Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - darrel standing

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Totentanz
« : 13 Aralık 2015, 18:59:07 »


Tanrı biliyor ki Francis Kromer’i ben öldürmedim. Kentteki kötü namımı hırsızlığa borçlu olsam da bu sefil hayatım boyunca kimsenin canına malı yüzünden kast etme cüretini göstermedim. Mızraklar üzerime çevrildiğinde askerlerin bakışlarına şahit oldum, kanın hangi ellere bulaştığı önemli değildi. Öfkenin dinmesi için bir mahkûm gerekiyordu ve infazına kimsenin itiraz etmeyeceği bir hırsız seçildi.

Çocukken kiliseye giderdim, rahip bir keresinde putperestlerin totemleri için insan kurban ettiklerini anlatmıştı ancak iyi ve dürüst Hristiyanların öfke putu için kurban edileceğimi tahmin edemedim. Tek günahım zavallı adamın askerlere onu hırpalayan kişinin ben olmadığını anlatacak kadar uzun bir yaşama sahip olmamasıydı.
Beni haksız yere infaz etmeye çalıştıklarını anladıklarında bunun için düşünecek vakitleri olmadı. Yangının çan kulesine ulaştığı küçük kentte oradan oraya kaçışan ve buldukları bütün duvarları kendilerine siper eden insanlar için masumiyetim hiçbir şey ifade etmiyordu.

Şimdi nehirde ilerliyor ve üzerinden dumanlar yükselmeyen bir kent arıyorum. Meyve ağaçları çarpıyor gözüme, birkaç tane yiyerek günlerdir süren açlığımı giderebilirim ama sandalı kıyıya yanaştırmanın bedelini hayatımla ödeyebileceğimin farkındayım.
Beni ölümle infaz etmeye çalışanlar yaşamla cezalandırıldı. Hepimiz cezalandırıldık. “O gece” kimsenin ölüler kadar şanslı olmadığı bir zamanın başlangıcıydı. Eğer olacakları bilseydim kellemi tüm suçsuzluğumla giyotine teslim ederdim ama şimdi hayatı arzulamanın cezasını çekiyorum.

2


Claude Farrere tarafından yazılan bu kitap Fransız korku edebiyatının nadide örneklerinden biri. Ancak ne yazık ki Türkiye'de yıllardır basılmıyor, bu yüzden sadece sahaflarda veya e-kitap olarak bulunabiliyor.
Roman Narcy adında bir subayın ormanda metresiyle karşılaşmasıyla başlıyor. Bir görev için ormandan geçmesi gerekir ve yolunu kaybedince Madelaine adındaki metresiyle karşılaşır. Onu takip ederken kendini ormanın bilmediği bir yerinde baygın bulur ve onu uyandıran ihtiyarın evine misafir olur. Ancak eve gittiğinde Madelaine'ın orada esir olduğunu ve evlerinde misafir olduğu ihtiyarlarda bir gariplik olduğunu fark edecektir. Bu yaşlı adamlar ölümsüzlüğün sırrını bulmuştur. Narcy ise metresinin serbest kalması için kendini feda eder ve buradan kurtulmanın yollarını aramaya başlar.

Claude Farrere aynı zamanda Türk Kurtuluş Savaşı'na verdiği destekle tanınan bir isim. Bu yüzden Türkiye'de bir dönem oldukça popülermiş. Ancak ilginçtir ki Ölmez Adamların Evi romanı "Hamdi Varoğlu" adıyla basılmış.

3
Mitolojiler / Şeytan İmgesinin Kısa Tarihi
« : 28 Ekim 2015, 22:28:22 »
 

Al Pacino’nun başrolünü oynadığı Şeytan’ın Avukatı oldukça tartışılan bir yapım. Pacino, John Milton isimli bir sıra dışı bir avukat kılığında görünen “Şeytan”ı oynuyor. Film, Şeytan’ı karizmatik bir karakter olarak gösterdiği için dindar çevreler tarafından eleştiriler aldı. Bunun anlaşılabilir bir şey olduğunu söyleyebiliriz çünkü Şeytan’ı mutlak kötülüğün imgesi olarak biliyoruz. Ancak semavi metinlerde kötü, kibirli ve aşağılık bir varlık olarak tasvir edilen, Ortaçağ’da vebanın ve salgın hastalıkların kökeni olarak bilinen Şeytan’ın bir fenomene dönüşmesi üzerinde durulması gereken bir konu.
Pacino’nun oynadığı karaktere adını veren John Milton’ın kaleme aldığı Kayıp Cennet (Paradise Lost) ve Goethe’nin bir Avrupa söylencesinden yararlanarak yazdığı Faust bir konuda örnek gösterilecek temel edebi metinler olarak kabul edilebilir. Şeytan’ın yoldaşlarıyla birlikte Tanrı’ya karşı direnen bir özgürlük savaşçısı olana kadar birçok aşamadan geçtiğini söyleyebiliriz.

Yeryüzündeki Yasak Elma

            Dünyevi yaşamın ve zevklerin Şeytan ile özdeşleştirilmesi bütün semavi öğretilerde mevcut. Bu fikir bazı Hıristiyan öğretilerinde kapsamlı bir şekilde yer alıyor. Cizvitler, maddenin ve Dünya’nın tamamen Şeytan’a ait olduğuna inanırlar. Gökler âlemi Tanrı’nın, yeryüzü ise Şeytan’ın kontrolündedir ve buraya ait bütün zevklerin kaynağı o’dur. Bu anlayışın diğer Hıristiyan öğretilerinde ve semavi inanışlarda da aynı olduğunu biliyoruz. Çünkü ölümlü ve dünyevi yaşam Âdem ile Havva’nın yasak elmayı yemesiyle başlıyor. İnsanlık tarihi Cennet’te başladığı hâlde Âdem’in soyundan gelenlerin dünyevi hayatlarını burada olmayı hak edecek biçimde yaşamaları gerekiyor.

            Reform hareketlerinin Şeytan imgesine farklı bir yorum kattığını da görmekteyiz. Protestanlık düşüncesinin temelinde “sola scriptura” ilkesi yatar. Bu tabir Latince’de “yazıldığı gibi” benzeri bir anlam ifade eder ve dinin ancak İncil’deki metne göre yorumlanabileceğini belirtir. Kaldı ki Luther’in amacı reformize edilmiş bir din yaratmak değil, kendi düşüncesiyle İncil’i ve dini ruhban sınıfının tahakkümünden kurtarmaktı. Bu durumda Şeytan imgesinin olduğu gibi kabul edildiğini görmek mümkün.
Ancak Luther, Calvin gibi din adamlarının Şeytan’a ve cehenneme getirdikleri farklı bir yorum vardı. Bu düşünceye göre Tanrı, evrenin mutlak sahibidir ve var olan her şey onun bilgisi, kontrolü dâhilindedir. Şeytan, insanoğluna Tanrı tarafından sunulan düzenin parçasıdır. İnsan Tanrısından uzaklaştığında Şeytan’ın alanına girecek ve üzerindeki bütün gazaplar Tanrı tarafından onaylanacaktır. Bu durumda Şeytan’ın mutlak kötü bir karakterden var olan dengenin doğal bir parçasına dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Şeytan’ın Etkisini Yitirmesi

            Avrupa’da ve Amerika’daki kolonilerde cadılara duyulan inanç Şeytan’ın popülerliğini uzun süre korumasını sağladı. Hastalıklar, salgınlar, tarlalardaki verimsizlik, doğal felâketler ve diğer olumsuzluklar Şeytan ile anlaşmaya yaptığına inanılan ve çoğu kadın olan kişilere bağlanıyordu. Paganların, Heretiklerin hatta Katharlar, Bogomiller gibi Hıristiyan toplulukların Şeytan ile ilişkilendirilmiş olduğunu biliyoruz. Bu durum 1600lü yılların sonlarına kadar kendini göstermeye devam etti. Cadı olduğuna inanılan kişiler mahkemelerde yargılanıyor ve şeytan ile anlaşma yaptıkları ispat edilirse –sara krizi geçiren birinin gördüğü kâbuslar bile kanıt olabilirdi- halka açık bir yerde yakılmak da dâhil olmak üzere çeşitli yollardan infaz ediliyorlardı.

            Pozitivist ve materyalist dünya görüşlerinin yaygınlaşması, cadılara olan kör inancın etkisini yitirmeye başlaması Şeytan figürünün popülaritesini epey düşürdü. Zira artık kötülük olgusu farklı bir şekilde ele alınıyordu. Voltaire’in deizmini buna örnek gösterebiliriz. Deizm düşüncesinin önde gelen isimlerinden biri olan V0ltaire, bir Tanrı’nın varlığına inanıyor ancak “kötülük” meftumunun insanın doğasından kaynaklandığını düşünüyordu. Kötülük, insan doğasının bir parçası olarak görülüyor, hatta Rousseau gibi bazı filozoflar toplum sözleşmesinin temel amaçlarından birinin insanların doğalarında bulunan kötülüğü uygulamalarını engelleyerek adil bir düzen kurmak olduğunu söylüyorlardı. Kötülüğün insanileşmesi ise Şeytan’ı saf dışı bırakıyordu.

“Mephistopheles”in Romantik ve Özgürlükçü Olarak Yükselişi

            Fransız İhtilali yaklaşırken, din yalnızca reddedilen değil nefret duyulan bir olgu hâline gelmişti. Bunun temel sebebi kralların, senyörlerin ve sermaye sahiplerinin dini kullanışlı bir araç olarak görmeleri ve özgürlük fikrine kapılan kişileri Şeytan ile özdeşleştiriyor olmalarıydı. Marquis de Sade’ın eserlerinde bunu fazlasıyla görebiliriz. Tanrıya Karşı Söylev kitabında dine ve din adamlarına karşı yoğun bir öfke vardır ve Sade bu öfkeyi doğrudan onların ardına sığındığı Tanrı’ya yansıtmış, ona meydan okumuştur. Din doğası gereği egemen sınıfın aracı hâlini alınca şeytan ile özdeşleştirilen kişilerin onu bir sembol hâline getirmeleri anlaşılabilir.

            Anarşist şair-müzisyen Léo Ferré’nin dizelerinde Bastille’in alınışı için Şeytan’a teşekkür etmesi boşuna değil. Kilise ve kralcılar, dönemin entelektüellerini, devrimcilerini ve kendi otoritesine karşı çıkan liberal Protestanları Şeytan ile işbirliği yapmak ile suçluyorlardı. Ancak Şeytan kişiliğini kaybetmiş ve kiliseye tepkili olanların simgesi hâline gelmişti. Öyle ki idealist filozof Soren Kierkegaard bile kötülüğün insandan kaynaklandığını ve Şeytan’ın artık tamamen gereksiz bir figür olduğunu belirtiyordu.

            Şeytan’ın romantik bir karakter olarak tasvir edilişine 18 ve 19.yüzyıllarda yazılan birçok eserde rastlayabiliriz. William Blake’ten Lord Byron’a kadar birçok şair/yazar eserlerinde Şeytan’ı insani, romantik bir karakter olarak yansıtmıştır. Ancak belirtildiği gibi bu figürü ele alan iki spesifik eser üzerinde durmak gerekiyor.

Kayıp Cennet ve Faust’ta Şeytan

            Milton’un Şeytan’ı, 18 ve 19.yüzyılda kiliseye ve dine tepkili olan entelektüeller, romantikler tarafından benimsenmiş bir figür. Kayıp Cennet, Şeytan’ı ilkeli ve romantik bir özgürlük savaşçısı olarak tasvir ediyor. Ancak Milton’ın bu eseri yazarken Şeytan’ı yüceltmek ve onu romantize etmek gibi bir amacı yoktu. John Milton koyu bir Hristiyandı ve Paradise Lost’u yazarken temel amacı ilk günahın özgür düşünceden çıktığını anlatmaktı. Tanrı’ya karşı mutlak bir itaatin gerekliliğine inanan Milton, Şeytan’ı romantize etmekten çok özgür düşünceyi şeytanileştirmek peşindeydi.

            Bilindiği gibi, Kayıp Cennet Şeytan’ın cennetten kovulmasını anlatıyor. Şeytan, yoldaşlarıyla bir araya gelerek kendisinden Âdem’in önünde secde etmesini isteyen Tanrı’ya karşı bir mücadele veriyor. Bu cüretini ise yoldaşlarıyla birlikte cehenneme hapsedilerek ve kötülüğün kaynağı hâline gelerek ödüyor. Milton’ın Paradise Lost’u tarihlerde seküler/materyalist düşünceler hızla yayılıyordu. Dolayısıyla dinin toplum üzerindeki etkisi de yavaş yavaş azalmaktaydı. Şeytan ile özgür düşünce arasındaki ilişkiyi ve Milton’ın bunu eserinde yansıtmasını buradan anlamak mümkün.

            Goethe’nin Faust eseri eski bir Avrupa söylencesine dayanıyor. Faust, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasındaki döneme tarihlenen bir söylence. Dr.Faust, felsefe, tıp, doğa bilimleri alanında araştırmalar yapan ve akademik dereceler alan bir öğretmendir ve sahip oldukları ona asla yetmeyecektir. Bir insanın ulaşabileceği en son sınırlara ulaşmasına rağmen sahip olduğu bilgi kendisine yetmez ve büyük bir bunalıma düşer. Bu bunalımdan kurtulmak için tek çaresi de Şeytan’a ruhunu satmaktır. Şeytan, yaptığı anlaşma karşılığında Faust’u içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtaracak, ona gençliğini ve hayatının aşkını verecektir ancak tüm bunlar elinde sonunda Faust’u bir felâkete sürükler.

            Faust ve Paradise Lost, Şeytan’ın neden romantik bir karakter hâline getirildiğini anlamak için oldukça önemli. Zira iki eserde de şeytan akıl, bilgi ve özgür düşünce ile özdeşleştiriliyor. Paradise Lost’ta özgür düşünce şeytani bir icat ve ilk günahın kaynağı olarak gösterilirken Dr.Faust’un bilgiye olan tutkusu yüzünden Şeytan’ın ağına düştüğüne inanılıyor. İki kurgunun da dinin tartışmalı hâle geldiği zamanlara tarihlendiğini düşününce imgedeki değişimin kökenlerini anlamak mümkün.

Kaynakça:
*  Jeffrey Burton Russell, Mephistopheles Modern Dünyada Şeytan, Kabalcı Yayınları, Çeviren: Nuri Plümer, 1999 İstanbul
* Gerard Massadie, Şeytan’ın Genel Tarihi, Çeviren: Işık Ergüden, Kabalcı Yayınları, 1998 İstanbul
*John Milton, Kayıp Cennet, Çeviren: Enver Günsel, Pegasus Yayınları, 2007 İstanbul

4
I. Bölüm

   Rainsford ailesinin evinde geceyi sona erdiren güneşin doğuşu değil Roxanne’ın çığlıklarıydı. Ailenin küçük kızı Roxanne, uyanınca başkalarına anlatmaya cesaret edemediği kâbuslar görüyordu. İki yıldır gördüğü kâbuslar hem Roxanne hem de ailesi için bitmek bilmeyen bir ızdıraba dönüşmüştü.
Bay Rainsford, büyük oğlu Maximillian’ı rahip Benjamin Hathaway’i getirmesi için kasabaya yolladı. Hathaway’in geldiği gecenin son kâbus gecesi olacağını umut ediyorlardı. Benjamin uykulu ve telaşlı gözlerle içeri girdiğinde Roxanne’ın bilinci henüz yerine gelmişti ancak korku içindeki derin nefesleri durmuyordu ve gördüklerinin dehşetinden kurtulamamıştı.

   Benjamin’i odasında görmek Roxanne’ı rahatlatmadı. Aksine onun kızıl sakalları ardındaki sert yüz hatlarını ve keskin bakışlarını gördükçe daha büyük bir korku hissediyordu. Benjamin’in öfkeli mizacı Roxanne’ı korkutuyor ve rahip onun bu korkusuna ruhunu ele geçirmeye çalışan karanlık ruhların sebep olduğunu söylüyordu.  

Benjamin, derin nefesler içindeki Roxanne’ı bıraktı ve telaşlı gözlerle kızına bakan Elliot’a dönerek “Bana olanları anlattığınızda bunun kötü bir ruhun işi olduğuna karar verdim” dedi “Ancak emin olmam gerekiyordu. Bu gecikme için özür dilerim. Kızınızın karanlık ruhlardan kurtulması için size yardımcı olacağım.
Roxanne’ın ruhuna ızdırap çektiren kötü ruh bir cadı tarafından musallat edilmiş. Onu kurtarmak için tılsımı bulmamız ve onu oraya koyan cadıyı cezalandırmamız gerekiyor. Yarın ilk işim soruşturma açılması için belediye başkanı ve kasaba konseyi ile konuşmak olacak. Ama bu gece gitmeden tılsımı bulmayı umuyorum. Evinize veya arazinize yerleştirilmiş olduğundan eminim.”

   


   Güneş tepedeyken Salem sokaklarında bir sessizlik hâkimdi. Bütün dükkânlar kapanmış, balıkçılar sandallarını bağlamıştı. Sokaklarda devriye gezen askerler dışında neredeyse hiç kimse yoktu. Ancak kiliseye yaklaşıldığında bir kalabalığın uğultusu duyuluyordu. İçerisi hınca hınç dolu olan kilisedeki vaazı izleyebilmek için pencerelerin önünde yer tutanları görmek mümkündü. Aylardır kente inmeyen çiftçiler bile oradaydı. Kilisenin içindeki boğucu hava kimsenin ilgisini çekmiyordu çünkü insanların yüzlerinde bir korku ve öfke hâkimdi.

Rainsford ailesi cemaatin en önünde, kürsünün hemen karşısındaki sırada oturuyordu. Bütün cemaati yakan öfke ateşi çocukları ısıtmıyordu. Roxanne’ın yüzünde yalnızca korku vardı. Korku, onun bedeninde doğmuş gibi gözlerinden bakıyordu. Kardeşleri Samantha, Maximillian ve Joshua’nın yüzlerinde ise bir şaşkınlık ve telaş hâkimdi.


Benjamin, ağır adımlarla kürsüye çıktı. Yüzündeki öfke cemaate bir coşku veriyordu.
“Tanrı’nın merhameti bu kentin üzerinde olsun” diye bir öfke çığlığıyla başladı vaazına
“Tam iki yıl önce, felâketlerin sona erdiğini ve Şeytan’ın karanlık ellerini bu şehrin üzerinden çektiğini zannettik. Yedi cadıyı kent meydanında infaz ettiğimizde, onun artık korktuğunu ve bizi rahat bırakacağını düşündük. Ama Tanrı bizi rehavetimiz için bir kez daha cezalandırdı.
Geçen hafta ilkel ve vahşi Watanabe Kızılderilileri, şehrin dışındaki bir müfrezeye saldırdı ve bu şehirde doğup büyümüş yirmi beş genci katletti. Yüce Tanrı, aileleri şu an aramızda olan bu cesur gençlerin ruhlarına merhamet etsin. Ancak karşılaştığımız tek felâket bu değil.
Balıkçılar şu an arka sıralarda beni dinliyor. Vaazı dinlemek için teknelerini bırakıp geldiler. Çünkü gelmemiş olsalardı tek bir balık tutamadan evlerine döneceklerdi. Çiftçiler, tarlalarını bırakıp buraya geldiler, çünkü iki aydır yağmur yağmıyor ve bu bereketli topraklar üzerinde ekinler kuruyup gidiyor.
Kentimizin iyi kalpli tüccarı Dustin McCawley’i iki gün önce acı dolu titremeler içinde kaybettik.
Tüm bunların başımıza gelmesinin sebebi kentimizin insanlarını Tanrı’nın buyruğundan koparmak ve cehennemin dibine itmek için ellerinden gelen her şeyi yapan cadılardır.
Ancak, tüm bu başımıza gelenlerin suçlusu cadılar değil. Şeytan da değil! Biziz! Şeytan’ın esiri olmuş birkaç kadından kurtulduğumuz için mücadelenin bittiğini zannettik. Üzerimize düşen bütün görevleri yaptığımızı ve Tanrı’nın bize şefaat etmemesi için hiçbir sebep olmadığını düşündük. Tanrı, bu tembelliğimizi bize felâketler yaşatarak cezalandırdı. Başımıza gelenlerin sebebi cadılar olsa da sorumlusu biziz!

   Kardeşlerim, Tanrı için yapacaklarımız Pazar günleri kiliseye gitmekten ve yemeklerimizden önce ona dua etmekten ibaret değildir. Mücadele etmemiz gerekir. İsa’nın ve azizlerin hayatlarını örnek almalıyız. Yüce İsa biz inananlar için çarmıha gerilmeyi göze almışken biz sadece Pazar günleri kiliseye gidip Tanrı’nın bizlere şefaat etmesini mi bekleyeceğiz?


   Tanrı hepimize merhamet gösterecektir kardeşlerim. Tanrı merhametlidir. Ancak aynı zamanda adildir. Merhameti sadece adil bir şekilde hak ederek kazanabiliriz. Bunun için Şeytan ve onun uşaklarıyla mücadele etmeyi öğrenmemiz, zafer sarhoşluğuna kapılarak tembelleşmekten vazgeçmemiz gerekir.
Bugün neden burada olduğumuzu hepimiz biliyoruz. Saygıdeğer bay Eliot Rainsford’un küçük kızı Roxanne Rainsford, iki yıldır korkunç kâbuslar görüyor. Bu kâbusları görmesini sağlayan kötü ruh ona bir cadı tarafından musallat edildi. Dün Rainsford ailesinin mülkünde arama yaptım ve tüm bunlara sebep olan cadının kim olduğunu buldum. Şeytan’ın uşaklığını yapmaya, Rainsford ailesine ve Salem kentine lanet saçmaya yemin etmiş bu cadı yarın mahkemeye çıkarılacak ve Tanrı’nın adaletiyle tanışacak!”


   Kiliseyi coşku ve öfke çığlıkları doldurdu. Yaşlı bir çiftçi histeri nöbeti geçirdiğinin farkında olmaksızın “Yakın onu!” diye bağırıyordu. Kalabalığın sesi kilisenin duvarlarına çarparak büyüyor ve içeride kimsenin tek kelimesini anlamadığı bir uğultu yankılanıyordu. Benjamin, cemaatinden sessizlik istedi ve tüm bu hengameyi korkulu gözlerle izleyen Roxanne’ı sahneye çağırdı. Roxanne, ağır ve telaşlı adımlarla kürsüye çıktı.
“Bize ne gördüğünü anlat Roxanne.”


II.Bölüm

“Roxanne, mahkemeye ve jüriye üç yıldır gördüğün kâbuslardan bahseder misin?”
Roxanne, sanık sandalyesindeki Oriana’ya mahçup bir biçimde bakıyor ve onun gözlerindeki ifadeyi gördükçe korku çığlıkları için pişmanlık duyuyordu. “Keşke çığlık atmayı hiç öğrenmeseydim” diye geçirdi içinden. Bu genç kadının başına gelecekler için kendini sorumlu tutuyordu.

“Onun gözlerine bakma Roxanne” diye uyardı Benjamin “Seni etkileyebilir. Lütfen bakışlarını jüriye çevir ve gördüğün kâbusu anlat.”

Roxanne bakışlarını jüriye çevirse de bir süre hiç konuşamadı. Vücudunda derin bir titreme hissediyordu. Duyduğu pişmanlık vücudunu kâbuslardan daha kötü bir biçimde esir alıyordu. Öyle ki bir an düşüncelerinin sert bir cisme dönüşüp vücudunda dolaştığını hissetti.
“Korkma Roxanne” dedi hâkim “Hepsi sona erecek. Senden kimseyi suçlamanı ve bize herhangi bir isim söylemeni istemiyoruz. Sadece üç yıldır yaşadığın kötü deneyimi bizimle paylaşmanı istiyoruz. Rüyalarında seni rahatsız edenin ne olduğundan bize bahseder misin?”

   Roxanne, hâkim Maxwell’in soğukkanlı ifadesine katlanabilirdi ancak mahkeme salonunu dolduran insanların üzerinde gezdirdiği bakışlar ona dayanılmaz geliyordu. Maxwell, gün boyunca aynı ifadeyle aynı yere bakabilecek yeteneğe sahip gibi görünüyordu. Roxanne ise bir süre hiç kimseyle göz teması kurmamaya çalıştı. Gözlerini yer ve pencereler arasında gezdirirken buna dayanamadığını fark etti. Oriana’nın yaşayacaklarının kaçınılmaz olduğunu, bunu engelleyemeyeceğini biliyordu ve tüm bunları bir an önce bitirmek istedi.

“Bir geyik gördüm.”
“Bize gördüğün geyikten bahseder misin? Nasıl bir geyikti? Onu nerede gördün?”
“Ormanda, böğürtlen toplamak için gittiğimiz yerde… Onu vücuduna oklar saplanmış olarak görüyorum. Onun için endişelenip yanına gidiyorum. Daha sonra gözleri açılıyor ayağa kalkıyor. Bu beni korkutuyor. Kaçmaya başlıyorum. Üzerime geldikçe vücudu bir insanınkine dönüşüyor. Beni yakalıyor. Upuzun tırnaklarını ve bir köpeğinkine benzeyen dişlerini görüyorum. Beni öldürüyor.”
“Üç yıldır aynı rüyayı görüyorsun değil mi?”
“Bazen değişiyor. Onu bazen evimizin bahçesinde görüyorum. Bazen tamamen bir insana dönüştüğünü görüyorum.”
“Ama rüyan ölü bir geyiğin yanına gitmenle başlıyor değil mi? Her zaman böyle oluyor.”
“Evet.”

   Roxanne bunu söyledikten sonra hâkim önünde duran bir kâğıdı kaldırdı. Üzerinde divitle çizilmiş bir geyik resmi vardı. Roxanne bu çizimi gördüğünde başını büyük bir korkuyla öne eğdi ve gözlerini sımsıkı kapattı.
“Gördüğün kâbuslar göz önüne alındığında, Rahip Benjamin Hathaway’in hizmetçiniz Oriana’nın odasında bulduğu bu resim hakkında ne düşünüyorsun?”

Roxanne, kendini tutamadı ve ağlamaya başladı. Etrafındaki kimseyi görmemek için yüzünü elleriyle sımsıkı kapattı. Hâkim Maxwell, Catherine’den kızını dışarı çıkarmasını istedi. Onu karşısında ağlarken görmek dikkâtini dağıtıyordu. Roxanne’ın hıçkırıkları kaybolduğunda mahkeme salonundakilere sessiz olmalarını söyledi ve donuk gözlerini sanık sandalyesinde oturan Oriana’ya çevirdi.

“Bunun için bir açıklaman var mı?” diye sordu “Evlerinde çalıştığın ailenin küçük kızı bir geyiğin insan vücuduna bürünüp kendisini öldürdüğü kâbuslar görüyor ve senin odanda bir geyik resmi bulunuyor. Üstelik bu resmi Roxanne’ın odasından çaldığın divit ile çizmişsin.”
“Onu çalmadım, Roxanne’dan rica ettim ve bana verdi.”
“Pekalâ! Roxanne’ın aklına girerek onun divitini alıp bir geyik resmi çizmişsin. Bu sonucu değiştirmiyor. Bunu nasıl açıklıyorsun?”
“Bir şeyler çizmeyi seviyorum. Sadece bu. Çocukluğumdan beri bir şeyler çiziyorum. Yaşadığımız arazinin etrafında çok fazla geyik var, ben de gördüğüm her şeyi çizmeyi seviyorum.”

   Oriana, hâkimin emriyle zincirler ve prangalar içinde yerine oturdu. Ölüm korkusu gözlerindeki ve tenindeki bütün renkleri almıştı. Öyle ki yanındaki askerler zincir halkalarının birbirlerine vurduklarında çıkardıkları sesi duyabiliyordu. Maxwell, gözlerini Eliot’a çevirdi.
“Hizmetçinizi nerede bulduğunuzu anlatır mısınız bay Rainsford?”
“On iki yıl önce ormanda buldum. Ava çıkmıştım. Ormandaki başıboş Fransız askerlerinin ailesini öldürdüğünü söyledi. Günlerce yürümüştü, yorgun ve hasta görünüyordu. Gidecek bir yeri yoktu.”
“Ondan daha önce hiç şüphelendiniz mi?”
“Bir şeyler çizdiğini gördüğümde şüphelendim. İlk geldiği hafta, bahçede oturmuş bir ağacın dibindeki mantarları çiziyordu. Onu uyardım. Bunu yapmanın şeytanları çağıracağını söyledim. Çizmeye gizlice devam ettiğinden haberim yoktu.”

Maxwell, kâtibin yazdıklarını kontrol ettikten sonra kâğıttan başını bile kaldırmadan “Söz sizde Rahip Hathaway” dedi “İddia makamı olarak konuşmanız gerekiyor. Ancak eğer izin verirseniz öncesinde size bir soru sormak istiyorum.”
“Elbette!”
Hâkim, kâğıtları incelemeyi bıraktı ve gözlerini karşısında emir bekleyen bir asker gibi duran rahibe dikti.
“Son yıllardaki cadı olaylarında Reginald Scott tarafından yazılan kitabı rehber edindik. Deliller bu kitaba göre toplandı ve davalar buna dayandırıldı. Kitabı kaynak olarak kabul edebiliriz değil mi?”
“Evet, son yıllarda cadılarla ilgili en gelişmiş kaynak olduğunu söyleyebilirim.”
“Kitabı okudum ve cadıların resim çizerek tılsım hazırladıklarıyla ilgili bir bilgiye rastlayamadım. Birçok kişi bunun cadılar tarafından kullanılan bir metot olduğunu söylese de, kabul ettiğimiz kaynaklarda böyle bir bilgi söz konusu değil. Bunu nasıl açıklayacaksınız?”
“Dediğiniz gibi, Scott tarafından yazılan kitap ciddi ve gelişmiş bir kaynaktır. Ancak herhangi bir kitabın Şeytan ile ilgili bütün bilgileri içermesi imkânsız. Ayrıca biz nasıl mücadele ediyorsak şeytan da ediyor. Bizi alt etmek, yakalanmamak için yeni metotlar keşfediyor.
Eğer bu resmi gördüğümde küçük Roxanne’ın kâbusları olmasaydı, yapacağım tek şey sanık sandalyesinde oturan bu kadını dostça uyarmak olurdu. Doğadaki nesnelerin resmini çizmek paganların ve putperest Kızılderililerin uğraşıdır. Roxanne geyikler ile ilgili kâbuslar görürken ve bu kadının odasında bir geyik resmi bulunmuşken, şüphecilik gözlerimizi kör etmemeli. Şüphecilik Şeytan’ın son zamanlarda insan beynini zehirlemek için en çok kullandığı düşünceler arasındadır. Avrupa’nın imanı bugünlerde şüphecilik zehriyle can veriyor. Eğer biz de bu düşünceye kapılır ve kararlarımızı ona göre verirsek birkaç kuşak sonra kentimizi Şeytan’ın ellerine teslim etmiş oluruz.”


“Jürinin bu konudaki düşünceleri nedir?”
Yaşlı bir adam ayağa kalktı ve “Jüri üyelerinin tamamı, Roxanne Rainsford’un kâbuslarına onların evinde yaşayan cadının faaliyetlerinin sebep olduğuna karar vermiştir.”


Maxwell, elindeki kâğıtları inceledikten sonra, donuk ve yüksek bir sesle Oriana’nın idamına karar verdiğini açıkladı. Oriana’nın hayatı ertesi gün kent meydanında asılarak sona erecekti.

III.Bölüm


Oriana’nın elleri arkadan bağlanmış bedeni sallanırken kent meydanında büyük bir sevinç çığlığı koptu. Son nefesini ölümünü iştahlı bir canavarın avını beklediği gibi bekleyen bir kalabalığa bakarak verdi. Ön sıralarda oturan Roxanne’ın gözlerine bakmamaya çalıştı ve bedeni ipte sallanırken bakışlarının ona denk gelmemesi için gözlerini sımsıkı kapattı. “Cadılara ölüm!” sloganı ritmik bir şekilde yükselirken rahip Hathaway cesedin şafak vaktine kadar burada asılı kalacağını söylüyordu. “Bu kente gözlerini diken Şeytan’a ve onun aramızda sinsice dolaşan askerlerine ders olacak” diye haykırdığında kalabalık kazanılan kutsal zaferin çığlıklarını atıyordu.


O gün herkes Cadı’nın kent meydanında kancadaki bir et gibi çaresizce sallanan bedenini konuştu. Kimileri onun yakılmayı veya giyotini hak etmişken asılmasını fazlaca merhametli buluyor ve Tanrı’nın isteklerinin yeterince yerine getirilmediğinden bahsediyordu. Doğru olan onun birkaç gün hücrede işkence çekmesi ve daha çok acı çekerek can vermesiydi. Bazıları da rahip Hathaway’in vaazının etkisindeydi. Dostlarına zafer sarhoşluğuna kapılmamalarını ve bir cadı asıldığı için Yüce İsa’nın yolunda mücadele etmekten vazgeçmemeleri gerektiğini telkin ediyorlardı. Ancak bütün memnuniyetsizliklerine rağmen Cadı’nın ölü bedeni onları mutlu ediyor, dar ağacında sallanan bu et ve kemik yığını onlara İncil’deki zaferleri anımsatıyordu.

   Rahip Hathaway’in uykusu gece yarısı kapısının çalınmasıyla bölündü. Bu saatte onu rahatsız etmeye cüret eden kişinin kim olduğunu merak ederek üzerini giyindi ve merdivenlerden indi. Kapıya yaklaştıkça tavernadan gelen sesleri ve askerlerin adım seslerini işitiyordu.
Kapıyı açtığında tanıdık bir yüzle karşılaştı. Gözlerinde üzgün ve öfkeli bir ifade vardı. Gecenin bu saatinde uyandırıldığı için duyduğu öfke yerini sevecenliğe bıraktı ve bu davetsiz misafirin yüzüne gülümsedi. Elini onun omzuna yerleştirdi.
“Sizinle konuşmak istiyorum peder” dedi misafir.
“Anlıyorum. Sebebini tahmin edebiliyorum. Başından beri bu olayın seni kötü etkilendiğinin farkındayım. Ancak İsa’nın yolunda yürümek zordur. Bazen sevdiklerimizden fedâkarlık etmemiz gerekir. Şeytan bize her zaman kötü şekillerde görünmez. O bize sevgiyle görünme ustalığına da sahiptir. Şu an iyi hissetmediğinin farkındayım ama bunun üstesinden gelmen gerekiyor.”
“Üstesinden gelmeyi düşündüğüm başka bir şey var peder!”
“Nedir?”
   
   Misafir, cüppesinin altında gizlediği hançeri çıkardı ve pederin karnına sapladı. Benjamin, karnındaki kanı elleriyle durdurmaya çalışırken hançerin bu sefer göğsüne saplandığını hissetti. Vücudundaki bütün enerji çekiliyor ve gözleri kararıyordu. Karanlık tamamen bastırmadan önce gördüğü son şey imanına her zaman güvendiği bu genç adamın yüzüne öfkeyle bakan gözleri oldu. Bir dakika daha yaşayabilseydi olanları düşünüp pişmanlık duyabilirdi.

IV.Bölüm


Rahip Hathaway’in cenaze alayı geçerken darağacı ancak sökülüyordu. Askerler ise her yerde rahibin katilini arıyorlardı. Bir ölüm kalabalığı yerini başkasına bırakırken herkesin aklında aynı fikir vardı: Şeytan uğradığı hüsranın öfkesini hayatını Tanrı’ya adayan ve onu alt eden rahipten çıkarmıştı. Şimdi yapılması gereken ise Şeytan’ın emrinde veya etkisinde bu cinayeti işleyen kişiyi bulmak ve dün olduğu gibi cezalandırmaktı. Katil ile ilgili bildikleri tek şey üzerinde kafasını örten ve yüzünün görünmesini engelleyen kahverengi bir cüppe olduğuydu. Tavernadan çıkan biri kahverengi cüppeli bir adamın kiliseden çıktığını ve ormana doğru yürümeye başladığını görmüştü.


Cenaze alayı idam kalabalığı kadar fazla değildi. Çiftçiler ve balıkçılar Cadı’nın idamı sayesinde Tanrı’nın bereketi arttıracağını düşünerek işlerinin başına koyuldular. Denizin ufuklarında görünen yağmur bulutları balıkçıların umudunu arttırıyordu.


Tanrı’nın bereketine günler sonra şahit olan ilk kişinin balıkçı Wycliff Morgan olduğu düşünüldü. Ağına bir şeyin takıldığını fark ettiğinde bir sevinç çığlığı kopardı. Eğer alabora olacağını bilmeseydi sandalın üzerinde dans etmeye başlayacaktı.
Ağa yakalanan her neyse onu çekmesi çok zordu. Ancak bu Wycliff’i umutlandırıyordu çünkü büyük balıkların buraya gelmesinin tek sebebi diğer küçük balıkları avlamak olabilirdi. Denizler eskisi gibi bereketlenmişti.

   Wycliff, kıyılardan duyulabilen bir çığlık kopardı. Bütün kuvvetini verip ağa yakalanan şeyi denizin yüzeyine çekmeyi başardığında karşılaştığı şey bir cesetti. Diğer balıkçılar cesedi kıyıya taşımak için sandallarını getirdiklerinde aralarından biri bu ölenin Maximillian Rainsford olduğunu söyledi. Kâbusları sayesinde bir cadının yakalandığı Roxanne’ın ağabeyiydi. Üzerinde kahverengi bir cüppe vardı. Cüppenin etekleri açıldığında kuşağına iliştirdiği kanlı hançeri görmek zor olmuyordu.


   Ceset, askerler gelene kadar kumsalda bekletildi. Maximillian’ın bedeni soluklaşmaya başlamıştı. Yağmur bulutları denizlerin ufuklarından Salem’in göğüne ulaşmıştı ancak ne balıkçılar ne de askerler bunu fark edecek durumda değildi. Maxilimillan, kahverengi cüppesi ve belindeki hançeriyle önlerinde duruyordu. “Zavallı çocuk” dedi komutan Jebediah “Cadı onu da etkisi altına almış. Herhalde rahibi öldürdüğü için pişman oldu ve kendini denize attı. Tanrı ruhuna merhamet etsin. Kaldırın!”


Askerler, Maximillian’ın bedenini getirdikleri at arabasına taşırken Jebediah ona üzgün gözlerle bakıyordu. Rahip Hathaway, Maximillian’ın ne kadar imanlı bir çocuk olduğundan sık sık bahsederdi. En büyük arzusu rahip olabilmekti ve bir cadının büyüsü altında rahibi öldürüp intihar etmeseydi iki ay sonra kuzeydeki ruhban okuluna gidecekti.


Maximillian at arabasıyla mezarlığa doğru taşınırken askerlerden biri ailesine haber vermek için taburundan ayrıldı. Bedenini terk eden tek şey nefesleri değildi. Oriana’nın ölümüne sebep olan kıvılcım beyninde dolaşıp duruyordu ve ona son nefesini verene kadar eşlik etti. Kız kardeşinin kâbuslarından sorumlu olduğunu biliyordu ve unutmanın tek yolu ölmekti.


Son Bölüm


Kellesi evlerinin salonunda duran geyiğin ölümünü gördüğünde on bir yaşındaydı. Eliot, avlanmaya giderken onu da götürmeye başlamıştı. Babası avlanırken ona eşlik etmekten büyük bir heyecan duyuyordu. Yayı nasıl kullanacağını öğrenmişti –Eliot diğer hayvanları kaçırdığı için tüfeğe pek güvenmiyordu- ve ağaçlar yerine bir hayvanı vuracağı günü sabırsızlıkla bekliyordu.

Eliot, çalılıkların ardında sinsice pusu kurdu ve en ufak bir hışırtıyı bile fark eden geyiğin dikkatini çekmeden onu menziline almayı başardı. Geyik yorgun görünüyordu. Vahşi bir hayvandan veya başka bir avcıdan kaçmış olacaktı ki, göletten su içer içmez bir ağacın gölgesinde oturup dinlenmeye başladı. Bu onu daha kolay bir av hâline getiriyordu çünkü avcıyı fark etse bile ayağa kalkıp kaçana kadar avlanması zor olmayacaktı.


   Eliot’un attığı ok geyiğin gövdesine saplandı. Ayağa kalkıp kaçmaya çalıştıysa da birkaç adım sonra sendeledi ve yere düştü. Maximillian neredeyse etrafta başka hayvanların olabileceğini unutarak bir zafer çığlığı koparacaktı. Geyiğe bir ip bağlayıp sürükleyerek arabaya taşıdıklarında Eliot kellesinin salonda güzel duracağından bahsediyordu.
Catherine ve Oriana mutfağı saatler öncesinden hazırlamıştı. Geyiğin derisinin yüzülmesi ve etinin pişirilir hâle gelmesi zahmetli bir işti. Roxanne henüz yedi yaşındaydı ama Catherine mutfak işlerini şimdiden öğrenmesi için onu yanında tutuyordu.


   Eliot, geyiğin bedenini eşine ve hizmetçisine teslim etmeden önce kafasını bir baltayla kopardı. Roxanne ise tüm bunları soğukkanlılıkla izleyen abisinin yanına geldi ve büyük bir üzüntü ve korku içinde geyiğin kafasını neden kopardıklarını sordu. Annesinin onu yanında tutmak istemesinin sebebi ölü hayvanlar görmekten korkmasıydı. Buna alışması gerektiğini düşünüyordu ancak Roxanne ölü geyiği görünce benliğini saran korkudan kurtulamıyordu. Maximillian, kız kardeşini korkutmaktan büyük bir zevk alırdı. Geyiğinin kafasının onu korumak için kesildiğini söyledi.
“Bir geyik öldüğünde ruhu kötü bir canavara dönüşür ve ölüsünün olduğu evde küçük bir kız varsa geceleri onu yemek için odasına gelir. Bu yüzden kafasını kesmemiz gerekir. Kafasını kesmezsek insan vücutlu geyik kafalı bir canavar gelip seni yer.”

 
Roxanne, bunu duyduğunda ağlayarak mutfağa koştu ve annesine sarıldı. Catherine, bir yandan kızını sakinleştirmeye çalışıyor, diğer yandan birkaç yıl sonra yemek yaparken ona yardım etmesi gerekeceğini, bu yüzden ölü hayvan görmeye alışmasını söylüyordu. Maximillian ise kardeşini korkutmanın verdiği çocuksu zevkle kahkahalar atıyordu. Oriana, birkaç yıl sonra ölümüne sebep olacağını bilmeyen bu kahkahaları tebessüm ile izliyordu.


Roxanne, bu duyduklarının etkisinden hiçbir zaman kurtulamadı. O günden sonra yatağa korkarak girmeye başladı. Salonun duvarında asılı olan geyiği görmemek için odasından çıkmıyor, çıkması gerektiğinde de gözlerini ona iliştirmemek için elinden geleni yapıyordu. Geceleri yatağa girdiğinde onu almak isteyen bir canavarın korkusunu yaşıyordu.

   
   Maximillan’ın toprağa verildiği günün akşamında, aylar sonra ilk defa yağmur yağdı. Sokaklarda düşen yağmur damlalarının sesi tavernadaki sevinç haykırışlarıyla karışıyordu. Şeytan ile girişilen savaş rahibin ve Maximillian’ın ölümüne sebep olsa da bereketin tekrar kente dönmesini sağlamıştı. Zafer mutluluğu ölümlerin acılarını unutturuyor, Rainsford ailesi dışındaki herkes Şeytan’a karşı kazanılan büyük zaferi kutluyordu.


5
Kurgu İskelesi / Eşik
« : 19 Temmuz 2014, 23:00:19 »
  Albay’ın evinden kimsenin duymadığı mahşervari bir kadın çığlığı yükseliyordu. Apartmanın mermer duvarlarına ve dönemeçli merdivenlerine çarparak büyüyen bu korkunç çığlık, binanın koridorlarında ancak sessizliğin uğultusu kadar sesli olabiliyordu. Sese kulak veren birisi Sude’nin yüzünde patlayan tokatların acısını yaşayabilirdi ve bu ses kulaktan kulağa yankılanıp yeryüzüne yayılmış olsaydı tabiat utancından kendi varlığına son verebilirdi.


 Oysa Tekin Albay bile neredeyse kulaklarının derinliklerindeki tiz sesi duyuracak bu çığlıklar karşısında oldukça soğukkanlıydı. Avuçlarındaki acıyı hissettikçe Sude’nin morarmış yanaklarına daha sert vuruyordu ve adam öldürme mesleğinin profesyonelliğini kanıtlamak istercesine soğukkanlı davranıyordu. Karşısındaki kadının çığlıklarına karşı koruduğu bu soğukkanlılık ve ifadesiz yüz ona zevk veriyor, büfenin üstündeki aynaya tesadüf edip bütün mimiklerini kaybetmiş gibi görünen yüzünü gördükçe garip bir mutluluk duyuyordu.
 Pantolonundaki kemeri çıkarıp Sude’nin vücuduna indirebilmek için havaya kaldırdığında, vücudunda salgılanan andrenalini hissedebiliyordu. Sude bağırmaktan tükenmiş bir vaziyette, masanın ayaklarından birine yaslanmış ağlıyor ve Tekin’in yüzüne yalvaran gözlerle bakıyordu. Onun gözlerine baktığında yaşanmamış, hibe edilmiş bir hayat görüyordu. Tekin’in namlusunu alnında hissetmekten korktuğu için boşanmanın bahsini etmeye dahi cesaret edememişti ancak son günlerde alnını delip hibe edilmiş hayatına son verecek bir kurşunun düşüncesi bile onu sabırsızlandırıyordu.
 Tekin, kemeri taşıyan kolunu bir zafer anıtı gibi göğe kaldırdığında kapı çaldı. Duyulan zil sesi, İbrahim’in oğlu kurban edilmesin diye indirilen koyun gibi bir jestiydi kaderin. Tekin, zil sesini duyduğunda bir uykudan uyanmış gibi kendine geldi ve vücudundaki dayanılmaz yorgunluğu hissetti. Bu ani krizleri ordudan erken emekli edilmesine sebep olmuştu. Sude’nin morluklar ve gözyaşları içinde yerde kıvranan bedenini görünce tarifi imkânsız bir pişmanlık duydu ve birkaç saniyeliğine kendini asmayı düşünüp avizenin elindeki kayışta sallanan bedenini taşıyıp taşıyamayacağını hesaplamaya çalıştı. Elli metre ötedeki minibüs yolundan geçen arabaların gürültüsü hafifçe yankılanırken zil bir kez daha çaldı ve Tekin üstlerinden bir komut almış gibi ciddiyetle yürüyerek kapıyı açtı.


“Rahatsız ediyorum Tekin Bey, vaktiniz var mı?”
Tekin, başını hafifçe salllayarak onayladı. “Niye vuruyorsun oğlum kardeşine? Delirtecek misin sen beni?” diye bağıran bir ses apartmanın dönemeçli merdivenlerinden yükselip kulaklarında yankılanırken Turgut’un niye kapısını çaldığını tahmin etmesi zor olmadı.
“Mâlumunuz apartman eski olduğu için ses yalıtımı yok. Duvarlar da çok ince, bir daireden hapşırılsa ötekinden duyuluyor. Dünkü toplantıda ses yalıtımı yaptırmaya karar verdik ama siz meşguldunuz sanırım. Kanunen bütün kat mâliklerinin onaylaması gerekiyor. Mahsuru yoksa şuraya bir imza atabilir misiniz?”
 Tekin, Tuğrul’un uzattığı kalemi aldı ve kağıdı imzaladı. Tuğrul, yalıtım sorunundan bahsederken, üstündeki dairede yaşayan Nermin’in, sabahın beşinde çalan alarmından ne kadar rahatsız olduğunu hatırladı ve bundan kurtulacağını düşünerek mutlu oldu.
 “Bir de kızmazsanız, oğlumun yarın sınavı var da çalışması gerekiyormuş, sesten kötü etkileniyor, biraz sessiz olabilirseniz...”
Tekin “Tamam, tamam olurum!” diyerek kapıyı Tuğrul’un yüzüne çarptı. “Sude sessiz ol biraz komşular rahatsız oluyormuş!” cümlesi koridorda yankılanırken Tuğrul bir sorun yaşamamış olmanın rahatlığıyla merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu.


 Nermin, sokağa bakan mutfağının balkonunda alt kattan gelen sesleri işitirken, sesin rahatsız ediciliği dışında bir şeyin dikkatinde değildi. Sude’nin çığlıkları sokağın ve caddenin gürültüsü ve kahve yapmak için çalıştırdığı ketılın sesiyle karışıp, ellerinin arasında tuttuğu başına akciğerlerindeki tümör kadar rahatsızlık veren uğultulu bir ağrıya dönüşüyordu.
 Elleri balkonun soğuk demirlerine değdiğinde, demirin ve hafiften esen rüzgârın soğuğunu kemoterapinin hassaslaştırdığı bedeninde olanca varlığıyla hissetti. Yarın sabah hangi peruğu takacağı ve ofisinin yakınlarında çalışan eski sevgilisini nasıl görmezden geleceği arasında bir şeyler düşünürken, gözlerinden süzülen bir yaşın yanaklarını yakarak yüzünde dolaştığını hissetti.
 Kapının çalması ketıldaki suyun ısınmasıyla aynı saniyelere denk geldi. Kemoterapiye başladığından beri duvarındaki saatin tik-taklarından bile rahatsız olacak kadar hassas bir duyum eşiğine sahipti. İçerideki dağınıklığın görünmemesi için kapıyı kapıyı hafifçe araladı ve bedenini bu boşluğa yerleştirdi. Tuğrul’un elinde kağıtlarla beklediğini görünce morali bozuldu, ne için geldiğini tahmin etmek zor değildi.
“Nasılsınız Nermin hanım? İyileştiniz mi biraz?”
“İyiyim iyiyim. Geçen hafta kemoterapiye girdim o çok yordu ama iyileşeceğim sanırım.”
“İnşallah inşallah... Sizi aidat meselesi için rahatsız ediyorum, böyle bir zamanda gelmem uygun değil belki ama dört aidatınız birikmiş. Bunları ne zaman ödeyebilirsiniz?”
“Tedaviden ötürü pek ödeyemedim. Ama bir sonraki maaş günü ödemeye çalışacağım.”
“Ben o zaman buraya not alıyorum ayın biri diye. Geçmiş olsun tekrar.”
  Nermin, kapıyı Tuğrul’un ardından hızlıca kapattı. Bir şeylere öfkelendiği ve öfkesini dile getiremediği zamanlarda kapıları çarparak onların seslerini öfke çığlıkları gibi kullanırdı.  Göz yaşlarına engel olmaya çalışarak mutfağa yürüdü ve kendine bir kahve doldurdu. Doktoru kahve içmemesi gerektiğini söylemişti ama Nermin sigarasızlığını başka bir şeyle bastıramıyordu.
 Onu biraz güldüreceğini düşünerek bir sit-com dizisi açtı ve elindeki kahve fincanıyla televizyonun karşısındaki kanepeye kuruldu. Gülümseyebilmek için dizideki gülme efektlerini beklerken gözlerinin ağırlaştığını ve vücuduna ani bir halsizlik çöktüğünü hissetti. Telefonundaki alarmın kurulu olmasının verdiği rahatlıkla gözlerini kapatırken sehpanın üstündeki kumandaya ulaşamayacak kadar yorgun hissediyordu.
 Rüyasında sadece sesler ve renkler vardı. Kafasındaki bütün nesneler, hatıralar ve kavramlar soyutlatmıştı. Kemoterapi aletlerinin ve hastane koridorlarının yerini beyaz ve gri ışıklar, geri kalan hayatının yerini ise boğucu bir uğultu alıyordu düşlerinde. Bazen hakikatin bu soyutlukta olduğunu düşünürdü. Belki de insanoğlu tabiatın çıplaklığına tahammül edemediği için gördüğü renkleri ve uğultuları şekillere dönüşmüştü ve yaratılan bütün şekiller ölüme yaklaşırken eriyip birer kütle hâlini alacaktı.


 Kırmızı ve mavi ışıkların, televizyonun aydınlattığı duvarda yansıdığını fark ederek uyandı. Eklem ağrıları içinde yattığı kanepeden doğrulduğunda duvardaki saat 05.32’yi gösteriyordu. İşe yetişebilmek için uyanması gereken saatten bir buçuk saat önce uyandığı ve uyuması gereken bir buçuk saat boyunca uyuyamayacağı için canı sıkıldı. Ürkek adımlarla balkona yürüdü. Terliklerini giymeyi ancak ayakları mermerin soğuğunu hissettiğinde akıl edebildi. Sokaktan bir insan kalabalığının sesi yükseliyordu. Apartman kapısının girişine bir polis minibüsü park etmişti. Onun arkasında bir ambulans ve resmi birine ait olduğu anlaşılan siyah bir araba vardı. Bir televizyon muhabiri kameramana heyecanlı bir şeyler anlatıyor, polisler ve ambulans görevlileri oradan oraya koştururken üstünde Olay Yeri İnceleme üniforması olan birkaç polis savcıyla konuşuyordu.
 Tekin’in bir sedyeye yüklenmiş cansız bedeni ambulansa taşınırken alnında bir kurşun deliği vardı. Nermin bunu görünce birden ürperdi. Onu üzen ve ürperten Tekin’in ölümü değil, ölümün kendisiydi. Bir sonraki Mart’ın on beşinde otuz yaşına girecekti ancak o günü görebileceğinden emin olamamak onu korkutuyordu. Tekin’in dört kat aşağıdaki cansız bedeninden ölüm sırıtıyordu ona ve bir gün uğrayacağını hatırlatıyordu.
 Sude, birkaç dakika sonra kollarına giren iki polisle birlikte apartmanın kapısından çıktı. Elleri kelepçeliydi ve polis arabasına bindirilirken kahkaha atıyordu. Etraftaki herkes onun aklını yitirdiğini düşünüyor, Sude onların bakışlarından bu düşüncelerini fark ettikçe kahkahalarını yükseltiyordu. Hiç kimse saatlerdir namluyu kendi kafasıyla Tekin’in alnı arasında dolaştırdığından ve kendini öldürecekken son anda vazgeçip, kendini intikam üzerine var etmenin kararıyla Tekin’i öldürdüğünü bilmiyordu. Hiçbir zaman anlayamayacaklardı, çünkü Sude yıllardır yaşadığı acıları birkaç dakika içinde zevke dönüştürmüştü. Elleri kelepçelenip belki de hayatının geri kalanını geçireceği duvarların arasına hapsedilmeye götürülürken hiçbir mutsuzluk hissetmiyordu, çünkü o artık bu dünyadaki varlığını yitirmişti. Zevk almak yerine varlığını zevkin bizzat kendisi hâline getirmeyi başarmıştı.

 
 Nermin, bir buçuk saat sonra, dökülen saçlarına benzeyen kahverengi peruğunu taktı ve medeniyetin eski bir geleneğini devam ettirip yokmuş gibi davranarak metrobüse doğru yürümeye başladı. Polis bariyerleri hâlâ sokaktaydı, az ilerideki Fikirtepe’de inşaat gürültüleri başlamıştı. Sude’nin kahkahaları hâlâ beyninde yankılanıyordu. Beynindeki ve kulaklarındaki sesleri hâlâ ayırt edebildiği için kendini şanslı hissetti.
 Metrobüs Boğaz Köprüsü’nden geçerken, eskiden hayranlıkla baktığı boğaz manzarasına göz attı ve bu görüntü karşısında artık bir şey hissedemediği için üzüntü duydu. Denize karşı sevgisini ve hayranlığını yitirmişti. Dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmayacak bir manzaranın, her santimi şiirlerle işlenmiş kadar güzel bir şehrin basit bir dekora dönüşmesi bilincini derinden yaralıyor ve bütün hissiyatını kaybedecekmiş gibi bir düşünceye kapılmasına neden oluyordu.
 Metrobüs, kaza yapmış bir otomobilin yanından hızla geçerken Nermin, elleri ve göğsü kanlar içinde kalmış bir adamın çığlığıyla irkildi. Kafasını hissizleşmenin hüznünden, koridorun diğer tarafındaki camlara çevirdiğinde neredeyse demir yığınına dönmüş bir arabayı gördü. Orta yaşlı bir adam arabanın şoför koltuğunda, yüzü kanlar içinde yatıyordu. Başı direksiyonun üstüne düşmüştü ve ne olduğunu anlamayan baygın gözlerle etrafa bakıyordu. Arabanın yanındaki genç adamın çığlığı neredeyse bütün sesleri bastırıp Nermin’in kulaklarında çınladı. Nermin, metrobüsün hızıyla sadece beş saniye görebildiği bu adamın acılı gözlerle kendisine baktığını düşündü bir an. Kendisi dışında herkesin duyumunu yitirdiğini ve köprünün ortasında can havliyle bağıran bu adamın onu duyumunu yitirmeden uyarmak için çığlıklar attığını düşündü. Sonra Sude’nin çığlıkları ve kahkahaları başladı yine. Karşısındaki koltukta oturan adamın kulaklığından gelen tekdüze müzik sesini işitip gerçekliğe dönmeseydi bu çığlıklar içinde kaybolacaktı.

 Metrobüsten Mecidiyeköy durağında indi ve Halaskargazi’deki iş yerine kadar yürüyecek gücünün olmadığını düşünüp bir taksi tuttu. Yeterince para kazanıyor olmasına rağmen taksi onun için hâlâ bir lükstü. Arkadaşlarıyla barlara gidip son otobüs saatini kaçırmanın şımarıklığını yaşadığı üniversite yıllarını hatırlatırdı ona taksiler. Hayatının geri kalanını çalışarak geçireceğini bildiği için üniversite yıllarında bütün maddi sıkıntılarına rağmen çalışmamıştı. Duyumunu kaybetmeden, acı içinde bağıran bir kadının gürültüsünden rahatsız olmadan önceki son yıllarıydı. Taksiyle giderken öğrencilik yıllarını geride bırakmış olmanın hüznünü yaşadı ve ofisin önüne geldiğinde bu aracı eski bir dostuyla vedalaşır gibi terk etti.

 Folias de Espagnola, ofis klimasının yapay sıcaklığı eşliğinde, duvarlarda yankılanıyordu. Ceren Hanım, klasik müziğin iş verimini arttırdığıyla ilgili bir makale okuduğundan beri ofiste klasik müzik radyosu çalınırdı. Faks makinelerinin ve klavyelerin sesi tarafından bastırılmasaydı, müziğin güzelliğinden bahsedilebilirdi.
 İş arkadaşlarının yapmacık merhamet ve sevgi gösterileri içinde masasına oturdu. Onlara yapmacık bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kanser olduğundan beri diğerlerinden erken çıkıyor ve daha az yorucu işler yapmasına müsaade ediliyordu. Ceren Hanım’ın iki düşman ülke arasında örülen bir duvarı anlatan yüzünde bile yapmacık bir gülümseme oluşuyordu Nermin’i gördüğünde. Onların bu davranışlarını gördüğünde ofis kapısının önünde duran yangın baltasını alıp hepsini öldürmeyi, ofisi darmadağın etmeyi ve avazı çıktığı kadar bağırdıktan sonra ateşe vermeyi kuruyordu. Bu düşünce beyninden geçtikçe kollarında ve bacaklarında bir karıncalanma hissediyor, bir anlığına kendini kaybedip düşündüklerini gerçekleştirmekten korkuyordu.
“Sizin yüzünüzden kanser oldum!” diye bir bağırtı takıldı boğazına “O boktan Nevizade fasıllarınıza gelmediğim için, sizinle konuşmak istemediğim, iş dışında bir şey için muhatap olmak istemediğim için benimle uğraştınız! Her gün uğraştınız benimle! Durup durup laf soktunuz, çekmecelerimi karıştırdınız, arkamdan konuştunuz, sizin şikâyetleriniz yüzünden patrondan azar yerken film izler gibi zevkle izlediniz! Benim bütün amacım iş dışında kalan hayatımı yaşayabilmek için para kazanmaktı ama bütün günüm sizin boktan davranışlarınızı düşünerek, moral bozarak, ağlayarak geçti! Yaşattığınız stres yüzünden kanser oldum şimdi de karşıma geçmiş yavşak yavşak merhamet gösteriyorsunuz! Pislikler! Merhametiniz sizin olsun! Eğer yaşamamdan umut kesilirse hepinizi öldüreceğim!”

 Aklından geçenlerin öfkesiyle nefesleri sıklaştı ve göz kapaklarıyla ensesi arasında dayanılmaz bir ağrı gezinmeye başladı. İş arkadaşlarının yüzlerine baktıkça bu öfkeyi tekrar hissedeceğini düşünerek, işlerini bir an önce bitirip gitmek için bilgisayarını açtı. Kendini işe verebildiği ve iş saatlerini uyku gibi çabukça geçirebildiği için şanslı hissediyordu. Ofis masasının başına oturduğunda, eve gittiğinde izleyeceği bir filmi ya da okuyacağı bir kitabı düşünerek kendini motive ederdi. Eğer kendini övme şımarıklığını gösterecek olsaydı bununla övünürdü.

 İş arkadaşlarıyla muhatap olmamasının sebebi, yaşamak için katlandığı zorunluluğu özel hayatına taşımak  istememesiydi. Oysa bugünlerde zorunluluğun kendisini ölüme yolcu ettiğini hissediyordu.
  Kahvenin keskin tadı genzinde canlanınca gözlerinin bulanıklaştığını ve vücuduna ağır bir halsizliğin çöktüğünü fark etti. Vücudunu ve zihnini canlı tutabilmek için bu sıralar kendisine yasakladığı kahveye ihtiyaç duyuyordu. Elini caddenin karşısındaki Starbucks’tan bir filtre kahve söylemek için telefonuna götürdüğünde doktorunun “Kahve tüketmek sana ciddi zarar verir” diyen kaygılı yüzü gözlerinin önüne geldi ve beynindeki iş yorgunluğunu biraz dağıtabilmek için başka şeylerle uğraşması gerektiğini düşündü.

 Facebook sayfasında gezinirken, NASA’nın kaydettiği gezegen sesleriyle ilgili bir habere rastladı. Gezegenlerin ve uydularının hareket ederken çıkardıkları seslerden bahsediliyordu, NASA uzun yıllar boyunca uğraşarak bu hareketlerin yarattığı titreşimleri kaydetmiş ve seslere dönüştürmüştü. Bu sesler insan kulağının duyamayacağı aralıklardadır ve eğer insanlar bu sesleri duyabilselerdi yaşamlarını sürdürmeleri bile bir mucize olacaktı.
 Etrafındaki kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra çantasındaki kulaklığı çıkardı bilgisayara taktı. Birkaç dakikalığına müzik dinleyecek olsa bile patrona şikâyet edildiği için yaptığı her şeyde etrafı kolaçan ederdi. Voice Of Earth yazılı videoyu oynattı ve kendini üstünde yaşadığı gezegenin ürkütücü sesine verdi.
 Bir kâtil arı kolonisinin şiddetli bir fırtınanın ıslığında ilerlerken çıkardığı ses, Fahrettin Kerim Gökay Caddesi’nin hiç bitmeyen trafiğinin uğultusuyla birleşiyor gibiydi. Sonra buna düşmekte olan bir uçağın havada şeritler çizerek çıkardığı ses eklendi. Radyonun hiç bir kanalı çekmediği zaman çıkardığı cızırtılara benzeyen gürültü, sesi katlanılmaz kılıyordu. Nermin, canlandırılması bile felâket olan bu ses duyum eşikleri arasında olmadığı için sevinirken tiz bir kadın çığlığına benzeyen bir ses bu şiddetli uğultunun arasından yükseldi. Uğultunun derinliklerinden gelen bu çığlık, yeryüzündeki bütün korkuyu ve acıyı tek başına taşıyan bir canlıdan geliyor gibiydi.

  Dinlerken gözlerinin kapandığını fark etmedi. Monitörün ışığıyla aydınlanan gözkapağı karanlığında imgeler belirmeye başladı. Bir kadın, yıkık dökük bir şehirde tiz sesiyle çığlıklar atıyordu. Arabalar ve uçaklar birbirine çarparak ilerliyor, bulutları bile yerinden oynatacak şiddette bir rüzgar esiyor, böcek kolonileri etrafta dolaşıyor ve kadın çığlıklar atıyordu. Çığlıklarıyla ürperdiği bu kadının yüzünü canlandırdıkça, Sude’nin çığlıklarını duydu. Alt katından gelen ürpertici çığlıklar bilincinin içinde, yaşadığı gezegenin rutin işleyişinde gizlenen korkunç gürültüdeydi. Bu çığlıklar kahkahalara dönüştüğünde Tekin’in kurşun delikleri içindeki bedeni fırtınada sürükleniyor, vücudundaki deliklerden akan kan havada böcek kolonilerine dönüşüp Beelzebulb’un lanetini andıran bir vızıltıyla dolaşıyorlardı.

  Kendisini çağıran sesleri duyduğunda, bunların bilincinin dışından geldiğini anlaması zor oldu. Bilincinde şahit olduğu kıyametten gözlerini araladığında kafası Fuat’ın kollarına yığılmıştı ve Ceren telaşlı gözlerle ona bakıyordu.
 
Gözleri ve bilinci Şişli Etfal Hastanesi’nde açıldı. Dünyanın dönerken çıkardığı ses hâlâ kulaklarındaydı. Pencereden içeri giren hafif bir rüzgârı dinleyerek, orman patikasından Oz Büyücüsü’ne ulaşır gibi ulaştı bu sese. Az ilerideki caddeden gelen trafik uğultusunu işitti. Artık korna seslerini seçebiliyordu. Hastane koridorlarından gelen uğultudaki sesleri seçebildiğinde kattaki birinin öldüğünü öğrendi. Genç bir adam ölen annesi için feryatlar koparırken, kaldığı odanın önünden temizlik arabasının geçişi duyuluyordu. Odadaki saatin tik takları bütün bu uğultudan bağımsızdı. Kriz geçiren bir hastaya yetişmek için kapının önünden koşarak geçen doktorların telaşlı ayak sesleri, koridorun karşı tarafındaki birkaç lise öğrencisinin derslerinden kaçabilmek için rapor alma planlarıyla ilgili konuşmalarına karışıyordu.
 Genç bir hemşire odaya girip gülümseyerek “Bir şeyiniz yok” dediğinde Nermin dünyanın korkunç gürültüsüne dahil olduğunu anladı. Bu gürültü duyum eşiğinin dışındaydı. Gezegenin rutin işleyişi kadar, insanların yeryüzünde kurduğu yaşamın işleyişi de korkunçtu. Sude’nin çığlıkları, kahkahaları ve sabahın alacakaranlığında sokakta biriken cinayet kalabalığının sesi bu işleyişin rutin gürültüsünü oluşturan seslerdi. Silah sesleri, trafiğin uğultuları, inşaat gürültüleri, acı çığlıkları, polis sirenleri, insan kulağının duyup zihninin işitmek istemediği bütün sesler bu gürültünün parçasıydı.

 İnsan dünyanın ve diğer gezegenlerin seslerini işitseydi aklını ve belki de yaşama yetisini yitirirdi. Bu yüzden dünyanın sesi duyum eşiğinin dışındaydı. Yaşayabilmek için içinde bulunduğu hayatın korkunç seslerini de duyum eşiğinin dışında bırakmak zorunda kalmış, duyarsızlaşmıştı.

Sude, bir akıl hastanesi koridorunun rutininde kahkahalarına devam ediyordu...

6
Başka Kurgular / Osman Necmi Gürmen - Neydi Suçun Zeliha
« : 01 Mart 2014, 22:27:36 »


 
Kurgu haçlı seferleri döneminde Urfa'da geçiyor. Bir haçlı askeri, Doğu medeniyetinin kadim şehirlerinden biri olan Urfa'da diğer dinleri, mezhepleri tanıma şansı buluyor ve farklı dinlere mensup dört kişiyle bir araya gelerek bazı sorulara yanıtlar aramaya başlıyor. Bu insanların amacı aynı zamanda dinlerin ortak "iyi" yönlerini bulup insanlık için faydalı bir şeyler yapmak.
 Roman Urfa'da bulunan Ayn-Zeliha (Zeliha'nın gözyaşlarıyla oluştuğuna inanılan göl) üzerinden kadının dinlerdeki yerine ve çoktanrılı dinlerden semavi dinlere değişimine ışık tutuyor aynı zamanda. Kutsal metinlere dair bir çok bilgi ve alıntı içeriyor.

Tarihi romanları seviyorsanız ve dinler tarihiyle ilgiliyseniz keyifle okuyacağınıza eminim.

7
Şişedeki Mısralar / La Llorona
« : 13 Şubat 2014, 14:37:12 »
 Nehir dökülürken okyanusa –karanlık ve sessiz-
Gözyaşların bir gece akıntısına karışıyor
Dağların ve ormanların üzerinde yükselen gece
Nehirde süzülen iki bedeni süslüyor
Bir cenaze alayı gibi gidiyor peşlerinden yansıyan gece
                                         Uğurlamak için onları –sonsuza kadar kaybolacakları-
Bütün nehirlerin döküldüğü yere

Hatırla ilk nefeslerini, bir şarkı dinler gibi dinlerdin
Gözlerine baktığın köleliğinde, özgürlüğü düşler gibi düşlerdin
Alıp götürdüğünde onları senden kirli yüzlü yabancı
Ağlarken ölmekten korkmayı keşfettin
…ve her baktığında Cortez’in merhametsiz gözlerine
                    Ruhunu sarıverdi
  –sevginden bile daha kuvvetli- onun sevgisine duyduğun nefretin

Nehir okyanusa dökülüyor karanlık ve sessiz
Kıyısında bir kadın rüzgar gibi ağlıyor
Ancak bir ölünün olabileceği kadar pişman
…ve pişmanlığından çok sevgisi azap veriyor

Hatırla o geceyi, bir yangın büyüyordu
Bir Anka kuşu büyüyormuş gibi kalbinde
Bir okyanus kusacakmış gibi ağlamak istedin
Dokunmana izin vermedikleri çocuklarını
Ölüm taşıyan gemilerin geldiği
                            O ülkeye götürmek istediklerinde
…ve gemiler geldiğinde bütün görkemi sönen tanrılar
Kulağına fısıldadılar o gece
Sefil olmuşluğun acısı vardı, beyninde duyduğun seslerinde
Kurbanların kesildiği ve ateşlerin yandığı o günleri özlercesine

Çocukların gittiğinde o ülkeye –dediler- nehirler kan akacak
Halkından çalınmış çocuklar hepinizin felâketi olacak
Geri döndüklerinde çocukların  
      –bize şeytan’ın ne olduğunu öğreten- İspanya’dan
Demir giyen adamların atları, Azteklerin üzerinde dolaşacak

Gözlerinde birer damla yaş vardı, sevginden kalan tek şey
Onları nehre bıraktığında, kıyameti getiremeyecek kadar masumlardı
Tanrılar sessizliğe büründü sen rüzgârın sesini dinlerken
-çocuklarını senden sonsuza dek götüren-
Doğdukları gün, gizlice yüzlerini okşadığın ellerin
Birer iz oldu boyunlarının etrafında
Yüzlerinde –hâlâ yaşıyorlarmış gibi- bir korku ve şaşkınlık
Çünkü masumlar ölüyken bile, öfkeli olamayacak kadar
…ve uğruna çocuklarını öldürdüğün tanrılar
Yokluklarıyla sana bir ızdırap bıraktılar

Nehir okyanusa dökülüyor –karanlık ve sessiz-
Bir yok oluşa şahit olmuş gökyüzü ve dağlar
Denize karışırken –kimsenin olamadığı kadar- iki masum beden
Bir kadın artık konuşulmayan bir dilde ağlar

****

La Llorona bir Latin Amerika masalıdır. La Malinchi adlı bir Aztek kızı, Herman Cortez adlı bir köle tüccarına satılmış ve ondan iki çocuğu olmuştur. Cortez, çocukları İspanya'ya götürmek ister, tanrılar da La Malinchi ile konuşup eğer çocuklar giderlerse döndüklerinde halkının felaketi olacaklarını söylerler. La Malinchi de çocukları nehre götürüp boğar, daha sonra ağlayarak nehir kıyısında çocuklarını aramaya başlar böylece La Llorona (ağlayan kadın) olur. Meksika'da gece yarıları çocukların dışarı çıkmasına, nehirlere yaklaşmasına izin vermezler çünkü La Llorona'nın onları kendi çocukları zannedip alıkoyacağına inanırlar.

8
Başka Kurgular / Kum Kitabı - Jorge Luis Borges
« : 12 Şubat 2014, 23:16:05 »
 

Jorge Luis Borges'in öykü kitaplarından biri.
Borges, Latin Amerika edebiyatının ileri gelen isimlerinden biridir. Entelektüel bir ailede yetişmiştir ve sahip olduğu birikimi eserlerinden anlamak zor değildir. Hikayelerinde fantastik öğeleri ve mitolojiyi de kullanır zaman zaman
Kitaptaki öykülerde Borges'in gençliğiyle karşılaşmasından, yeryüzündeki tüm bilgileri toplamak için çalışan bir örgüte kadar bir çok ilginç konu işleniyor.
Bu kitap Borges'in hayatında önemli bir yer taşır aynı zamanda, kitabı yazarken neredeyse kör olduğu için başkasına dikte ettirmiştir.

9
Müzik / Giuseppe Tartini
« : 11 Şubat 2014, 13:54:07 »


Tartini, Vivaldi ve Paganini'yle birlikte İtalya'nın en büyük bestecilerinden biridir. 1692 yılında Venedik'te doğan Tartini'nin rüyasında Şeytan'ı gördüğü ve eserlerini öyle bestelediği iddia edilir. Zaten en önemli eserleri "Şeytan Trilleri" üçlemesidir.

Gerçi bu Şeytan'la pazarlık etme meselesi Paganini'den Robert Johnson'a kadar dolaşan bir hikaye  ;D
Öyle ya da böyle, etkileyici bestelere sahip bir müzisyen.

İthzak Perlman'ın yorumundan Şeytan Trilleri:
https://www.youtube.com/watch?v=VR6XJsGOF1s

10


 13.yüzyılda doğan Carmona Prensi Raymond Fosca, iktidar hırsına sahip bir adamdır. Bir dilencinin verdiği ölümsüzlük iksirini içer ve bu lanete yakalanır. 20.yüzyıla geldiğinde kendisiyle ilgilenen bir tiyatrocuya ilgi duymaya başlar ve bu yaşama dair bir şeyleri tekrar hissetmesine sebep olur.

Simone de Beauvoir bu eserinde Avrupa tarihini ve ölümsüzlük meselesi üzerinden insan doğasını gözlemliyor. Bir çırpıda okunabilecek, zevkli bir roman.

11
Kurgu İskelesi / Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)
« : 10 Şubat 2014, 01:05:30 »
Bu aralar yazdığım bir korku hikayesi. Evimin yakınlarında eski, yıkık dökük bir ev var, ona bakarak kurguladığım şeyler zamanla bir hikayeye dönüştü. Beğenilerinize ve eleştirilerinize sunuyorum  :)

Giriş


  İçinden demir yolu geçmeseydi Kızıltoprak sessiz bir semt sayılabilirdi. Özellikle okulların kapalı olduğu zamanlarda sokaklarda çocukların gürültüsünden başka bir ses duyulmazdı. Fahrettin Kerim ve Bağdat caddeleri arasındaki bu semt, yetmişli yıllara kadar konakların, köşklerin ve bahçeli evlerin olduğu, dar sokaklarını karşılıklı ahşap köşklerin süslediği bir yerdi.   Kent Sineması ve Öğretmen Evi olmasaydı belki de varlığı bile bilinmeyecekti.

 Şehrin göç almasıyla birlikte burası metropolün bir parçası hâline geldi ve köşklerin yerini apartmanlar almaya başladı. 2001 yılına gelindiğinde burası iki okul, birkaç eski köşk, tarihi kıraathane ve Öğretmen Evi dışında eski günlerinden bir şeyin kalmadığı, İstanbul’un beton semtlerinden biri hâline gelmişti. Ama sükuneti hiç bozulmadı, hiçbir zaman bir evin olabileceğinden daha gürültülü olmadı.

 Ancak bu sakin semt, ürkütücü bir sırra sahipti. Tren istasyonunun arka sokağında, beş numaradaki terk edilmiş evde gizliydi bu sır. Bu köşk, küçük, sessiz ve güzel bir evin karanlık ve soğuk mahzeni gibiydi.
 Bu mahzenin korkunçluğundan haberdar olan birkaç kişi vardı ve bildiklerinin kendileriyle gömülmesi için ölecekleri günü bekliyorlardı. Bu evde olanları öğrendiklerinden beri, mezarlıktan geçerken şarkı söyler gibi bir hayat yaşıyorlar, korkularını gizleyip unutmaya çalışıyorlardı. Hayatları diğer insanlar gibi normal seyretse de zaman zaman mahzenden esen rüzgâra engel olamıyorlardı. Tıpkı 18 Haziran gecesi mahzenin kapılarının açılmasını engelleyemedikleri gibi…

 Gülizar, o gece öldürülene kadar köşkün yanındaki apartmanın birinci katında yaşıyordu. Haftada yirmi milyon verdiği bakıcısı dışında kimsesi yoktu. Seksen üç yaşındaydı, hayatının son zamanlarında olsa bile ölümünün bir başkasının elinden olması bir felâketti. Hayatının sona ereceği günü büyük bir şevkle bekliyordu ama Ferruh’u elindeki bıçakla üstüne gelirken görünce dehşete kapıldı ve bu dehşet hissettiği son duygu oldu.

  Gülizar’ın komşularından biri, Ferruh’un elinde maymuncukla apartman kapısını zorladığını görünce polisi aradı. Polislerin Gülizar’ı kurtarmak için yeterince zamanı olmasa da Ferruh’u yakalamak zor olmadı. Onu beş numaralı köşkün bahçe duvarına tırmanmaya çalışırken yakaladılar. Yakalandığında korku, heyecan, pişmanlık gibi duygulardan eser yoktu yüzünde. Yorucu bir iş gününden sonra evine dönmeye çalışan bir adamdan farksızdı.
 Ferruh, Frigo satarak hayatını kazandığı Kent Sineması yıkıldıktan sonra parasız kaldı ve alkolün damarlarında onu delirtecek kadar dolaşmasına izin verdi. On bir yıl kaldığı Erenköy Akıl Hastanesi’nden taburcu olunca kalacak bir yeri olmadığı için tren istasyonunda çalışıyor ve kendisi için ayrılan depodan bozma bir odada kalıyordu. Ancak akli dengesinin yerinde olduğu söylenemezdi. Akıl hastanesinde geçirdiği yıllar onu agresifleştirmişti. Zaman zaman yolcularla sebepsiz yere tartışıyor, sinemanın yerine dikilen on katlı binanın kendisine ait olduğunu iddia ediyor ve bunu söyledikten sonra kendini yere atıp çığlıklar atıyordu.

 Cinayet işlenmeden dört gün önce kaybolmuştu. Kalacak bir yeri ve ya onu kabul edecek bir akrabası yoktu, üstelik akıl hastanesine de dönmemişti. Sinir krizlerinden sonra gideceğini söyleyip dururdu ama gideceği yeri kimseye söylemezdi. Onun için endişelenmeleri sadece birkaç saat sürdü. Kalacak bir yeri olmadığı için geri dönecek ya da bu sinir krizlerini kendini öldürerek sonlandıracaktı.

 Aklını yıllar önce yitirmiş olmasına ve saldırgan davranışlarına rağmen Gülizar’ı öldüreceğini kimse tahmin etmezdi.

 Komiser Bülent, sorgu odasında karşısında oturan kâtil hakkında bunları biliyordu. Gülizar’ın parasına ve ya mücevherlerine dokunmamış, yakalandığında ise kaçmaya çalışmayıp teslim olmuştu.

  Bülent, her cinayetin haklılığı olmasa da bir sebebi olduğunu düşünecek kadar uzun zamandır cinayet masasındaydı. Geçimini ölümlerle sağlamasına rağmen, kimsesiz ve yaşlı bir kadını görünürde hiçbir sebep olmadan öldüren bu adam tüylerini ürpertiyor ve onda inanılmaz bir tiksinti uyandırıyordu.

 “Niye burada olduğunu biliyorsun değil mi?”
 Ferruh başıyla onayladı ve yüzüne sinsi bir gülümseme takındı. Bu gülümseme, yüzünde patlayan bir tokatla karşılık buldu. Bu tokatla neredeyse dengesini kaybedip sandalyeden düşecekti ama ürkütücü soğukkanlılığı yüzünden silinmedi. Bülent, birkaç disiplin uyarısı aldığı için Ferruh’u fazla hırpalamamaya çalışsa da bu adamdan laf alabilmek için birkaç yönetmelik dışı davranışın işe yarayacağını düşünüyordu.

“Seni enseleyen çocuklara ‘Ödülümü almam için öldürmem lâzımdı’ demişsin. Neyin ödülü bu?”
“Anlatmamın mümkünâtı yok komiserim.”
“Neyin mümkünâtı yok ulan? Kadın seni doyurmuş sokakta yatarken. İstasyondaki işi, kalacak yeri o konuşmuş. Sırf sen sokakta kalma diye senelerdir konuşmadığı akrabalarını araya sokmuş. Böyle mi teşekkür ediyorsun lan? Neyin karşılığında öldürdün kadını? Biri para mı teklif etti sana? Anlat yoksa anandan doğduğuna pişman ederim seni!”
“Kimse para teklif etmedi komiserim. Para için de öldürmedim. Mücevherleri, parası gözümün önünde duruyordu elimi bile sürmedim. Bu hayatta yaşadığımın ötesinde bir şeyler var. Kapıyı açmam için Gülizar Hanım’ı öldürmem gerekiyordu.”

 Bülent, derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Tabancasını çıkardı ve masanın üzerine koydu. Öfkeli bakışlarını Ferruh'un soğukkanlı yüzüne dikti.

“ Senin kapına bacana s*çarım it oğlu it! Tedavi raporların, görüşme tutanakların bokun püsürün ne varsa baktım, iyileşmişsin. Kafan zehir gibi çalışıyor. Senin gibi zilyon tane adam geçti elimden, yüzüne bakınca ne mal olduğunu anlıyorum, bana deli ayağı yapma!”

 Cevap vermedi. Gözlerini Bülent’in öfkeli yüzüne dikip ürkütücü soğukkanlılığını takınmakla yetirdi. Kendisine karşı yüksek sesle konuşulduğunda bile sinir krizleri geçiren bu adamın tavırları oldukça ürkütücüydü. Üstelik bu sessizliği korkudan kaynaklanmıyordu.

“Anlaşıldı konuşacağın yok senin! Şimdilik gidiyorum, dönünce seni öttüreceğim it herif!”

 Masanın üstündeki tabancasını aldı ve sorgu odasını terk etti. Acemilik yıllarından beri metanetini bu kadar kaybetmemişti. Çözmesi gereken bir şey yoktu, elinde suçüstü yakalanmış ve yaptığını reddetmeyen bir kâtil vardı. Sadece cinayet nedenini öğrenmeye çalışıyordu ve kâtilin soğukkanlılığı karşısında kendininkini yitirmişti. Onun karşısında öfkelenip zayıf görünmemek için biraz ara vermesi gerektiğini düşünüyordu.

 Ofisine gitti ve masanın üzerindeki telefon defterinden Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin numarasını çevirdi. Karısının ve çocuklarının fotoğrafının olduğu çerçeveyi kapattı, böyle kötü bir zamanda onlara bakmak istemiyordu. Telefon dört kez çaldıktan sonra bağlandı. Bülent, birkaç dakika sekreterle ve başhekimle konuştuktan sonra Ferruh’un doktorlarından Dr. Şemsettin Güven’e ulaştı. Ahizedeki ses oldukça yaşlıydı.

“Şemsettin Bey ben cinayet masasından baş komiser Bülent Dinçer. Müsait misiniz?”
“Tabi komiserim müsaidim buyurun.”
“Eski hastanız Ferruh Tunçbilek bir cinayet işledi haberiniz var mı?”
“Maalesef… Sabah haberlerinde izledim. Açıkçası tahmin etmezdim böyle bir şeyi.”
“Tahmin etmek işiniz değil mi doktor bey! Adamın ruh sağlığının yerinde olduğuna dair heyet raporu var! Heyetin başında da siz varsınız! Demin sorgusundaydım, hâli hareketi yerinde değil! Dün gece bir kadını öldürdü, hayatının geri kalanını hapiste geçirecek ve felâket soğukkanlı adam. Ben de psikoloji eğitimi aldım, bu adamı ruh sağlığı yerinde değil. Nasıl karar verdiniz iyileştiğine?”
“Komiser bey, takdir edersiniz ki uzun incelemeler neticesinde karar alıyoruz. Kendisi son iki senedir düzelme gösteriyordu. Agresif davranışları, sanrıları, krizleri olmuyordu eskisi gibi. Esasında taburcu edilmesinden altı ay önce tamamen iyileştiğine kanaat getirdim ancak meseleyi riske atmamak için altı ay daha gözetim altında tuttum. Sadece ben değil, sekiz hekim teste tabii tuttu kendisini ve iyileştiğine kanaat getirdi. Ne yazık ki bu cinayeti işleyeceğini tahmin edemedik.”
“Sanrıları neydi Şemsettin Bey? Halüsinasyon mu görüyordu?”
“Evet. Halüsinasyonlar, gaipten sesler… İlk geldiğinde hayal ile gerçeği ayırt edemez hâldeydi.”
“Ne tür sanrılardı bunlar? Neden bahsediyordu?”
“Her gece siyah bir martının penceresine konduğunu ve kendisine bir şeyler söylediğini görüyordu. Hasta bakıcılar onu pencereye konuşurken görmüşler. Sorduğumuzda ise bu gördüklerini bizim anlayamayacağımızı, bir kapının açılacağını söylüyordu. Bu kapı açıldığında hayatını yeniden yaşamaya başlayacağını ve bir insanın elde edebileceklerinden fazlasına sahip olacağını söylüyordu. Gerek ilaçlarla, gerek konuşma seanslarıyla bu halüsinasyonları görmemeye başladı. Daha sonra…”

 Şemsettin telefonun diğer ucunda ağdalı bir dille konuşmaya devam ederken Ertan, Bülent’in ofisine telaşlı bir şekilde daldı. Yüzü kızarmıştı, derin nefesler alıyor ve Bülent’in yüzüne büyük bir telaşla bakıyordu. Bülent “Bir dakika doktor bey” dedi ve ahizeyi eliyle kapattı.

“Ne oldu Ertan?”
“Amirim sorguladığınız şüpheli…”
“Ferruh mu?”
“Evet amirim.”
“Eee ne olmuş ona?”
“Kendini öldürmüş. Jiletle bileğini ve şah damarını kesmiş.”

 Bülent, telefonu Şemsettin’in yüzüne kapatarak sorgu odasına koştu. Açılan kapılardan ve yaşayacağı yeni hayattan bahseden bir adamın kendini öldürmüş olması ona normal gelmiyordu. Bütün karakol, sorgu odasının başında toplanmıştı. Meraklı kalabalığı yararak içeri girdi.

 Girdiğinde, Ferruh’un bedeni masada kanlar içinde yatıyordu. Ölmeden önce yaptığı son şey masaya kendi kanıyla “Kapı açıldı” yazmak olmuştu.

12
Başka Kurgular / Kayıp Cennet - John Milton
« : 02 Şubat 2014, 14:31:14 »

 John Milton, İngiliz edebiyatının Homeros'u olarak bilinir. 17.yüzyılda yaşamıştır. Kayıp Cennet, Tanrı ile Şeytan arasındaki mücadele sonucu Adem ve Havva'nın cennetten kovuluşunu anlatır. Epik bir dil kullanır bunu anlatırken. Tabi oldukça önemli bir eser olmasına rağmen birkaç kitapçı dolaşmanız gerekebilir bulmak için  :inca

Pegasus Yayınları'ndan çıkan çeviriyi yeni bitirdim, bazı yerlerde kötü cümleler kurulsa da iyi bir çeviri, tavsiye ederim.

13
[*]http://www.argonautbookshop.com/images/Star%20Rover.jpg[/*]

Jack London genellikle serüvenci kişiliğiyle ve sıradan insanların, şehirlerin fakir, işçi mahallelerinde yaşayanların, serserilerin, denizcilerin, yazarların hayatlarını işlediği hikayeleriyle bilinir ancak Yıldızlar Korsanı adında fantastik bir hikayesi de var kendisinin.
 
 Hikaye, San Quentin hapishanesinde idama mahkum edilmiş Prof.Darrel Standing'i ve onun reenkarnasyon tecrübelerini anlatıyor. Darrel sık sık hücre cezası yemektedir. Bu sırada kendisine deli gömleği giydirilir, bunun acısından uzaklaşmak için meditasyon benzeri bir şey yaparken ruhunun bedeninden çıktığını ve dolaştığını fark eder. Çocukluğundan beri hatırladığı, zihninde ansızın beliren hatıraların önceki hayatlarına ait olduğunu anlar ve hücre cezalarında kendinden geçip bu anılarına gitmeye başlar.

Jack London'ın klasik tarzının dışındadır bu kitap, ama oldukça güzeldir.

Sayfa: [1]