“Genç edebiyatımız içinde Hasan Ali Toptaş’ın yazdığı romanların nereye konulabileceğini düşünüyorum. Sanıyorum genç edebiyatımızla sınırlı bir alanda değerlendirilmesi doğru da değil… Bu denli ayrıksı bir yaratıcılığın nereden doğduğunu merak ediyorum.” – Semih Gümüş
Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden
Hasan Ali Toptaş’dan,
1994 Yunus Nadi Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüş, pek çok yabancı dile çevrilmiş ve sinemaya uyarlanmış eşsiz bir roman:
Gölgesizler.
Zaman ve mekanı ters yüz eden, yenilikçi ve “
ayrıksı” bir kurguyu yöresel detaylarla işleyen
Gölgesizler’de, kentteki bir berber dükkanında başlayan hikaye, Anadolu’nun ortasındaki bir köye gidiş gelişlerle devam eder. Paralel evren kuramına benzer şekilde iki evren ve iki mekan arasında “
kaybolan” ve “
beliren” karakterlerle beraber okuyucu da kurguda savrulup dururken, romanın gerilimi bir an olsun gevşetmeyen havasına kapılır, düşle gerçeği birbirine karıştırır.
Klasik çizgisel akışlı olay örgüsüne bir balyoz vuran yazar, köyde yaşanan belirsizliği, sıkışmışlık ve bunalım duygularını incelikle işlenmiş, mahalli karakterler aracılığıyla aktarır. Kaybolan insanların peşine düştükçe daha fazla kaybolan köy ahalisi mi daha gerçektir yoksa berber dükkanında bekleyişini sürdüren anlatıcı mı? İşte bu gerçeklik karmaşasının içinden doğar romanın olay örgüsü. Jilet almak için berber dükkanından çıkıp köye giden çırak, devletle muhtar arasındaki o muhtemel diyaloglarda saklı, belki biraz da eleştirel ilişki, hatta köyden sorumlu kişi sıfatıyla her kaybolan karakterin ardından kendini biraz daha “
ruhu daralmış” hisseden muhtarın kendisi, Güvercin’in kayboluşunun ardındaki sır ve yine berber dükkanında aynanın üstünde asılı duran güvercin resmi… Roman boyunca hikayenin akışına dahil olan tüm bu olaylar varoluşsal bir sorgulamanın tezahürleridir aslında.
Bu kitapla tanışmam Fransa’da, rastgele ahbaplık kurduğum bir çift sayesinde olmuştu. Kendilerine Türk olduğumu söylediğimde bir anda
Gölgesizler ve
Hasan Ali Toptaş’dan şevkle bahsedip beni bir hayli şaşırtmışlardı. Kitabın yurt dışında da bu kadar tanınıp sevinmesinden ötürü duyduğum gurur, kitabı okumamış olmanın getirdiği mahcubiyete karışmıştı.
Sonrasında araya zaman girmesine rağmen bulduğum ilk fırsatta kitabın bir kopyasını edindim ve anlatıcının berberde geçirdiği zamanı, Cennet’in oğlunun başına gelenleri, umutsuzca muhtarın dönüşünü bekleyen bekçiyi okudukça
Hasan Ali Toptaş’ın engin hayal gücü karşısında büyülendim. Bugün
Gölgesizler, gözüm kapalı her okura tavsiye edeceğim ve bana kalırsa her Türk okurun da -ki dünya çapındaki ününü hatırlatmama gerek yokur sanırım- okuması gereken, kendi türünü kendisi yaratmış bir eser. Felsefi açıdan da, olay akışına getirdiği yenilik açısından da, hepimizin örnek alacağı pek çok yön barındıran
Gölgesizler’in tüm bu nedenlerden dolayı bendeki yeri çok ayrı. Kitaptaki tüm bu paranormal gelişmelerle afallayan okuyucuya insani gerçekleri ustaca yansıtan yazarın duyarlılığının göz doldurduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Fakat şu noktayı vurgulamam hem kitaba saygı, hem de okurun beklentileri bakımından önemli;
Gölgesizler kolay bir kitap değil. Anlatımı akıcı ve anlaşılır olsa da sizi tekrar tekrar düşünmeye itecek, felsefi altyapısı araştırma gerektiren, sembollerle dolu bir kitap. Bu yönünü göz önünde bulundurarak okursanız eminim alacağınız keyif, bakış açınızın değişmesi ve genişlemesiyle beraber daha da artacaktır.
Kısacası
Gölgesizler’i okurken Cıngıl Nuri, Muhtar, Cennet’in oğlu, imam gibi pek çok aykırı ama bir o kadar da tanıdık karakterin peşine takılıp diken üstünde bir yolculuğa çıkmaya hazır olun. Kitabı bitirdiğinizde bulduğunuz cevapların tekrar sorulara dönüşmesi karşısında yeniden bu romanı okurken bulabilirsiniz kendinizi benden söylemesi.
Madem bu kayboluşu göze aldınız, o zaman kitabın en ünlü cümlesini tekrarlayıp, sorayım:
Kar, neden yağar kar?