Bazıları çok merak etti; tek başıma bir evin içinde ne yaptığımı, vaktimi nasıl harcadığımı. Aslında kendi hayal evrenini yaşamak isteyen biri için yalnızlık çoğu zaman daha iyidir. İnsanlar kendilerini yeterince dinlemeye çalışmış olsalardı; hayal etmenin, düşünmenin saatler bile alabileceğini bilirlerdi. Benim de zamanım kısmen de olsa yoğun geçiyordu işte. Temizlik yapmak, kendime yetecek kadar yemek pişirmek, zaman zaman ders çalışmak, internette dolanmak ve benzeri gibi günlük işlerim vardı. Bunların dışında başkaları tarafından ‘zaman öldürmek’ olarak görülebilecek meşguliyetlerim de mevcuttu tabi. Mesela saatlerce yatağımda uzanmış bir şekilde şarkı dinlemek… Kimi zamanlar da koltuğuma uzanıp tepemdeki beyaz ve pürüzsüz tavanı incelemek... Bir süre sonra alışkanlık haline gelmişti bu durum zaten.
İşin aslı odam ve salonum dışındaki hiçbir yer yaşam alanıma girmediğinden mütevellit, temizlik bile birkaç dakikamdan fazlasını almıyordu. Bir tencere yemek yapsam, en az 2 gün duruyordu buzdolabında. Yalnız ve hayatım boyunca her zaman olduğu gibi amaçsızdım kısacası. Akrep ve yelkovan hayatımdan sessiz sessiz çalarken, ben çürümeye yüz tutmuş bir ceset gibi yaşıyordum arta kalan zamanımı.
Her şey anlatabileceğimden çok daha durağandı. Çok az iş görüyordum. Bazen yemek yemeyi unutmuş oluyordum ve bunu ancak karnıma giren ağrılarla hatırlayabiliyordum. Bir süre sonra ise hiçbir şey düşünemez olmuştum. Not almıyordum, plan yapmıyordum, umursamıyordum. Yaşamak ya da ölmek üzerine düşünmüyor, seçenekleri gözden geçirmiyor ve sorgulamıyordum.
Günler geçti, geceler sabaha döndü. Evren her daim olduğu gibi yasalarına uygun olarak değişime uğradı ama olgular hep benzer kaldı. Her şey sabitti benim dünyamda. Yine harekete geçmiyordum ve yine herhangi bir beklentim yoktu yaşamdan.
Zayıflıyordum. Saçlarım dökülüyordu. Uyku düzenim tepe taklak olmuştu. Pantolonumun düğmesi kopmuştu ve onu yerine dikmeyi hiç göze alamadım.
Telefonlarına cevap vermekten usandığım arkadaşlarım ise giderek yabanileştiğimi söyleyerek beni bunaltıyorlardı. Nihayetinde arada bir gelen mesajları da kesildi.
Günlerden sonra yaşadığım en heyecan verici olay, ayağımın salonun ortasındaki amaçsız bir sandalyeye takılmasıyla üzerindeki çay dolu kupanın yere düşüp kırılması oldu. Ve evet, kupa masa filan değil, basbaya sandalyenin üzerindeydi. İşte bu düşüş sırasında anlık bir heyecan yaşadığımı inkâr etmeyeceğim. Diğer bir itirafımsa geçen gün -heralde- kimsesizliğimin hat safhaya ulaştığı bir ana ait. Kendi kendime canımın avokado çekip çekmediğiyle ilgili şüpheye düşmüştüm işin açığı. “Avokadonun tadını bilmiyorum, canım nasıl avokado çekmiş olabilir ki?” dedim sevgili kedim Venüs’e. Sohbetimizin tam ortasında kapım çalındı. Sipariş ettiğim yemekleri alıp ödemeyi yaptım ve odama döndüm. Ancak pakette mayonez olmadığını gördüğümde, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Gerçekten de bütün sinirlerim altüst olmuştu.
Dakikalarca, mayonez krizi yaşadım yani. Evet! Evet! Mayonezim olmadığı için ağlıyordum.
Güya.
Bilemiyorum… Var olan hiçbir şey yeteri kadar bir şey ifade etmiyor artık. Haz aldığım şeyler yok denecek kadar az. Bu kısır döngünün dışına çıkamamak beni köreltiyor ve yaşamdan soyutluyor. Tanrı’nın benden istediklerini yerine getirebildiğimden emin değilim.
Ve bir manasız anı daha yaşıyorum şu an. Bu manasız ana mana katmaya çalışıyorum. Kulağımda eskilerden kalma şarkılar, nostalji yapıyorum. Diğer yandan sigaramı daha yakarken aldığım o eşsiz haz… Oysa ne de yanlış bir vakit gönlü hoş tutmaya! Olsun. Varsa yoksa hayat veren, hezeyan yaşamak benim için. O dumanı fütursuzca çekebilmek içine. Zaman zaman kederli, zaman zaman sadece düşünceli. Bazen yanlış bir şeylere karşı koyuyormuş gibi umarsızca dans edebilmek. Varlığa ve yokluğa karşı; hiçliğe karşı dans edebilmek… Balkonda oturup keskin havayı solumak, o manzarayı hissetmek tüm benliğinle.
Öyle bir görüntüsü var ki şehrin yukarıdan, Tanrı’nın kibirlenmemesine şaşıyorsun. Sokak lambalarının loş
ışıkları ayaklarının altında, parlak yıldız kümelerinin ışıkları ise tepende, iki parıltı kümesi arasında farklı bir boyuttan seyreder gibi dünyayı bu kez. O güzellik anlatılamaz, aktarılamaz; o güzellik ancak ve ancak yaşanır.
Aşağıya baktığım her defasında yükseklik korkum olmamasına rağmen büyük bir heyecana kapılıyorum. Sanki bastığım yer ayaklarımın altından kayacak da o dibini bile göremediğim boşluğa doğru düşeceğim. Karanlık öylesine derin, öylesine içine çekiciydi ki; birkaç saniye sonra demir parmaklıkların ötesine geçip intiharı hissetmemek için kendimi zor tutuyorum. Bütün o şaşaa beni nasıl da cezbediyor. Öte yandan soğuk beni olduğum yere nasıl da sabitliyor.
Doruğa ulaşma arzusu hiç bu denli kuvvetle sarmamıştı beni. Bu benim meraklı ve sabırlı bekleyişimin
sonu, hayatımın son perdesi olmalıydı belki de. Bir ermiş misali, küçük büyük bütün misterleri öğrendiğim, tüm varsayımları yalanladığım an.
Ölüm ve yaşam arasındaki o ince çizgide dans ettiğim, değerli an.
Gözlerimden yaşlar süzülüyor. Büyülü bir sanrıyı ve kederli bir düşü aynı anda keşfederken, kalbimin hızlanan atışlarına engel olmak çok güç.
Bin bir farklı şey geçiyor içimden; acı içinde inliyorum. Bedenimi parçalara ayıracak o düşüşe yalnızca bir adım uzağım.
Zihnimdeki müzik bana ruhumun en yüce coşkusunu yaşatıyor. Ellerimin hareketine, vücudumun raksına, çığlıklarıma karşı koyamıyorum artık.
Düşüşe karşı koyamıyorum.