İhtiyar'ın anlattıklarına bakılırsa Birlik askerlerinin peşinde olduğu yedi kişi vardı. Her biri kıtanın yedi bölgesinden birinde, aynı yılın aynı günü doğmuş olan yedi Kaçak’ı diğerlerinden ayıran sağ ayak bileği ve sağ kolunun iç tarafındaki birbirinin eşi yanık lekeleriydi. İhtiyar diğer ‘Kaçak’ ların kimler olduğunu ya da nerede olduklarını bilmiyordu ama onlara Birlik askerlerinden önce ulaşması gerektiğinden emindi.
Benim de aradığı yedi kişiden biri olduğumu öğrendiğinde önce sanki bir mucize gerçekleştirmişim gibi sevinip kendi el ve ayak bileklerindeki izleri gösterdi. Sevinci bana sorular sordukça silindi. En sonunda ondan daha fazla şey bilmediğim ortaya çıktığındaysa derin bir hayal kırıklığı içinde soru sormayı bıraktı. Neden işaretlendikleri hakkında ondan fazlasını bilen, ki bu durumda konuya dair belirsiz en ufak bilgi kırıntısına sahip, herhangi biri varsa onun Kaçaklar’dan biri olabileceğini düşünüyordu ama umduğunu bulamamıştı.
Çocuğun Kaçak’lar hakkındaki bildikleri, peşimizdekiler hakkındaki bilgisinin yanından sönük kalıyordu. Birliğin ele geçirdiği ilk bölgede doğduğu için çocukluğu onlarla savaşan ailesine yardım ederek geçmişti. Hatta diğerlerinin anlattıklarına bakılırsa Birlik’teki ‘Komutan’ lardan birini gördüğü halde hala nefes almakta olan tek insandı.
Birlik’in nereden geldiğini biliyordu. Anlattığına göre bizimkine paralel bir evrenden bu tarafa açılan bir kapıdan kalabalık kafileler halinde dünyamıza gelmişlerdi. Kullanacak enerji kaynağımız kalmadığı için çürümeye terk ettiğimiz ve yaptığımız barınakları sağlamlaştırmak amacıyla parça parça söktüğümüz motorlu arabalara benzediği halde tekerlekler yerine tuhaf bir kızak mekanizması üzerinde ilerleyen araçlar kullanıyorlardı. Kapı onun doğduğu 2. Bölge’nin en batısında, şimdilerde ‘Karanlık Vadi’ diye anılan kasabanın tam göbeğindeydi.
Her ne kadar Birlik askerlerinin bazıları beyazımsı mavi gözleri dışında insan suretinde idiyse de aralarında insana hiç benzemeyen tuhaf biçimlerde yaratıklar da vardı. Artık nesli tükenmekte olan köpeklere benzeyen ve onların aksine iki ayak üzerinde yürüyüp tuhaf hırıltılarla konuşan ve insanları parçalamaktan zevk alan
İta ırkı en beterleriydi. Yalnız fısıltı olarak yaşayan ve herhangi katı bir görüntüye sahip olmayıp yalnızca karanlıkta varlığını sürdürebilen, Birlik’in haberciliğini yapan ‘
Soluk’ lar en zararsız ve öldürülmesi en kolay olanlarıydı. Bir de
Makan’lar vardı tabi. Metalden vücutlara sahip bu tuhaf yaratıklar öldürmesi en zor olanlardandı. Hepsinin üstünde onlara hükmeden
Komutan’ları hakkında ise ne kadar çok şey bilirse bilsin anlatmaya yanaşmıyordu. İhtiyar’a göre daha ne olduklarını anlayamadığımız pek çok tuhaf ırk yer alıyordu Birlik’in içinde.
Kullandığımız sıradan ateşli silahlar onları öldüremiyor, yalnızca yavaşlatabiliyorlardı. Ancak İhtiyar, şimdiye kadar karşılaştığı her bir yaratığın canını yakabilecek bir çare üretmişti. Tüfeklerde ve ev yapımı diğer barutlu silahlarda kullandığımız cephaneleri, en temel bileşeni her ormanda bulunabilecek zararsız bir mantar türü olan özel bir sıvıyla yıkıyordu. Anlattığına göre mantarın içindeki bir madde suyla birleştiğinde bu yaratıklar için ölümcül hale geliyordu.
Bir de çok eski çağlardan beri kıta üzerinde yaşayan insanların kötülüklerden korunmak için kullandıkları yuvarlak, beyaz desenli mavi taşların askerlere karşı duyarlı olduklarını keşfetmişti. Kafilemizin kurduğu kamp baskın yiyip de hayatta kalmak için dağılmak zorunda olduğumuzu kabullendiğimiz geceye dek bütün bunları nasıl keşfettiğini hiç açıklamadı.
Sonraki iki sene boyunca İhtiyar ve kafilesi ile yolculuk edip cevaplar bulmaya, bu arada da onlardan edinebileceğim her bilgiyi dikkatle aklıma kaydetmeye çalışmıştım. İki sene içinde Kıta üzerindeki ilk arkadaşımı edindim. Emektar altıpatlarımın ismini İhtiyar verdi. Bir akşam, uyumadan hemen önce yanıma gelip elimdeki silahı işaret etmişti. “Şu külüstürü ne zaman atacaksın? Her seferinde çamura yatıyor, kullanılacak tarafı kalmamış artık.” O sabah üç Birlik askeriyle karşılaşmıştık. Yaratıklar üzerime gelirken silahım huysuzluk edip üç kurşundan sonrasını atmayı reddettiği için ancak gruptakiler sayesinde ellerinden kurtulabilmiştim. Üstelik ne zaman ateş etsem namlunun ucunda barut lekeleri kalıyordu. Yine de bırakamazdım onu, önceki hayatıma dair elimde kalan son şeydi. “İta’lara karşı senden daha çok işe yarıyor” demiştim yarı şaka yarı ciddi. “biz başımızın çaresine bakıyoruz sen merak etme.” “Tamam canım kızma” demişti gülerek. “bir gün onun yüzünden kendini öldürteceksin. Demedi deme. ” O günden sonra ne zaman silahımdan bahsetse Çamur demeye başlamıştı, onun sayesinde Çamur kalmıştı tabancamın adı.
Şimdi düşünüyordum da, ‘İhtiyar’ ın gerçek ismini sormak hiç aklıma gelmemişti. Sağlığına dair en son haberi seneler evvel beni kapısından kovan ‘Kırmızı’ lakaplı bir adamdan aldığım ‘İhtiyar’ ın hala hayatta olup olmadığını merak ederek içimden küçük bir dua mırıldandım.
Onunla yeniden karşılaşacağımıza dair bir hisse kapılıyordum nedense. Onunla ve diğerleriyle.
Kaçaklardan ikincisi de üçüncüsü de İhtiyar gibi, hiç beklemediğim anlarda, hiç ummadığım şekilde çıktılar karşıma.
İhtiyar’dan ayrıldıktan sonra yürümeye, kaçmaya ve gizlenmeye devam ettim. İki sene sonraydı sanırım, artık aradan geçen yılların hesabını eskisi kadar sağlam tutamıyorum. Günler birbirine karışıyor. Yine de o sıralar yirmi yaşında olduğumdan eminim.
Şehirler artık insanlar için tekin yerler değildi. Yirmi sene evvel hala insanların yaşamını devam ettirmeye çalıştıkları o gri binalar önce hayvanların, ardından da bitkilerin yavaş yavaş yok olmaya başlamasıyla birlikte yaşaması zor yerler haline gelmişlerdi. Saklanacak delikler, izini kaybettirecek kuytu köşeler fazlaydı ama o kuytu köşelerden nelerin çıkabileceğini tahmin etmek zordu. Üstelik şehirler bulutsuz gece göğünde ışıl ışıl parlayan yıldızlar kadar kolay tespit edilebiliyorlar ve Birlik için saldırması kolay hedefler haline geliyorlardı. Bunun için hayatta kalmaya çalışan insanlar büyük şehirlerin ıssız sokaklarından uzak duruyorlardı.
Ben de yedinci bölgeyi geçerken şehirlere girmemek için yolu elimden geldiği kadar uzatarak devam etmiştim yürümeye. En sonunda gece çökmeden hemen önce yorgunluğa daha fazla direnemeyip hiç olmazsa birkaç saat uyuyabilmek için şehrin dışındaki bir araba mezarlığına saklanmak zorunda kalmıştım. Birkaç kilometre gerideki ormanlar daha güvenliydi, üstelik Makan denen metalik canavarların en çok öyle yerleri sevdiklerini biliyordum ama daha fazla yürüyebilmek için dinlenmeye ihtiyacım vardı. Yorgun ayaklarımı zorlayarak peşimden ilerlediğini duyduğum fısıltılarla aramı açmaya çalışarak mezarlığın dip tarafındaki hurda bir minibüse sığınmıştım. Yirmi iki yaşındaydım. Korkuyordum. Birlik’in neden bizim dünyamızı seçtiklerini ya da neden yedi Kaçak’ın peşinde olduğunu bilen tek bir insana rastlayamamıştım ve aklımdaki bütün o sorular beni deli ediyordu. Kıtayı adımladığım her gün belimdeki altıpatları çeneme dayayıp bu çileye bir son vermemek için bahaneler uydurmakla geçiyordu. Kendimi ikna edebilmek için kullandığım en ucuz ama en etkili bahane, bir gün bütün bunların biteceğine, hayatın benim hiç bilmediğim, ancak anlatanlardan dinlediğim haline döneceğine dair beslediğim ve gayet narin durumdaki cılız ümidimdi.
Ben bütün bunları düşünüp yorgun ayaklarımı ovalamakla meşgulken karanlık minibüsün kapısının yavaş yavaş aralandığını fark etmemiştim bile. Önce birden beliren serin havayı fark ettim. Sonra paslı metal menteşelerin sürtündüğü zaman çıkardığına benzer bir gıcırtı duydum. Bütün bunlar olurken hala kendimi toparlayamamış olmalıyım ki şaşkın şaşkın karanlığa bakmaya devam ediyordum. Neden sonra kapı iyice aralanıp karşıma metal bir yüz çıktığı zaman aklım başıma geldi. Buharlaştıkları zaman hiçbir etkisi kalmadığı halde birkaç saatliğine koruma sağlayan mantar suyunu kapının koluna ve eşiğe sürmeyi unutmuştum. Son birkaç dakikadır boynumdaki demir zincirin ucunda titreyip duran mavi taşıysa fark etmemiştim bile.
Ben daha harekete geçip çantanın içindeki tüfeğe uzanamadan metalik yaratık gıcırtılı tek bir hamleyle üzerime çullandı. Daha önce bir Makan’ı bu kadar yakından görmemiştim. Sanırım görmüş olsaydım almam gereken önlemleri asla unutmaz, kendimi böyle bir facianın içinde bulmazdım.
Normalde insanların yüzlerinin olduğu yüzeyde karışık kablolar, piston ve dişlilerle dolu bir karmaşa vardı. Ağza benzeyen siyah açıklığı jilet gibi keskin, testeremsi tırtıklar çevrelemişti.
Dizlerimin hemen altından başlayıp ayak bileklerime kadar uzanan bir baskı hissettim. Ben çırpındıkça baskı artıyordu. Gözlerinin yerinde kırmızı ışıklar parıldayan Metalik adam tek eliyle boynumu tutarken bir yandan da nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde yanık izinin olduğu sağ ayak bileğimi sabitlemeye çalışıyordu.
Panik halinin arasında el ve ayak bileğimdeki yanık izlerinin olduğu yerlerden tuhaf bir sıcaklığın yayılmakta olduğunu fark ettim. Yaratık beni sabitlediği için başımı çevirip neler olup bittiğine bakamıyordum.
Çırpınırken yaratığın gıcırtıya benzer bir ses çıkarmakta olduğunu fark etmiştim. Ses ürkütücü bir şekilde kahkahaya benziyordu. İnsanların ağızlarından çıktığında güzel şeyleri hatırlatan kahkaha sesinin yaratığın ağzında nasıl çarpık ve uğursuz bir gürültü haline gelebildiğini görmek tüylerimi diken diken etmişti. Hem bileklerimdeki hem de boğazımdaki baskı artarken sağ ayak bileğimden gelen kırılma sesiyle irkildim. Hemen arkasından bileğimden bütün vücuduma yayılan akıl almaz bir acıyla çığlık attım. Bileğim kırılmıştı. Ya da belki de tamamen kopmuştu, o kadar canım yanıyordu ki çığlık atmaktan başka şey yapamıyordum. İnsan sesine olabildiğince uzak bir sesle“Üçüncüyü buldum” dediğini duydum. Boğazımdaki metal mengenenin baskısı artarken çığlıklarım da kesildi. Bayılmamaya çalışıyordum ancak bunun çok da önemli olduğunu sanmıyordum çünkü birkaç saniyelik ömrümün kaldığını tahmin etmek için falcı olmaya gerek yoktu. En sonunda gözlerim karardı, kulaklarımda uğuldayan kalp atışlarımın gürültüsü eşliğinde dipsiz bir karanlığa kaydım.
Ciğerlerime yeniden dolan havayla öksürmeye başladığımda neden hala ölmediğimi düşündüğümü hatırlıyorum. Üzerimdeki ezici ağırlık az evvel gözlerinin içine baktığım yaratığın her gece beni yutan kâbuslardan biri olmadığının ispatıydı. Az sonra ağırlık kayboldu, yüzüme vuran sarı ışık yüzünden gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Gözkapaklarımın üzerinden bile irislerime ulaşmayı becerebilen parlaklık gittiği zaman yeniden açmak için çabaladım ama beceremedim.
“Akrep buraya gel!” dediğini duydum yaşlı birine ait olabilecek hırıltılı bir erkek sesinin. “insanlar” diye düşündüm beni yutmaya kararlı karanlıktan sıyrılmaya çabalayarak. Birileri ceketimden çekiştirip beni ayağa kaldırdı. Ayağa kalkar kalkmaz ayak bileğimden yayılan keskin acıyla sendeledim. Yere düşmeyi beklerken az evvel beni ayağa kaldıran kuvvetli ellerin yeniden yakama yapıştığını fark ettim. Az sonra ayaklarım yerden kesildi. Göğsümün sert bir yere, büyük ihtimalle beni sırtlayan adamın omzuna çarpmasıyla inledim. “Ufacık da bir şeymişsin. Hiç mi yemek yemedin oğlum sen?” dedi aynı ses. Adam kız olduğumu anlamamıştı. Gerçi anlamak çok da mümkün değildi zaten. Yıllardır yollarda dolaşıyordum. Yarı aç yarı tok yürüdüğüm yollar yüzünden iyice zayıf düşmüş vücudumu sıcak tutabilmek için hep kalın kazaklar, ağır ceketler ve üst üste pantolonlar giyerdim. Pislik yüzünden her zaman karmakarışık olan kısacık kesilmiş kirli sarı saçlarım hep siyah bir berenin içinde saklı olurdu. “Şuna da bak” dedi geriden daha genç başka bir erkek sesi. “Üstelik de dolu geziyor. Çantası cephanelik gibi.” “Çantayı yüklen.” Dedi en sonunda yaşlı olan. “Kampa gidip ayağına bakalım şunun. Kangren olup da elimizde kalmasın.” Güvenli bir yerlere götürülmekte olduğumu anlayınca direnmeyi bıraktım. Aç ağzıyla bunu beklemekte olan karanlık hiç duraksamadan son düşüncelerimi de yutuverdi.
Uyandığımda asker yeşili bez bir çadırın duvarları arasında, katlanabilir bir sedyede yatıyordum. Her hareketimde sızlayan kaslarıma rağmen iyi hissediyordum. Üstelik hala kırık olması gereken sağ ayağım, üzerine yüklendiğim zaman isyan etse de sapasağlam yerinde duruyordu. Tek sıkıntım çantamın ve silahlarımın alınmış olmasıydı.
Revir olarak kullanılan çadırdan çıktığımda gözlerime inanamadım. Arkalarındaki ağaçlarla neredeyse aynı renklerdeki onlarca çadırın askeri bir intizamla sıralandığı tuhaf bir şehir uzanıp gidiyordu önümde. Kapıdan çıkar çıkmaz beni fark eden iki nöbetçinin eşliğinde komuta çadırı olduğunu düşündüğüm daha geniş bir çadıra götürüldüm. Çadırda kamuflaj desenli kıyafetler içindeki üç kişi hararetle bir şeyler tartışmakta idi.
Ben içeri girer girmez tartışmayı kestiler. İlk tepkiyi veren sıkı sıkıya örülmüş siyah saçları ve uzun boyunun daha da belirginleştiği keskin hareketleriyle bana Birlik askerlerini hatırlatan genç kız oldu. Sert hareketleriyle bağdaştıramadığım sıcak bir gülümsemeyle içeri buyur etti. Ben tedirgin adımlarla masaya yaklaşırken masanın başında duran iki adamdan genç olanı kuşkuyla beni süzüyor, yaşlı adamın gözlerinde ise ihtiyatlı bir merak okunuyordu.
O gün, bir hafta süren koma halinden yeni uyanmış ve büyük bir sakatlıktan son anda kurtulmuş birinin normal şartlar altında kaldıramayacağı ağır bir sorguya tabi tutuldum. Kim olduğumu, nereden geldiğimi, o akşam orada ne aradığımı tekrar tekrar anlattırdılar. Ancak ikinci ya da üçüncü seferde, sözü dolaştırarak yalan söyleyip söylemediğimi anlamak için beni test ettiklerini anladığım sorgu bütün bir gün boyunca devam etti. Anlattığım onca şeyin içinde sadece Kaçak olduğumdan söz etmedim. Nedense öğrenmelerini istemiyordum. Onun dışında ne varsa tereddütsüz anlattım.
Onlar benim doğruyu söylediğimden emin olduktan sonra ben sorular sormaya çalıştım ama henüz tam olarak güvenlerini sağlayamamış olmalıydım ki sorularım işe yarar herhangi bir bilgi vermeyen ayrıntısız cevaplarla geçiştirildi.
Götürüldüğüm yer, Çivi lakaplı emekli asker tarafından yarı askeri bir düzende idare edilen bir topluluğa aitti. Kamptan çok çadır-kenti andıran yerleşim, 7. bölge sınırına yakın ormanlık alanın iç kısımlarında, sık ağaç kümelerinin arasına kurulmuştu. O güne kadar gördüğüm küçük grupların aksine hayli kalabalıklardı. Birlik askerleri tarafından dağıtılan Kıta Ordusu’ndan arta kalan yüz elli kişiye zamanla silahlı siviller ve şehirden kaçan aileler de katılmıştı. Ben çok kalabalık olduklarını düşünsem de bir zamanlar sayıları milyonları bulan ordudan geriye kalanların bu kadar az oluşu durumun ne kadar vahim olduğunun kanıtıydı.
Sivil ya da asker, silah kullanabilen iki yüz kişi onarlı gruplara bölünmüştü. Her onluk grup yetenekleri ne göre belirlenmiş görevlere koşuluyor, görevler ayda bir değiştiriliyordu. O iki yüz kişiden yirmisi sürekli kampın dışında keşif halindeydi. O güne kadar hep tek başıma yolculuk edip küçük kafilelerle karşılaşmışken, karşıma çıkan bu devasa organizasyon başımı döndürmüştü. Ailemin öldürüldüğü o geceden sonra ilk defa birazcık olsun umut olduğunu düşünme cesareti gösterebilmiştim.
Beni bulup kampa getirenler, kampın asıl lideri kabul edilen asker emeklisi Çivi ve sağ kolu Akrep’ti. Çivi, hayatımda gördüğüm en tuhaf adamlardan biriydi. Başındaki kullanılmaktan eskimiş haki renk beresi, beresinin altında beyaz sakallarının arasında kaybolmuş yüzüyle duygularını gizlemekte ustaydı. Altmışlarının ortalarında olmasına rağmen yirmi yaş daha genç görünüyor, genç bir adam gibi dinç adımlarla yürüyor, üzerindeki yeşil renk avcı giysilerini asker üniforması giyer gibi taşıyordu. Konuştuğu zaman yanında duranları titreten kalın bir sesi vardı. Beni sorguladıkları gün en çok o adamdan korkmuştum. Çalı gibi beyaz kaşlarının gölgelediği mavi gözlerini yüzüme her diktiğinde kaçma isteği duymuştum. Adamın katı asker tavırlarından ve sert sözlerinden o kadar korkmuştum ki, aslında nasıl biri olduğunu gösteren küçük detaylar gözümden kaçmıştı. Yeşil ceketinin yakasından görünen işlemeli beyaz mendili görmemiştim mesela. Geride, masanın üzerine yığılmış kitapların arkasında gizlenen küçük saksıdaki kaktüsü de fark etmemiştim, belindeki tabancasının kabzasına yapıştırılmış küçük güneş çıkartmasını da. Gülüşünü ne kadar gizlerse gizlesin, öfkeli görünmek için ne kadar çabalarsa çabalasın, hayatta tanıdığım en iyi yürekli insanlardan biri olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Kampta yaşamayı birazcık daha kolay haline getirebilen Yonca, iki yüz kişilik silahlı grupta yer alan tek kadındı. Çivi ile Akrep beni kampa getirdiklerinde, daha yüzüme bakar bakmaz kadın olduğumu anlayıp geri kalan herkesi revirden kapı dışarı etmiş, uyanıncaya kadar da benimle ilgilenmek görevini kimseye bırakmamıştı. Diğerlerinin aksine daima gülümsemeye hazırmış gibi neşeli halleriyle karanlığın içindeki güneş ışığı gibiydi. Belki de uzun zamandır bir hemcinsimle karşılaşmadığımdan, etrafındaki bütün kargaşanın içinde gülümsemeyi becerebilen bu kızla daha ilk konuşmamızdan itibaren diğerlerinden daha iyi anlaşır olduk.
Çivi’nin hiç sahip olamadığı oğlu yerine koyduğundan şüphelendiğim Akrep; yaşlı adamın sağ koluydu. Benim gibi yirmi yaşında olmasına rağmen neredeyse bir doksana varan uzun boyu ve yüzünü gölgeleyen siyah sakallarıyla otuzlarına yaklaşmış kocaman bir adam gibi görünüyordu. Her zaman öfkeliydi. Asla gülmüyor, nadiren konuşuyor konuştuğu zamanlarda karşısındakini öfkesiyle korkutuyordu. Hep şüpheliydi. Her sözümü, her hareketimi dikkatle izlediğini fark edebiliyordum. Adama bakarken yeryüzünde nefes alan herhangi birine güven duyup duymadığını merak ediyordum. Bir de, kimsenin baktığını düşünmediği zamanlarda yüzüne düşen gölgeleri fark ediyordum. O her an alev almaya hazır öfkeli kıvılcımların ardında ince bir sızı gizli gibi geliyordu. Onun yüreğinde bir yerlerde de, İhtiyar’ın tavırlarından buram buram yayılan o tarifsiz keder gizliydi sanki.
Kamptaki bir senem dolana kadar bu tuhaf üçlünün arasına girmeyi beceremedim. Nazik tavırlarının ardına sakladıkları şüpheli hareketleriyle bir yabancı olduğumu unutmama izin vermediler. Tespit edilmesini engellemek için bir aylık döngülerle oradan oraya taşıdıkları kamptan ne zaman kaçmaya çalışsam bir şekilde beni engellemeyi başardılar. İlk birkaç ay içinde sağlığım iyice düzelmişti. Kilo almıştım. Mucizevi bir şekilde iyileşen ayak bileğimde çok soğuk havalarda baş gösteren sızılardan başka sıkıntım yoktu. Elimden geldiğince faydalı olmaya çalışıyor, erkeksiz kadınlar için erzak taşıyor, silahlı ekiplere mühimmat tedarikine koşturuyor, karavanada yemek yapımında yardım ediyordum. Buna rağmen, zaman zaman kampa düzenlenen saldırılarda faydalı olacağımı bilseler de silahlarımı geri vermediler. Bu arada sorduğum her soru cevapsız kaldı. Bu zaman zarfında ayak bileğimdeki yanık izi hakkında herhangi bir şey de sormadılar. En çok o takılıyordu aklıma. Birlik le girdikleri çatışmalarda büyük başarılar elde ediyorlardı. Belli ki yaratıklar hakkında epeyce bilgi sahibiydiler. Bu durumda Kaçak’ları da bildiklerini düşünüyordum. Kaçakların benim bildiğim tek özellikleri olan yanık izinden de haberleri olması gerekiyordu ama ne iki adam, ne de hastalık zamanlarımda benimle ilgilenmiş olan Yonca izden bahsetmişti.
Bir senenin sonuna doğru bütün bu belirsizlik beni deli etmeye başladı. Avucumun içinde tabancamın tanıdık ağırlığını özlüyordum. Sekiz senemi yollarda, kimseden emir almadan geçirmişken katlanmak zorunda kaldığım bu ağır göz hapsi yüzünden huysuz biri haline gelmiştim. Gerekli gereksiz zamanlarda kavga çıkarıyor, karşımdakinin kim olduğuna bakmadan dikleniyor, hatta özellikle Akrep’in damarına basmak için elimden geleni yapıyordum.
Bir gün, tam da kampı yeniden taşımaya hazırlanırken başımıza gelen bir felaket onunla aramdaki şüphe duvarlarını yıkmayı başardı. Kamp bu defa öncekilerden çok daha kalabalık bir yaratık grubundan baskın yedi. Yaralandığım geceden beri ne zaman düşünsem ödümü patlatan Makan’lar, gördükleri her şeyi paramparça eden, insanların göğüs kafeslerini parçalamadan kurbanlarını salıvermeyen İta canavarları, insana benzedikleri halde beyazımsı mavi gözleriyle baktıkları yerleri ateşe verebilen askerler sarıverdi kampı.
İlk düşenler siviller oldu. Kamp çadırları toplanıp silahlı otuz kişiyle birlikte önden gönderilmişti. Hemen arkalarından yine silahlı yetmiş kişilik grupla birlikte yetmiş sivil gönderilecekti. Bu yetmiş kişinin içinde kadınlar, hasta ve yaşlılar, on da küçük çocuk vardı. Sağa sola yığılmış eşya kolileri erkeklerin çekeceği el arabalarına yüklenirken diğerleri son hazırlıklarını tamamlıyordu. Daha ne olduğunu anlamadan ortalığı hırıltılar doldurdu. Kampın sınırlarını çevreleyen ağaçların arasında gölgeler belirdi. İki ayak üzerinde yürüyebilen iri köpeklere benzeyen İta askerleri önce kadın ve yaşlılara saldırdılar. O sırada arkalarından gelen Makan’lar silahlı adamlarla ilgileniyordu. Dehşet içinde kalmıştım. Her tarafımı köpek adamların dişleri arasında parçalanmadan hemen önce atılan canhıraş çığlıklar, metalik canavarlara karşılık vermekten aciz silahların gümbürtüleri doldurmuştu.
Birkaç saniye ne yapacağımı bilemeden öylece dikildim. Aklımı başıma almamı sağlayan üzerime koşturan başka bir İta oldu. Makan’lardan korkuyordum elbette ama İta’larla karşılaştırıldığında o makineler bile daha insaflı kalıyordu. Karşımdan gelen canavar beni görmeden hemen önce küçük bir çocuğu parçalamıştı. Bana doğru koşarken korkunç dişlerinin arasından çocuğun kanıyla kırmızıya dönmüş salyaları damlıyordu. Yılların alışkanlığıyla silahıma davrandım, yine yerinde bulamadım, Akrep’e de, Çivi’ye de sağlam bir küfür savurup hep cebimde taşıdığım sıvıyı çıkardım. Bir kısmını yerde duran bir kaya parçasının üzerine boca edip geri kalanını şişeyle birlikte üzerime sıçramış olan yaratığın açık ağzından içeri fırlattım. Yaratık ağzına dolan zehirli suyu tükürmeye çalışırken ıslattığım kayayla köpek adamın suratına vurmaya başladım. Yediğim pençe darbelerine aldırmadan canavarın beyni parçalanıncaya kadar vurdum, vurdum. Nasıl olduysa diğerleri benim farkıma varmadan kaçmayı becerebildim.
El arabalarına yüklenmek üzere üst üste yığılmış sandıkların arasından henüz toplanmamış komuta çadırına koştum. Karşıma çıkan siyah Birlik üniforması giymiş bir adamın sırtı oldu. Beni fark etmemiş olan adam yere düşürdüğü başka birinin üzerine çökmüştü. Etrafıma bakınıp adamı durduracak herhangi bir şey arandım. Kapının hemen yanında, önceki sene elimden alınan çantamı fark ettim. İçinde duran silahımı, Çamur’u, sessizce çıkardım. Kurşunları kaplayan zehirli sıvı çoktan buharlaşmış olmalıydı ama adamın en azından bir an duraklamasını sağlayabilirdim. Az evvelki dehşet sahneleri yüzünden titreyen ellerime rağmen horozu sessizce kurup silahı ateşledim… ve yapabileceğim en kötü atışı yapıp adamı ıskaladım. Kurşun herifin sağ kolunu sıyırıp gitmişti. Adam patlama sesini duyar duymaz hareketsizleşmiş Akrep’in üzerinden kalkıp kendini masanın arkasına attı.
Onun saldırıya geçmesini beklemeden sandıklardan birinin arkasına sığındım. Hışırtı seslerinden ne yöne hareket ettiğini tahmin etmeye çalıştıysam da beceremedim. Bir yıllık aradan sonra bütün reflekslerim ve hareket kabiliyetim gibi kulaklarım da paslanmıştı. Mecburen başımı uzatıp saldırganı görmeye çalıştım. Yine hata yapmıştım. Daha başımı uzatır uzatmaz başımın üzerinde vınlayan kurşunun sesiyle yeniden saklandım.
“Kurşun mu? Birlik ne zamandan beri ateşli silah kullanıyor?” Adamın yeniden saldırmasına fırsat vermemek hem de onu hala baygın olan Akrep’ten uzaklaştırabilmek için sağ tarafa, kapıdan uzağa hamle edip yan taraftaki sandığın arkasına geçtim. Bu hareketimle adamın kapıyla arasında hiçbir engel bırakmamış oluyordum ama Akrep’i korumak için yapacak başka şey düşünemiyordum.
Ben başımı çıkarmadan üç el daha ateş ederken kapı tarafından gelen gürültüler arttı. İki tarafın çatışması kampın içine kadar ilerlemişti demek ki. O sırada yanı başımda duran boş bidonu fark ettim. Cebimde son mantar parçasını parçalayıp Çamur’un içindeki son iki kurşunla birlikte bidonun dibindeki birkaç damla suya atıp, iyice ıslattıktan sonra yeniden yuvaya sürdüm.
Ben yeniden hamle etmek üzereyken kapıdan çadırları hedef noktasına götürenlerle birlikte önceki gün kamptan ayrılmış olan Yonca girdi. Belli ki dışarıdaki kavgadan o da nasibini almış, yeşil avcı elbiseleri kan olduğu belli kırmızı bir sıvıyla renk değiştirmişti. Üzerindeki kanın ne kadarı kendine, ne kadarı öldürdüğü yaratıklara aitti anlaşılmıyordu. İçeri girer girmez gözleri yerde yatan adama kilitlendi. Sonra beni gördü, arkasından da karşımdaki masanın ardına saklanmış olan adamı. “Saklan!” diye bağırdım başka bir şey yapmak elimden gelmediği için. Kızın kendini yere atmasını, belindeki silahını kullanmasını ya da çığlık atıp çadırdan çıkmasını bekledim. Oysa bunlardan herhangi birini yapmak yerine saldırganın olduğu tarafa yürümeye başlamıştı.
“Yonca ne yapıyorsun?! Saklansana!”
İşin garibi saldırganın olduğu taraftan da tepki yoktu. Yaralanma riskini göze alıp yeniden olduğum yerden doğruldum. Ben tam yeniden ateş etmek üzereyken Yonca adamın üzerine atıldı.
“Hain!” diye bağırdı şimdi bile hatırladığımda tüylerimi diken diken eden bir çığlıkla. “Akrep’e bunu da mı yapacaktın hain?!” Benim müdahale etmeme fırsat kalmadan boğuşmaya başladılar. Yumruklar, tekmeler arasında birbirlerine üstün gelmeye çabalıyorlardı. Yerimden kalkıp kıza yardım etmek için yanlarına koşmak üzereyken kapıda beliren iki İta’yı fark ettim. Altıpatların içindeki son iki kurşunu da yaratıklara sıkıp yere devirdikten sonra arkalarından gelen üçüncüsünü berideki kavgadan uzak tutabilmek için yerimden fırlayıp çantaya hamle ettim. Yaratık bana ulaşmadan benim tüfeğime ulaşabilmem lazımdı. Bu sırada arkamdaki kavga hala devam ediyordu. Aslında iri yapılı adam karşısında çoktan yenik düşmesi lazım gelen kız can havliyle yumruklar atıyordu.
Ben daha tüfeğe ulaşamadan bana yetişen yaratığın pençe darbesiyle yan tarafa savruldum. Elimde silahım olmadan yapabileceğim tek şey yaratıkla köşe kapmaca oynamaktı. O hamle ettikçe ben eğildim, üzerime atıldığında geriye sıçradım. Arada gördüğüm kadarıyla Yonca’nın işleri de yolunda gitmiyordu. Adamın üzerindeki siyah gömlek parçalanmıştı ama kızın aldığı hasar birkaç giysi yırtığından daha ağırdı. Bütün yüzü kan içindeydi. Yaratıktan kurtulmaya çalışırken adamın elinden düşürdüğü silahını fark ettim. Tek hamleyle benimkine nazaran çok daha hafif, hem de hızlı tabancaya atıldım, yaratığa doğrultup tetiğe basar basmaz yaratık geriye savruldu. Bu sırada Yonca da kavgayı kaybetmişti, o mesafeden hala nefes alıp almadığını göremiyordum ama hala baygın Akrep’in yanında hareketsiz yatıyordu.
Adam yerde yatan kızın başından ayrılıp tabancasını arandı, tabancasını elimde gördü ama o halimle benim üzerime gelmeye yeltenmedi bile. Yanımdan hızla geçip kapıya yöneldi. Bense adamı kaçırmamak için koluna yapıştım. Kavga sırasında parçalanmış olan gömlek kolu benim çekmemle iyice yırtıldı. İşte o zaman, onca hareket ve gürültünün arasında, o günün büyük olaylarının arasında beni en çok şaşırtan şeyi gördüm. Başkasının dikkatini çekmeyecek küçücük bir detay yüzünden olduğum yerde kalakaldım. Adamın yırtılmış siyah gömlek kolunun altından görünen yanık lekesini fark etmiştim. Sağ ayak bileğinde de olduğundan emin olduğum, aynısını kendi sağ el ve ayak bileğimde taşıdığım yaprak biçiminde kırmızı yanık lekesi.
“Kaçak! Birliğin içinde bir kaçak var.” Ben kendimi toparlayamadan adam kolunu benden kurtardı, kapıda yatan üç İta canavarının üzerinden atlayarak çadırdan fırlayıp gitti. Arkasından dışarı çıktım ama adam çoktan çadırın arkasındaki ağaçlığın içinde kaybolmuştu.
Dışarıda o zamana kadarki ömrümde gördüğüm en kanlı sahneyle karşılaştım. Çatışma sona ermişti. İta ve insan cesetleri birbirine karışmıştı. Bunların yanında her an yerlerinden doğruluvereceklermiş gibi sapasağlam ama cansız yatan Makan lar görüntüyü garipleştiriyordu. Anlaşılan eşyaları nakleden grup geri dönmüş, saldırganları arkadan sarıp çapraz ateşle ortadan kaldırmayı başarmışlardı.
Neler olup bittiğini öğrenmek için duraklamadım. Gerisin geri çadıra daldım. Yonca inlemeye başlamıştı, Akrep nefes alıyordu ama baygındı. Mosmor boğazını saran yakasını gevşettim. Sağda solda su arandım, bulamayınca hep cebinde taşıdığını bildiğim matarasını bulup yüzünü yıkadım. Kabustan uyanır gibi birden ayıldı. Bir şey dememi beklemeden Yonca’ı kontrol etti. Tıbbi ilk yardım malzemelerini getirmem için emirler yağdırıp kızın yaralarını temizledi.
Birlik’in yeniden saldırma ihtimaline rağmen o akşam orada kaldık. Kimsenin aradaki birkaç kilometrelik yolu yürüyecek gücü yoktu. Yaralıların tedavisine başlandı. Çok geçmeden sayım yapılıp kayıp sayısı hesaplandı. İki yüz silahlı adamın yarısına yakınını ve sivillerin tamamını kaybetmiştik. Kamptaki on çocuğun hepsi İta pençeleriyle can vermişti. Çocuklardan geride kalan parçaları toparlayıp gömme işini kimse üstlenmek istemedi. Nihayet revirde çalışan iki doktor, istemeye istemeye bu zalim görevi üstlendi.
Kayıpların içinde çocuklarınkinden sonra belki de en çok moral bozanı Çivi’nin ölümüydü. Adam’ın cansız bedeni kampın dışında, ormanlık arazide bulunmuştu. Üstelik ölüm sebebi ne parçalanmış göğsü, ne de Makan’ların marifetiyle kırılmış kemikleriydi. Sıradan, Kıta yapımı bir tabancayla öldürülmüştü. Göğsündeki üç deliği gördüğümde Akrep’e ve Yonca’a saldırıp neredeyse onları da öldüren adam tarafından vurulduğunu tahmin ettim. Birlik askerlerinin arasında bir insan vardı. Üstelik belli ki kamp liderlerini yakından tanıyan biriydi ve hepsinin üstüne Kaçak’lardan biriydi.
O akşam ölenler toprağa verilip dualar edilirken içimde bir şeylerin ezilir gibi olduğunu hissettim. Daha fazla duramayacaktım orada. Elimden silahlarımı, kendimi koruyabileceğim her şeyimi almışlar, beni beceriksiz, yeteneksiz birine dönüştürmüşlerdi. Kendi başımın çaresine bakabildiğim halde zorla buraya hapsedilmiş, daha kendi çocuklarını korumayı beceremeyen insanların insafına terk edilmiştim. Oysa durmak yerine savaşıyor olmam gerekirdi. Bir senedir hiçbir şey yapamadan bekliyordum. İhtiyar’ı aramalıydım, diğer kaçakları aramalıydım. Her ne olursa olsun bir şeyler yapmalı, artık yola çıkmalıydım!
Düşündükçe öfkem artıyordu. Gece bitmek üzereydi, herkes uykudaydı ama Akrep’in çadırındaki ışık sabaha kadar sönmezdi. Onun için eğer bir şeyler yapacaksam daha fazla erteleyemezdim. Komuta çadırına gittiğimde Akrep’i köşedeki portatif sedyede uyumakta olan Yonca’nın başında bir şeyler okurken buldum. Kızı uyandırmamak için sessiz bir baş hareketiyle dışarı çağırdım.
“Ne var?” dedi çadırdan çıkar çıkmaz diğerlerini ürkütmeyi becerebilen o aksi tavrıyla.
“O adam kimdi?” Gözlerindeki öfkeli bakış adam akıllı koyulaştı. Yüzünde neredeyse tiksinti diyeceğim tuhaf bir gölge belirdi.“Hangi adam?”
“Boynundaki şu mor gülleri bırakan adam” dedim gözlerimi kaçırmadan. “Çivi’yi öldürüp seni de, Yoncayı da nedeyse onun yarına gönderen adam. Bileğinde Kaçak’ların izini taşıyan adam.”
Ne dediğimi fark eder etmez pişman oldum. Daha önce Kaçak’lardan bahsetmemiştim. Oysa Akrep ne dediğimi duymamış gibiydi. Duyduysa bile herhangi bir şaşkınlık belirtisi göstermedi.
“Nereden bileyim ben? Kampa saldıran her yaratık hakkında bilgi sahibi olmak zorunda mıyım?”
“Ne demek bilmiyorum? Sen bilmiyorsan Yonca biliyor o zaman.”
“Sanmam.” “Akrep! Sana kimdi diye sordum!” “Ben de bilmiyorum dedim!”
Adamın bu mantıksız kuşkuları o kadar saçma, o kadar gereksizdi ki, neredeyse çocuklar gibi iki ayağımı yere vura vura ağlamaya başlayacaktım. “Kampın yarısı gitti, sen hala neyi saklıyorsun be adam?” diye bağırdım çenemi biraz daha kaldırıp. Yumruk haline getirdiğim ellerimin titremeye başladığını hissediyordum.
“Hain dedi Yonca, Akrep’e bunu da mı yaptın dedi. Neredeyse ölüyordum, neler olup bittiğini bilmeye hakkım var.”
“Benim derdim bana yeter” dedi Akrep sinirli bir ses tonuyla. “Bir de sana laf anlatamam. İlla bir şeyler öğreneceğim diyorsan yarını bekle. Yonca’ya sorarsın. Ben bir şey bilmiyorum.” Arkasını dönmeye yeltendi, uzanıp yeniden bana dönmesini sağladım.
“Yalan söylüyorsun” diye bağırdım öfkeme hakim olamadan. “Kampa geldiğim günden beri yalan söylüyorsunuz. Ama burama geldi. ” Benden iki baş daha uzun adamın yüzünden belli belirsiz, keyifsiz bir gülümseme gelip geçti. Bir elli beş boyunda bir ufaklığın kendisine kafa tutuyor olması onu eğlendirmişti belli ki.
“Küçük hanım öfkelenmiş.” Dedi alayla, “Neden öfkelendiniz küçük hanım, pek narin gururunuz mu incindi yoksa? Yürü git kızım, çocuk bakıcılığı yapacak vaktim yok benim.” başka bir şey demeden çadıra girmek üzere yeniden arkasını döndü. Arkasını dönünce bütün akşam hakim olmaya çalıştığım öfkemin ucunu kaybettim. Uzanıp kolundan yakaladım, bütün kuvvetimi biraz geride duran sağ ayağıma verip iyice gerildim, yumruğumu bana dönen adamın suratına indirdim. Büyük ihtimalle başka zaman bu iri yarı adamı yerinden oynatamazdım ama adam hazırlıksız yakalandığından sendeleyip geriye düştü.
“Çocuk ha? Demek çocuk bakıcılığı yapamazsın ha?”Sesim yükselmişti. Artık konuşmak yerine bağırıyordum ama kimin duyup kimin duymadığı umurumda değildi.
“Bir insan nasıl bu kadar aptal olabilir? Elindekini kullanmayı bilmeden nasıl bir de bunca adamı yönetmeyi düşünebilir? “ Kendime hakim olamıyordum.
“Bana bak sersem herif. Elimden silahlarımı alıp beni çaresiz bıraktınız, yeteneklerimi değerlendirmek yerine köreltmeyi seçtiniz. Beni çocuk yerine koydunuz ama bu gün ölen adamların yarısından, hatta senden bile daha çok şey gördüm ben!
Bütün yaptıklarınıza rağmen bu gün şu çadırda hem senin, hem yanındaki kızın hayatını kurtardım! Eğer beni adam yerine koysaydınız, çocukmuşum gibi davranıp elimden silahlarımı almasaydınız daha başkalarını da kurtarabilirdim. Beni göz hapsinde tutmakta bu kadar ısrar etmeseydiniz belki şu karşıdaki mezarlara parçalarını gömdüğümüz çocukları da kurtarabilirdim!” Adamın çarpılan yüzünü görünce biraz rahatladım. O yüksek duvarlarını çatlatmıştım demek ki. “Ama tabi nerede sende o kafa? Çocuk bakıcılığıymış. Önce kendin çocuk olmaktan kurtul salak herif! ” Öfkeden gözlerim yaşarmıştı. Elimin tersiyle buğulanan gözlerimi silip düştüğü yerde oturmakta olan adama doğru bir adım daha yaklaştım.
“Ben buradan gidiyorum.” Dedim bağırmaktan çatal çatal olmuş sesimi alçaltıp. “Şimdi çadıra girip bana ait ne var ne yoksa toplayacağım. Ondan sonra da defolup gideceğim.” Ceketimin iç tarafında, pantolonumun kemerine takılı soğuk tabanca aklıma geldi. “Cesaretin varsa engel olmayı dene. Tanrı şahidimdir, bir kurşun da sana hediye etmek için geldiğim günden beri bahane arıyorum. Ne kadar çocuk olduğumu ya da ne kadar ciddi olduğumu anlamak istiyorsan yalvarırım dene!”
Bağırmaktan çok boğazıma kadar yükselmiş öfke yüzünden soluk soluğa kalmıştım. Arkamı dönüp çadıra yöneldim. İçerde ses çıkarıp çıkarmadığıma çok da aldırmadan eşyaları karıştırdım. Çantam önceki saatlerde çadırda çıkan kargaşada bıraktığım yerde duruyordu. İçine çatışmadan sonra geri vermediğim Çamur’a uyacak yedek mühimmatla fazladan bir yarı otomatik silah attım. Kapıdan çıkarken hala düştüğü yerde, sırtını çadıra vermiş, eli dizine yaslanmış halde oturmakta olan Akrep’le göz göze gelmemeye çalıştım.
“Baştan beri bütün bildiklerini anlatmadığını biliyordum” dedi arkamdan. “Kaçaklardan haberin var. İzleri biliyorsun, yine de anlatmadın.”
Aslında cevap vermeden geçip gidecektim adamın önünden. Hayatımın belki de en büyük hatalarından birini yapmış olurdum ama öfkem ve o an kabul etmemiş olsam bile çocukluğum, belki de ilk defa bir işe yaradı. Son bir kez adama bakmak ve söylediklerini boğazına dizecek bir cevap verebilmek için döndüm.
“İzleri sen de biliyorsun ama senin de bana onlardan bahsettiğini hatırlamıyorum” dedim.
Adama bağırmaya daha da devam edecektim ama bir şey dikkatimi çekti. Sağ bileğini ovuşturuyordu. Benim de o akşamdan beri sızlamakta olan yanık izimin olduğu yeri. Aklımda o güne kadar hiç ihtimal vermediğim bir kuşku belirdi. Sırtımdaki çantayı yere atıp bir hamlede adamın yanına diz çöktüm. Sağ bileğini yakalayıp, ceket kolunu sıyırdım.
O an söyleyebileceğim her şey aklımdan uçup gitti. Olduğum yere, sert, soğuk toprağa oturuverdim. Ani tepkimle şaşırmış adamın bir şey söylemesine fırsat vermeden kendi bileğimi açtım. İki Kaçak son bir senedir birbirimizden gizlediğimiz ne varsa anlatmak üzere yeniden çadıra girdik.
**
*
Devam edecek...