Basamakları hızla inerken burnundan soluyordu. Kolunun altında tuttuğu paketi düşürmemek için kavrayışını sıkılaştırdı ve boşta kalan eliyle gözlerinin önüne düşen saç tellerini geriye attı. Öfke, hayal kırıklığı ve bir parça da hüzün okunuyordu o gözlerde. Son basamağı da aşıp kendisini ön kapıdan dışarı attı. Tam o esnada arkasından biri seslendi.
'Gitme!'
Umursamadı. Bir saniye bile durup mantıklı bir şekilde düşünürse, bir saniye bile tereddüt ederse amacına ulaşamayacağını biliyordu. Kolunun altındaki paketi sırtındaki çantaya attı ve sıkıca ağzını kapattı. Dış kapıya dayalı duran katanasını ellerine özlemle aldı ve kendisini yüzüne vuran soğuğa aldırmadan dışarı attı. İçine işleyen serin hava ile birlikte tüm duyguları dinginleşmişti. Gözlerini kıstı ve saniyeler içinde solunda duran ahşap binaların tepesinde kendisine doğru işaret eden adamları gördü.
'Öldürün şu piçi!'
Umursamadı. Bir saniye bile duraklarsa amacına ulaşmadan öleceğini biliyordu. Katanasını kınından çıkardı ve değerli kını yere attı. Bir daha ihtiyacı olmayacaktı. Derin bir nefes aldı ve hızla koşmaya başladı. Soğuk havada aldığı nefesler havaya geniş sis bulutları yayarken bir ok gibi fırladı. Arkasından bağıran askerler onu işaret edip küfürler savuruyordu.
Sağına ve soluna oklar saplandı ama bu noktada biraz şansına ve hızına güvenmesi gerekiyordu. Birkaç adım daha atabilirse zaten atış mesafesinden çıkacaktı. Şehrin surları geniş bir kapının etrafında sonsuz bir yapı gibi uzanıyordu. Sokaklardan ondan başka hiçkimse yoktu. Kapının önündeki nöbetçiye baktı. Akşamdan kalma olmalıydı. Soğuktan burnu kızarmıştı ve hareketleri oldukça yavaştı. Önce kendisine doğru hızla koşan adamı gördü, sonra beceriksiz bir hareketle kılıcına uzanmaya çalıştı ama çok geç kalmıştı.
Koşmasını bir saniye bile yavaşlatmadan elindeki katanayı düzgün bir hareketle nöbetçiye doğru fırlattı. Bağırmak için ağzını açtıysa da boğazına saplanan kılıca şaşkınlıkla bakan nöbetçi yerinden kıpırdayamadı bile. Kınından çıkarmaya çalıştığı kılcının üzerindeki eli giderek hissizleşirken gözleri kararmaya başladı.
Kaybettiği kan yüzünden yere çöken rakibinin dizinin üzerine bastı hızla koşan adam ve ikinci ayağını omzuna atarken sol eli ile eğilip katansını kavradı. Keskin kılıcı rahatça rakibinden kurtarırken hızını kesmeden duvarda kapıyı kapalı tutan kola uzandı ve tüm gücüyle asıldı. Büyük bir gürültüyle paslanmış demirler itiraz ederken kapı aralandı ve gecenin karanlığına karıştı Trey. Ağzından tek bir fısıltı döküldü, arkasında meşaleler ve gürültülerle aydınlanan bir şehir bırakırken.
'Bir.'
---
Ertesi günün akşamında Trey, yeşil otlarla kaplanmış tepesinde kocaman bir ağacın bulunduğu ufak bir tepeciğe geldiğinde ilk defa adımlarını yavaşlattı. O kadar uzun zamandır koşuyordu ki ayakları bu tempoya ayak uyduramadı ve dizleri üzerine çöktü adam. Gözlerinin önüne düşen siyah saçları kızıla boyanmıştı ve uçlarından kan akıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ama vücudu artık onun emirlerini dinlemiyor gibiydi. İnatla başını salladı. Çok yaklaşmıştı. Ayağa kalkamıyorsa emekleyecekti. Öyle de yaptı.
Tepedeki büyük ağacın altında tedirgince kendine doğru gelen adamı bekleyen bir asker vardı. Yayını gerdi ve emekleyen adama doğrulttu.
'Yaklaşma!' dedi sertçe bağırarak ama sesi istediği kadar sert çıkmamıştı. Nasıl olup da feth edilmiş ve yağmalanmış bir ülkenin geleneksel savaş kıyafetlerini taşıyan bir adamın ileri garnizonların bu kadar gerisine geldiğini hayal bile edemiyordu.
Adam yaklaştıkça zırhının her yerinden kan aktığını gördü okçu ve yayını saldı. Bu adam ayakta bile duramıyordu.
Trey enerjisinin sonuna geldiğini biliyordu ama bir an bile tereddüt ederse bütün çabasının boşa gideceğini hissediyordu. Yayını indiren askere iyice yaklaşmıştı. Etrafına göz gezdirdi ve başka asker göremeyince kanla kaplanmış yüzünde bir gülümseme oluştu. İşini şansa bırakmak istemiyordu. Başını havaya kaldırıp rügarı hissetti. Soldan hafif bir meltem esiyordu. Dizlerinin üzerinde doğrudu ve elindeki katanayı vücudunda kalan son enrji ile adama doğru fırlattı.
Şaşkınlık içinde göğsünün tam ortasına saplanan keskin kılıca bakan adam gözleri kararmadan önce son bir fısıltı işitti.
'Dört yüz elli üç.'
Sürünerek kalan yolu kat etti Trey ve tam ağacın dibindeki mezar taşına hüzünle baktı. Sırt çantasına uzandı ve sıkı sıkıya bağladığı düğümleri bu kadar sıkı bağlamamış olmayı diledi acı içinde onları açmaya çalışırken. Paketi çıkardı ve hüzünle baktı. Her yanı ezilmişti. Omuz silkti. Elinden bu kadarı gelmişti. Paketin ipini yırtarcasına açtı. Ezilmiş ve çiçeklerinin çoğu kopup düşmüş papatya demetine hayal kırıklığı ile baktı. Omzundan koluna ve oradan da eline kadar akan kan nehirleri çiçek demetini ıslatırken onu, üzerinde 'Evelyn' yazan mezar taşına bıraktı.
Yüzünde bir gülümseme ile gökyüzüne baktı ve hafif meltem yüzünü okşarken son nefesini verdi.
---Son---
ve böylece aylık öykü seçkisinde ne kadar yeteneksizsem burada da o kadar beceriksiz olduğumu da kanıtlamış oldum.