Küçük Jo
“Sakın! Sakın bir adım daha atma!” bağırırken çatlayan sesimi olabildiğince ikna edici çıkarmaya çalışıyordum fakat kız acının verdiği yorgunluk yüzünden ayakta duramayacak kadar bitap düşmüştü ve harcadığım nefesler bir türlü karşılığını alamıyordu. Sayısız kesik vardı küçük bedenini sarmalayan. Kanla yıkanmış gibi, alabildiğine kırmızıydı teni. Babasının ona giydirdiği sürtük kıyafeti parçalara ayrılmıştı ve onu öylesine sefil gösteriyordu ki, kızı bu çaresizlik içinden çekip çıkaramayacağımı düşünmeye başlamış ve bu korkunun bana getirdiği ürpertiyle titremiştim. Yine de bağırıyordum. Belki de yüzüncü kez “Dur! Yapma!” diyordum... Ancak hayata ve kaderine şans tanımanın işe yaramadığını, hatta sadece daha fazla acı getirdiğini haykıran yaralı vücudu ve masum yüzü onu intahar etmekten alıkoymama olanak vermiyordu.
“Uğraşma yolcu. Sen var git yoluna. Ben artık zavallı bir insanım, yaşamak istemem. Neden böyle bir yaşam sürmek isteyeyim? İntahar etmiş bile olsam, beni burada olduğundan daha iyi bir yaşamın beklediğine inancım sonsuz. Lütfen aşağıya in ve yoluna devam et...”
Elbette kızın teklifini yerine getirebilir ve hiçbir sorumluluk almadan yoluma devamedebilirdim. Hanın aşağısına iner ve babasına kızın hayatına son verdiğini söyleyebilirdim. Belki de üzülmezdi. Onun için sadece bir para kaybı olurdu küçük kızının ölümü. Yerine yeni bir orospu bulur ve onu yolcuların odasına gönderip para koparmaya çalışırdı. Tabi yerine bu kadar saf ve güzelini bulabilir miydi bilemiyorum. Hoş çoğu yolcu için bu da pek önemli değil ya... Halbuki çirkin ve değersiz yaratıklar her biri. Nasıl ya da neden bu yola girdiklerinin hiç bir önemi yok. Para için de olsa, zevk için de olsa, kaybetmeyi haksız ve çirkin bir kazanca tercih etmeli her insan. Şeref ve şan için yaşamaz mıyız? Ya bu baba ne için yaşıyor? Hangi akla hizmet kızını böyle birşeye zorluyor?
“Ben sana dokunmayı hiç düşünmedim. Neden çözüm aramak yerine kolay yola kaçıyorsun? Hiç mi kendine acımıyorsun? Daha yaşayacak nelerin var oysa...”
“Acımak mı?” Alaylı fakat acı bir gülümsemeyle devam etti. “Bunu zaten kendime acıdığım için yapıyorum... Acıya son vermek, kurtulmak için...”
“Lütfen elindeki bıçağı bırak ve balkondan uzaklaş. İşimi zorlaştırmazsan seni buradan uzaklaştıracağıma söz veriyorum. Seni koruyacağıma şeref sözü veriyorum! Duyuyor musun?”
“Bana zarar vermeyeceğini nereden bilebilirim yolcu? Sana nasıl güveneyim?”
“İnsanlara karşı bir güven sorunun olabilmesini anlıyorum. Bundan ötürü benden güvence de isteyebilirsin fakat az önceye kadar kendine zarar vermeye çalışan sendin. Senin zarar görmeni isteseydim, canına kıymana izin verirdim...”
Buruk bir gülümsemeyle yüzüme baktı ve bir an için tereddüt ettiğini farkettim. Fakat sonra keskin bıçağı olduğu yere bıraktı ve kendi de benim gibi rahatlamış bir şekilde diz çöktü. Oturduğu yere şimdi daha çok kan bulaşmıştı. Zaten her yanı kandı. Her yanı kesik. Ter ve göz yaşı, feri gitmiş ancak yine de büyüsünü kaybetmemiş gözlerinin altında yollar açmıştı. Dudakları susuzlukla çatlamış, uzun saçlarının uçları kanın rengiyle gerçekliğini kaybetmişti. Aslında tenini kaplayan bütün bu uğursuz sıvılar bile güzelliğini gölgelemek için yeterli değildi. Parlak kumral saçları, donuk mavi gözleri ve onu büsbütün karşı konulmaz kılan kıvrımlı vücudu da belli ki pislik herifin işini kolaylaştırıyordu. Böyle bir güzelliğin o domuzdan geldiğini düşünmek de oldukça şaşırtıcıydı doğrusu. Lanet şey.
***
"Neden bana yardım ediyorsun? Doğanın kanunu haline gelen zalimliğin herkesçe benimsendiği bu şehirde, Sodiac'dan gelme bir yolcu, neden yoluna devam etmek yerine sefil bir kıza yardım etsin? Neden başına hiç kendini ilgilendirmeyen bir nedenden dolayı bela sarsın?"
Sordukları zihnindeki karmaşık bir bilmecenin parçalarını oluşturduğundan olsa gerek, o merakla sorularını sıralarken koridorda yankılanan sesinin handan gizlice sıvışma planımız için pek de bir getirisi olmadığının farkında değildi. Tanrıya şükürler olsun ki en azından mumlar söndürülmüştü ve hanın girişinde ortalıkda gezinen babasını atlattıktan sonra kendimizi soğuk sokakta bulmuştuk bile. Dışarıya çıkınca kıza paltomu verdim. Hatta bir ara içinde kayboldu ve paltomu tanıyana kadar kızı aramak zorunda kaldım. Sonra aslında nereye gittiğimiz hakkında hiçbir fikrim olmadığı halde kıza beni takip etmesini söyledim. Öylesine yürümeye başlamıştım işte. Sanki kızın benim ona gösterdiğim yerden başka bir yere gitme şansı vardı da...
"Harika! Sanki senden yardım isteyen benmişim gibi şimdi de sorularıma cevap vermiyorsun. Eğer benimle uğraşmak istemiyorsan söyle yabancı. Böylece şehir merkezinden daha fazla uzaklaşmadan kendime bu gece kalabileceğim bir yer bulurum."
Ona bu kadar can sıkıcı olmayı nasıl başardığını sormayı isterdim. Fakat her dişi gibi ağlamaya başlayacağından ve - intahar etme eylemini göz önünde bulundurarak- kendine zarar verme eğilimine gireceğinden korkuyordum. Bu nedenle sustum ve onun daha geniş çaplı kuruntular üretişini izledim. Başka bir hana varınca bu kez karşılık vereceğimi umarak sordu:
"Sanırım yanlış bir yer seçtin. Bu hanın parasını kim ödeyecek?"
"Lilinim çok ama iki ayrı odaya birden harcayacak param yok. İstersen bu gecelik benimle aynı odada kalmaya ve yerde yatmaya katlanabilirsin, yahut balkon seni bekler."
Şaşırmasına rağmen kafasını pencereden uzatıp soğuğa katlanabilme ihtimalini zihninde tartmaktan geri kalmadı ve titreyerek dolaptaki battaniyeleri yere attı.
"Yerde yatarım!"
Güldüm ve bütün gece bu klişe olay (bir erkek ve dişinin "zorunlu" olarak aynı odada kalma durumu) için onu küçük fakat akıllıca bir hareketle uslu bir kıza çevirmiş olmanın verdiği zevkle sırıtmaya devam ettim...