27
« : 30 Ağustos 2008, 16:42:19 »
Ormanda Kıyım
“Burada ölmek istemiyorum” diye düşünüyordu… “Soluk alabiliyorum. Her soluğum, soluk başına düşen onlarca lanet okumaya karşın, doya doya alınmaya değer. Yaşamım hayal kırıklıklarıyla dolu olmasına rağmen, onu sürdüremeyecek olmayı asla düşünmedim. Gözüm yaşama karşı daima açık oldu. Yaşamım boyunca canım bu yüzden hep yandı. Canımın yanması kötü değil... Acıyı hissedebilmek hiç kötü değil... Canım yanıp acıyı da hissettiğimde belki kaçıyor, belki lanetler ediyor, belki de ağlıyorum… Ama şunu kesinlikle biliyorum: Ben yaşıyorum!”
Kılıcını kaldırmış, hırıldayarak ve ağzından köpükler saçarak üzerine gelen vahşi vulanın kafasını uçurmak için zaman kolluyordu… Ki o vulanlar Yavmar’ın köpekleriydiler… Bir adam boyu, çirkin suratlı, kan ve taze et tutkunu düşkünezenler. Korkuyordu… Ama onlardan değil… Korkuyordu… Adım adım yaklaşan çarpışmadan sonra soluk alamamaktan… Sonrasında hiç acı duyamamaktan… Ağlayamamaktan… Kaçamamaktan… Böyle olmasını istemiyordu… O… bugün… burada… Kesinlikle ölmek istemiyordu.
Saykul iki eliyle kavradığı kılıç kabzasını aşağı indirdiğinde, duyacağı acı dolu iniltiye, üzerine saçılacak sıcak kana ve ortaya yayılacak pis kokuya hazırdı. Öyle de oldu. İlk vulanı ölüme yolladığında içinde yine o yaşama tutunma gücünü, bitmez tükenmez korkuyu hissetti. Sonra etrafa göz gezdirdiğinde, sayıları onu bulan, ağızları tükürük saçan, gözleri öfkeyle dolu yozanları, birbirinden azılı iki vulan köpeğiyle beraber orman içlerinden çıkıp aşağıya doğru, tam üzerlerine geldiklerini fark etti. Güney sularında korsanlık yaparken ne denli vahşi olabildiklerini bildiği yozanların, kuzey topraklarında, böylesi bir ormanlık alanda nasıl olur da birdenbire karşılarına çıkabildiklerine anlam veremedi.
Ama Saykul böylesi bir durumun anlamlı açılımlarını düşünecek durumda değildi. Tek bir vuruşta etkisiz hale getirdiği vulanın ardından başka başka saldırıların da geleceğini biliyordu. Boyu kendisinden bir baş küçük olan ama biraz önce ölen vulandan asla daha az vahşi gözükmeyen eli balyozlu yozan bu düşmanlarından biriydi. Üzerine doğru savrulan balyozu kılıcıyla kolayca defetmeyi bilen Saykul kazandığı bu özgüvenle kılıcını, üzerine gelmekte olan yozanın gövdesine sokmayı başardı. Kulağında patlayan çığlığa aldırmadan kılıcı önce aşağı, sonra sola doğru çekiştirip, yozanın çığlıklarını hafif iniltilere dönüştürdü, sonra büsbütün kesilmesini sağladı.
Hızla üzerine doğru gelmekte olan ikinci bir yozanı fark etmesi gecikmedi Saykul’un. Ölmüş ama hala kılıcının ucunda asılı olan ve bu haliyle koluna yüklenip kendini yormaya devam eden cesetten kurtulamadığından olsa gerek, adım adım yaklaşan yeni düşmanı daha bir büyük göründü gözüne genç adamın. Ölü yozanı iteledi… Olmadı. Kılıcını çekmeye çalıştı ama bunu da başaramadı. Sapsarı köpükler saçan ağzını açmış üzerine çullanmakta olan iğrenç yozanı son kez gördüğünde karar vermişti Saykul. Kılıcını bıraktı ve çıplak elleriyle hasmının gırtlağına sarıldı. Sonrasında Saykul ve canına lanetler okuduğu yozan öfkeden kudurmuş iki hayvan gibi dövüşmeye başladılar.
---0---
Umu için bu beklenilen bir olayın, beklediğinden erken gerçekleşmesinden öte bir durum değildi. Kendisini, kaybedecek çok şeyleri olan biri olarak görmüyordu. Öleceğine inandığı bu anlarda diğerlerinden çok korktuğunu da sanmıyordu. İçinde bulundukları durumu ise sadece “çok çirkin” diye değerlendirebildi.
Ölümün güzel bir yüzü olduğuna inanmayan çok kişinin aksine o öylesi bir ölümü görmüştü daha önce… Çok sevgili eşini kaybettiği günün hiç durmamacasına ağladığı uzun gecesinden sonra, güzel Denle hiç olmadığı kadar ışık dolu görünmüştü gözüne. O görüntü Umu’yu, karısını asla bırakamayacağına, onsuz geçecek tek bir günün dahi olamayacağına inandırmıştı. Bu inancını gerçekleştirmesine Saykul ve arkadaşları engel olmuş, içtiği moltan zehiri çok geçmeden tüm bedenini sarsa da Kardeşler duruma müdahale etmeyi bilmişler, yoldaşlarını yaşama döndürmüşlerdi. Umu’nun gözünde ise bu dönüş, eşiyle başlayacağı yolculuğa çıkamadan tek başına geri dönmekten başka bir şey değildi.
Öne atılmak ya da geri çekilmek yerine olduğu yerde durup olacakları beklemeyi tercih etmesi de bu yüzdendi. Tek başına olsaydı bundan çok daha çılgınca şeyler yapacağına inanıyordu. Eğer yanında Akyapera olmasaydı… Uspan olmasaydı… Saykul olmasaydı. Saykul ya, evet. Tam bu noktada geri dönüşlerinden birini daha yaşadı Umu. Denle’nin ışığı gözlerinin önündeki perdeyi kaldırdı. Olanları en ince ayrıntısına kadar görmeyi becerdi yine.
Umu, Saykul ve Akyapera’nın arkasında kaldığından olsa gerek uzun süre boğuşmak zorunda kalmamıştı. Uspan’ın yolculuğa çıkmadan önce verdiği iki uzun kamayı belinden çıkardı ve ölümle kucaklaşacağı anı beklemeye başladı. Akyapera’nın sersemletip savuşturduğu iki yozanı hemen yanı başında bulması gecikmedi. Yozanların ayağa kalkmamasını diledi. İlk kıpırtılarında aynı dileğini tekrarladı aytar. Asla olmayacak sandığınız dileğinizin ezkaza gerçekleştiğini sandığınızda, içinizde kıpırdanan titreyen harika heyecanın; dileğinizin gerçekleşmediğinin ayırdına vardığınızda dönüştüğü tarif edilmez burukluğun onlarca kat fazlasını işte tam o anda yaşadı Umu. Yozanlar önce kıpırdadılar, sonra ayaklanmaya başladılar. Çok geçmeden biraz şaşkınca da olsa Umu’yu fark ettiler ve üzerine yürüdüler.
Umu da yakın dostu gibi o dakikalarda öğrendiği tek bir büyüyü dahi anımsayamadı. O da Saykul gibi aklını yoklayıp hatırlayabileceği büyülerine sarılmak yerine, ellerini yoklayıp kavrayabileceği kamalarıyla öndeki yozanın üstüne atılmayı tercih etti. Keskin kamasını doğrudan hedef aldığı gırtlağı isabet ettirdiğinde, o bile bu kadar kötü kokulu bir akıntının fışkıracağını düşünememişti. Gözüne sıçrayan kapkara akıntı, ki Umu hala bunun yaratığın kanı olup olmadığından o an için emin değildi, büyücünün görmesini engelliyor, kendini ölüme ve öldürmeye hazırlamış bu adamın en azından arkadaşları için de olsa elinden geleni yapmasına engel oluyordu.
---0---
Birileri, vahşi yozanların saldırdığı ilk anı görmüş olsa, şaşkınlıkla kalakalan dört ‘kurban’ın hayatta kalabileceğine ihtimal vermezdi kuşkusuz. O birileri bu kanıya vulanların korkunç kükremelerine ve yozanların vahşi görüntülerine bakarak varırlardı büyük ihtimalle. Ama aynı birileri, Uspan’ın savaş çığlıkları atarak öne atılıp üzerine gelen vulanları adeta göğüslemesi ile böylesi bir karara çok erken vardıklarını da anlayabilirlerdi. Hele Uspan’ın aldığı darbeler nedeniyle başının dönmesi ve midesinin bulanmasına aldırmadan uzun kılıcı ile yanına yaklaşan iki vulanı, yere düşen uzuvları ile kaç tane olduklarını anlaşılmayacak şekilde parçalara ayırmasını görünce fazlasıyla haksızlık yaptıklarını iyice anlarlardı. Uspan bununla kalmayıp iki vulanın hemen arkasından adeta sürüklenerek gelen çirkin yozanın kafasını tek bir kılıç hareketi ile bedeninden ayırmış bu görüntüyü görünce afallayan diğer yozanı da adeta bakışlarıyla durdurmuştu.
Gözleri ile algıladıkları ile görünüşteki vahşiliğini yitirip kararsızlaşıp şaşkınlaşan yozanın aksine Uspan, döktüğü kanların da kışkırtmasıyla geçmişine dönüyor, savaş alanlarında gördüğü ölümleri ve kıyımları hatırlayarak öfkeleniyor, kızıyor, intikam hırsına kapılıyordu. İçi bu duygularla öylesine dolmaya başlıyordu ki, öldürdükleri için yüreğinde yazıklanacak küçücük bir boşluk bile kalmıyordu.
Eli çok çabuktu izcinin. Şaşkınlığı af etmiyor, kıyımı sürdürüyor, havada kavisli kandamlacıkları saçan yozan uzuvlarını uçurmaya devam ediyordu. Ama böylesi zamanlarda yapılmaması gerekeni yapıyor, çok önemli bir noktayı gözden kaçırıyordu Uspan. Her şeye rağmen bilmesi gereken şey izcinin bir izci, savaşçının da bir savaşçı olduğuydu. Olağandışı bu saldırıdan ya da yanlarına bir savaşçı alma uyarılarının dikkate alınmamasına duyulan zamansız öfkeden olsa gerek Uspan, adım adım geri çekilmek yerine önünde artan yabani savaşçılara aldırmadan yerde kıvranan bedenleri de ayakları altında ezerek hiç sendelemeden ilerliyordu.
Vahşi bakışlar, Uspan’ın gözü karalığı ile şaşkınlığa düşmüşlerdi belki ama bu şaşkınlığın beraberinde getirdiği korku ister istemez yaşama pahasına saldırmaya da yöneltiyordu onları. Yaşam derdine düşenlerin ise yapamayacağı yoktu. Uspan’ın uzun kılıcı ile biçilmeyi her şeye rağmen red eden bir yozan sonunda bekleneni yaptı. Önce Uspan’ın keskin kamasını yedi omzuna. Sendeledi ama aldırmadı. Gürzlü elinin dirseğinden kesilmesiyle kısa bir şaşkınlık geçirdiyse de durmadı. O çirkin suratıyla öne doğru atıldı ve keskin dişleri ile Uspan’un boynuna bir ölüm ısırığı sapladı. Buna karşın Uspan’ın çığlığını bekleyenler ise bir kez daha yanılacaklardı.
---0---
Yozanların bir insan boyu, çarpık çurpuk biçimsiz bedenlerini gördüğünde, vulanların uluyarak ve salya saçarak koşuşturmaları alayelini hiç korkutmamışa benziyordu. Böylesi saldırılarda Akyapera işe iyi bir savaş tasarısı çıkarmakla başlardı. İçinde ardı sıra çalışacak olan bir dizi hareket bulunan bir tür düzenek sayılabilirdi bu.
Alayelin, Kalkan büyüsü ile saldırganlarla aralarına bir engel koydu önce. Böylece gözün görmeyeceği alaca karanlıkta hızla ilerleyen yozan okları, görünmez kalkana çarparak parçalanıp orman zeminine düştüler. Orman içlerinden gelen ve kendilerini hedef alan okları ne Umu ne Saykul ne de daha sonra ayağı ile onları ezecek olan Uspan fark etmişti. Akyapera kalkanı kaldırıp dikkatini yine okçulara vermişti. Bu sefer onların ayaklarının altındaki kayalara yoğunlaştı, Umu ve Saykul duysalardı bile asla ne olduğunu tahmin edemeyecekleri büyü mırıltısı ile kayalar yerlerinden oynadı ve iki okçu yarım ağaç boyu yükseklikten kayalarla çarpışa çarpışa yuvarlanarak sonunda kafalarının üstü düştüler.
Bir büyücü gücünü kullanırken en verimli şekilde kullanmayı amaç edinmelidir. Hele söz konusu olan bir gösteri değil de ölüm kalım meselesi ise bunu çok daha önemsemelidir. Akyapera bu yüzden üzerine gelmekte olan iki yozanı etkisiz hale getirirken güçlü bir büyü yerine şaşırtma oyunlarına başvurdu. İki elinin işaret parmağı ile yozanları bakışları ile algıladıklarını birbirine karıştırdı. Güzel büyücünün üzerine koşarken bir kendi gördükleri bir de diğerinin gördükleri arasında gidip gelen yozanlar, bulundukları yerle gitmekte oldukları yerleri karıştırıp Akyapera’ya ulaşamadan birbirleriyle çarpıştılar ve kendilerini yerde yuvarlanır halde buldular. Alayeline ise onları ufak bir el hareketi arkada beklemekte olan Umu’nun önüne atmak kalmıştı.
Akyapera’yı güçlü yapan özelliklerin en önemlilerinden biri; işlerini hangi önem sırasına göre yapacağını çok iyi bilmesiydi. İki yozanı önünden çeken büyücü biraz önce kafa üstü düşen okçu yozanlardan birinin boynunun kırılıp etkisiz hale geldiğini görmüştü fakat diğeri ufak bir sersemlik yaşadıktan sonra saldırısına devam etmek amacındaydı. Akyapera onun doğrulmasına fırsat vermeden öldürmek gerektiğini biliyordu. Bunun için büyü gücünü kullanmak yerine pelerinin altından çıkardığı ince kılıcına başvurdu. Akyapera koşmaktan çok sakince yürüyor gibi görünse de bir yelin olduğunu hatırlatırcasına hızla ulaştı okçu yozanın yanına. İnce ve keskin kılıcı o denli hızlı bir şekilde işini bitirmişti ki, orada son nefeslerini veren yozanlar arasında ne olduğunu anlayamadan karanlığa gömülen belki de tek yozan olmuştu Akyapera’nın kurbanı.
Geriye döndüğünde Saykul ile bir yozanın gırtlak gırtlağa boğuştuğunu gördü Akyapera. Yanlarına vardığında Saykul büsbütün nefessiz kalmış buna rağmen bir elinin parmaklarını yozanın boynuna, diğer elinin parmaklarını yaratığın çirkin suratındaki iğrenç göz ve burun deliklerine sokmuş adeta hasmını elleriyle parçalamaya uğraşıyordu.
Alayelin, keskin kılıcını yaratığın gövdesinin yanından sokup diğer yanından çıkarmasıyla gelen ölümün bu defa çok huzurlu bir şekilde gelmediğini, yozanın attığı ve her nasılsa Saykul’un yaratığın boynunu tutmaktan iyice güçsüz düşen parmakları arasında sıyrılıp çıkan acı çığlığından anlamıştı. Saykul boynunda gevşeyen iğrenç parmakları hissettiğinde başarmak üzere olduğunu anlamıştı. Yaşıyordu yine… Bu kez de ölmemişti… Dua etmeyi düşündü… Vazgeçti… Kesik kesik öksürükleri arasında lanetlerini sıralamayı tercih etti.
Saykul’un öksürüklerini dinlerken, ceset parçaları ile kaplanmaya başlayan ormanlık alanı gözden geçirdi Akyapera. Umu’nun bir yozanı boynundan ölümcül şekilde yaraladığını fark etti. Öne doğru uzattığı iki kamayı gören diğer yozan ise henüz şaşkınlığını tam olarak üzerinden atamamış olsa da kolayca ölmeye niyetli değildi ve Umu’nu etrafından dolaşıp arkasından saldırmayı tasarlıyordu. Çok kısa bir süre bu sahneyi izledikten sonra yapacağı hareketi belirlemişti büyücü. Yüzü ve gözleri simsiyah kan ile kaplı Umu’nun sırtını kendine doğru döndüğünü gören yozan elindeki keskin bıçağı şişman adama sokmak için hızla öne doğru atıldığında Akyapera Umu’yu ters yöne döndürecek büyüyü yapmıştı bile. Büyü ile bir insanın asla dönemeyeceği kadar hızlı dönen insan bedeni, iki ellinde taşıdığı uzun kamalar ile yozan’ın acı sonunu da hazırlamıştı. Neye uğradığını anlamayan yozan, ondan çok ta farklı düşünmeyen Umu’ya şaşkınca bakar halde yere yığıldı. Elleri boşalan Umu, gözündeki kanları silmeye çalışırken olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu.
Saykul kesik kesik öksürmeye ve çevresini bulanık bir şekilde görmeye devam ederken, Umu gözlerini kısmen yakan kara kandan hala kurtulamamıştı. Bu yüzden o zaman diliminde meydana gelmiş korkunç görüntüyü sadece Akyapera görebilmişti.
Uspan’ın boynuna dişlerini geçirmiş tek kolu kopuk yozan yere düşmüş izcinin üzerinde tepindikçe tepiniyor, parçalanan boyundan akan kanı yalamaya, kopan et parçalarını da yutmaya çalışıyordu. Akyapera’nın onların yanında bittiğini görecek olan herkes, Uspan için çok geç kalındığını, bunu hiddetiyle büyücünün kalan son yozanı gazapların en büyüğüyle cezalandıracağını düşünebilirdi. Birileri görebilseydi eğer, büyücünün yozana ölümlerin en zorunu ve en acısını tattırırken öte yandan boynundan akan oluk oluk kanla yaşam savaşını bitirmek üzere olan Uspan ile nasıl vedalaşacağı üzerine; yine her konuyu en ince ayrıntısına kadar tasarlayan büyücünün bunlardan hangisine öncelik vereceği üzerine tahminler de yürütebilirdi.
Ama bu noktadan sonra tüm olacakları; can çekişen Uspan, kalan son yozan ve büyücü alayelin Akyapera’dan başkası görmeyecek, bilmeyecekti.
---0---
Akyapera’nın tek sözü ile Uspan’ı dişlemeyi bırakan yozan, telkin büyüsüne hiçbir direnç göstermeden izcinin üzerinden kalkıp, sırt üstü sert bir şekilde yanına düştü. Düşerken kalın kafasını sertçe yere çarpmıştı. Yozan o haldeyken büyücüyle göz göze geldi. Kadın ona baktıktan sonra güzel gözlerini hemen yanında yatmakta olan insana çevirdi.
Adam hırıltılar çıkarıyordu. Ölüyordu. Kadın ise ölmekte olan adamın yanına, yozan ile arasına çömeldi. Ve insan son kez hırıldadı.
“Uspan” diye seslendi güzel kadın. Tekrarladı… “Sen… Uspan!”
Sonra yozana döndü bir daha. Kadının bakışlarında öfke yoktu. Nefret yoktu. Yozanı parçalama, lanetleme isteği hiç yoktu. Aksine fazlasıyla huzur ve sevgi doluydu bakışlar. Yozan kendisine bu şekilde bakan hiç kimseyi hazırlamıyordu. Sadece artık nerdeyse unutmaya başladığı bir kişi dışında.
“Sen..?” diye soran gözlere baktı yozana. “Sen..?”
‘Ben’ diye düşünde hala kıpırdayamayan yozan. Yozanların ismi olurdu ama pek kullanılmazdı. Kullanılmasına gerek duyulmazdı. Yattığı yerde bunu düşündü Yozan. Alayelinin sıcak elini göğsü üzerine hissetmeye başladığında o ana dek tümüyle unuttuğu anlara döndü.
Çok kimsenin bilmediği, yalnızca köle tüccarlarının ve Yozanavcılarının rağbet gösterdiği, lanetlenmiş, bu lanetiyle baş başa bırakılmış vahşi yerler olarak bilinirdi Yadrek Toprakları. Yeryüzünün ışıklı kutsal alanlarından çok uzakta, Gendeniz sularının ortasında bir yerde adeta yalnız başına bulunurdu Körmös’un kanıyla yıkanmış bu lanetli topraklar. Üzerinde çok az kişin, onlardan belki biraz daha fazla güren, beçin ya da keleren görebilirdiniz orada. Yelinlerin ayak basmadığı bu uğursuz yerler ise tam anlamıyla yozan kaynardı..
---0---
İşte böylesi yabanıl bir ortamda doğmuştu Graxar. Hamileliğinin son aylarında kendi topluluklarından uzaklaşan diğer dişi yozanlar gibi Graxar’ın annesi de tek başına Çamura Bataklıkları’nda saklanmıştı. Birçok şansız hamile yozanın aksine taze ete düşkün ve bu uğurda yamyamlıktan kaçınmayan türdeşlerinden kaçmayı başarmıştı da üstelik. Aç kaldığı için güç kaybeden, dişi yozanların bebeklerine göz diken cılız erkek ve dişileri hiç acımadan öldürmüştü anne yozan. Ve onların etiyle beslemişti karnındaki yavrusunu.
Yaşamları boyunca şiddetle iç içe olan yozanlar yaşama da böylesi bir şiddetle giriş yaparlardı. Yozan bebekleri çok şansız değillerse ayakta doğum yapan anneleri kendilerini yumuşak bir zemin üzerinde doğururlardı. Sert bir zemine düşüp iyileşmez yaralar almayan ya da çok sulak bir alanda doğar doğmaz yitip gitmeyen yozanların yaşama girişleri şanslı birer merhaba olarak kabul edilebilirdi. Graxar en azından bu derece şanslı olanlardandı.
Annesi onu doğurmuş, kendini savunmayı öğrenene ya da en azından tehlike anında annesine seslenebileceği yaşa gelene kadar da yanında tutmayı başarmıştı. Güçlü anne çocuğunun aklının erdiği ilk dönemlerde ise ona Graxar diye seslenmişti. Pek çok dişi yozan, ya içinde bulunduğu sert ortamın yarattığı dengesizlikler nedeniyle yavrusunu kendi yer ya da yeterince güçlü olmadığı için bir başka aç yozana kaptırırdı. Yozanların bulunmadığı ya da çok az bulunduğu alanlar da ise zaten doğal yozan düşmanları olduğu için ne annenin ne de yavrunun yaşama şansı olurdu.
Graxar tüm bu olumsuzlukları, güçlü bir anneye sahip olduğundan aşmayı başarmış, çocukluk dönemini annesinin içine sokmayı başardığı kabile arasında geçirmişti. Bu kabilede annesi sayesinde daima iyi bir durumda kalmayı bilen Graxar, yokluk zamanı yetişkin yozanların çıktığı beçin avları sonrası onun getirdiği harika beçin etiyle beslenip yaşıtlarına göre daha erken gelişmişti.
Bu özel durum annesinin diğer yetişkinlerle çıktığı son ava kadar da sürmüştü. Kıtlığın fazlasıyla arttığı ve yamyamlığın kendi kabilelerinin günlük hayatına dahi sıçradığı o zor günlerde iyice güçten düşen annesi diğer yetişkin yozanlarla birlikte bilindik avlarından birine çıkmıştı. Ama annesi çıkılan bu son avdan geri dönmemişti.
Olağan avlanma süresini oldukça aşan bu son avda ters giden bir şeyler olduğunu sezinlemişti Graxar. Sonra av sürüsü giden kalabalığın sadece yarısı kadar sayıda yozanla dönünce sebebini anlamıştı. İçinde annesini göremediği bu kalabalığın getirdiği etlerin içinde parçalanmış beçin etleri kadar yozan uzuvlarını da gören Graxar hemen onların üzerine atlamıştı. Diğer yozanların itelemelerine, ısırmalarına, tırmalamalarına aldırmadan aramıştı onu. Kendisini doğuranı, besleyeni, büyüteni, koruyanı…
Tüm bu umutsuzluğun sonunda et yığını içinde tanıdık bir kol buluvermişti. Diğer yozan kollarından pek farklı görünmese de Graxar, ‘bu onunki’ diye düşünmüş, hatırı sayılır büyüklükte bir beçin bacağıyla birlikte ‘onun’ konulunu da alarak, gelen taze etin bayramını yapan çıldırmış yozan kalabalığı arasından sıyrılıp uzaklaşmıştı.
Ağlamayı bilmezdi yozanlar. Graxar da ağlamamış, ilk iş olarak uzun süredir doğru dürüst bir şey girmeyen midesini taze beçin etiyle doyurmuştu. Sonra yozan koluna bakınmış, uzun süre soğuk el parçasıyla el ele tutuşmuştu. Günlerce kabilesinden uzak kalmayı da bilmişti. Sonra onu merak eden yaşıtlarının kışkırtmaları ile ister istemez aralarına dönmek zorunda kalmıştı. Kokuşmaya başlayan kolu kapan irice yeniyetme yozanı kovalamış, yakalamış ve boğuşmaya da başlamıştı. Birbirine giren genç yozanları ayırmaya gelen yetişkinler fark ettikleri kolun peşine düşmüşler fakat onu tekrar ele geçiren Graxar’ın ellerinden almayı başaramamışlardı. Gençliğin vermiş olduğu kıvraklıkla en yakın ağaca tırmanmayı başaran Graxar, çürümüş et kokusuna daha fazla dayanamamış, boğuşmanın verdiği yorgunluk ve açlıkla yozan kolunu orada tek başına yemişti.
---0---
Gördüğü şiddet olayları Graxar’ın kabile içinde yetişkinliğe adım attığı günlerde de devam etmişti. Pek çok kez yozanavcılarının saldırısına uğramış, aralarından pek çoğu çığlıklar öldüresiye dövülerek kafeslere doldurulmuş, avcılardan birinin zarar gördüğü günlerde pek çok kez keskin kişin aletleriyle doğranıp parçalanmışlardı. Graxar her defasında kurtulmuş, uzaklaşan yozanavcılarını ardından arkada kalan uzuvlar ve et parçaları için türdeşleriyle kapışmıştı.
Günün birinde beklenildiği gibi o avcıların ağına düşmüş, çığlıklar içinde dövülerek, kırbaçlanarak, derileri parçalanarak ta olsa kafeslenip Yadrek’in doğusundaki Yudulan limanında alıkonulmak üzere götürülmüştü.
Kafesler içinde toplu halde oradan oraya yapılan yolculuklar açlık ve susuzlukla mücadele içinde geçiyordu. Zayıflayan ve yara alan ilk yozanın düşmesi ile kısmen açlıklarını giderecek yiyeceklerini de bulmuş oluyorlardı. Birkaç gün önce koklaşıp cesaret buldukları türdeşleri, birkaç gün sonra o yolda onlara güç verecek besinleri olurken kalan son değer yargılarını da yitiriyordu yozanlar.
Graxar’ın, Bataklık çevresinden kabile topraklarına, oradan Yudulan limanına ve sonrasında köle pazarlarına uzanan yaşamı boyunca şiddet ve kan hiç eksik olmadı. Sergilendiği pazarlarda, çalıştırıldığı alanlarda, dövüştürüldüğü eğlence meydanlarında bildiği ve gördüğü şiddeti tekrarladı Graxar. Canının yandığı, yaralandığı günlerde yalanıp yalnız başına iyileşmeye çalıştı. İyi olduğu zamanlarda, acımadı öldürdü ve beslendi yozan. İlk daimi sahibi olan ihtiyar adam ona dua etmeyi öğretti. Öğrenemeyince kırbaçladı, sonra tekrar öğretmeye çalıştı. Tekrarında başardığında ise et ile ödüllendirildi. İşe yaradığını anlayınca dua etmeyi bir daha hiç bırakmadı yozan.
İhtiyarın ömrü uzun olmayacak ve yozan onun elinde uzun süre kalmayacaktı. Peşi sıra gelen sahipler ise ona iğrenir şekilde bakacaklar şiddet uygulamaktan geri kalmayacaklardı. Yad Ellerden gelen sahip Mank’a kadar da bu böyle devam edecekti.
---0---
Graxar’ın çok kırbaç yediği bir gün ettiği uzun dualara yanıt olarak gelmiş olmalıydı Mank. Gece boyu süren yağmurların en şiddetli olduğu anda çiftliğe gelmiş, son sahiple farklı bir ticaret yapmıştı. Gizemli adam önce güzel güzel tartışmış sonra Graxar’ın yaşamında ilk kez duyduğu dua sözleriyle çiftliği birbirine katmıştı. Mank, sahibin elinden yozanları alırken de farklı bir yol izleyecekti. Sahibi, ailesini ve çiftlikte çalışan diğer kişinleri teker teker öldürüp yozanlara ve beraberinde getirdiği vahşi köpeklerine yedirecekti. Çok kişi gördükleri bu manzarayı bir vahşet olarak niteleyecek olsa da Graxar ve diğer yozanlar için bu uzun süreden sonra gelen ve belki de görecekleri tek bayram günü gibiydi.
Mank’ın farklı olduğunu hissetmişti Graxar. Onunla birlikte yola düşmüşler ve yol üstünde küçük bayram günleri düzenlemeye devam etmişlerdi. Her bayram sonrası dualar etmeye devam ediyordu Graxar. Vulan adlı köpeklerden kaçırabildiği etler ile gününü gün ediyor sonrasında duasını mutlaka yapıyordu genç yozan. Her dua sonrası bir başka bayram yaşanıyor ve yozanlar yeni efendileri Mank ile kuzeye doğru yol almaya devam ediyorlardı. Yol uzadıkça bayram yapacak yerler de azalmaya başlamıştı. Fakat hiçbir yozan efendi Mank’a karşı gelemiyor, onun sözünden dışarı çıkamıyordu. Graxar bunu Mank’ın da dua etmesine ve kısmen içlerine yerleştirilen vulan korkusuna bağlıyordu. Bu dualar edildikten sonra yozanlar, yapmak istemedikleri şeyleri yapmak ister hale geliyorlardı. Kim bilir belki de bunu yaptıran vulanların aç gözlerle ve salyalı çenelerle kendilerini izlemeleriydi.
Uzun yolculuklarının sonunda çok sulak ve ağaçlık olan bölgelere gelmişlerdi. Mank’ın baştan beri buraya gelmeyi istediğini hissediyorlardı. Oysa buralar yeterince kan kokmuyordu. Aldıkları tek tük taze et kokusu için çok fazla mücadele etmek zorunda kalmaları da cabasıydı. Elde edilen et ise geniş yozan kalabalığına yetmiyordu. Üstelik önemli bir payı da vulanlar aldıktan sonra geriye yenecek doğru dürüst bir şey kaldığı da söylenemezdi.
Mank onları yeni yiyecek bölgelerine değil, asla karınlarını doyurmayacak alanlara sürüyordu. Yozanlar buna itiraz edecek olduklarında Mank dualarına başlıyor, yozanlar hep birlikte üzüntüye kapılıyorlardı. Karınlarını doyuramıyorlar ve bu dualar sonunda aç karınlarını hissedemeyecek denli acıya boğuluyorlardı. İçlerini sıkıntı basıyor, sonrasında Mank’ın istediği şeyleri aramak için yanıp tutuşuyorlar, sonunda öyle da yapıyorlardı.
Kuzey topraklarına geldiklerinden beri güneş sayısız kez batmış ve doğmuştu. Soğuk toprakları kerhen ısıtan kuzey güneşini hiç sevmemişti Graxar. Yaklaştıkları su kenarlarında ‘Kulak Okşayanlar’ı işitmiş, pek çok yozanı onlara kurban verdikten sonra oraya da yanaşamamaya başlamışlardı. Artan açlıklarını bastırmak için köylere indiklerinde köylülerce kovalanmışlardı. Burada kendilerinden çok aradığı ‘şey’e odaklanan Mank’tan da yardım göremez olmuşlardı.
---0---
Son çare olarak ormana girmişler burada açlıklarını giderecek yalnız bir kişin, bir hayvan bulacaklarını ummuşlar ama yalnızca küçük kuşlar ve sürüngenlerle idare etmek zorunda kalmışlardı. Kararan gecelerde en azından aralarından birilerinin ya da en iyisi vahşi vulanların hastalanmasını ummuşlardı. Çıkardıkları kavgalarda, itişip kakışmalarda yaralanacak birini gözlemişlerdi. Ama olmamıştı. Açlık artık onları olabilinecek en çirkin duruma düşürmek üzereydi.
İki elin parmağı sayıda yozan ve dört vulan ile ormanda yol alamaya devam ederlerken burunlarına dayanılmaz kan kokusu gelmeye başladığında yine hava tümüyle kararmış, göz gözü görmez olmuştu. Böylesi anlarda vulanların burunlarına ve Mank’ın gece de iyi gören gözlerine güveniyorlardı. Ama bu dayanılmaz konu, günlerdir doğru dürüst bir et parçası girmemiş olan mideleri ayaklandırmış ve yozanları gözleri kararmış şekilde kendine çekmeye başlamıştı. Vahşi kalabalık başlarında Mank olmasına rağmen kontrolden çıkmış, deli gibi kokunun geldiği noktaya koşturmaya başlamıştı.
Çok geçmeden kendini karanlık gecede daha bir karanlık görünen mağara önünde dikilir bulan Graxar tüm açlığına rağmen efendisinin sesiyle durabilen yozanlardan oldu. Mağaraya giren birkaç yozan kanlı ete ulaşmanın sevinci ile çığlıklar atmaya başladıklarında Mank son dualarını yapıp içeri giren yozanların ardına takılmıştı. Graxar diğer yozanlar ve Yavmar’ın köpekleriyle dışarıda kalanlar arasında kıpırdayamaz halde duruyordu. Efendi mank’ın dönüp tekrar dua okumasıyla hareketlenebileceğini bildiği için şimdilik hiçbir şekilde kendisini zorlamıyor, karanlık mağaradaki gölgeleri görmeye çalışıyordu.
Öylesi zorunlu bir bekleyişle mağara önünde dikilirken acı acı çığlıklar duymaya başladıklarında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu Graxar. Ses önce bilmediği bir türde yaratığın ölüm çığlığı gibi gelmişti. Sonra bunu türdeşlerinin heyecanlanma ve dehşet çığlıkları izlemişti. O noktada kulağına tanıdık sesler gelmeye başladı. Bu Mank’ın artık kanıksadıkları dua sesleriydi. Gittikçe artan ve hızlanan sesler sonunda Mank’tan hiç alışmadıkları çığlıkları duymalarıyla son bulduğunda yozanların ve vulanların içlerine hiç olmadığı kadar büyük korkular düştü.
Mank’ın dualarıyla görünmez şekilde bağlanan ayaklar ve eller çözüldüğünde bu dehşet duygusu en uç noktasına ulaştı ve yozanlar çığlıklar atarak orman içlerine doğru kaçışmaya başladılar.
Bu dehşet duygusunu üzerlerinden atamadan orman içlerinde dolaşmaya başlayan başıboş topluluk artık dayanılmaz hale gele açlıkla mücadele etmek için ormanın dışına çıkmaya karar verdiğinde sabah olmuştu bile. Graxar, bir vulan ve birkaç türdeşini ve en önemlisi dualarına inandığı Mank’ı kaybettiği son olaydan sonra açlığına kesin bir çözüm bulamayacağını anlamıştı.
O halde ilerlerken fark ettikleri dört yolcu ve beraberlerindeki dört atlı bu anlamda büyük bir umut olmuştu yozanlara. Kendileri gibi güçten düşmeye başlayan vulanların vakitsiz saldırmalarını zorlukla önleyebildiler yine de. Sonra sessiz bir başladı. Bunu, böylesi büyük açlıklarına rağmen çok iyi yaptıklarını da düşünüyorlardı. Saldırı için karanlığı beklemeliydiler. Yolcuların yalnız olduğundan, arkalarından başkalarının gelmediğinden emin olmalıydılar. Günün sonunda bu konularda hiçbir şüpheleri de kalmamıştı zaten.
---0---
Aç midelerine söz geçirecek iradeleri tümüyle bittiğinde, artık dayanacak güçleri hiçbir şekilde kalmadığında, birlikte karar vermeyi bile beklemeden tümüyle içgüdüsel olarak saldırdı yabanıl topluluk. Graxar da onların arasındaydı. Bu noktaya gelene kadar yaşadığı tüm vahşet yüzüne yansır şekilde ileri doğru atılmış fakat bu adımlamaları bile güç bela yapabilmişti. Annesini ve birlikte yaşadığı yozan kabilesinin beçinleri avladıkları gibi avlanacaklarını ve günlerdir süren açlıklarına son vereceklerini düşünüyordu.
Önden giden türdeşlerinin sıkı kayaya çarptıklarını anladığında durakladı Graxar. Önce işin kolay yolunu bulan, ok atmayı öğrenmiş yozanların alaşağı edildiğini, sonra iyice zayıf düşmüş vulanların paramparça edildiklerini gördü. Ardından yozanlar birer birer kesilmeye, biçilmeye, kılıç ve uzun kamalarla doğranmaya başladılar.
Graxar kaçıp gitmeyi düşünemedi. Tek istediği beslenmek ve bir şekilde huzuru bulmaktı. Dua etmeye çalıştı. Duaları, önünde duran kişinin bir yozanın kafasını uçurmasıyla kesildi. Tekrar başlamayı düşündüğünde peşi sıra iki yozan daha son nefesini verdi. Dua etmek yerine beline sokuşturulan gürze sarılıp bu işe son noktayı koymak istedi Graxar. Bu kararı verdiğinde becerikli kişinin acımasız bir yozan avcısı gibi kalan son türdeşlerini de kestiğini gördü.
Sonunda Graxar öne doğru atılmış fakat atılmasıyla birlikte avcının keskin bıçağının omzuna gömüldüğünü hissetmişti. Dövüş meydanlarında öğrendiği gibi, böylesi bir yara yüzünden geri çekilmenin ölümden başka bir şey olmadığını bildiğinden ileri doğru atılmaya, gürzünü sallamaya devam etmişti. Havaya kalkan uzun kılıç aşağı indiğinde kolunun bedeninden ayrılıp avcının ayakları dibine düştüğünü görmüştü Graxar. O noktada çok kısa bir süreliğine donakalmıştı ve hemen ardında koluna doğru ilerleme ihtiyacı hissetmişti.
O kolu alıp, yerde bulacağı ve yiyebileceği başka bir et parçasıyla birlikte kaçıp saklanmayı istemişti Graxar. Saklanıp huzurla ‘o’nun dönmesini bekleyebilirdi belki de. Öne doğru atıldı. Öldürmekten başka bir şey düşünmeyen iğrenç avcının üstüne atılıp canını kaybetme pahasına kurtarmalıydı o kolu. Dua ederken bir yandan ilerlemeye devam etti. Başarmıştı. Dişlerini ölüm kusan avcının boynuna geçirmiş, koca bir et parçası koparıp, damarlardan fışkıran kanı içme fırsatı yakalamıştı. Avcı ile birlikte yere yuvarlandığında annesinin onu hala kolladığını düşünüyordu. Beslenmesi bittiğinde annesini göreceğinden, orman içinden çıkıp, ona sesleneceğinden emindi artık.
Yumuşak sesler ona seslenip onu avcının üzerinden alırken ve yere bırakırken bunları düşünüyordu Graxar. Annesinin yüzünü görüyordu.
Annesinin, ona baktıktan sonra güzel gözlerini hemen yanında yatmakta olan insana çevirdiğini gördü.
Adam hırıltılar çıkarıyordu. Ölüyordu. Annesi ölmekte olan adamın yanına, yozan ile arasına çömeldi. İnsan son kez hırıldadı.
“Uspan” diye seslendi annesi. Tekrarladı… “Sen… Uspan!”
Sonra Graxar’a, ‘yavrusu’na doğru döndü bir kez daha. Annesinin bakışları huzur ve sevgi doluydu. Yozan kendisine bu şekilde bakan gözleri özlediğini, en büyük açlığının da bu olduğunu anlıyordu artık. Sonunda buluşmuşlardı yine.
“Sen..?” diye soran gözlerle baktı annesi. “Sen..?”
‘Ben’ diye düşünde hala kıpırdayamayan yozan. Annesinin sıcak elini göğsü üzerine hissetmeye başladıktan kısa bir süre sonra cevap verdi.
“Ben… Ben Graxar anne.”
Kötülüğün ve çirkinliğin, değişmez bir durum değil; olaylar, kararlar ve yaşanmışlıklar sonunda gelinen olası noktalardan biri olduğunu bilemeyecek olanlar ne Graxar’ın kendisini, ne annesini, ne de bitmeyen açlığını anlayabileceklerdi. Birçok olayın, o olayı gören gözlerin bulunduğu yerlerden çok ama çok daha başka şekillerde görünebileceğini ise asla bilemeyeceklerdi.
Akyapera bir elini yozanın üzerindeyken mırıldanmaya başladı. “Graxar!”… Sonra tekrar izciye döndü elini oluk oluk kanın aktığı boynunun üzerine koydu. “Uspan!” O ana kadar sakladığı tüm gücünü böylesi bir an için hazırda bulundurmayı tasarlamıştı büyücü. Tereddüt etmeden tüm gücünü kullanmaya başladı.
“Bir yaşamdan diğerine; daha diriden ölüp dünya değiştirene; sen Graxar’ın yaşam erki, sen Uspan erine; köprünüz Akyapera… Ve ışıktan aldığı izinle”
Graxar, göğsündeki elin gitgide ısındığını, sonra da tüm acılarını aldığını mutluluk içinde hissetti. O anda ona öğretilen en güzel duayı okudu. Duasını bitirene kadar kolundaki acı, midesinde açlık, kafasındaki karışıklık ve en sonunda yüreğindeki yorgunluk sona erdi. Yaşamının son anında, yıllardır geçiremediği açlığını, sonsuzluğun gölgesi ya da ışığı altında o’na ulaşarak geçirdiğini düşündü ve öyle bildi yozan.
---0---
Uyandığında Akyapera’nın gözlerini üzerinde dikilmiş halde bulan Uspan ne o bakışlardaki sıcaklığa ne de bedeninin tümüyle kan içinde olmasına anlam verebildi. Boynundan ısırıldığını anımsıyordu. Oysa şimdi ne bir acı hissediyordu, ne de kanayan bir yarası vardı görünürde.
Ayağa kalktığında Umu ve Saykul’un da yavaş yavaş yanlarına geldiğini gördü. Dörtlü kısa bir süre birbirlerine baktılar. Çok kısa bir zaman diliminde koca bir yozan topluluğunu yok ederken bir kayıp vermediklerine sevinmiş, öte yandan bu olayı kolayca, yara almadan atladıklarına inanamamışlardı. Üstlerini başlarını kabaca temizlediler sonra.
Ciddi ciddi ağız yoklamalarının ve güvenlik denetiminin ardından Umu yerdeki leş yığınına bakmış yüzünü buruşturarak arkadaşlarına dönmüştü.
“Artık burada geceleyebileceğimizi sanmıyorum. Bence biraz daha yol almalıyız”
“Sen ha!” diye araya girdi Uspan. “Yerler gökler adına! Bitik Kovaz ‘daha yol yapalım’ diyor. Böyle bir durumda izciye durmak yaraşmaz. Bence de ilerleyelim. Ama atlar kaçıştılar. Hele bir el ver de getirelim şu binekleri.”
“Hadi koşup yakalayalım o zaman. Bak iki yana dağılmışlar, şurada ve şuradalar…”
“Sen koş de, ben uçarım beyim. Hangi taraftakileri yakalayacaksın sen?”
Umu kısa bir süre düşündü. “Yiyecekler hangi binekteydi?” Gülüştüler.
“Be taş yiyesice. Bu kadar leş arasında hala yemek düşünebiliyorsun ya. Şuna bakın, ya arı baray!” dedi sonra koşturmaya başladılar.
Çok geçmeden atları yakalayacaklar, vakit kaybetmeden ikinci bir dinlence bölgesi aramaya başlayacaklardı. Sonra o geceyi nöbetleşerek rahat bir şekilde başka da hiç kötü bir olay olmadan geçireceklerdi.
Tüm bu rahatlamanın ardından, Saykul gecenin bir yarısında nöbeti Akyapera’dan devralırken ister istemez alayelinin yüzündeki kuşkuyu fark edecekti. Alayelin nöbet ateşinden biraz uzaklaşıp döşeğine doğru giderken bunu sebebini sormadan duramayacaktı Saykul.
“Bütün yozanları öldürdük hanımım. Hem iğrenç yaratıkları hem de vahşi köpeklerini. Ama seni rahatlamış görmüyorum. Hala içinde bir kuşku mu var?”
Akyapera döşeğine uzanmış yorgun bir şekilde Saykul’a bakıyordu.
“Bütün yozanları öldürdük belki. Ama burada ne işleri olduğunu anlayamadık Saykul.” Sonra hafifçe doğrulup yanı başındaki deri mataradan biraz su içti. Tekrar uzanırken sözlerine devam etti.
“Yozanlar bu topraklara yalnız başlarına gelemezler. Hele buraya kadar gelip bir arada avlanamazlar. Bunların bir başı olmalıydı… Bu birlikteliği sağlayan kara büyü izlerini gördüm her yerde. Ama kaynağından tek bir eser yoktu ortalıkta. Bu yozanlar sıradan Yadrek kaçkını bir sürü olamazlar. Belli ki bu işte Yad Ellerin parmağı var.” Saykul’un gece boyunca huzurunu kaçıracak açıklamaları devam etti alayelinin.
“Eğer bu sürü sandığım gibi Yad Ellerce güdülmüş ise, ortalıkta bir çobanın da olması lazım. Çok zamandır bir Mank ya da Zallak ile karşılaşmadımben.”
‘Mank ya da zallak mı?’ diye düşündü Saykul. Eğitimde öğrendiği ama asla karşılaşmadığı kara güçlerin bu derece yakınında olabileceğini aklının ucundan dahi geçirmemişti.
“Bu gece iyi dinlenelim Saykul. Çok yakında kara büyünün savaşçılarıyla tanışacağız sanırım. Bu gerçekleştiğinde hazırlıklı, dinlenmiş ve gücümüzü yeterince toplamış olmalıyız.” Akyapera’nın sesi her şeye rağmen oldukça sakindi. Böylesi beter açıklamalara sadece “Öyle” diyerek cevap verebildi Saykul. Sonrasında, sabahın ilk ışıklarına kadar bu derece kötü bir buluşmanın çeşit çeşit biçimlerini düşledi durdu aklınca. Nöbet sırasını Umu’ya devredip uyumak için yattığında Akyapera’nın söylediklerini düşünmeye devam etti. Çok sonra uyumayı başarsa da rahatsız düşler gördü genç adam.
= = = =
Sözlükçe
Yozan: Yerez’de dökülen ilk kan olan Körmös’ün kanıyla Gendeniz’in ortasında çağlayıp oluşan Yadrek Topraklarında biten kötücül varlıklar.
Körmös: Karman anlamlanırken ortada olan ilk kutsallardan biri. Erlik ve Abası’nın değişmeden önceki adları.
Yozanavcısı: Özellikle Yadrek Topraklarında yozan, güren, beçin ya da keleren avlayarak geçimini sağlayan kişinler.
Beçin: Maymunsu primatlar. Kişinler ve Kobatlar gibi toprak kökenlidirler. Yerez’in başka yerlerinde irili ufaklı uygarlıklar kurmuşlardır.
Keleren: Evrenler ve Yanarkanlar gibi ateş soyundan gelen ve Barayların yeryüzündeki ilk soylu ırklardan biri olarak yarattıkları varlıklar.
Yadrek Toprakları: Üzerinde gelişmiş uygarlık izine rastlanmayan, vahşetin kol gezdiği topraklar.
Gendeniz: Yerez’in önemli bölümünü kaplayan çok büyük sular.
Kulak Okşayanlar: Denizsoyuna dahil olan deniz canlıların bir diğer adı.
* Graxar: Bu özel isimdeki “x” harfi “ks” olarak değil, gırtlaksıl “h” harfi olarak okunuyor.
Zallak: Kötülüğün hizmetinde çalışan kara güçler.
Mank: Zallak gibi kötülük için çalışan, bunun için eğitilmiş konutanlar.