki anılar tıpkı mezarlarından fırlayan zombiler  beynime üşüştü. Eskiden film şeridi olayıyla çok dalga geçerdim. Şimdi bu deneyimi birinci elden yaşayınca yersiz eleştirilerimin gereksizliğini  ve ne kadar saçma olduğunu anlıyordum.

 Zaten kısa olan hayatımın gözümün önünden geçmesi saniyeler bile almadı. Sonrasında ise boşluk ve sek karanlık kapladı her yanı. Arta kalan tek şey ise sonsuzluğun verdiği uyuşukluk ve ebedi rüyalar oldu.


133
Şişedeki Mısralar / Bir kaç şiir
« : 11 Mart 2010, 21:55:32 »
Sınav Günceleri

Suçumuz neydi bizim
Vurulduk karanlık zindanlara
Elimizden aldılar kalemleri
Kalbimizin ışıkları sönerken
Verdiler yerine boş düşünceleri
Yıktılar acımasızca sözcükleri
Yağmaladılar benli cümleleri
Kapadılar kapıları sessizce
Kalmadı artık gücümüz
Açmak için zihnimizi antika düşüncelere
Çarpmaktan bıktık engellere...

**Bunu çok sevdiğim ve ilham kaynağım olan Türkçe öğretmenime sınav sistemini eleştirmek için yazmıştım.Koyayım dedim...

Eskici

Tozlu ve kirli sokaklarda
Elinde yıpranmış tezgahıyla
Bir eskici dolanır her sabah
Bağırır karanlığı yırtarcasına
Ah eskici İstanbul'un yoldaşı
Elleri nasırlı, esmer sakallı
Üstüne üstlük asık suratlı
Yürüyor durmadan sabırla
Hadi eskici kal salıcakla


134
Kurgu İskelesi / Denizden Gelen Sesler: Bölüm On
« : 27 Şubat 2010, 19:25:28 »
Denizden Gelen Sesler: 1.Bölüm


"Ah denizci, şanlı denizci! Şarap rengi dalgalarda balıklarla uyuyan denizci! Hem laneti, hem sevgisi deniz, yaşam kaynağı bir şişe rom olan denizci! Hırçın dalgalı güzel kadına her daim aşık denizci..."

Marte yıldız ve burçlarla bezeli göğün altında, ayın denize yansıyan yuvarlak hatlı suretine bakıp bu eski denizci türküsünü mırıldanıyordu. Türküyü ona babası öğretmişti, babasına da büyükbabası.
Genç adam kafasını kaldırıp geminin tepesinde, yumuşak meltemde hafifçe dalgalanan Kurukafa bayrağına baktı. Babası da büyük babası da son nefeslerini bu bayrağın altında vermişlerdi. Annesiyse... Onu hiç tanımamıştı.  

Marte  hafifçe iç çekip güverteyi yeniden boydan boya arşınladı. Gemide gece nöbeti almayı severdi. Şu on yedi yıllık tecrübelerine dayanarak, bir korsan için en sakin vaktin geceyarısı olduğunu söyleyebilirdi. Çünkü korsanların bile bir yasası vardı ve bu yasa mümkün olduğunca gece saldırılarını yasaklamıştı.
Genç adam mumu ana direğe çakılmış çiviye astı, yelkenleri kontrol etti. Herşey yolundaydı.

Marte arkadan gelen bir sesle irkildi ve o tarafa döndü. Bir tıkırtı duymuştu.  Belki de fareler yine mutfaktan birşeyler aşırıyordu-ki mürettebatın yarısı o yüzden hastaydı - ama yine de kontrol etmekte yarar vardı. Özellikle de İngiliz kadırgalarının bu kadar sık görüldüğü bir dönemde. Sessiz ve çabuk adımlarla güvertenin ucuna kadar yürüdü. Denizci yeleğinin cebinden hançerini çıkardı. Silah kullanıp bütün gemiyi ayağa kaldırmanın alemi yoktu.

Pruva ıssız ve hüzünlü görünüyordu.Kharbdis dalgaların etkisiyle hafifçe sallanıyordu. Gemi büyüklüğünü ve görkemini yansıtmak için denizler dehşet saçan eski bir Yunan canavarının adını almıştı.

Marte en uca gelip dalgalı denize baktı. Geminin en önüne müşfik yüzlü Antik Yunan khtonu giymiş bir kadın zincirlenmişti. Her yer sakin gözüküyordu.Tek bir kıpırtı dahi yoktu. Tam da rahatlamış bir şekilde arkasını dönüp gidecekken boğazına dayanan bir bıçak hareketine engel oldu.
Boğazına bıçağı dayayan kişi '' Daha dikkatli nöbet tutmalısın. '' diye fısıldadı kulağına. Kişi değil kadın. Marte oflayarak hançeriyle bıçağı boğazından uzaklaştırıp karşısında duran genç kıza bıkkın bir bakış attı.

'' Arkadan sinsice saldıranlar için bir gözüm daha yok Rosine.''

Rosin kaptanın kızı ve gemideki tek kadın korsandı.Marte'yle neredeyse aynı yaştaydı.Babasına benzer kızıl saçları ve deniz rengi gözleri vardı.Kadın olmasını eksiklik saymamasına rağmen erkekler gibi giyinmeyi, davranmayı hatta küfretmeyi severdi.Alev rengi saçlarını topuz yapıp kaptanınkine benzer geniş kenarlı bir şapkanın içinde kamufile ederdi. Onu kadın olmasının zorluklarından koruyan tek şey babasıydı. En azından o böyle düşünürdü.

Kaptan okumuş, bilge ve medeni bir insandı. Gemisinde hiçbir barbarca ve medeniyet dışı davranışı kabul etmezdi. Kızını da bu şekilde yetiştirmiş ve deniz gibi asi bir kalıba sokmuştu.
Saçlarını saklaması ya da giydiği erkek kıyafetleri bile yüzündeki kadınsı güzelliği saklayamıyordu.Gen adam hançerini yeniden ceketinin içine sakladı.

Marte  kızı kızdırmak için bir hamle yaptı.Rosine' i sinirlendirmek hiç tekin değildi fakat Marte için bu denizin ortasındaki en büyük eğlenceydi.Kızın ayakta olmasını hiç tasvip etmiyormuş gibi bakarak kozunu ortaya sürdü.

 '' Senin saatler önce uyumuş olman gerekirdi Rosine. ''

Kız tam da beklediği gibi bir tepki verdi.

''Ne zaman yatacağıma ben karar veririm Marte. ''

Genç adam pes etmemişti ama kızın ani çıkışına gülümseyerek sancağa doğru yürüdü.Bir kaç dakika sonra devriye değişimi çanları çalmaya başladı.Dört saatlik vardiya dolmuştu.Marte içini çekip devriyeyi Huggs' a devretmek için kamaralara doğru yürümeye koyuldu.Bir an olduğu yerde durdu.Sanki çok kötü bir şeyler olacakmış gibi bir his doldurmuştu içini. Sebebini bilmiyordu ama eli otomatikman yeleğinin içinde sakladığı hançerine gitti.

Daha arkasını dönmeden  bir çift top atışını ve Rosine'nin şiddet yüklü çığlığını duydu.Gümmm!! Toplar gemiye isabet ederken etrafa talaş ve metal parçaları saçıldı.Toplardan birisi göndere birisi de omurgaya isabet etmişti.
Şans eseri etrafa saçılan talaşlardan hiçbiri Marte'ye isabet etmemişti. Eğer etseydi darbe kesinlikle öldürücü olurdu.

Gönder büyük bir çatırtıyla, devrilen bir ağaç gibi düşmeye başladı. Marte son anda yana atlayıp düşen direğin altında ezilmekten kurtuldu. Kafasını kaldırdığında dalgaları kayarcasına aşarak üstlerine gelen gemiyi gördü. Bu Knuckturn'un hayalet gemisiydi. Denizcilerin ve hatta tüm korsanların korkulu rüyası.

Genç adam Rosine'in çığlığıyla kendine geldi. Koşarak pruvayı bir çırpıda aşıp yere yığılmış kızın yanı başına çömeldi. Kızın gözleri donuklaşmış ve boynunu epey derince sıyıran bir talaş parçasının açtığı yaradan oluk oluk kan akıyordu.
Alarm çanları gecenin sessizliğini yırtıyor ve güverteye akın eden tayfalara emir veren kaptanın sesini bastırıyordu.

Kız güçlükle kan içinde kalmış ellerini kaldırıp Marte'yi gömleğinden yakaladı.Kalbinin her çarpışında boynundan kan fışkırıyor ve etrafı kan gölüne çeviriyordu." M-Marte! " diye fısıldadı Rosine güçlükle.
Marte son anda kızın kendisini uyarmaya çalıştığını anlayarak arkasını döndü fakat çok geç kalmıştı.Kunckturn'un tayfaları çoktan güverteye çıkmış ve önüne geleni kılıçtan geçirmeye başlamıştı.

Arkasında ise elinde bir kılıçla dikilmiş iri yarı bir adam duruyordu. Karşısındaki adam, daha Marte'nin kendisini savunacak bir hareket bile yapmasına fırsat bırakmadan, kılıcını  sapladı.Marte birkaç saniye bedenine saplanmış kılıcın kabzasına bakarak öylece sallandı. Sonrada sırtüstü  çoktan içindeki yaşam enerjisi tükenmiş olan Rosine'in yanına yığıldı. Tepesinde zaferle sırıtan korsan, kılıcını çocuğun bedeninden bir çırpıda çekip aldı.Sonrada büyük bir şiddetle devam eden kavganın içine dadı.

Marte gözleri giderek kararırken, elini kanla ıslanmış geminin döşemesinde gezdirerek bir şey arıyordu.Sonunda aradığı şeyi bulduğunda huzura eriştiğini hissetti. Bu yanında can vermiş kızın eliydi. Rosine'nin elini sımsıkı kavradı ve ölümün soğuk nefesini hissetmeyi bekledi. Ruhu bedenini  terk ederken gördüğü son şey babasının da dedesinin de altında canlarını verdiği kuru kafalı siyah bayraktı.

Beyza Taşdelen

Sayfa: 1 ... 7 8 [9]