1
Kurgu İskelesi / Kaçak
« : 09 Ocak 2012, 21:55:45 »
Şimdiye kadar hiç denemediğim bir tür deniyorum şu anda. Hep fantastik türe yakın yazarken biraz bilim kurgu, biraz fantastik kurgu, tuhaf, melez bir şeyler çıktı sanırım ortaya. Henüz tamamlamadığım öykünün küçük bir kısmını paylaşmak istedim. Devam edip etmemek konusunda kararsızım, o yüzden düşüncelerinizi bekliyorum arkadaşlar. Sevgiler, saygılar.
ha tabi bu arada,
sürç-i lisan etmişsek affola...
***
Şimdiye kadar alışmış olmam gerekirdi değil mi? Ne zaman şu kapalı kapılardan birine yaklaşacak olsam birden dinen seslere ve hemen ardından uğuldayan fısıltılara alışmış olmam gerekirdi. Senelerdir yollardaydım ne de olsa. İlk defa terk edilmiş bir köydeki ıssız sokağa gelmiyordum. İlk defa ceketimin iç tarafında asılı duran tılsıma sıkı sıkıya tutunup elimdeki külüstür altıpatların horozunu kurduktan sonra içimden duaları tekrar ederek karanlığa dalmıyordum.
Sahi kaç senedir kaçıyordum peşimdekilerden?
Babamın elime babasından kalma silahı tutuşturup eski kömür madenine saklanmamı tembihlediği gece on dört yaşına yeni basmış ufacık bir kız çocuğuydum henüz. Savaş bu kadar yayılmamıştı. Yedi bölgenin yalnız bir tanesi Birlik askerlerinin elindeydi. Geri kalan altı tanesinde küçük ayaklanmalardan başka huzursuzluk yoktu. Daha on dört yaşındaydım. Şimdi kırk iki olduğuma göre. Matematiğim her zaman kötü olmuştur zaten... Sanırım yirmi sekiz. Yirmi sekiz senedir yollardaydım. Vay canına. Yirmi sekiz sene!
Yirmi sekiz sene önceki hayatımı hatırlamak sandığım kadar zor gelmiyordu son zamanlarda. Uçsuz bucaksız ormanlara ya da önümde uzanıp giden sahipsiz yollara bakarken birden kendimi çocukluğumda buluveriyordum. Henüz ölümün ne demek olduğunu bilmeyen, kötülüğü ancak hikayelerde duyan ve o hikayelerin gerçek olduklarına inanmayan küçük bir kız oluyordum yeniden.
Hatta neredeyse annemin beni ismimle çağırdığını duyuyordum. Oysa uzun senelerdir gerçek adımı kimsenin ağzından duymadım. ‘Tomurcuk’ diye severdi annem beni. Babam adımın eski lisandaki anlamını açıklardı sık sık. Çiçeklerin açmadan hemen önceki narin, güzel halleri anlamına geldiğinden bahsederdi. Ben çiçek ya da tomurcuk kelimelerinin işaret ettikleri nesnelerin neye benzediklerini bilmiyordum.
Duyduğuma göre son yetmiş senedir tek çiçek açmamıştı kıta üzerinde. Her şeyin kısırlaşmaya başlamasından çok önce çiçekler de açmayı bırakmışlardı. Çiçek denen şeyin ne anlama geldiğini bilmesem de söylediğim zaman dilimde bıraktığı hissi seviyordum. Güzel günleri hatırlatıyordu bana.
Ne zaman ismimi ve ismimin annemin dilindeki tınısını hatırlasam hala çocukmuşum gibi hissediyordum. Sanki elimin altında ufalanan toprağın çürümüş kokusu birden değişecekmiş de ben kendimi yeniden evimin önündeki o kusursuz yaz bahçesinde, küçük salıncakta uyuyakalmış olarak bulacakmışım gibi geliyordu. Oysa kendimi toparladığım zaman aynı yerde, evimden ve anne babamın yattığı mezarlıktan çok uzaklarda olduğumu görüyordum. Üzerimde yılların eziyetiyle lime lime olmuş yeşil parkam ve tabanları aşınmış botlarımla, sırtımda asılı duran tüfeğin ya da belimde sallanan tabancanın ağırlığını hissetmeden yolları adımlamaya devam ediyordum.
En çok öyle zamanlarda sorguluyordum yaşadığım hayatı. Yirmi sekiz senenin tamamını kadınlığımdan uzak yaşamış olduğum dank ediyordu kafama. Asla anne olamayacağım, kucağımda uyuyakalan bebeğime ninniler söyleyemeyeceğim gerçeğiyle burun buruna geliyordum. Önümde uzanıp giden şu çorak topraklar gibiydim ben de. Erkek olsaydım çocuk sahibi olamama fikri bu kadar sarsar mıydı yine diye merak ediyordum bazen. Gerçi kadın ve erkeğin farkının kalmadığı zamanlarda yaşıyorduk artık. Şimdilerde insanların üstlenmesi gereken rollerin isimleri anne, baba ya da sevgili değildi. Artık üstlenilmesi gereken sadece iki rol vardı, birini seçip oynamak zorundaydın. Ya av olacaktın ya da avcı.
Önümde duran ahşap kapıyı aralar aralamaz yüzüme vuran terk edilmişlik kokusuyla aklımı oyalayan bütün bu düşünceleri defettim. Şimdi önemli olan tek şey önümdeki kapının ardında beni bekleyen odaydı. Gözlerimi karanlığa alıştırabilmek için hemen içeri girmedim. Avucumun içinde kaybolmuş mavi tılsım taşının herhangi bir tepki vermesini bekleyerek birkaç dakika boyunca havayı kokladım. Toz, çürük tahta ve pas kokusundan başka şey yoktu havada. Gece yaklaşırken sırtımı döndüğüm boş sokağın kuytu köşelerinden yükselen fısıltıların arttığını duyabiliyordum.
Nihayet nefesimi toparlayıp araladığım ahşap kapıdan içeri süzüldüm. Geçtiğim yollarda karşılaştığım terk edilmiş evleri andıran başka bir evde buldum kendimi. Sakinleşmeye çalışarak odada göz gezdirdim. Tahtalarla kapatılmış pencereler, belli ki ani bir kararla terk edilmeden hemen önce boşaltılmaya çalışılmış kapakları açık giysi dolabı, eski bir yazı masasının yanı başındaki kaplaması yırtık sandalye, kim bilir ne zamandır yakılmadığı için tozla kaplanmış taş ocak ve kuru yiyeceklerin istiflendiği eski dolaba baktım. Peşimdekilerle aramda ne kadar mesafe olduğunu bilmediğim için odanın başköşesindeki taş ocağın çıkaracağı dumanı göze alıp ateş yakamazdım. Onun için el yordamıyla köşedeki masanın üzerinde duran gaz lambasını buldum. Kırık dökük eşyaların arasında bekleşen aç karanlığı parçalayan ışığa minnet duyarak yazı masasını incelemeye başladım.
Masanın üzerinde unutulmuş bir iki kâğıdı incelerken sıradan bir evde olmadığımı fark ettim hayretle. ‘Kaçak’ lardan birinin evindeydim. Benim gibi peşine düşülen zavallılardan birinin evinde...
Yirmi sekiz senedir Kıta üzerinde adımlamadığım yer kalmadığı halde benimle aynı kaderi paylaşan diğer altı kaçaktan sadece üçünü tanıma fırsatım olmuştu şimdiye kadar. Bunlardan ilkiyle daha on yedi yaşındayken karşılaşmıştım. O zamanlar şehirler bu kadar boşalmamıştı. Bir lanet gibi bütün kıtayı sarmakta olan kısırlığa rağmen arada sırada karşılaştığım yolculardan doğuda hala bebeklerin dünyaya geldiğini öğreniyordum. Gençliğin verdiği cesaretten ya da henüz nasıl yaratıklardan kaçtığımı tam olarak idrak edememiş olduğumdan olsa gerek şimdiki kadar korkmuyordum peşimdekilerden. Hızlıydım, gençtim ve tabi aptaldım.
Bir akşamüstü, tam da uzaktan gördüğüm bir grup Birlik askerinden uzaklaşmaya çalışırken görmüştüm onu. Benim uzaklaşmakta olduğum yöne doğru, az sonra canavar maması olacağından habersiz, koşar adım ilerliyordu. Birkaç kez fısıltıyla seslendiysem de sesimi duyuramamış, en sonunda Birlik askerlerinin beni göreceğine aldırmadan koluna yapışıp dikenli çalıların arkasına çekiştirmiştim. Hayatını kurtardığım halde saldırıya uğradığını zannedip panikleyen çocuktan da ilk dayağımı yemiştim bu sayede.
Böylece arkadaş olmuştuk.
Çocuk her biri bir şekilde gruba katılmış olan, birbirine yabancı onbeş kişiyle yolculuk ediyordu. On yedisinden daha bile küçük göründüğü halde gözlerindeki kederin hiç silinmediği çocuğa kafiledekiler 'İhtiyar' adını takmıştı. Sonraki bir sene boyunca ben de onlara katıldım. Ben uyurken başka birilerinin uyanık olduğunu bilerek bir nebze rahat ettiğim bir sene boyunca İhtiyar'dan çok şey öğrendim.
Mesela ‘Kaçak’ ların kimler olduğunu.
ha tabi bu arada,
sürç-i lisan etmişsek affola...
***
Şimdiye kadar alışmış olmam gerekirdi değil mi? Ne zaman şu kapalı kapılardan birine yaklaşacak olsam birden dinen seslere ve hemen ardından uğuldayan fısıltılara alışmış olmam gerekirdi. Senelerdir yollardaydım ne de olsa. İlk defa terk edilmiş bir köydeki ıssız sokağa gelmiyordum. İlk defa ceketimin iç tarafında asılı duran tılsıma sıkı sıkıya tutunup elimdeki külüstür altıpatların horozunu kurduktan sonra içimden duaları tekrar ederek karanlığa dalmıyordum.
Sahi kaç senedir kaçıyordum peşimdekilerden?
Babamın elime babasından kalma silahı tutuşturup eski kömür madenine saklanmamı tembihlediği gece on dört yaşına yeni basmış ufacık bir kız çocuğuydum henüz. Savaş bu kadar yayılmamıştı. Yedi bölgenin yalnız bir tanesi Birlik askerlerinin elindeydi. Geri kalan altı tanesinde küçük ayaklanmalardan başka huzursuzluk yoktu. Daha on dört yaşındaydım. Şimdi kırk iki olduğuma göre. Matematiğim her zaman kötü olmuştur zaten... Sanırım yirmi sekiz. Yirmi sekiz senedir yollardaydım. Vay canına. Yirmi sekiz sene!
Yirmi sekiz sene önceki hayatımı hatırlamak sandığım kadar zor gelmiyordu son zamanlarda. Uçsuz bucaksız ormanlara ya da önümde uzanıp giden sahipsiz yollara bakarken birden kendimi çocukluğumda buluveriyordum. Henüz ölümün ne demek olduğunu bilmeyen, kötülüğü ancak hikayelerde duyan ve o hikayelerin gerçek olduklarına inanmayan küçük bir kız oluyordum yeniden.
Hatta neredeyse annemin beni ismimle çağırdığını duyuyordum. Oysa uzun senelerdir gerçek adımı kimsenin ağzından duymadım. ‘Tomurcuk’ diye severdi annem beni. Babam adımın eski lisandaki anlamını açıklardı sık sık. Çiçeklerin açmadan hemen önceki narin, güzel halleri anlamına geldiğinden bahsederdi. Ben çiçek ya da tomurcuk kelimelerinin işaret ettikleri nesnelerin neye benzediklerini bilmiyordum.
Duyduğuma göre son yetmiş senedir tek çiçek açmamıştı kıta üzerinde. Her şeyin kısırlaşmaya başlamasından çok önce çiçekler de açmayı bırakmışlardı. Çiçek denen şeyin ne anlama geldiğini bilmesem de söylediğim zaman dilimde bıraktığı hissi seviyordum. Güzel günleri hatırlatıyordu bana.
Ne zaman ismimi ve ismimin annemin dilindeki tınısını hatırlasam hala çocukmuşum gibi hissediyordum. Sanki elimin altında ufalanan toprağın çürümüş kokusu birden değişecekmiş de ben kendimi yeniden evimin önündeki o kusursuz yaz bahçesinde, küçük salıncakta uyuyakalmış olarak bulacakmışım gibi geliyordu. Oysa kendimi toparladığım zaman aynı yerde, evimden ve anne babamın yattığı mezarlıktan çok uzaklarda olduğumu görüyordum. Üzerimde yılların eziyetiyle lime lime olmuş yeşil parkam ve tabanları aşınmış botlarımla, sırtımda asılı duran tüfeğin ya da belimde sallanan tabancanın ağırlığını hissetmeden yolları adımlamaya devam ediyordum.
En çok öyle zamanlarda sorguluyordum yaşadığım hayatı. Yirmi sekiz senenin tamamını kadınlığımdan uzak yaşamış olduğum dank ediyordu kafama. Asla anne olamayacağım, kucağımda uyuyakalan bebeğime ninniler söyleyemeyeceğim gerçeğiyle burun buruna geliyordum. Önümde uzanıp giden şu çorak topraklar gibiydim ben de. Erkek olsaydım çocuk sahibi olamama fikri bu kadar sarsar mıydı yine diye merak ediyordum bazen. Gerçi kadın ve erkeğin farkının kalmadığı zamanlarda yaşıyorduk artık. Şimdilerde insanların üstlenmesi gereken rollerin isimleri anne, baba ya da sevgili değildi. Artık üstlenilmesi gereken sadece iki rol vardı, birini seçip oynamak zorundaydın. Ya av olacaktın ya da avcı.
Önümde duran ahşap kapıyı aralar aralamaz yüzüme vuran terk edilmişlik kokusuyla aklımı oyalayan bütün bu düşünceleri defettim. Şimdi önemli olan tek şey önümdeki kapının ardında beni bekleyen odaydı. Gözlerimi karanlığa alıştırabilmek için hemen içeri girmedim. Avucumun içinde kaybolmuş mavi tılsım taşının herhangi bir tepki vermesini bekleyerek birkaç dakika boyunca havayı kokladım. Toz, çürük tahta ve pas kokusundan başka şey yoktu havada. Gece yaklaşırken sırtımı döndüğüm boş sokağın kuytu köşelerinden yükselen fısıltıların arttığını duyabiliyordum.
Nihayet nefesimi toparlayıp araladığım ahşap kapıdan içeri süzüldüm. Geçtiğim yollarda karşılaştığım terk edilmiş evleri andıran başka bir evde buldum kendimi. Sakinleşmeye çalışarak odada göz gezdirdim. Tahtalarla kapatılmış pencereler, belli ki ani bir kararla terk edilmeden hemen önce boşaltılmaya çalışılmış kapakları açık giysi dolabı, eski bir yazı masasının yanı başındaki kaplaması yırtık sandalye, kim bilir ne zamandır yakılmadığı için tozla kaplanmış taş ocak ve kuru yiyeceklerin istiflendiği eski dolaba baktım. Peşimdekilerle aramda ne kadar mesafe olduğunu bilmediğim için odanın başköşesindeki taş ocağın çıkaracağı dumanı göze alıp ateş yakamazdım. Onun için el yordamıyla köşedeki masanın üzerinde duran gaz lambasını buldum. Kırık dökük eşyaların arasında bekleşen aç karanlığı parçalayan ışığa minnet duyarak yazı masasını incelemeye başladım.
Masanın üzerinde unutulmuş bir iki kâğıdı incelerken sıradan bir evde olmadığımı fark ettim hayretle. ‘Kaçak’ lardan birinin evindeydim. Benim gibi peşine düşülen zavallılardan birinin evinde...
Yirmi sekiz senedir Kıta üzerinde adımlamadığım yer kalmadığı halde benimle aynı kaderi paylaşan diğer altı kaçaktan sadece üçünü tanıma fırsatım olmuştu şimdiye kadar. Bunlardan ilkiyle daha on yedi yaşındayken karşılaşmıştım. O zamanlar şehirler bu kadar boşalmamıştı. Bir lanet gibi bütün kıtayı sarmakta olan kısırlığa rağmen arada sırada karşılaştığım yolculardan doğuda hala bebeklerin dünyaya geldiğini öğreniyordum. Gençliğin verdiği cesaretten ya da henüz nasıl yaratıklardan kaçtığımı tam olarak idrak edememiş olduğumdan olsa gerek şimdiki kadar korkmuyordum peşimdekilerden. Hızlıydım, gençtim ve tabi aptaldım.
Bir akşamüstü, tam da uzaktan gördüğüm bir grup Birlik askerinden uzaklaşmaya çalışırken görmüştüm onu. Benim uzaklaşmakta olduğum yöne doğru, az sonra canavar maması olacağından habersiz, koşar adım ilerliyordu. Birkaç kez fısıltıyla seslendiysem de sesimi duyuramamış, en sonunda Birlik askerlerinin beni göreceğine aldırmadan koluna yapışıp dikenli çalıların arkasına çekiştirmiştim. Hayatını kurtardığım halde saldırıya uğradığını zannedip panikleyen çocuktan da ilk dayağımı yemiştim bu sayede.
Böylece arkadaş olmuştuk.
Çocuk her biri bir şekilde gruba katılmış olan, birbirine yabancı onbeş kişiyle yolculuk ediyordu. On yedisinden daha bile küçük göründüğü halde gözlerindeki kederin hiç silinmediği çocuğa kafiledekiler 'İhtiyar' adını takmıştı. Sonraki bir sene boyunca ben de onlara katıldım. Ben uyurken başka birilerinin uyanık olduğunu bilerek bir nebze rahat ettiğim bir sene boyunca İhtiyar'dan çok şey öğrendim.
Mesela ‘Kaçak’ ların kimler olduğunu.