Kayıt Ol

Lise Yılları Öykü Serisi

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Lise Yılları Öykü Serisi
« : 04 Eylül 2011, 00:27:15 »
Serinin yazılmış beş öyküsü ve yazılacak öyküleri için hazır mısınız?  :hıö

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #1 : 04 Eylül 2011, 00:27:54 »


Neden Allah'ım neden!

Neden beni bu kadar zeki, akıllı ve bilgili yarattın, ve neden bu kadar çok şey yaşattın bana. Neden bende diğer dostlarım gibi bir ideolojini peşinde koşamaz oldum. Her şey sıradan, her şey basit, her şey yapmacık gözükür oldu gözüme. Senin yerinde gözüm yok haşa! Lakin bu insanlar beni çileden çıkarır oldu. Onlar ufsak kafalı insanlar, ah! Ben neden bu kadar koca kafalıyım! Yoksa herkes kendi dünyasında koca kafalı mı;? Yoksa herkes kendi dünyasında benim düşüncelerime eşdeğer duygular mı besliyor. Yok yok öyle olamaaz herkes değil şu dünyada benim gibi düşünceli bir kaç insan daha olsaydı. Çok değişirdi şu dünyanın çehresi. Ama olmayacak duaya amin demiyorum işte. Tek duam sana gerçek bir aşk yaşat bana!

 

 

 

Baba:

"Hocam tamam haklı olabilirsiniz, çok zekidir benim oğlum. Ama zekilikte bitmiyor. Ne yapsam ne etsem olmuyor, çok tembel benim oğlan!"

"Evet çok tembel gibi görünebilir, ama çalışmak ona zor değil. Bazen bir konuyu bir kere görsün veya duysun, hemen algılıyor, çözümlemesinin, ardının peşine düşüyor ve bir daha unutmuyor."

"Evet hocam haklısınız ama diyorum ya ne yaptıysam çözemedim bu tembelliğin sırrını..."

"Ulan, uyumasa derslerde kaçırdığı şeyleride belleyecek, fazla sorun kalmayacak. Bazen çok şey kaçırıyor. Yani nasıl desem, bazı konuları hiç görmesede bir önceki konudan çözüyor. Ben bile derse gireceğimin akşamı konuları tekrar ederken Baran'ın böyle şeylere ihitiyacı olmuyor. Ama asıl dert arada derede kaçan çok konu oluyor bazen..."

 "Evet haklısınız hocam, o uyku olayı yeni çıktı. Daha önce hiç böyle bir sorunumuz da yoktu."

"Nasıl yani ilköğretimde uyumaz mıydı?"

"Hayır hocam bu sene ki olay."

"Onun uykusunun  okulda bir başka ünü var."

"Nasıl?"

"Her ders uyur nerdeyse"

"O kadar çok?"

"Geçenlerde bir olay olmuş abi, anlattı mı bilmem, matematik hocasıyla?"

"Yok hocam yurtta kaldığı için her zaman anlatmaz."

"Bak benden dinlemen daha güzel olacak desene."

"..." Hasan bey gülümser...

"Alim hoca var, onun matematik hocası. Aramızda kalsın çok süper değildir. İyide diyemezsiniz. Bizim Baran yine uyuyor derste. Başka bir çocuk görmedikleri bir konudan bir soru soruyor...

 

(....

"Hemen çözelim, tahtaya yaz sen bunu."

"Peki hocam."

Öğrenci tahtaya yazar soruyu. Hoca başlar çözmeye, uğraşır uğraşır, doğru sonuca bir türlü ulaşamaz. En sonunda aklına bir fikir gelir...

"Baran!"

"Horr..."

"Kaldır Gökhan şunu!"

"Baran kalk baran Alim hoca seni çağırıyo..."

"Horrr..."

Alim hoca yüksek sesle tekrar seslenir.

"Baran!!!"

"Efendim hocam."

"Kalk şu soruyu çöz."

"Noldu hocam?"

"Kalk şu soruyu çöz, ders bitene kadar çözemezsen üç sözlünde sıfır."

"Hocam benim iki tane yüzüm vardı güya..."

"Onlardan birine sıranın izi çıkmış."

Bütün sınıf kahkahalar atar. Baran sinirlenir, bozulur. Tahtaya kalkar, soruya bakar. İşlemedikleri konu olunca formülü de hatırlayamaz. Uzun uzun bakar soruya, bütün sınıf ona bakarken. Sonra dört işlemle başlar sorunun çözümüne. Tenefüs ziline saniyeler kala çözüme ulaşır... Zil çalar dışarı çıkarlar. Baran Gökhan'a durumu sorar:

"Olum bu ne biçim soru, bu adam deli eder beni. Bilmediğimiz konudan niye soru sordu? Size de sordu mu?

"Yok be olum, Sevda dersanede çözemediği soruyu Alim'e sorarsa böyle olur."

"Nasıl lan?"

"Baya be olm, Alim çözemeyince seni kaldırdı."

"Adiye bak hele."

"Öyle be olm, adamın kıçı tutuştumu sana koşuyor."

"Yahu beni tatlı uykumdan uyandırdığına mı kızayım, bilmediğimiz konudan sorduğuna mı? Boşu boşuna mı yaptık yani biz beyin fırtınasını?"

İki öğrenci gülerek tenefüsde gezerler. Zil çalınca sınıfa dönerler. Gökhan'nın sınıftakilerin yanına gittiğini gören Baran en ön sıradaki yerine geçer. Ve yine uykuya dalar...

Ders başlar, ama o hala uyur. Ders yine Matematik'dir. Öğrencilerden biri:

"Hocam kaldıralım mı Baran'ı?"

"Yok dokunmayın ona o şarj oluyor."

Arka sıradan Sevinç Gökhan'ı dürter.

"Adama bak ya Baran'a nasılda uyuz oluyor."

"Şimdi Baran bildiği şeyleri tekrar dinlerse, Alim'in hatalarını ortaya döker. Ondan kıçı yemiyor."

"Alime uyuzluk yapak mı?"

"Süper olur."

Alim hoca öğrencilerine hitap ederken aralarında konuşanları görür:

"Gökhan, Sevinç dersi dinleyin."

"Tamam hocam."

"Özür dileriz hocam."

Gökhan Baran'ı dürter...

"Şşşt kalk oğlum kalk"

"Ne oldu yine!"

"Len şu uyuz Alim'i biraz deli etsene"

...

 

Ve Alim için işkence başlar...

BN CN 13/06/2010

 

Bir sınavda 5 kağıdı kim doldurur. Tabiki deli Baran... Gelecek bölümde kopya makinası Baran var...

MARSLI

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #2 : 04 Eylül 2011, 00:28:55 »


Lise yılları 2 Kopya makinesi

TERSLİK

            Bu gün çok ters bir gündü onun için, terslik kendini sabahın ilk saatlerinde belli etmeye başlamıştı... Uyku ile birlikte unutkanlıkta başlamıştı Baran'da. Ve bu unutkanlık aynı hızla devam edecek olursa başına büyük dertler açacaktı. Sabah altı buçukta kalktı yataktan. Nasıl böyle yarım saat erken kalktığını düşünürken birden kendi kendine kalktığını fark etti. Oysa normal günlerde onu uyandırmak için çok uğraşırlardı. Su dökerlerdi, sürürlerdi, gelen geçen bağırırdı kulağına, garip Çin işkenceleri yaparlardı. Bazen tuvaletin kapısına kadar götürüp orada bırakıverirlerdi Baran’ı ki o da zoraki uyanırdı. Çok uykulu olduğu günlerde ise bunların hepsi yapılırdı ona. Lise 1'de iken uyanık kalma süresi onun için çok kısa bir süre idi. Yemek yemek için, okula gitmek veya yurda geri dönmek için, yatağına gitmek, tuvalete gitmek için uyanırdı sadece. Bir keresinde arkadaşlarıyla yurtta yemek yerken kaşık ağzında iken uzun süre beklediğini fark eden arkadaşı onu kontrol eder. Ve Baran'ın gözleri kapalıdır...

 

İLK ÜÇ

            Unutkanlık evet, unutkanlık başıma büyük dert açacaktı. Bu güne kadar iyi kıvırmıştım bu işten belki ama bu gün kıvıracakmışım gibi gözükmüyor. Yurttan çıkarken aynı sınıfta okuduğumuz Polat bu günkü fizik sınavında ona kopya verip vermeyeceğimi telaşla sordu. Ona 'verebilir miyim sence?' diye sorduğumda 'bana söz vermiştin' dedi. Okul kapısından içeri girerken Esra'yı gördüm. Ufak tefek bir kızdı açıkçası ilkokul beş okuyor sanılacak bir bedeni vardı. Aslında çalışkan bir kızdı, ama fizik dersi onu zorluyordu. Yanıma geldi. 'Sözünü unutma sınavda yardım edeceksin bana!' dedi.  Etti mi iki! Okul bahçesinde değerli müdürümüz konuşma yapacaktı. Ki onu değerli görebilen kesim görünmeyecek kadar azınlıktı öğrenciler arasında. Görünmeye cesaretleri varsa tabi! Neyse bütün okul düzen denilen boktan bir şekilde sıradaydı. Kravatım yoktu ve ben saf saf en ön sıradaydım. Görevli öğretmenlerden biri yanıma geldi. 'Oğlum senin kravatın nerde.' Diye sorduğunda ben otomatik işleyen bahanemi damdan düşercesine aniden kulaklarının içine soktum. 'Unutmuşum hocam' dedim. Arkadan bir kız kravat uzattı. 'Bunu bağlayacak kimse yok mu?' diye sorduğumda ise galiba yine söz verdiğim bir arkadaşım; kravatımı bağladı. O da Sevinç'ti; kravatı bağladı yanıma geldi.

"Marslı ne haber?"

"Ne olsun be pempe kravat gene yokmuş boynumda ve şu ardından kaç kilo küfür edeceğimi düşünmeyen hoca bana kravatımın olmadığını söyledi."

"Boş ver sen onu bu gün sınav var olum hemde ilk ders."

"Anaaaa fizik bu gün ilk ders mi?"

"Tabi olum, inşallah sözünü unutmamışsındır, aynı sırada oturacağız."

"Neden olmasın hanımefendi sizde bana kopya vereceksiniz."

"Şöyle konuşup ta beni korkutma, yoksa sınava çalışmadın mı?"

"Nedense ben sınava çalıştım mı pek iyi sonuçlar almıyorum."

"O da doğru da, sen kâğıdını çabuk doldurmaya bak, birde ismini kâğıda yazma ha."

"Annem gibisin, her zamanki nasihatlerle kafamı beceriyorsun..."

Tokadı hak ettim ve yedim, kahvaltı niyetine... Daha sınıfa girmeden üç kişinin kâğıdını doldurdum ne güzel değil mi? Bakalım daha kaç kişiye söz vermişim. Gözlerim yine yorgunluğunu fısıldıyordu. Ve ben kafamı aşağı eğdim. Her okulun bahçe zemininde bulunan asfalt zemin bizim okulu da istila etmiş durumdaydı. İşin aslı bizim 9-L sınıfı mekân olarak müdürün konuşma yaptığı kürsüye pek bir yakındı. Ki böyle bir durumda yakalanma ve uyandırılma riskim çok fazla idi. Şimdi arka sıraya geçmeye halimde yoktu. Öyle kendi halimde uyumalıydım, tabi değerli müdürümüz izin verirse. Vermedi de, 'Şu uyanmamış çocuğu uyandırın.' Duymazlıktan geldim. Yüzde yüz bana demişti. Daha uzak bir köşedekine seslenme olasılığı yoktu. Ama yinede bana dememiş gibi davranacaktım. Gıcık pempe olmasaydı. Ah pempe ah!

 

"Len marslı, müdür sana diyor."

"Değerli mi"

"Kaldır kafanı oğlum!" dedi müdür sertçe. Hem tersleyip hem de oğlu gibi sahiplenmesi bence baya bir ters durumdu. Neyse acıdım onların uykunun kollarında olmayışına ve kafamı kaldırdım. Gözlerim ilk bakışını tam hedef olarak değerli müdürümüze yöneltti. Ters ters baktım değerliye...

"Gel buraya oğlum, seni biraz uyandıralım." Daha ben, ben mi işaretimi bile yapamadan sözüne devam etti.

"Evet, sen gel buraya yavrum." Kırmadım onu. Uykusuz ipne...

 

DEĞERLİ

            Mikrofondan bağırdı kulağıma hoparlörün biri de arkamda iken.

"Günaydın!"

"Size de günaydın hocam."

"Gel buraya bütün okula söyle bunu, hala uyanmayan varsa senden başka."

Ufak kürsüye çıktım, mikrofonda önümde olunca, gaza geldim. Götüm kalktı hemen. Bunda yeni uyanmışlığında etkisi vardı tabi.

"Açıkçası hocam her pazartesi neden burada uzun ve boş kelimeler sarf ettiğinizi yeni anladım, buradan manzara gayet güzel."

Bütün okul gülme krizine tutuldu. Fark ettiğim kadarıyla, ki rüya değil gibi gözüküyor; bazı hocalar bile gülmüştü buna. Müdür beni yana itti. Tabi kürsüden inmedim. Okulu krizden çıkarmak için sert bir ses tonuyla bana hitaben ama okula bakarak:

"İlk ders odama bekliyorum." dedi. Ve ben tekrar mikrofona yöneldim.

"Maalesef şansınızı yitirdiniz hocam. İlk ders sınavım var, diğer derslere randevu veremez misiniz?" Değerli müdür beni kürsüden indirdi. Yine okula bakarak ama bana hitaben:

"Geç yerine."

Ön sıraya geçtim yine. Ve o göt hocalardan bir tanesi:

"Şunu arkaya götürün." dedi. Ben kendim gidemezmişim gibi. İyi geçelim bakalım. Bir kaç kişiye sürterek en arka sırada yer kaptım kendime. En arka sıra değerliydi, yakalanma riskin minimumdu. Aslında orta sıralarda fena sayılmazdı o konuda, uyanıklar için, benim için değil.

            Sınıflara girmeden öğrenci kapısının iki yanına dizilen örtmenler ve örtwumenler kıyafet kontrolü yapmaktaydılar. Kapı girişi sıkış tıkıştı. Muhtemelen kıyafeti bozuk olanlar, benim pek çok zaman yaptığım gibi kapının orta kısmını kullanmaktaydı. Ben bu gün güvenle yan taraftan geçebilecektim. Kravatım vardı ve değerlinin kürsüsüne çıkmak için gömleğimi pantolonuma geçirmiştim. Kalabalığa katıldım. O kalabalıkta yüzünü görmediğim biri kolumdan tutup çekti beni tenhalara... Sonradan Sinan'ın yüzünü gördüm.

"Uykucu ne haber."

"İyi sen."

"İyi iyi, bütün okula rezil oldun."

"Ama değerliyi de rezil ettim."

"Boş ver oğlum, sen kopya işine bak."

"Ne kopyası oğlum!"

"Ne olacak ilk ders randevun bana değil mi lan."

"Tamam, tamam bakarız."

"Bakarız deme, kâğıdına da ismini yazma."

"Of Sinan!"

"...

Konuşarak sınıfa girdik. Ben öğretmen masasının hemen önündeki sıramın pencere kenarına geçtim. Penceremi açtım kafayı koydum sıraya. Açıkçası sınıfa girene kadar uykum yok gibiydi. Sınıfın kapısından geçince uykum geldi. Zaten pencereyi de sınavda uykum beni zora sokmasın diye açtım. Ama ne fayda. Ve başladım uyumaya...

 

KOPYA PLANI

            Sevinç yanıma oturmuştu. Dalgalı sarı uzun saçları vardı. Vücudu sıska değildi. Yüzü çok tatlıydı. Ve bana kızgın kızgın seslendi. Daha kendimi tam olarak uykunun ellerine bırakmadığımdan dolayı sesine karşılık verdim.

"Efendim pempe!"

"Sen kaç kişiye kopya sözü verdin Baran?"

"Vallaha bilmiyorum."

"Şimdiden yedi kişi."

"Ne! En son dörttü."

"Sen uyumaya devam et, sayı artıyor."

"Ya kızım ben kimseye söz verdiğimi hatırlamıyorum."

"Sinan, Esra, Osman, Süleyman, Polat, Şule ve ben."

"Daha var mı?"

"Bilmiyorum ama bana kopya vermezsen küserim valla."

"Sen yanımda değil misin?"

"Diğerlerine nasıl vereceksin?"

"Bakarız topla onları, bende biraz düşüneyim."

            İki saniye geçtiğini hatırlamıyorum. Sevinç beni dürttü.

"Kalk Baran kalk da kaç kişiye söz verdiğini gör." Karşımda yedi kişi vardı. Kimi gülerek, kimi ters ters, kimi ise mal mal bakıyordu.

"Abuuuu ben hepinize söz mü verdim?" Garip diye tabir ettiğim sesler yankılanıyordu kulağımda. Sinan; yakın arkadaşımdı, uzun boylu biri. Sayısal bölüm seçecekti. Aynı sınıfta olmayı hayal ediyorduk. O bana ben ona kopya verme niyetindeydik. Ama henüz onun bana kopya verdiği bir ders olmamıştı. Pardon müzik dersinde kopya veriyordu, ama yakalanmıştım. Onu ele vermemiştim, ama... Esra'ya borçluydum şimdi hatırladım. Arka sıramda kimi zaman Sevinçle, kimi zaman Osman’la otururdu. Çok çalışkan diyemezdiniz, ama çalışkan kızdı. Uslu, belki birazda utangaçtı. Geçenlerde kantinde bana poğaça ısmarlamıştı, kopya sözü vermiştim. O gün çok açtım ve uykum nedeniyle kahvaltıyı kaçırmıştım. İmdadıma yetişmişti. Bir farklı tabirle kalbimden vurmuştu. Yanlış anlamayın... Osman, benim şişman kardeşim. Yanımda otururdu. Eleman iyi çocuktu. Temiz kalpliydi. Sınıfa ilk girdiğim günden beri aynı sırada oturuyoruz. Biraz kekeme bir çocuk. Yüzü de vücudu gibi tombul. Kaprislerime bir Osman birde Sevinç karşılıksız katlanır. Sinan bile pek çok zaman dayanamaz. Süleyman; cüce ve büyüklerin tabiri ile serseri biri. Ama harbi süper esprileri var. Sınıfta yegane lakap takıcıdır. Benim marslı lakabımı Pempe taktı, o ayrı.  Polat: Yurttan arkadaşım. sınıfta aynı yurttan dört kişi vardık. Bana en yakın olanı Polat'tı. Ona nasıl söz verdiğimi hatırlamıyorum. Ama o yalan söylemez, dediyse öyledir. Şule; kısa boylu sayılır. Erkeksi bir kız, futbol oynar mesela... Bana dayak atma çabaları oldu, başarılı olduğu bile oldu. Tabi ben uykuluydum. Asi bir kız kendisi. Yalan söyleme ihtimali olanlardan biri idi. Ve pempe, kardeşim benim. Çok iyi kalpli biri Sevinç. Lakabını Süleyman taktı, en çok kullanan benim.

            Aman Allah'ım ben bunların hepsine söz mü verdim. Ayvayı yedik, hem de öyle ekmek ayvası falan değil, baya sert bir ayva olsa gerek. Ama almışız bir kere sorumluluğu. Bir yandan ne yapacağımı düşünürken bir yandan da konuşuyordum.

"Şimdi, ben Sevinç'le en önde oturacağım." Osman atıldı:

"Biz ne olacağız Baran?

"Kanka sen arka sırada Esra ile oturacaksın." Sinan' la Polat ters ters baktı. Bir sonraki sırayı onlara tahsis ettim.

"Sinan ve Polat sonraki sıra, Süleyman ve Şule de dördüncü sırada olacak." Süleyman:

"Sen bizi çöpe at, elbet işin düşer lan bana..."

"Dur be olum ilk kâğıt size gelecek. Doldurduğum ilk kâğıt sizin sıraya ulaşacak ve kağıt kime geldiyse diğerine gösterecek."

Mal mal bakınıyorlardı, bu iş nasıl olacak dercesine. Ben devam ettim.

"Sonraki kağıt Polat'la Sinan'ın birine aynı durum orada da geçerli." Sevinç:

"Oğlum sen kaç kâğıt doldurmayı planlıyorsun?"

"Vallahi dört kâğıt borcum var, olursa daha fazlası."

"Ya olmazsa?"

Herkes yerine geçiyordu. Arka sıralarımda oturanları kovaladılar, Şule, Süleyman ve Polat. Diğerleri zaten arka iki sıramda otururlardı. Ki düzen değişikliği fizik hocası Kemal hocanın umurunda değildi. Belki de farkında değildi.

"Niye olmasın kızım, sen dert etme."

Arkadaşlarımın gönlünü hoş tutma çabam biter bitmez kafamı namı değer yastığım çantama koydum. Bana nasıl dayanıyordu, şaşıyordum. Uyuyamadım belki ama gözlerimi kapatmam, nefes alışverişimi bile değiştiriyordu. Açıkçası uykuya daldığımı bile hatırlamıyorum. Ama şimdi Sevinç beni kaldırıyor işte.

"Kalk marslı kalk, kâğıtlar dağıtılıyor. Şu sorulara bir bak, kazık oğlum bunlar." Arkadan Osman dürttü. Tabi Kemal hoca bizi keşfedemiyor. Osman kısık sesle:

"Yapabilecek misin soruları? Bak çok ihtiyacım var sana."

"Tamam, tamam dert etmeyin." Sorulara baktım ufaktan, hepsi gayet basit görünüyordu. Hatta kalemler serbest olsa bir kaç soru bitmişti bile. Ve Kemal hoca startı verdi.

"Başlayın çocuklar."

 

OPERASYON

Gözlüklü sıska ve birazda saf bir hocaydı. Aslında saf bir görüntüsü vardı. Neden böyle davranıyordu bilemiyorum.

"Hemen başladım ilk kâğıdı doldurmaya son sorudan. Çünkü son soru benim için en zoru idi. Daha sonra diğer soruları kafamın estiği sırayla yaptım. İlk kâğıt dolduğunda on beş dakika geçmişti. Arka sırayla kâğıt değiş tokuşu yaparken, Kemal hoca önünde duran kitaba bakıyordu. Harbiden fark etmemişti. Ben bu işte ustaydım. Ben ilk kâğıdı doldururken, Sevinçte benden bakarak dört soruyu yapmıştı. Saksıyı tekrar çalıştırdım, ikinci mahsul için yedi-sekiz dakika yetti. Sevinçte iki soru eksik kalmıştı. Kemal hoca sınıfta dolaşmaya başladı. Bir fırsatta Sevinçle kâğıtları değiştirdim. Hemen onun eksik iki sorusunu yaptım. Bu arada Sevinç ikinci mahsulümü arkaya yollamıştı. Ama nedense hala Polat ve Sinan kâğıt bekliyordu, Osman öyle diyordu. Üçüncü mahsul onlara ulaştı. Ben dördüncü mahsulü verirken Sevinç kendinde olan kâğıda üç dört soruyu yazmıştı. Dördüncü mahsul tam üremeden Kemal hoca geçti yanımızdan ve bana 'Oğlum sen o soruyu yapmamış mıydın.' dedi. Ve ben 'Yok hocam ben sırayla çözmüyorum ya size öyle gelmiştir' dedim. Kafasını sallaya sallaya gitti. Dördüncü mahsulü Osman'a verdim. Elimdeki son boş kâğıdı süratle doldurdum. Hızlı yazmak yazımı iyice bozmuştu.

Kâğıt dolduğunda, bizim gruptan sınıfta Esra, Osman, Sevinç ve ben kalmıştık. Esra ile Osman da çıktılar sınıftan. Sevincin kâğıdına baktım, Eksik üç soru vardı. Saati sordum, 5-10 dakika kalmıştı. Belki kalmamıştı bile. Hemen sevincin kâğıdı ile değiş tokuş yaptık. Sevinç'e ismini yazmamasını söyledim. Sonuçta onun yazısı güzeldi. Bense berbat bir yazıyla doldurmuştum son kâğıdı. Sevinç'in kâğıdındaki soruları onun güzel yazısına benzeterek cevapladım. Kâğıtları değiştik. İlk önce o çıktı. Biraz sonra ise ben. Sınıftan çıktığımda Osman, Sevinç ve Sinan vardı karşımda. Hepsi sevinçli idi. Sinan:

"Oğlum sen tam bir kopya makinesisin." Güldüm. Osman sevinç yumruklarını attı omzuma. Sevinç sarıldı. Ben sınıftan çıktıktan bir-iki dakika sonra zil çaldı.

 

RAHATLAMA

            Sevinçle beraber kantine indik. İlk teneffüs kantin kalabalık olurdu. Daha zil çalmamıştı aslında biz kantine indiğimizde. Ama bazı hocalar erken çıkartırdı sınıfları ilk teneffüse. Erken çıkartıyorsa bir hoca, mutlak o da açtır, aç!

Hemen bir masa kaptım. Sevinç çay sırasına girdi. Esra elinde poğaçalarla geldi masaya.

"Ya kızım daha fazla borçlanmak istemiyorum ama ben harbiden açım."

"Biliyorum, altı poğaça aldım."

"Üçü benim biri sevincin ikisi senin Esracım."

"Tamam, öyle olsun."

"Kaç sınav borcum olacak."

"Önümüzdeki maçlara bakmam lazım." Gülüştük. Sevinç'e seslendim.

"Pempe" Ona bu lafı söyleyen tek kişi ben sayılırım. Direk bana baktı. Bende Esra'yı gösterdim.

"Üç çay al." Kafasını salladı. Esra:

"Saf Kemal görmedi."

"Belki de görmek istemiyor."

"Bilmem."

"Ya Şule ile Süleyman ilk kâğıdı ne yaptılar?"

"Ne yapacaklar, Şule kâğıdı alır ve Süleyman'a göstermez, bu kadar basit."

"O niye?"

"Niye olacak Süleyman beden derslerinde futbol maçlarına Şule'yi almıyor diye." Sevinç geldi.

"Kız pempe ne yaptık yav biz."

"Napa caz kopya çektik." Esra:

"Yok, biz baya fotokopi yaptık." Gülüştük. Sevinç devam etti. Cennet mahallesi diye bir çingene dizisi var televizyonda, Oradaki Pempe'nin tavırlarına bürünerek konuştu:

"Hani benim marslım, kopya makinesi miymiş?" Oradan bir öğretmen geçerken Esra uyardı.

"Şşşt polis geçiyor, bizi gidi yazılı azılıları, kendimizi ele vermeyelim." Hoca geçtikten sonra tekrar azdık. Ben:

"Ya pempe kaç kâğıt doldurdum ben?" Sevinç gözlerini kapattı ve havada şizofrence kâğıtları saymaya başladı.

"Biir, ikiii, üç, dört..." O ara biraz bekledi. Heyecanla:

"Galiba beş kağıt doldurdun."

 

BOZGUN

Eğlenceli bir kahvaltı olmuştu benim için. Ama zil çaldığında müdürün odasında olmalıydım. Ve işkence olacaktı bana. Zil çalınca odasına gittim. Yalnızdı. Yanakları çökmüş, esmer tenli ve 1,80 boylarında idi. Yüzü çok gıcık bir tipti benim için. Ama pek çokları için tontoş bir dede tipi olabilirdi. Uzun bir nağmeyi yedikten sonra binlerce kez özür diledim. Arada iki zil duydum, tabi bir teneffüs geçmiş oldu. Neyse adam beni okuldan atamıyordu. İlk kez karşısındaydım. Uyku mazimi duymuş olabilirdi belki. Ama çalışkanlığımı da duymuştur yanında. E karşısına ilk kez çıkmışım, derslerim iyi, önceden hiç bir vukuatım yok. Ve şu an karşısında özür diliyordum. Mecburdu bana bağıran nasihatlerden başka işkence yapmamaya. Üçüncü dersin yarısında beni bıraktı.

 

UYKU FASLI

Sınıfa gittim. Ders İngilizce idi. Hocamız İsmail hoca. Belki Kemal hocaya saf diyorduk ama bu adam harbi saftı. Beni de severdi.

"Ne yaptın oğlum?"

"Hiçbir şey, bir buçuk ders kilometrelik nasihat ve bir teneffüs kilometrelik özür sadece."

"Yazık oldu uykuna."

"Ya hocam izin ver uyuyayım."

Cevap vermedi İsmail hoca. Ama ben devam ettim.

"Valla hocam ilk ders sınav vardı. Teneffüste kahvaltı yaptık. Sonrası malum... Daha uyuyamadım bu gün."

"Gece ne yaptın, beşik mi salladın."

"Aman hocam karanlık uykunun yeri ayrı."

"Otur." Şişmanca bir hocaydı İsmail hoca. Onunda gözlükleri vardı ve kumral bir teni. Yaz günlerinde bile örme kazak giyerdi. Onunda yüzü çökmüş ve buruş buruştu. Ama değerli kadar değil. Ve bana göre değerliden daha bir tontoştu. Osman sırada yalnızdı. Sınıfı şöyle bir süzdüm. Neredeyse herkes beni izliyordu. E sonuçta dersi bölmüştüm. Ama tek sebep bu değildi. Sorun ilk dersti... Osman kalktı, ben pencere kenarına geçtim. Kafamı sıraya koydum, dersi dinlemiyordum. Ama henüz uykudan eser yoktu. Osman dersi dinliyordu. Sevinç'e baktım. Sevinç:

"Ne yaptın lan disiplin kazası filan var mı?"

"Yok, be kızım, benim gibisine kıyarlar mı?"

"Derslerin iyi olmasaydı, uykudan giderdin önce."

"İyi o zaman izin ver de, uyuyayım." Geri döndüm ve kendimi uykunun ellerine bıraktım...

 

SONUÇLAR

Aradan bir hafta geçti. Günlerden Pazartesi... İlk ders fizik ya, Kemal hoca sonuçları okuyacak. Ama benim umurumda değil, nede olsa doksandan yüksek benimki. Gittim sıraya başımı koydum. Kimsenin bana dokunmaması için telkinlerimi verdim Osman'a. Uykuma daldım...

Ama dokundular işte, hem de telkin verdiğim kişi dokunuyor. Hem de baya bir sert. Osman'ın yumrukları ile uyanıyordum. Tombul elin yumrukları ile kimse uykudan uyanmak istemez. Ama ben alıştım işte.

"Kalk lan, Kemal hoca."

"Ne olmuş?"

"Bizi çağırıyor lan!"

"Bizi mi?" Sekiz kişi vardı ayakta. Bizde kalkınca on oldu. Hesapta olmayanlar, Üzeyir ve Tahir’di. Demek ki onlarda beşinci sıradaydılar, onlar Süleyman'ın tayfası. Ondan faydalanmışlardı. Kemal hoca benim uyandığımı görünce. Konuşmaya başladı.

"Bakın sizin kopya çektiğinizi biliyorum ama farklı yerlerde hatalarınız var o yüzden bir şey demeyeceğim. Sizden istediğim, sadece bunu itiraf etmeniz. Sınavınızı sayacağım." Kimseden ses çıkmayınca Sevinç'e baktı:

"Kızım sende mi? Senden beklemezdim kopyayı."

"Yok, hocam çekmedik."

"Tamam, bu sefer bir şey demeyeceğim. Ama bir daha böyle çıkmayın karşıma. Karnenizde Fizik sıfır olur."

            Yerlerimize geçtik. Osman'a sordum. Kemal hoca notları okumaya devam etti.

"Kaç aldık Osman?" Sevinç cevapladı:

"Senle ben yüz, diğerlerinin hepsi seksen beşin üstünde."

"Abuuu!" Hep beraber güldük.

"Benden kaç kişi faydalandı?"

"En az on..."

...

            Teneffüs zili çaldığında Kemal hoca yanına çağırdı beni. Nasihat vermesini sevmeyen birisiydi kendisi. Bu yüzden direk konuya girdi. Sorusunu yöneltti bana, sınıf boşalırken...

"Oğlum açık konuş, kaç kâğıt doldurdun sınavda?" Onu uğraştırmak istemiyordum açıkçası, ama kendimi de garantiye almalıydım. Sessizce bekledim. Ve kemal hoca garantimi verdi.

"Söz sınavlarınız sayılacak ve benden başka kimse duymayacak. Söz bak duymamış gibi yapacağım. Bu iyi niyetimi hor görme."

"Peki, hocam madem siz iyi niyetli olmakta profesyonelsiniz. Ben de biraz açık sözlü olsam iyi olacak." Heyecanlanmıştı Kemal hoca:

"Evet."

"Hocam sanırım beş kâğıt doldurdum."

"Bunu nasıl yaptın?"

"Vallaha bilmiyorum hocam."

"Uyuyor muydun?"

"Galiba..."

...

 

BN CN

28/06/2010 03:22

 

 

Marslı hangi dersten zayıf not alır? Baran'ın uykusunu hoş görmeyen Öğretmen hangi dersin öğretmeni? Hangi derste öğretmenle kavga ettiği için disiplinlik olur? Hepsi gelecek bölümde. Marslı Baran deliliklerine devam edecek. Üçüncü bölümü bekleyin...

 

MARSLI

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #3 : 04 Eylül 2011, 01:22:03 »


LİSE YILLARI 3 MÜZİK FELAKETİ

HAYAL DEĞİL GERÇEK
Aslında benim müzik ile bir sorunum olduğu hikayesini müzik hocası uydurmuştur. Sonra bu uyduruk hikayeyi yazmış yönetmiş. Beraber vur patlasın çal oynasın hesabı oynadık. Kanallarla görüşme ayarlayamamış. Anlayacağınız battı bu iş. Boşa oynadık bu kumarı...

"Baraaan!"
...
"Lan Baran!"
    Bu Sinan'ın sesi mi? Galiba öyle, bu ne heyecan. Arkamı döndüm nerdeyse çarpışıyorduk. Her zaman ki gibi olan Memoli usulü aşırı jöleli saçları yüzüme bulaşacaktı nerdeyse. Ama Allah 'tan onun uzun, benim güdük boyum vardı.
"E buyir!"
"Sana bir süprizim var."
"Ne oldu gene hangi sınavdan topluca beş aldık?"
"Daha güzel bir haber."
"Yoksa bütün sınıf mı beş aldı?
"Daha güzel."
"Bütün sınıf yüz alır mı oğlum?"
"Daha da güzel!"
"E kim yüz aldı?"
"Lan safsın oğlum sen."
"He safız söyle ne oldu?"
"Müzikçi yazılı yapacak..."
...

KOPYA ARENASI
--Sinan; yakın arkadaşımdı, uzun boylu biri. Sayısal bölüm seçecekti. Aynı sınıfta olmayı hayal ediyorduk. O bana, ben ona kopya verme niyetindeydik. Ama henüz onun bana kopya verdiği bir ders olmamıştı. Pardon müzik dersinde kopya veriyordu, ama yakalanmıştım. Onu ele vermemiştim, ama...--

 Yakışıklı çocuktu, onu bu yüzden kıskandığımı hayal etmeyin. Benim öyle bir sorunum yok. Her şeyden önce manita derdim yok, çünkü dersler olmuş kafamda fok, karnım böyle hikayelere henüz tok. Ve bilirsiniz işte, kopya verdiğim insan çok. Lanet olsun henüz ilk kez, artık her neyse kopya girişiminde bulunalım dedik. Kopya girişimlerinde hep vardım aslında. Ama girişimci olmamıştım henüz. Ben hep çıkış ünitesi idim.
    Müzik hocası Samet, yemin ediyorum var bu adamda biraz Aydın havası. Aslında ben adamın havası suyuyla ilgilenmiyorum. Vereceği notlar yegane bakış noktamız oldu hep. Siz hiç bu güne kadar Müzik dersinde yazılı olduğunu gördünüz mü? Görmeyi bir kenara bıraksak ben daha duymamıştım bile. Neyse oldu bir kere. Samet geçen ders bu hafta yazılı yapacağını söylemişti. Duyduğum vakit başımdan aşağı karasular indi. Ak su döküp temizleyenimde olmadı. Beni kim kurtaracak bu pislikten! Diye haykırırken ben, Sinan imdadıma yetişti. Borcumu ödeyeyim dedi. E ben de kabul ettim. Mecburuz abi, iflas ettik! Çıkış yolu kopyadan geçerken Sinan'dan çıkışın bir açık adresini istedim.
"Oğlum şimdi ben nasıl becereceğim bu işi?"
"Nasıl olacak lan, çarkı tersine işleteceğiz."
"Kopya vermek kolay, ben hiç kopya çekmedim oğlum."
"Daha dur sen, daha neler çekeceksin?"
"Ne çekeceğim?"
"Of Marslı!"
"Ya oğlum üstüme gelme!"
"Sen dert etme açık adres bende."
"Bak güvendik, kar yağdırma."
"Tamam lan!"
.........

FIRTINA ÖNCESİ KURU GÜRÜLTÜ
Müzik dersi üçüncü dersti. İlk iki ders kimya idi. Ama uyuyamadım. Ya tulumda bir sorun vardı; ki yok çanta sağlam, sıra sağlam. Ya da havalarda bir dert var; ki bu seçenek daha doğru geliyor bana. Sonuçta üçüncü ders havasız kalacağım. Belki bir nevi; havalar soğuyacak, güvendiğim dağa kar yağacak. Belki... Ki matematiksel olarak çok düşük bir yüzdesi var. Ben çarkı tersine işleteceğim. İki ders iki gün gibi gelmişti bana. İki gün uykusuz kalmak nedir, bilir misiniz? Üçüncü günümüz ölüm günü bile olabilir. Kimya hocam Serpil hoca, kendisi çok temiz yüzlü ve çok temiz kalpli bir insan, uykusuzluğumun sebebini sordu:
"Oğlum neyin var senin?"
"Bir şeyim yok hocam."
"Yok, sen normal değilsin."
"Nerden bildiniz hocam?"
"E sen ayıksın, uyumuyorsun sen!" Güldü.
    Mal mal bakıyordum hocanın yüzüne. Bir yetmiş boylarında kendisi. Çok güzel bir yüzü var. Kumral teni bronzlaşmaya yüz tutmuştu. Haklıydı kendisi, bu gün uyuma belirtisi dahi göstermemiştim henüz.
"Bu gün müzik dersi var hocam."
"E o zaman her Çarşamba günü seni derslerimde ayık görmüş olmam lazım."
"Bu güne dek bir gazoz ısmarlayanımız olmadı hocam."
"Söyle bakim şu gazozun markasını arada ben de ısmarlarım."
"Öyle bir şansınız yok hocam."
"Nedenmiş?"
"Siz müzik dersinden sınav yapamazsınız da ondan!"
    Bağıra bağıra söylemiştim. Bütün sınıf kahkahalara boğulmuştu. E durum malum, Müzikten sınav var. Kimsenin bununla bir sorunu yok. Benim ise tek sorunum bu. Serpil hoca bile alay etti benle. İşte şimdi ayvayı yedik. Daha Kimyadan sınav olmadık. Gelecek hafta var Kimya sınavı ve bu kadın her ne kadar beni sevse de, müzik haricinde bütün derslerimin güzel olduğunu öğrenemedi henüz. Öyle bile olsa Müzik dersinde zayıf alma korkusu güzel bir alay konusuydu. O da acımadı işte bana. Bu alaylar yüzünden gururum kırılıyordu. Bu kırık gurur kopya işinde çakarsa ayvayı yedik. Ki öyle olacağa benziyordu. Matematiksel yüzdelerin söylediği şey oydu.

SİZ HİÇ MÜZİK DİNLERKEN KOPYA ÇEKTİNİZ Mİ?

    Büyük gün geldi işte. Müzik odasına doğru Matrix adımları ile ilerlemeye başladım. Tek başıma üçüncü kata çıkan merdivenlerden çıkıyordum. Belki bütün sınıf çoktan ulaştı Müzik odasına. Bense yavaş adımlarla çıkıyordum merdivenlerden. İnen bir kalabalık var, omuzlarıma vuruyorlar çürütürcesine. Ve ben yüreğimin sesini dinliyorum, gözlerim kapalı. Önce bir yosma vuruyor sağ omzuma. Islık çalarak ilerleyen kargalar var koridorda. Kuşların sesi, kargaların sesi. Ben dinliyorum gözlerim kapalı. Kahretsin! Kargalar uğursuzluktur. Gözlerimi açtım. Pencerenin önünden üç-beş karga geçti. Sınıfa doğru ilerledim. Matrix modundan kurtulmuştum. Koşar adım sınıfa, marş! Sınıfın kapısında içeri girdiğimde tekrar Matrix modundaydım işte. Yavaşça sınıfı süzdüm. Aslında müzik odasının diğer sınıflardan çok farkı yoktu. Duvarlarda notalar ve kağıtlar. Öğretmen masasında bir org, öğretmen sandalyesinin yanında dik duran keman kabı. Tahtada nota çizgileri. Gerisi sınıf, sınıf işte! Samet kâğıtları dağıtıyor. Ona bir türlü hoca diyemiyordum. Çünkü ondan hoca olmazdı. Olsa olsa koca olurdu, o bile muğlâk. Karı kılıklı şey... Ters ters baktı bana, ki bence çok ters yüz bir durum yok. Arkadaşlarımın dâhiyane tabirlerinin göstergesi böyle bir şey olsa gerek.
"Geç yerine!"
"Henüz tapulu bir yerim yok efendim."
"Geç!" Bağırdı. Bende Sinan'ın yanına oturdum. Başka çarem de yoktu. Okulun en kalabalık sınıfı bizdik. Sadece Sinan'ın yanı boştu. Geçtim yanına. Kopya kardeşliği adına, konuşmalarımızı son kez yaptık.
"Lan sana kopya kâğıdı yaptım."
"Onu biz de yapardık be!"
"Gene bir şey olursa buradayız."
"İyi ver bakalım."
"İşte, açık adres burada." Dörde katlanmış bir kâğıt uzattı.
"Henüz açmadın değil mi?"
"Ne?"
" Diyorum ki açık adres o kadar açık ki, dört katlı apartmanın bodrum katında olduğunu ilk bakışta anladım."
"Of be Baran sakla kâğıdı."

    Bütün kâğıtlar dağıtılmıştı. Sorulara bir baktım, ama çaktığım bir şey bulamadım. Of şu müzik sadece dinleme ile olsa olmaz mıydı? Neyse çalıştırayım dedim saksıyı. Ama saksı yerinde yok! Aman Allah'ım ne yapacağım ben şimdi. Tek kurtuluş limanı Sinan.

"Oğlum bu sorular ne?"
"Hangisi?"
"Andante ne mesela?"
"Kağıda bak."
"Hangisine?"
"Marslı kopya kağıdına bak!"
    Samet oradan sesini açtı boğazının. Şu sınav bir bitsin söz depresyondan kurtulacağım. Ama bu işi Samet üslenmişti işte.Tekrar bağırdı, ben onu duymazlıktan gelince.
"Baran!"
"Efendim!"
"Efendi hazretleri ne yapıyorsunuz orada!"
"Efendim sınav kağıdımın derecesini nasıl sıfırın altına düşürürüm diye düşünmekteydim."
"Ve sen bunu başardın!"
"Yapma be!"
"Nerden kopya çektin?"
"Yapma şimdi. Sen hiç müzik dinlerken kopya çektin mi?"
"Ver kağıdını."
"Buyur kağıdımı, bak bakalım kaç aldım."
    Kağıdı uzattım eline. Kıvırta kıvırta geldi yanıma. Sinirli hali bile komiğime gidiyordu. Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Kağıdı aldı, mal mal baktı boş kağıda. Bütün sınıf sınav olurken biz ilgiyi üzerimize çekmiştik şimdi. Kavga yapıyorduk bütün sınıfın önünde. Ben kavgayı gayet iyi götürüyordum. Şimdi depresyon sırası ondaydı. Bıyık altı gülenler de vardı sınıfta, galesizce kağıdını dolduranlarda. Ben isyandaydım. Notumu öğrenemeyince, tekrar sordum.
"Evet hocam notum kaç?"
"Kaç olacak sıfır!"
"Tüh sıfırın altına düşemedik ha!"
"Boş bir kağıttan ne bekleyeceksin."
"Ya demi keşke bir kaç küfür yazıp öyle verseydim kağıdı."
"İşte şimdi küfür ettin, çık dışarı."
"Ya bir şey soracağım;sen geri misin, yoksa zekalı mı?"
"Çık dışarı dedim sana, geri zekalı!"
"Ha öyle miydi? Özür dilerim yanlış sordum."
"Çabuk sınıfı terk et!"
"Bakın bu güne kadarki tek aynı düşüncemiz bu oldu. Bu günü unutmayalım."
"Çıııııııık!"
"Herkese bol sıfırlar, yüzsüzlük etmeyin benim güzel sınıfım!"
...

KANTİN KİMYASI
    Kapıyı çarparak çıktım dışarı. Şimdi depresyondan çıkmıştım. Artık Göksel' in o güzel şarkısını söylemesem iyi olacaktı. Daha güzel bir sorunum vardı, bu Kıvrık beni disipline verecekti. Kıvrık işte Samet'in lakabı bu olmalıydı! Yalnız başıma düştüm kantin yollarına ve koridorlar bomboş. Kantine girerken yalnız başına oturan Serpil hocayı gördüm. Yanına gittim.
"Hocam çay içer miyiz?"
"Senin sınavın yok muydu?" Dedi, heyecanla.
    Ben kantinci Ahmet abiye seslendim. Böyle ders aralarında kantin fazla kalabalık değilse kantinciler boşta kalıyordu. Masaya servis yapmayı dert etmeyecek Ahmet abiden istedim çayları.
"Ahmet abi buraya iki çay verebilir misin?"
Sonra Serpil hocaya yöneldim. O biraz kızgın birazda merakla bekliyordu, vereceğim cevabı. Benimse acelem yoktu. Ama fazla bekletmeye değer mi? Değmez çünkü; o çok iyi bir hoca.
"O sınav bitti hocam."
"Ne çabuk!"
"Ya hocam ömrümde bir kopya çekeyim dedim. Onda da Kıvrık' a sinirlendim, vazgeçtim."
"Kıvrık kim?"
"Kim olacak Samet kadınsısı..."
"Öğretmenin hakkında öyle konuşma."
"Ya hocam öyle ama!"
"Eeee nasıl oldu kopya işi?"
    Anlattım ona her şeyi. Bir tek Sinan'ın adını vermedim. Sonuçta disiplin yolundaydık. Kimse ele vermemişti beni bu güne kadar. Benim Sinan'ı ele vermeye de hiç niyetim yoktu. Serpil hoca ketumlaştı ben anlatırken. Ben hikayeyi bitirdiğimde. Serpil hoca:
"Demek kopya çekemedin."
    Şimdi cevabını alamadığım iki soruyu Serpil hocaya sorma vaktiydi. Garip olan sorudan başladım. Ama Serpil hocanın da doğru bir cevabı yok gibi görünüyordu buradan. Olsun yine de soracağım.
"Ya hocam siz hiç müzik dinlerken kopya çektiniz mi?"
    Gülümsedi bana. Çok sevecen bir yüzü vardı ve bu yüz gülümseyince çiçek açıyordu. Neden bütün öğretmenler böyle güzel insanlar olmuyor! O cevap vermeyince ben ikinci soruma geçtim.
"Peki bunu geçelim, siz hiç Müzik dersinde yazılı olduğunu gördünüz mü?"
"Hocan bilir bunu, siz sorgulayamazsınız."
"Ya hocam gördünüz mü?"
"Hayır."
"Hah işte sorun burada hocam, bu güne kadar ben de görmemiştim. Görmez olaydım!"
"Kopya çekmek iyi bir şey değil."
"Ama kopya vermek büyük sevap."
"Hayır!"
"Ya hocam ne yani ben şimdi sevap kazanmıyor muyum?"
"Ne?"
"Dur sinir yapma hocam, ben öyle kopya verdim mi kimse yakalayamaz."
"Benim dersimde olmasın bu."
"Neden hocam, öğrenci demek kopya demek?"
"Baran!"
"Peki hocam size söz, sizin dersinizde yapmayacağım."
    Aha şimdi ayvayı yedik. Serpil hocaya da söz verdik. Bu sözü unutmamalıydım. Yoksa gelecek hafta ayvayı yerdim. Söz verdik şimdi her kopya sözünden daha fazla sorumluluk aldım. Kopya vermeyeceğim diye söz verdim. Ama Serpil hoca bu sözle de doyacak gibi değildi.
"Bunu diğer derslerde de yapma."
"Ya hocam."
"En azından benimle bir daha bu konuda konuşma. Sinirli halime denk gelme."
"Peki hocam gerçekleri sizden saklayacağım."
"Bak tokat isteme."
"Peki hocam konu kapanmıştır."
    Kısa bir sessizlik oldu. Sohbetimiz gayet güzel gidiyordu. Saat ilerledikçe bizim sınıf kantine damlamaya başlamıştı. Kimse yanımıza gelmemişti. Gelmeseler iyi olurdu. Bu sohbet cıvımasa çok güzel olacak. Serpil hoca asıl meraklandığı konuya geldi.
"Senin derslerin iyi mi şimdi?"
"Müzik hariç!"
"Ne kadar iyi?"
"Hepsi 70 ve üzeri."
"Nasıl oluyor, duyduğuma göre sadece benim dersimde uyumuyorsun?"
"Ve sadece sizin dersinizde iyi değilim."
"Benim dersimde iyi olduğunu kim söyledi, uyumak iyi olduğunu mu gösteriyor?"
"Alim hoca öyle diyor."
"Ne diyor?"
"Uyurken şarj olduğumu söylüyor."
"Şarjın Kimya yazılısında bitmesin."
"Yok hocam Kimya sınavına tam şarj geleceğim."
"Hadi bakalım."
"Ve ikinci yüz Kimya'dan olacak."
"Yüzsüzleşme."
"Şu an zaten tek yüzüm var, sayenizde iki yüzlü olacağım."
"Yüz vereceğimi kim söyledi?"
"Ben sadece eminim."
    Sinan geldi. Yanımıza oturmaya yeltendi. Serpil hoca kovaladı. O da bozmadan, oturmaya kalkıştığı sandalyeyi alıp gitti. Serpil hoca sinirlenmeye mi başladı? Sohbeti bırakmanın vaktiydi. Kimse böyle iyi bir hoca ile yüz göz olmak istemezdi.
"Sınavdan sonra seni bir sözlü bekliyor olacak."
"Peki hocam o günü iple çekeceğim. İyi günler hocam ben gideyim."
"Tamam git bakalım."
"Bana dua edin hocam, bir iki güne disipline edecekler beni ve ben uykumun elinden alınmasını istemiyorum."
    Gülümsedi... Kantin kimyası böyle idi işte. Eğer konuştuğun hoca Serpil hoca gibi iyi bir hoca ise, kantinde daha bir iyimser oluyordu. Bunu kötüye kullanmakta bize düşüyordu.
...

OYUN SAHASI
Aslında bu odaya geleceğimi hiç mi hiç hayal etmiyordum. Oldu madem bir kere, paçayı kurtarmanın yollarını bulmalıydım. İşin güzel tarafı ardımda koca bir 9-L sınıfı vardı. İşte bu güzel bir şeydi. Gerçekten süper güç veriyordu arkadaşlarım. Odada tek başıma oturuyordum. Odada tek başına, evet işte bu! Ben tam bir dahiyim. Benim filmimi yapsınlar, adını da "Odada tek başına" koysunlar...
    İlk Fahir hoca geldi, tarih hocası. Yaşlı kurnaz, sen neden hala öğretmensin ya! Kapıyı kapattı bir saniye geçmeden Şeyma hoca geldi. Coğrafya hocası, üst sınıflara bakıyor. Fahir'in karısı. Nasıl biri olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sonrasında iki müdür yardımcısı geldi. Musa hoca, Gani hoca... Musa hoca genç bir müdür yardımcısı. Otuzlu yaşlarında olması gerek. Beden öğretmenliğinden geçme imiş. Gani gözlüklü biri. Lise birlere bakıyor, yani bize. Onur hoca geldi. Lise sonların şahane Matematikçisi... Sonrasında Damla hoca geldi. Bir kere dersimize girmişti, okulun ilk açıldığı zamanlarda. Ama ben onun derse girdiği gün haricinde Biyoloji' den gram zevk almamıştım. Gerçekten etkileşimli bir ders anlatımı vardı. En son müdür girdi odaya. Nam-ı Değersiz Değerli!

Herkes oturuyordu ben ayakta idim, kaç saat nasihat dinleyeceğimi merak etmeye başlamıştım. Bizim değerli başladı okul markalı gömleklerin 1. kalitedeki sınıfını pazarlamaya. Evet bu pazarlamacıların hepsi böyle satıcı olur ve hepsi kilo ile yalan söyler. Oradan konuşuyordu Değerli ve saf benim onu dinlediğimi sanıyordu! Ben onu mu dinliyordum, yoksa açık pencereden içeri süzülen müziği mi? Dışarıda kim bilir hangi arabanın hoparlöründen çıkıyordu Manga'nın konseri...
"Bir kadın çizeceksin,
Onun gibi bırakıp gitmeyecek.
Saklayıp gömeceksin,
Kimseler sevemeyecek..."

Birden aklıma ne geldi. Şimdi bu disiplin kurulu fedaileri benim yolumu çizmeye mi çalışıyorlardı? Hayır bence yanlış düşünüyorlardı. Çünkü ben onların çıktığımı sandıkları yolun bir üstünde idim, paralel evren, paralel yol. Ben Marslı Baran burada değilim aslında. Ve bu saflar benim yolumu asla çizemezler. Ama saklayıp gömmelerine izin verebilirim. Sonra benim başarılarımla övünmelerine de... Değerli' nin nutku bittiğinde kimse ağzını açmadan direk konuştum.

"Ya hocam açık olalım, şimdi bana saatlerce nasihat vermenize gerek yok." dedim. Musa hoca atıldı, çok sert değildi belki ama uyarıyordu işte.
"Baran!"
"Hocam lütfen izin verin, şimdi sizin kafanızdaki düşünceleri açıklamakla devam etmeliyim. Sizler çalışkan bir öğrenciyi kaybetmemek adına şimdi biraz nasihat edeceksiniz sadece..." Orada kimin konuştuğunu bilmiyorum ama biri dedi.
"Bizler senin iyiliğini düşünüyoruz."
"Ya değil mi hocam geçin bu ayakları. Şimdi lütfen sözümü bitirmeme izin verin." Değerli hala yenilmemiş rolünde idi.
"Tamam, şimdi seni dinleyeceğiz sözlerinin sonuna kadar." Sanki senden bir şey istedik de, saf tabanca zaten bende! Evet, şimdi el bendeydi, koz da... Doğru kartları atarsam oyun benim olacaktı. Siz oyun oynarsanız, bende oynarım. Ayrıca bu kumar benim olacak!
"Ve benim o nasihatleri dinlemeye hiç mi hiç halim yok. Ayrıca ihtiyacım da yok. Tamam, bu gün buraya geldim. Özür borcum varsa ödensin. Özür dilerim, bir daha olmayacak. Ama sizlere şunu söyleyeyim. Ben bundan sonra hiç bir öğretmenime böyle şeyler yapmayacağım diyemem. Yılana dokunmazsanız saldırmaz. Burada av, avcı oyunu oynamaya ne gerek var. Bu gün bu odada neden yok Samet! Neden beni kötülemeye gelmedi? Çünkü o da biliyor tek sorun ben değilim! Asıl sorunu başlatan oydu..."
    Biraz soluklanmak için durdum. Odada kısa bir sessizlik oldu. Sonra devam ettim. Dudaklarımda pis gülümseme ile...
"Ya hocam bir şey soracağım; siz hiç müzik dinlerken kopya çektiniz mi?" Değerli hariç herkes ufak gülümsemelerle cevap verdi. Değerli bön bön bakıyordu. Kumarı kazandım!
"Şimdi beni bırakın, bende bir daha bu odaya selam vermeyeyim."
"Söz mü?"
"Söz ağızdan çıkar, oysa para cepten. Bende zengin bir baba yada anne yok ama iyi dersler var."
"Bir dakika sen ne demek istedin?"
"Ben gidiyorum hocam, eğer bir cezam varsa iletirsiniz. Ayrıca ben Samet'e ters bir şey söylemedim. 9-L sınıfı şahittir."
"Hey....."
    Saf Değerli! Sen daha beni tanımadın. Neyse şu ilk yazılılar bir bitsin sen odana beni farklı sebeplerle çağıracaksın. Görebiliyorum! Yoksa ben kahin miyim...
BN CN
20/08/2010



LİSE YILLARI 4 ON İKİ DAKİKA
    Deli Baran Kimya sınavında ve rekor peşinde. En kısa sürede yüz almanın peşinde. On iki dakikada kağıdını dolduruyor. Sınıftan çıkıyor. Dersin kalanını kantinde geçiriyor. Teneffüsten sonra sınıfa dönerken, iki kız geçiyor yanından. Kızlardan birinin ağzından;
Bak işte bu çocuk Kimya'dan yüz almış" Konuşan kız kendini işaret etmişti, Baran etrafına bakmayacak kadar parmağın ucunda kalmıştı...
MARSLI

NOT
    Seri komedi serisi idi. Bu bölümde komediden uzak kaldım. Sebebi ise o müzik hocasına gerçekten nefret duymam. Bu bölümü olabildiğine serinin komikliğine uydurmak istedim. Olduysa ne güzel, olmadıysa af buyrun. Dördüncü bölüm olabildiğine komedi olacak. Hepinize saygılarımı sunarım. Son olarak sizlere de sorayım: "Siz hiç müzik dinlerken kopya çektiniz mi?"
BN CN

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #4 : 04 Eylül 2011, 01:23:13 »


LİSE YILLARI 4 ON İKİ DAKİKA
3.Bölümden bu bölüm ile bağlantılı kısım…
KANTİN KİMYASI
Kapıyı çarparak çıktım dışarı. Şimdi depresyondan çıkmıştım. Artık Göksel' in o güzel şarkısını söylemesem iyi olacaktı. Daha güzel bir sorunum vardı, bu Kıvrık beni disipline verecekti. Kıvrık işte Samet'in lakabı bu olmalıydı! Yalnız başıma düştüm kantin yollarına ve koridorlar bomboş. Kantine girerken yalnız başına oturan Serpil hocayı gördüm. Yanına gittim.
"Hocam çay içer miyiz?"
"Senin sınavın yok muydu?" Dedi, heyecanla.
Ben kantinci Ahmet abiye seslendim. Böyle ders aralarında kantin fazla kalabalık değilse kantinciler boşta kalıyordu. Masaya servis yapmayı dert etmeyecek Ahmet abiden istedim çayları.
"Ahmet abi buraya iki çay verebilir misin?"
Sonra Serpil hocaya yöneldim. O biraz kızgın biraz da merakla bekliyordu, vereceğim cevabı. Benimse acelem yoktu. Ama fazla bekletmeye değer mi? Değmez çünkü; o çok iyi bir hoca.
"O sınav bitti hocam."
"Ne çabuk!"
"Ya hocam ömrümde bir kopya çekeyim dedim. Onda da Kıvrık' a sinirlendim, vazgeçtim."
"Kıvrık kim?"
"Kim olacak Samet kadınsısı..."
"Öğretmenin hakkında öyle konuşma."
"Ya hocam öyle ama!"
"Eeee nasıl oldu kopya işi?"
Anlattım ona her şeyi. Bir tek Sinan'ın adını vermedim. Sonuçta disiplin yolundaydık. Kimse ele vermemişti beni bu güne kadar. Benim Sinan'ı ele vermeye de hiç niyetim yoktu. Serpil hoca ketumlaştı ben anlatırken. Ben hikayeyi bitirdiğimde. Serpil hoca:
"Demek kopya çekemedin."
Şimdi cevabını alamadığım iki soruyu Serpil hocaya sorma vaktiydi. Garip olan sorudan başladım. Ama Serpil hocanın da doğru bir cevabı yok gibi görünüyordu buradan. Olsun yine de soracağım.
"Ya hocam siz hiç müzik dinlerken kopya çektiniz mi?"
Gülümsedi bana. Çok sevecen bir yüzü vardı ve bu yüz gülümseyince çiçek açıyordu. Neden bütün öğretmenler böyle güzel insanlar olmuyor! O cevap vermeyince ben ikinci soruma geçtim.
"Peki bunu geçelim, siz hiç Müzik dersinde yazılı olduğunu gördünüz mü?"
"Hocan bilir bunu, siz sorgulayamazsınız."
"Ya hocam gördünüz mü?"
"Hayır."
"Hah işte sorun burada hocam, bu güne kadar ben de görmemiştim. Görmez olaydım!"
"Kopya çekmek iyi bir şey değil."
"Ama kopya vermek büyük sevap."
"Hayır!"
"Ya hocam ne yani ben şimdi sevap kazanmıyor muyum?"
"Ne?"
"Dur sinir yapma hocam, ben öyle kopya verdim mi kimse yakalayamaz."
"Benim dersimde olmasın bu."
"Neden hocam, öğrenci demek kopya demek?"
"Baran!"
"Peki hocam size söz, sizin dersinizde yapmayacağım."
Aha şimdi ayvayı yedik. Serpil hocaya da söz verdik. Bu sözü unutmamalıydım. Yoksa gelecek hafta ayvayı yerdim. Söz verdik şimdi her kopya sözünden daha fazla sorumluluk aldım. Kopya vermeyeceğim diye söz verdim. Ama Serpil hoca bu sözle de doyacak gibi değildi.
"Bunu diğer derslerde de yapma."
"Ya hocam."
"En azından benimle bir daha bu konuda konuşma. Sinirli halime denk gelme."
"Peki hocam gerçekleri sizden saklayacağım."
"Bak tokat isteme."
"Peki hocam konu kapanmıştır."
Kısa bir sessizlik oldu. Sohbetimiz gayet güzel gidiyordu. Saat ilerledikçe bizim sınıf kantine damlamaya başlamıştı. Kimse yanımıza gelmemişti. Gelmeseler iyi olurdu. Bu sohbet cıvımasa çok güzel olacak. Serpil hoca asıl meraklandığı konuya geldi.
"Senin derslerin iyi mi şimdi?"
"Müzik hariç!"
"Ne kadar iyi?"
"Hepsi 70 ve üzeri."
"Nasıl oluyor, duyduğuma göre sadece benim dersimde uyumuyorsun?"
"Ve sadece sizin dersinizde iyi değilim."
"Benim dersimde iyi olduğunu kim söyledi, uyumak iyi olduğunu mu gösteriyor?"
"Alim hoca öyle diyor."
"Ne diyor?"
"Uyurken şarj olduğumu söylüyor."
"Şarjın Kimya yazılısında bitmesin."
"Yok hocam Kimya sınavına tam şarj geleceğim."
"Hadi bakalım."
"Ve ikinci yüz Kimya'dan olacak."
"Yüzsüzleşme."
"Şu an zaten tek yüzüm var, sayenizde iki yüzlü olacağım."
"Yüz vereceğimi kim söyledi?"
"Ben sadece eminim."
Sinan geldi. Yanımıza oturmaya yeltendi. Serpil hoca kovaladı. O da bozmadan, oturmaya kalkıştığı sandalyeyi alıp gitti. Serpil hoca sinirlenmeye mi başladı? Sohbeti bırakmanın vaktiydi. Kimse böyle iyi bir hoca ile yüz göz olmak istemezdi.
"Sınavdan sonra seni bir sözlü bekliyor olacak."
"Peki hocam o günü iple çekeceğim. İyi günler hocam ben gideyim."
"Tamam git bakalım."
"Bana dua edin hocam, bir iki güne disipline edecekler beni ve ben uykumun elinden alınmasını istemiyorum."
Gülümsedi... Kantin kimyası böyle idi işte. Eğer konuştuğun hoca Serpil hoca gibi iyi bir hoca ise, kantinde daha bir iyimser oluyordu. Bunu kötüye kullanmakta bize düşüyordu.
...

SALDIRIYA SAVUNMA BÖYLE OLUR
“Baran!”
“Hey Marslı”
“Lan Deli”
“Barooo”
“Heyt kankam benim”

Sanki daha bir teneffüs öncesinde sınıfa Kimya sınavının gelecek hafta Cuma günü olduğunu söyleyen ben değildim. Sanki uyurgezer ben değildim… Ya arkadaş sizin kafa bir teneffüs sonrasında mı çaktı köfteyi? Ama ben ne yapacağım. İşte bunu yapacağım. Evet yaparım, yapıyorum…
Sınıfın kapısını kapattım. Bütün sınıfın o koca gürültüsü bir kapı ötede daha sessiz konser veriyordu artık! Daha ne yapacağım bak size. Kapının bu tarafında birileri yoktur inşallah… Demeye kalmadı Sinan omzuma dokundu…
“Kanka kimya sınavı haftaya ya len!”
“Safa bak, kimden duydun len?”
“Kimden olacak senden!”
“E ne diye soruyorsun?”
“Sorun da senden olmasında ya, hani uyku sersemliği ile söylemişsindir diye hocaya teyit ettirdim.”
“İyi bok yedin!”
“Ne oldu lan?”
“Sonra anlatırım, sen biraz idare et şu kapıyı…”
Coğrafya hocası Dilek hoca; Okuldaki en sinsi hocalardan birisidir. Ama onu alt edebilen nadir öğrencilerden birisi de benim… Alt üst olduğum olmuştur tabi zaman zaman… Dilek hoca geç gelmesin diye ettiğim dualar demek ki tez elden kabul olmuş. Tam zamanında ufukta göründü. İlaç pazarlamacılarının kullandığı türden çantasıyla merdivenin son basamağından adımını çekiyor şu an. Onu alt edecek ‘Yaşasın kötülük!’ ruhu içimde yeterince patlak verdi. Sınıf intikamım kötü olacak…
“Sinan, Baran ne yapıyorsunuz?” Ben atıldım, Sinan saflık yapmadan.
“Hocam size öyle çok ihtiyacım var ki, tam zamanında imdadıma yetiştiniz?”
“Ne imdadı?”
“Sınıfa geçelim hocam, Sinan kapıyı aç.”
Tam Dilek hoca terslenecekti ki ‘Ne oluyor’ diye. Sınıfın kapısı açıldı ve direnmeyi marifet bilen son birkaç nazlı kız da kapıdan saldırdılar. Bana değil Dilek hocaya… En önde Dilek hoca, ardında Sinan ve sonda ben. Ve Dilek hoca kahkahalara büründü. Sonra yine o sinsi ters yüzünü en sevimli hali ile sundu sınıf ahalisine.
“Geçin yerinize!” Bütün sınıf yerleşti kütükten yapılma, antipuf, iki-üç kişi kapasiteli koltuklarına. Ama ben kaldım olduğum yerde.
“Sen neden hala buradasın?”
“Hocam bir üç buçuk dakikanızı rica edebilir miyim?”
“Ne oldu?”
“Ne olduğunu bilmesi gerekenlere anlatacağım, üç buçuk attığı dakikaya kadar. Ama sizin olayı anlamamanız için olanca çabamı sarf edeceğim.”
“Anlat bakalım!”
“Şimdi arkadaşlar; saldırılarınızı içten bir hüzünle kınıyorum. Sizler bilmezsiniz ki benim kalem çoktan yenik düştü. Kapılarımı hepinize de açsam gözetleyenim var. Hepiniz ölürsünüz. Bırakın tek gazi ben olayım. Sizlerin ölmesini istemiyorum. Son olarak, bir fizikçi atasözü der ki: Anlayanlar, anlamayanlara anlatsın…”
Dilek hoca sinsice bir şeyler çözmeye çalışırken ağzımdan laf almaya çalışmayı da ihmal etmedi.
“Sen ne demek istedin?”
“Sadece ‘Yaşasın kötülük!’”
“Ne?”
“Derse başlayabiliriz hocam.”
“Emredersiniz beyefendi.”
“Peki ben uyuyabilir miyim?” Masasını gösterdi.
“Buyrun isterseniz burada rüyalar daha net görüntü kalitesine sahip.”
“Yok hocam ben eski tüplü tv’ li kütüklü sıra rüya sistemimden memnunum. Puf koltuklar ve plazma televizyonlar beni bozar.”


RÜŞVETİN BİR ÇEŞİTİ

“E anlat artık neler oluyor”
“Anlatacak bir şey kalmadı, sınıfta dinlemedin mi beni?”
“Olum anladık orasını kopya veremeyeceğine dair derin havadislerin var.”
“Eee sorun ne?”
“Bana da mı anlatmayacaksın?” Sevinç göründü. O da duymak isteyecekti.
“Tamam, anlatacağım ama bir derin kopyacı daha var.”
Sevinç:
“Naber len karşı cinsin jöleli ikizleri?”
“İyidir len hemcinsinizin yegâne Pempe’ si.”
“Ben yokken neler konuşuldu burada?”
“Pembe sen hem neler konuşulduğunu öğreneceğin için, hem de neler konuşulacağını öğrenmek için rüşvet vereceksin. Ve sen Sinan sen sadece duymak istediklerin uğruna rüşvet vereceksin.” Sinan:
“Ne rüşveti lan, bize çıkarcılık mı yapıyorsun.”
“Lan olum, kızım anlayın işte paraya ihtiyacım var, ufaktan dileniyorum işte…”
“Sen hele bir anlat…”
“Anlatacak pek bir şey yok aslında, geçen müzik sınavından çıktıktan sonra Serpil hoca ile Kantinde kimyevi olarak konuştuk biraz. Kopya deneylerimin başarıları hakkında… Ve ben ona söz verdim. Onun sınavında kopya vermeyeceğim diye. Kadın zaten sınavdan sonra bana sözlü yapmayı düşünüyordu. Şimdi Sinan Serpil hocanın ağzını arama girişiminde bulunduğu itibarı ile hoca sınavda kesinlikle beni ablukaya alacak. Alarmlarınız çalsın artık, bu sınavda benden ne hayır var ne de hasenat… Tek evet’im oldu, o da Serpil hocaya…” İkisi bir ağızdan;
“Offf”
“Üstüne bunlar mafya!” Sevinç:
“Ya oğlum ne yaptın sen?” Ben:
“Nerede sadakalar?”
“Böyle dilenciye sadaka mı verilir?” dedi Sinan.
“Önümüzde daha çok sınav var.”
“Ne kadar ihtiyacın var?”


ACILI EZME

“Sen Kimya’ dan yüz alacaksın ha, güldürme beni…”
“Ya olum yüz almayı geçtim, çok erken çıkarım ben.”
“Marslı bu kadar güvenme kendine.”
“Ben eminim.”
“Kopya mı çekeceksin?”
“Yok.”
“Soruları mı çaldın?”
“Yok.”
“Eeeee?”
“Ee si ne?”
“Beceremezsin!”
“İddaya var mısın?”
“Varım lan.”
“Neyine?”
“Elli kağıdına.”
Biz Can’ la kavga ederken birileri toplanmıştı etrafımıza. Bu çocukta bir ego sorunu vardı, bana laf atmaya çalıştı. Ama ben onu güzel mort ederim. Bu ruh içimde var, hadi Marslı çık ortaya…
“Millet bu saf Kimya’dan yüz alacağını sayıklıyor.”
“Sen cümle kuramayan bir ezikken biz Pisagor üçgenini üretmekle meşguldük koçum!”
“Gerizekalıya bak!”
“Laflarına dikkat et”
“Etmezsem ne olacak!”
“Terfi alacaksın.”
“Ne terfisi?”
“Eziklikten, kıdemli ezikliğine.”
“Lan pisç?” Etrafta kızlar var diye lafını çevirmişti.
“Sen küfür etmesini bile bilmeyen tuvalet eziği, senin işediğin tuvalet kurusun!”
Herkes gülme krizlerine girerken çocuk ortada mal mal bakar halde kaldı. Hayatını mı kararttım nettim ben çocuğa. Şimdi görünüşü harbiden orijinal bir ezikti. Hatta yanakları bile elmalaşmıştı, beti benzi atmıştı.
“Dahası da var seni mahalle eziği, sen bir kapçık olarak tamamiyle imalat hatasısın, garanti kapsamından değiştirmeyi de unutmuşlar.”
“Sen se sen bana ne diyorsun inek!”
Aha işte insan kekelemeye başladıysa, böyle saf cümleler kuruyorsa; hem eziktir, hem de mor olmuştur. Hey Can sana mor çok yakışıyor.
“Sana mor önlük felan mı alsak?”
“Anlamadım?”
“Sana mor çooook yakışıyor!”
“Sen geri zekalının tekisin!”
“Bunlar birikiyor.”
“Nerede?”
“Bir kaşık suda.”
“Seni bir kaşık sidikte boğarım.”
“Ben seni bir avuç bokla boğarım.”
“O o o nasıl olacak”
“Yavru eziğim benim bunları öğrenmen gerek, sıvıda herkes boğar katıda Marslı’lar boğar!”
“Ezik demeyi bırak”
“Senin Guinnes’ e girmek gibi bir planın mı var?”
“Ne konuda seni ezmek gibi mi?”
“Yok en acılı ezik, aslında ben seni ezmeye devam edersem bu en acılı ezme olacak.”
Sinan tuttu kolumdan çekti beni.
“Bırak be oğlum şu merdiven eziğini.”
“Len merdiven eziği ettiğin lafların cezasını çekeceksin. Elli kağıdı hazırla sınav yarın.”
“Baran bırak şunu!”
“Ne oldu?”
“Canım sıkılıyor.”
“İyi de benim karnım aç ve uykum var.”


ON İKİ DAKİKADA NAKAVT

Sınavda her zamanki yerimde olacaktım. Yanımda Osman arkamda Sevinç ve Esra vardı. Ama bu düzen değişecekti. Tahtada Murat ve Süleyman bir şeyler konuşuyorlardı. Kapıdan gelen serin rüzgarın verdiği havadisler ışığında, uykudan uyandığım bu dakikaların sınav öncesi teneffüs vakti olduğunu söylüyordu. Rüzgar az ve serin esiyordu. Sınıf kalabalıktı. Dışarı çıkan az öğrenci vardı. Cemaati Sınıf gırgırı bırakmış sınav tartışmasına girmişti. Hatta Süleyman Murat’ tan kopya dileniyordu. Tüm bu derin havadisler ışığında hala uyumak için üç dört dakikam olduğunu çözmüş bulunmaktayım. Ve şimdi uyumaktayım…
Rüya mı görüyorum ben, galiba öyle. Ama görüntü yok sadece sesler var. Beni sayıklayan sesler ve sert yumruklar var. Şimdi fark ediyorum rüya değil gerçek! Ve beni kaldırma girişimleri. Uyanıyorum ve işkenceye son veriyorum. Ama sevgili uykum şunu bilesin ki ben sensiz okula düşmanım. Çitos, mitoz, uyanıyos!
“Hıııı”
Öğretmen masası sınıfın ortasında idi. Serpil hoca ters ters bana bakıyordu. Sevmediği bir öğrencisi olsam çoktan tokadı yemiştim. Ama ben en sevimli uyanışımla demiştim o ‘Hıııı’ yı…
“Sen gel buraya Uyku tulumu!”
“Ama hocam siz ayakta kalacaksınız.”
“Sen gel hele, ikinci ders sözlü olurken göreceğim seni ben. Göreceğiz sen ne kadar ayakta kalacaksın?”
Mecbur kalktım benim nice kahrımı çeken bitanecik sıramdan. Elveda uyku, elveda derin kopyalar… Öğretmen sandalyesine oturdum. Uykunun tadı burada nasıldı acaba? Serpil hoca sınıfa kağıtları dağıtırken ben tekrar selamlaştım uykumla. Bir dakika da olsa uyumak güzel! Biri saçımdan çekip kaldırdı başımı. Ve o birisinin Serpil hocadan başka birisi olma olasılığı da yoktu. Gözlerimi açtığımda sınav kağıdımı gördüm.
“Hocam istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?” diye saf bir soru sordum. Ama bu soru uyandığımı kanıtlama çabasıydı sadece. E Serpil hoca da anladı…
“İstediğiniz sorudan başlayıp, istemediğiniz sorudan bitirebilirsiniz.”
“Hocam dakika tutabilir misiniz?”
“Ne için?”
“Kağıdımı ne kadar sürede doldurduğumu merak edenler var. Eminim sonuç sizi de şaşırtacak.”
İlk soru maddenin tanımı ile ilgili basit bir soru idi. Maddenin tanımından öte bir ton ıvır zıvırı yazdım. İkinci soru da kolaydı. Üçüncü soru problem olunca hızım yavaşladı. Serpil hocanın cep telefonunda çalışan kronometre 3 dakika 20 saniye ve 12 salise gösteriyor iken bitti üçüncü soru. Dördüncü soruda atomun yapısı soruluyordu. Ben beş atom teorisini ayrıntıları ile yazdım. Katyon, anyon, bağıl kütle AKB gibi ayrıntıları doldurdum… Son soruyu bitirdiğimde kronometre On dakikaya çok yaklaşmıştı. On dakikaya ulaşmasını izledim. Sonra kontrole geçtim. Eksik not alabileceğim bir durum var mı diye. Serpil hoca bol not veren bir insan mıydı, değil miydi? Riske girecek değilim elli kağıt var ipin ucunda. İş bitince başımı koydum kağıdın üzerine uyumak dileğiyle. Ama dileğimi daha meleklere ulaştıramadan Serpil hoca:
“Baran bitirdin mi?”
“Evet hocam.”
“On iki dakika ve kağıt dolu, bakalım doğru mu cevaplar?”
“Hocam çıkabilir miyim?”
“Çıkabilirsin.”
Hemen kantinin yolunu tuttum. Bir çay aldım kendime. Yan sınıftan birkaç kişi vardı. Onların yanına gittim. Biraz sohbet ettik. Onların hocası hasta olduğu için dersleri boşmuş. Hepsi şaşkındı bu kadar kısa sürede Kimya sınavından çıkmama. Çayım bitince köşede bir yere geçtim. Kendimi uykunun tatlı-narin ellerine bıraktım.

TRAFİK KAZASI

“Kalk lan ders başlayacak.”
“Tamam kalkıyorum.”
Sinan la beraber çıkmıştık kantinden. Ama bir ara kaybettim onu derse giden öğrencilerin arasında. Kim bilir yine hangi güzel kıza takıldı? Merdivenlere ulaştığımda yüzüme su serpmem gerektiğini düşündüm. Bunu düşüncemi onayladım ve tuvalette uykuyu bıraktım. Ne de olsa tekrar gelecek gölgem gibi… Basamakları çıkarken sözlü olacağım aklıma geldi. Bu yüzden düşüncelerimi toplamam gerektiği kanısına vardım. Ama bütün duygularım yine allak bullak oldu!
Teneffüsten sonra sınıfa dönerken, iki kız geçiyor yanımdan. Kızlardan birinin ağzından;
“Bak işte bu çocuk Kimya’dan yüz almış” Konuşan kız beni işaret etmişti, etrafıma bakmayacak kadar parmağın ucunda kalmıştım…
Sözlüden önce bu trafik kazası oldu mu şimdi. Ne yani ben sınavdan yüz aldım ve bunu bütün okul ahalisi benden önce mi öğreniyor? Len saf sen sınavdan günler önce bilmiyor muydun yüz alacağını? Olsun yine de bu kaza beni allak bullak etti.

SÜNGÜLEŞME PARODİSİ

Sıramda uykumun kollarında idim, bir saniye öncesine kadar. Koca bir Osmanlı yumruğu beni kendime getirdi.
“Baran kalk sözlü yapacağım.”
“Orası tamam da hocam, ben kaç aldım?”
“Yüz!” Serpil hocada bir sinir bir stres.
“Demek ki Ogün hoca haklıymış. İmkansız diye bir şey yokmuş, sadece biraz zaman alıyormuş…”
“Demek ki!”
“Ama bunu bütün okul benden önce duymuş.”
“Sen uyumaya devam et oğlum daha neler duymayacaksın. Bakalım özde mi biliyorsun kimyayı, yoksa sözde mi?”
“Sorular gelsin hocam…”
Hoca soruları sordukça ben en güzel cevapları verdim. Serpil hoca soru sormaktan ve kitap gibi cevaplar almaktan sıkılmıştı? Çantasını açtı ve gözlüğünü taktı. Elini çenesine dirseğini masaya koydu. Derin derin bana baktı. Ben gülme pozisyonuna geçtim.
“Çocuk sen nasıl bir şeysin?”
Sadece ben değil bütün sınıf güldü bu soruya. Sonrasında sesleri susturan cırtlak sesli Süleyman oldu. Peltek ve cırtlak sesi vardı Süleyman’ın birde cüce boyu…
“Hocam o Çılgın Marslı!”
“Sen uykunda ders mi çalışıyorsun? Tüm bunları nasıl bu kadar ayrıntıları ile anlatabiliyorsun? Senin olduğun yerde ben sussam daha iyi herhalde. Diğer derslerinde bu kadar iyi mi?”
“Hocam böyle soru yağmuru iyi olmadı, tek tek sorarsanız cevaplamaya çalışacağım.” Sınıf yine gülmeye başladı. Gürültünün frekansı bu sefer düşüktü.
“Diğer derslerin nasıl?”
“Matematik ve Fizik en az Kimya kadar iyi. Edebiyat Coğrafya ve Tarih biraz daha rayı bozuk, ama benim tembelliğimden o da, sevdiğim dersleri çalışmak daha iyi. İngilizce kursuna gitmiştim yazın o da iyi gibi bir şey?”
“Daha önce uyku problemin oldu mu?” Kafamı salladım hayır anlamında. Yeni soru geldi:
“Sen, sen uyurken ders mi çalışıyorsun?”
“Galiba.”

BN CN/MARSLI
06/09/2010-02/11/2010

LİSE YILLARI 5 MARSLI’NIN KOPYALARI
Kim demiş Marslı kopya çekemez diye? Yalan, küllüm yalan! O kopyanın alasını çeker. Hem de en kıyak haliyle.
Resim dersinde birinin burnu kanarsa bundan kim çıkar sağlar? Bilgisayar dersinde oyun oynayan Baran ve Sevinç nasıl yazdı İstiklal marşının on kıtasını?

MARSLI

“Anlayanlar, anlamayanlara anlatsın.” “İmkansız diye bir şey yoktur, sadece biraz zaman alır.” Çok sevmesem de, yine de sevdiğim Fizik öğretmenim, koca göbekli Ogün hocamın sözleri. Anlatacağım. Onu da anlatacağım. Sabredin. Önce biraz havaya girelim…

BN CN

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #5 : 04 Eylül 2011, 01:26:11 »



LİSE YILLARI 5 MARSLI’NIN KOPYALARI
Kim demiş Marslı kopya çekemez diye? Yalan, küllüm yalan! O kopyanın alasını çeker. Hem de en kıyak haliyle.
Resim dersinde birinin burnu kanarsa bundan kim çıkar sağlar? Bilgisayar dersinde oyun oynayan Baran ve Sevinç nasıl yazdı İstiklal marşının on kıtasını?

LİSE YILLARI 5 MARSLI'NIN KOPYALARI

YAĞMUR SONRASI

Bu gün ne güzel bir gündü. Güneş, yağmur bulutlarının arasından gülümsüyor. Yağmur bulutları geceki gürültünün ardından sessizliğe bürünmüş, toprağı beslemekten vazgeçmişti. Her yer yağmur sonrası toprak kokuyordu. Böyle güzel kokuyu hiçbir kızın parfüm kokusuna değişmem. Antalya’da yağmur bir başka yağar. Ve yağmur sonrasını bir başka yaşar. Bu şehir bir başka yahu…
Okula doğru yürürken Sevinç ile Özlem’i gördüm. Özlem Sevinç’in yan sınıftan arkadaşı... Biraz balık etli, tombul yüzlü, kumral tenli sosyete kızı… Ve Sevinç benim biricik sarışın kankam. İnsanın böyle şahsiyetlere ihtiyacı oluyor hayatta. Bazen öğretmen, bazen anne, bazen sırdaş, bazen kardeş, bazen yoldaş, bazense bunların hepsi…

“Günaydın kızlar” İki güzel günaydın aldım. Ne güzel gülümsüyorlardı, demek ki hava onları da etkilemişti. Mis gibi havayı içime çektim.
“Sevinç biliyor musun bu gün hiç uykum yok!”
“Oğlum bunun bir önemi yok, bu gün yazılı yok!”
“Olsun benim yine de uykum yok.”
“Ya bu gün hava çok güzel.”
“Evet, kızlar siz kahvaltı yaptınız mı?”
“Yok.”
“Size simit ısmarlayayım.”
“Oluuur.” Dedi ikisi bir ağızdan.
Okul biraz arka sokakta kalıyordu. Ön caddede Katmerci İlhami diye bir yer vardı. Simitleri ve poğaçaları çok güzel. Fırınından çıkar çıkmaz alıyorduk, sıcak sıcak. Sabahları ilk ders başlamadan önce okullular doldururdu burayı. Boş bir masa bulduk ve oturduk. Gerçi ben oturmadım. Simit ve çayları aldım. Sonra tekrar masaya döndüm.
“Sevinç bu gün hangi dersler var?”
“Bu gün ilk iki ders Alim hocanın, sonra bir ders Resim, 4.ders Coğrafya. Sonraki iki ders dur bir dakika.” Simidinden ısırdı. Çayını yudumladı. Şöyle sağ gözünü kapadı. Eminim içinden ‘çalış saksı’ diye bağırdı. Biraz düşündü. Sonrasında bir anda kafasını yukarı doğru kaldırdı. Saksı yerine geldi belli.
“Oğlum iki ders Biyoloji sonra da Bilgisayar var.”
“İyi ya ne güzel matrak hocalar aynı güne toplanmışlar.”
“Sana her gün bayram değil miydi?” diye sordu Özlem. Sevinç cevabı ağzımdan çaldı.
“Kızım o kural uykulu günlerinde geçerli.”
“Beni tanımadığın nasıl belli oluyor.”
“Seni tanımayan mı var, biz sadece çok yakın değiliz.”
“Tamam tamam, bırak sosyal mesaj vermeyi.”
“Biz,…” diye bir cümleye başladı. Ama ben onu da kestim. Bu güzel günü kimse harap edemez!
“Ya tamam demogoji yapma, simidini ye!” Gülümsedi ve ben devam ettim.
“Sırf bunun için sana fazladan birkaç simit ısmarlayabilirim.” Sevinç atıldı, kankasının avukatı.
“O diyette canım.”
“Aman siz dişiler ne zaman diyeti bıraktınız ki?”


RESM-İ GIR GIR

Pek ressam olduğum söylenemez. Ama resim yapmaktan hoşlanmadığımı da kimse söyleyemez. Resimden kim hoşlanmaz ki? Resim odası; düşük belli sehpalar, yüzeyi dümdüz ve kaymaz krem sehpalar… Sehpaların etrafında bambu tabureler. Sonra duvarlarda öğrencilerin yaptığı şaheser denebilecek acemiyat resimleri… Kuzey kenarı dört çift pencere kaplıyor. Doğu tarafında tahta ve üzerinde bizim resim hocası, Feyza hocanın elinden çıkma karakalem Atatürk portresi… Feyza hoca okuldaki iki resim hocasından biri: Tamer hoca ne kadar resmi giyimli ise, Feyza hoca da en az o kadar sofistike giyimli biri… Esmer tenli, kısa boylu, manken fizikli…
Sınıfta tütsü yanıyor işte. Birbirine çok benzeyen o tütsü kokularından bir tanesi; burnumuzda şenlik var yine… Arka taraftaki sehpalardan birine kuruldum. Aynı sehpada dört-beş kişi takılıyorduk. Osman yerleşti yanıma. Sınıfın en sıskası Firuze geçti karşıma. Pempe geldi, Sinan da gelince yuvarlak masa kadromuz oturmaya başladı. Merasimi konuşmaya başladık. Yarın ki Edebiyat dersinde doğruluk mu cesaret mi oynayacağız… İki ders Edebiyat var yarın. İkinci dönem başlayalı bir buçuk ay olmasına rağmen hoca hala görüntü vermiyor. Doğudan tayini çıkmış güya ve o gelememiş... Peh! İşimize gelir hiç gelmesin… Biz ekibi düşünelim.
“Kare-as tamam bu beşliye bir iki kişi daha lazım.” Dedim. Firuze atıldı:
“Şule ile Süleyman’ı da çağıralım.”
“Yok onlar gelirse işin tadı kaçar.”
“Damra gelsin.” Sevincin teklifi fena değildi.
“Damra gelirse Pınar da gelsin.” Dedi Osman kocaman…
“O zaman üç erkek kılıbık kalırız ortamda en azından bir erkek daha olsun.” Dedi Sinan.
“Tuna gelsin.” Dedim. Tuna zengin çocuğu belki ama mütevazi bir insan… Nazik tavırları olunca da kızlar reddetmedi. Cemaati kurduk…
Feyza hoca geldi sınıfa. Ayağa kalkmaya niyetlendim. Feyza hoca: “Oturun” dedi. Gerçi daha dizimdeki kemikler bile kıpırdamamıştı ama, çaktırma… Sınıfın yarısı ayaktaydı hoca ‘oturun’ dediğinde. Diğer yarısı yarı yoldan döndü. Feyza hocayı sevmemin üç sebebi var. İşlediği ders beni uğraştıran bir ders değil, öğrenciye işkence etmeyi sevmez, birde tütsüleri var tabi… Masasına oturdu bir süre bekledi. Sonra konuştu.
“Çocuklar bu gün sizi yormayacağım. İstediğiniz tarzda, uğraşmadan, ders sonuna kadar bir resim yapın rastgele…”
“Hocam konu da serbest mi?” diye sordu birisi.
“Tabi” dedi hoca.
Kızlara baktım düşünme modundaydılar. Sinan’a baktım, Pınar’a bakıyordu. Pınar da bakılmayacak bir kız değil ki kardeşim. Osman bir şeyler karalamaya başladı bile…

KOPYANIN BÖYLESİ, HIRSIZLIĞIN ŞÖYLESİ

Resim yaparken susmayan tek masa bizimkisiydi. Kağıdıma hiçbir şey yapmadım, içimden gelmedi. Gırgırla geçti koca ders. Teneffüse az kalmıştı ki Firuze’nin burnu kanadı. Sınıftan çıktı. O çıktıktan bir süre sonra hoca bitirenlerin göstermesini söyledi. Boş kağıdı göstersem Feyza hoca pek uğraşmazdı aslında. İçime bir hinlik yerleşti. Cinler filan geldi sonra. Şeytana uydum bende. Firuzenin kağıdını aldığım gibi hocanın yanına gittim. Masadakiler arkamdan baktılar mı bakmadılar mı bilmiyorum. Ardıma bakmadan düştüm ben kopya yollarına…
Feyza hoca kağıdı eline aldı. Aklım tısladı bir anda. Resimde ne olduğunu bilmiyordum. İnşallah faka basmam. İşte şimdi hapı yuttuk. İnşallah uyku hapı filan değildir. İnşallah hoca resim hakkında bir şey sormaz.
“ Güzel… … Uğraşmamışsın, ama içini dökmüş gibisin. Evet gayet hoş olmuş. Hayallerin hoş. Sen bu kadar güzel çizer miydin?”
“Arada oluyor hocam.”
“Bu kadar hoş çalışma not almayı hak ediyor…”
“Anlamadım hocam?”
“Yüz verdim sana.”
“Teşekkür ettim hocam.”
Hoca kağıdı uzattı. Aldım bakındım resme sıraya dönerken. Resimde bir ev birde ağaç vardı. Evin yerin altına uzanan kökleri vardı, bacasından kapkara yağlar akıyordu. Onun haricinde evdi işte. Ağacın kökleri çizilmemişti. Yaprakları vardı sonradan bulutlara dönüşen… Suratımda sırıtışla sıraya geri döndüm. Sevinç, çocuğunu terbiye eden bir annenin mimikleri ile kaşlarını çatmış bana bakıyordu. Sinan ve Osman da meraklı bakışlarla bekliyorlar. Ben masaya yerleşirken üç baş beni takip etti. Tabureme oturdum. Hoca bakıyor mu, diye göz ucuyla kontrol ettim. Bakmıyordu. Sessizce beni bekleyen küçük topluluk hırladı. Ben de onları daha fazla bekleteceğimi söyledim.
“Hadisenize siz de gösterin resimlerinizi.” Sevinç:
“Ne dedi hoca Firuzenin resmine?”
“Hiç”
“Nasıl hiç lan kadın not defterini açmadı mı?” dedi Osman.
“Sen kimin resmi diye götürdün onu?” dedi Sinan.
“Teneffüste anlatırım.”
“Öyle olsun.”

İNTİHAR MI, İTİRAF MI?

Teneffüste asfalt zeminli okul bahçesinde dolaşıyorduk beş kare as. Anlattım onlara olan biteni. Şaşkınlıkla dinlediler. En çok da Firuze şaşmıştı olan bitene. İlk çıkışan da o oldu.
“Gıcıksın oğlum sen!”
“Ya hep mi ben kopya vereceğim arada biz de çekelim. Kopyanın tadına bir de biz bakalım dedik.”
Sinirle yanıma geldi Firuze. Cılız yumruklarla saldırdı. Acımıyordu, engel olmadım. Dile getirdim acımadığını. Sinirini alamamıştı biraz daha sinirlenmişti. Tatlı sinir… O da ne! Biri ellerimi tuttu. Bu yumuşak eller Sevinç’in olmalı. Arkama geçmiş ellerimi tutmuştu Pempe. Sinan’la Osman da biraz uzaklaşmışlar kahkaha atmaktaydılar…
“Dur be kızım yine burnun kanayacak.”
“Yaaaaaaaa”
“İstersen söyle hocaya.”
“O da olmaz, seni öyle bir duruma düşürmem.”
“Özür dilerim.”
“Sen çok çıkarcısın.”
“Benim de burnum kanar arada.”
“Bana kopya borcun var.”
“Tamam öyle olsun.”
“Yalnız hatırlatmayı unutma. Bu marslıların hafızası pek sağlam değil.” Dedi Pempe.
Yumruklar bitti sonunda, teneffüste bitti tabi. Malum zil çaldı.


SIKI AĞ BAĞLANTILARI

“Baran ne yapıyorsun hocanın bilgisayarında?”
“Dur bir dakika kızım dersi kaynatacağım ikimize.”
“Çabuk ol hoca gelecek.”
“Bitiyor, az kaldı.”


“Arkadaşlar bilgisayarda İstiklal Marşı’nın on kıtasını yazacağız bu gün.”
“Peki hocam”
Yahu arkadaş kim yolladı bu adamı bilgisayar öğretmeni diye. Gerçi adamın suçu ne bilgisayarın B’sini P okuyan insanlara bir anda Photoshop felan öğretemezsin herhalde. (1) Öğrencinin suçu ne işi gücü mü var bilgisayarda oyundan başka şeyle uğraşacak. Babam sağolsun ben işyerindeki bilgisayar sayesinde baya iyi bir seviyedeyim. Madem bende bir öğrenciyim, bende oyun oynamalıyım.
Teneffüste öğretmen gelmeden ana bilgisayardan, Midtown Madness cd’ sini Sevinç’le beraber kullandığımız bilgisayara aktardım. Malum bir durum server hariç bilgisayarlarda cd okuyucusu yok. Öğretmen gelmeden işimi halletmiştim. Şimdi bilgisayarda oyunu kuruyorum. Oyun oynamak varken neden boşu boşuna uğraşayım on parmakla, on kıtayla falan.
“Marslı ne yapıyorsun, ne kuruyorsun?”
“Pempe sessiz ol biraz!”
“Of!”
“Oyun kuruyoruz, az sabreyle!”
“Bırak oyunu, İstiklal Marşı’nı bir an önce yazalım sonra oynarız.”
“Ya kızım sen saf mısın, bu adamda on kıta yazacak mallık var mı?”
“E ne yapacağız ya!”
“Sen bana güven, sıkı bağlantılarım var benim.”
“İyi!”

Geçen hafta hoca Paint’te resim yapmaya çalışmamızı söylediğinde; ana bilgisayara geçip Photoshop’ta şov yapmıştım biraz. Sevinç’e güven veren nedenlerden biri buydu. Oyunu kurar kurmaz açtım. Sevinç ne kadar mızmızlansa da, oyun oynamaktan o da zevk alıyordu.Yaklaşık yarım saat kadar Sevinç’in mızmızları ve yan bilgisayarlardaki öğrencilerin şaşkın tavırlara bürünmüş yalvarışları eşliğinde araba yarışı yaptık. Oyun Midtown Madness olunca bir başka zevkli oluyor yaw. Diğerleri mayın tarlasıyla ve benim dağıttığım Mario ile geçinmeye devam etsinler… Her ne kadar yalvarırlarsa yalvarsınlar dağıtmayacağım bunu.

BU DA BİR KOPYA, DURMA OYNA

“Hocam bitti!” diye bağırdı ilk bitiren saf.
“Marslı bak Ozan’la Ahmet bitirmiş, biz daha bir şey yapmadık.”
“Hangi bilgisayarda oturuyor onlar?”
“Altı numarada.”
“İyi, biz de hemen bitirelim o zaman.”
Hemen oyunu simgeye aldım, ağ bağlantılarından altı numaralı bilgisayara girdim. Yazdıkları yazıyı kopyaladım. Yazı tipini değiştirdim. Başlığa wordart tasarımı yaptım. Hatta işi öyle abarttım ki yazının iç kalıbına Türk bayrağı işlemesi yaptım. Altta Ozan Çalışkan/Ahmet Özen yazıyordu ben de değiştirdim Baran Ceran/Sevinç Piyes. En alta da bayrağı yerleştirdim.
“Nasıl güzel oldu mu?”
“Süper!”
“İyi hadi sen de bağır çağır bitirdik diye.”
“Hocaaam biz bitirdik!”
“Geliyorum.”

“Oooo Baran yine döktürmüşsün.”
“O yazının içine nasıl yerleştirdin bayrağı.”
“Aslında zor değil, başka ders anlatırım.” Hain bir sırıtış vardı yüzümde, kelimelerim biterken.
“İyi öyle olsun bakalım.”
“Hocam ben yazdım, Baran süsledi.”dedi Sevinç.
“İkinize de birer tane yüz o zaman.”
“Hocam Baran’ın ikinci yüzü olacak.”
“Bakim, harbiden iki yüzlüsün Baran.”


(1) Hikâyenin geçtiği zaman 2002-2003’lü yıllara denk gelmektedir. O devirde bilgisayar henüz yaygınlaşmaması sebebi ile pek çok insan bilgisayar kullanmasını bilmiyordu. Bilgisayarı bilen öğrenciler basit kulanım kurallarını bilmekteydiler.

BN CN/MARSLI
29-12-2010

LİSE YILLARI 6 DOĞRULUK MU, CESARET Mİ?
Yuvarlak bir masa, dört erkek, dört kız. Ortada boş bir su şişesi, bir aşkın filizlenişi, cesaret şovları, doğruluk abideleri… Yalan avcısı, Yağmurun oğlu, Sarıkız, Kocaman, Marslı, Pempe, Sosyete çocuğu, Sıska Şair hepsi bu masada… Doğruluk mu Cesaret mi? Hadi biraz şişe çevirelim…

MARSLI

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #6 : 04 Eylül 2011, 01:26:55 »


LİSE YILLARI 6 DOĞRULUK MU, CESARET Mİ?
Yuvarlak bir masa, dört erkek, dört kız. Ortada boş bir su şişesi, bir aşkın filizlenişi, cesaret şovları, doğruluk abideleri… Yalan avcısı, Yağmurun oğlu, Sarıkız, Kocaman, Marslı, Pempe, Sosyete çocuğu, Sıska Şair hepsi bu masada… Doğruluk mu Cesaret mi? Hadi biraz şişe çevirelim…

MARSLI

YAZILIYOR

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #7 : 04 Eylül 2011, 01:59:57 »
Ağır ol kovboy.

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #8 : 04 Eylül 2011, 02:03:12 »

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #9 : 04 Eylül 2011, 11:59:42 »
Demek istediği tüm bölümleri bu şekilde arka arkaya yayınlamanız durumunda okuyan kişi sayısının çok az olacağı. Malum, internet okuyucusu uzun yazıları sevmez. Göz yorulması, ilgi dağılması... Bölümleri birkaç gün arayla yayınlasaydınız sizin için çok daha iyi olurdu.
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #10 : 04 Eylül 2011, 23:01:20 »
Demek istediği tüm bölümleri bu şekilde arka arkaya yayınlamanız durumunda okuyan kişi sayısının çok az olacağı. Malum, internet okuyucusu uzun yazıları sevmez. Göz yorulması, ilgi dağılması... Bölümleri birkaç gün arayla yayınlasaydınız sizin için çok daha iyi olurdu.

Haklı olabilirsiniz. Ama öyküler eski olunca bir anda yayınlayasım geldi.

Çevrimdışı marsli

  • *
  • 33
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lise Yılları Öykü Serisi
« Yanıtla #11 : 23 Mart 2013, 22:14:25 »


LİSE YILLARI 6 DOĞRULUK MU, CESARET Mİ?
Yuvarlak bir masa, dört erkek, dört kız. Ortada boş bir su şişesi, bir aşkın filizlenişi, cesaret şovları, doğruluk abideleri… Yalan avcısı, Yağmurun oğlu, Sarıkız, Kocaman, Marslı, Pempe, Sosyete çocuğu, Sıska Şair hepsi bu masada… Doğruluk mu Cesaret mi? Hadi biraz şişe çevirelim…

MARSLI

LİSE YILLARI 6: DOĞRULUK MU CESARET Mİ?


Dikdörtgendi bizim okulun kantini. Bu dikdörtgenin bir köşesi satış bölümüydü. Ve L harfi şeklinde kıraathanesi vardı ama kağıt, okey gibi oyunlar oynama şansımız yoktu, diğer bütün okullarda olduğu gibi… Olması da lazım değildi. Duvarları açık sarı boyalıydı sanırım. Koca dikdörtgenin orta alanında birkaç kolon vardı. Bu kolonlarda ufak hoparlörler asılıydı. Gıcık bir öğretmen olmadığı sürece müzik çalardı radyodan. Okulun genel hoparlörlerinden müzik çaldığını hatırlamıyorum. Bir dönem çalmış da olabilir tabii ki. Kantinin iki yanağı pencerelerle besleniyordu. Işık ihtiyacını bu pencereler gideriyordu. Plastik masa ve sandalyelerimiz vardı. Teneffüslerde sıkış tıkış olurdu. Etekli kızlar ve pantolonlu oğlanlar doldururdu. Ve öğretmenler gelirdi kantine, onlara özel iki tane üzeri örtülü masa vardı. Penceresiz yanaklarının tam ortasında iki kapı vardı biri bahçeye diğeri okulun içine ulaşırdı. Kantin hep sosis kokardı. Diğer kantinciler farklı ürünleri denemeyi pek sevmezler sanırım ama bizimkiler bu konuda oldukça cesaretliydiler. Bir ara kabuksuz ay çekirdeği gelmişti. Sonra şu sıralar içecek piyasasına farklı bir boyut getiren portakal parçacıklı içeceğin bir benzerini getirmişlerdi. İçeceğin adını reklam amaçsız vereceğim. Çünkü hikayemde onu kötüleyeceğim. Bu gizli ürün yerleştirmeleri barındırmayacak bir öykü serisidir!

ISINMA TURLARI

“Ey cemaati masasilin! Yok bu ilaç adı gibi oldu, biraz düşünelim...”
Kafayı masaya vurdum, uyku şekline büründüm, uyumadım. Ama işe yaradı, saksı çalıştı…
“Siz yuvarlak masa insanları şimdi burada oturuyorsunuz ya, oturun ve oyun bitene kadar kalkmayın. Kalkacaksanız da şimdi kalkın, sonra mızıkçılık yok! Oyunun kurallarını bilmiyordum yapmak yok, hepinizin yaşı Kemal’e olmasa da Mazhar’ a ermiş. Hem madem bilmiyordun neden oturdun derim. Neyse bırakalım yaygarayı bulalım şişeyi. Yahu arkadaş masa burada siz buradasınız, aranızda bir aklı tepesinde ademoğlu yok mu şuraya bir şişe ile otursun, biz de onu çevirelim. Çok konuştum ben, siz şişe bulun hadi!”
Yığıldım sandalyeye ve uykuya daldım. Açılış konuşması güzeldi, uykuya dalmak kadar. Ama koskoca kantinde çevirmelik bir şişe bulmak zor değildi, oynamak kadar. Arkadaşlarım buldu, geldi ve hemen beni uyandırdılar. Ben henüz başlamamıştım krem karamelli rüyalara. Neyse canım kaçamak yapmaya gerek yok şimdi. Şimdi eğlenme zamanı değil mi? Allah’tan bugün Nazife hocanın dersi vardı. Yoksa boş dersimizi itina ile doldururdu. Yahu bu kadının müdürün odasında ilanı falan mı var, ‘Boş Dersler İtina İle Doldurulur’ diye. Coğrafyacı Nazife hoca, gayet eğlenceli bir kadın. Lakin her gülün dikeni oluyor işte. Her parfüme yenik düşseydim, öpüşmediğim kız kalmazdı değil mi? Kantin çok sesli değildi şimdi. Radyonun sesi bile hafifletilmişti. Bağırmak çağırmak eğlenmek için güzel bir vakit. Elimi şişeye attım. Karşımda Pempe vardı. Dört erkeğin karşısında dört kız. İlk ben çevirdim…
Şişenin ağzı Tuna’ ya peşi Damra’ya gelmişti. Tuna’nın maç öncesi özel isteği üzerine gizli bir organizasyonla yapılanmayı ben yapmış, onları karşı karşıya getirmiştim. Çocuğun bakışları parlıyordu bugün. Aşıktı yahu bu çocuk!
“Doğruluk mu, cesaret mi?” dedi Damra oyunun en resmi haliyle.
“Cesaret,” dedi Tuna basitçe. Saf saf bakmaya başladı Damra’ya. Damra ise düşünmeye başladı. İlk başlarda herkes doğruluk derdi. Kızcağız bu cevaba henüz hazır değildi sanırım. Neyse vakit biraz geçtikten sonra emrini söyledi.
“Madem sen şairsin bize bugüne kadar gün yüzüne çıkarmadığın bir şiirini oku.”
Sanırım Tuna buna dünden razıydı. Hemen ayağa kalktı. “Sessizce dinleyeceksiniz ama,” dedi. Üstünü başını düzeltti. Ufaktan gözlüğüne dokundu. Etrafı süzdü ve başladı şiirine.

Yağmurdan kaçtığım bir gece,
Koştuğum sokağın az ötesinde,
Islanmaktan kurtulduğum mahzende,
Yalnızdım ben kendimle…

Baktım baktım duvarlara,
Resmini hayal ettim siyahlara,
Sonra sanki ben çizmemişim gibi:
Fark ettim seni karanlıklarda!

O an ellerine dokunmak,
Duvarlara dokunmaktı.
Tek dileğim vardı,
O da sana ulaşmaktı…

Bir ses geldi uzaklardan,
Sanki yağmur bitiyordu yavaştan,
Duvardaki sana baktım, son ağlayıştan!
Sana koşmak için ayrıldım oradan!

Ortamda kısa bir sessizlik oldu. Radyo bile susmuştu o an. Sonra şiirin bittiğini fark eden konuşmaya başladı. Damra vay dercesine aşağı doğru kafasını salladı. Kantinciler alkış tuttu hatta. Şişeyi çevirdi Tuna ve Sevinç’e geldi. Sordu ama henüz Pempe cesaret abidesi olmaya hazır değildi. Doğruluğu seçti. Az öncenin aurasından sıvışan Tuna basit bir soru sordu:
“En sevdiğin ders?”
“Matematik elbette,” dedi fazla beklemeden ama Damra ortaya çıktı.
“Hadi be doğruyu söyle, burada ben varım kızım yemezler.”
“Tamam tamam, bir sayısal öğrencisi olarak rezil bir durum ama en sevdiğim ders şu anki ders.” Biri kısık sesle boş ders der gibi oldu. Damra, azarlamaya devam etti.
“Yaniiii?”
“Şey, Edebiyat.”


Şişe döndüğünde ucu Pınar’ı gösteriyordu. O da pek cesaretli gözükmüyordu. Doğru yolda ilerledi. Sevinç sualini sordu.
“Bu masada en çok kime benzetebilirsin kendini ve neden?”
“Hımm, en basit tabiri ile Tuna, çünkü bende de gizli bir şairlik var.”
“Bu milletin kanında var sanırım,” dedim. Pınar çevirdi şişeyi. Epey bir uzun döndü, sonra Firuze’ye geldi. Firuze doğruluk istedi. Pınar sorusunu sordu.
“Radyoda çalacak sıradaki şarkıyı kime armağan edersin bu masada?”
“Resmimi çalan hırsıza, Marslı’ya.”
Şişe ile beraber oyun da dönüyordu. Eğlenceli dakikalar yaşıyorduk hep birlikte.

AZAR ADAM ÖLDÜRÜR MÜ?

Azar adam öldürür mü? Sözlü halinin böyle sonuçları olduğunu bugüne kadar duymamıştım. Sevinç karşımda Orangina içiyor. Ve o içtiği benim bağımlısı olduğum koladan epeyce bir zararlı. İçeriği gizli tutulan iki kola markasına karşı gizli, sadece bende gizli bir duruşum olmasına rağmen, ben bir kola bağımlısıyım. Acaba ben o gizli içerikten dolayı mı, bağımlıyım? Neyse geçelim bunları gelelim fasulyenin, şey Orangina’nın zararlarına. En son Pınar bana sormuştu, sonra ben çevirmiştim ve sıra Sevinç’e gelmişti. O şeyi içtiğinden beri bunun olmasını istiyordum. Oyunun ritüelini bozdum sorumla.

“Şimdi sana ‘Doğruluk mu, cesaret mi?’ diye sormayacağım, ikisinin karışımını önereceğim ve sen bunu kabul etmek zorundasın. Sonuçta birini kabul edeceksin ama ben sana karışık öneriyorum.”
Ortalık sessiz kaldı. Herkes şaşırdı benim aşırı açıklayıcı konuşmama. Ben hep böyleyim ama hep her yönünü açıklamakla geçiniyorum, anlattığım şeylerin. Baktım insanlar sessiz sedasız ilerliyor zamanın yolunda, ben tekrar sesimi çıkardım.
“O içtiğin şeyin içeriğini biliyor musun?”
“Bende beni zorlayacaksın diye korkmuştum. Portakal parçacıklı gazlı içecek!”
“Bak şimdi o gaz ne gazı?”
“Karbon dioksit” diye atıldı Pempe. Ama ağzına tıkacağım bu yanlış cevabı. Ne yapalım oyunun kuralı böyle.
“Kimyan iyi ama okuman sayman pek yok galiba. Karbonmonoksit gazı var onun içinde.”
“O Atilla hocanın bahsettiği zehirli gaz değil mi?” dedi Damra.
“Ölümcül gaz! Okusanıza şunun içeriğini!” Oyunu bırakmış millete ders vermeye başlamıştım. Herkes şaşkınlık içinde şişeye baktı. Gerçekten öyle yazıyordu. Sinan baskı hatası mıdır diye dolaba gitti birkaç şişeye daha baktı. Ama durum gerçek ve vahimdi. Oyunu bırakmış, içeceğin içeriği ile ilgili tartışmaya başlamıştık. Sonra herkesi yine ben susturdum.
“Şimdi Pempe, onu bunu bırak da işin cesaret kısmına gelelim.”
“Evet,”dedi Sevinç, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Hatta yüzünde hala oyunda mısın der gibi bir bakış vardı.
“Şimdi cesaret edip ondan bir yudum daha içecek misin?”
“Yok, bir yudum daha içmem!”
“Kalkın Atilla hocaya gidelim. Söyleyelim ona…”

Masadaki herkes kalktı Osman ve ben dışında. Kafamı masaya koydum. Uyumak istiyordum, uyumalıydım. Evet, yarı uykulu haldeydim şimdi…

SEVGİLİ MESELESİ

Tam uykunun tatlı kollarına yorgun ruhumu bırakmak üzereydim ki, Osman dürtmeye başladı. Hay senin tombul yüzünü mıncıklasın kızlar. Hatta masaj yapsınlar sana, etlerin kızarana kadar. Çiğ köfte bile yaparım lan senden. Öl hemen helvanı yaparım, bol fıstıklı. En çok ben yerim o helvadan, kaç zamandır helva yemiyorum lan ben!

“Kankaaa!” Kafamı kaldırmadan cevap verdim.
“Heeeee.”
“Kanka, kız arkadaşın var mı senin?”
“Evet.”
“Ne zamanlar görüşüyorsunuz?”
“Her akşam.”
“Nerede oturuyor?”
“Bana bayağı bir yakın.”
“Telefonla mı görüşüyorsunuz?”
“Hayır, yüz yüze.”
“Sarışın mı?”
“Hayır.”
“Esmer?”
“Oldukça zenci.”
“Buluştukça neler yapıyorsunuz?”
“Koklaşıyoruz.”
“Oooo sen işi ilerletmişsin...”
“En başından beri böyleydi.”
“Nasıl yani beşik kertmesi misiniz?”
“Allah'ın kedisiyle ne beşik kertmesi?”
“Ama ben...”
“Lan sen bilmiyor musun benim kediyi, ne sorup duruyorsun?” Ah Osman ah! O başlamadan ben yine laf çıkardım.
“Of Osman! Saflığın üzerinde yine bugün, aşık mı oldun lan sen?”
“Yok be, on dört şubat yaklaşıyor, ama bizim hala sevgilimiz yok.”
“Aman ben de bir şey var sandım, çok lazım değil bana, git bul kendine bir tane. Okul hatun dolu lan!”
Saf saf bakınıyordu Osman, bense tekrar uyuyabilir miyim diye düşünüyordum. Teneffüse az kalmıştı. Kafamı masaya vurdum. Yerdeki karolara bakmaya başladım. Yerler temizdi. Bulut dalgası deseni vardı karolarda. Desenler çıkarmaya çalıştım, resimler…
...

FELSEFE MAÇI


Teneffüste kantin kalabalıklaştı. Yere bakıyordum ama yanımdan geçenlerin seslerini duyabiliyordum. Kantini dinliyorum, gözlerim kapalı… Önce bir Nazlı geçiyor, güzel kız. Topuklu ayakkabı çok yakışır bu kıza. Keşke okulda topukluya izin olsa… Karşımda oturan tombulun diğer öğrencilerle selamlaşma sesleri geliyor arada. Martı sesleri gibi kantin sırasındakilerin kavgalarını bile duyabiliyorum. Fuat hocanın sesini duyuyorum şimdi. Sanırım nöbetçi olan o. Yüzünde buruşuklar var, belki altmış belki yetmişli yaşlarda kendisi. Oldukça yaşlı bir adam… Bizim dersimize girmediği için şanslı hissediyorum kendimi; bilmediğim sebeplerden dolayı. Tost kokusu bile geldi burnuma, salça kokusu yoğundu. Sanırım tost bizim masaya ve sahibi de masanın çevresindeki, az önce yuvarlak masa insanlarının oturduğu sandalyelerden birine oturdu. Ses geldi, sesi anında tanıdım. Bizim Koray’dı bu.
“Baro kalk lan, kalk! Sana bir şey soracağım.” Yarı uykuluydum, aslında halimden oldukça memnundum. Ama Koray kırılmaması gereken bir arkadaştı. Ve naz çeken biri de değildi. Kafamı kaldırdım, kumral yüze baktım, kahve gözlere…
“Ya ağaçlar uçabilselerdi daha erken ölür müydün?”
“Anlamadım?”
“Felsefi bir soru işte!”
“Ha o bakımdan, bana yarım dakika ver.”
“Yarım dakika, haa tamam,” dedi dağınık bakışlarını toparlıyordu. Biraz uzunca düşündüm hatta kaliteli düşünmek için kafamı masaya vurmayı bile düşündüm. Bu masa da amma vurdumduymaz oldu be. Hep ben mi vuracağım arada sen vur, bak karşımdakine ben vuramıyorum işte!
“Ağaçların uçabiliyor olması fantastik olurdu ve böyle bir dünyada; psikolojik olarak erken ölmenin peşinde kesinlikle olmazdım. Sonra: Bu soruyu daha bir kuş bakışı cevaplamak gerekirse; Ağaçların uçtuğu bir dünyada elbette ölümler daha kolay olacakmış gibi görünür bu dünyadan ama o dünyanın şartlarını düşünecek olursak tam tersine daha zor ölürdü insanlar. En azından deldikleri atmosferi canlı canlı görürlerdi. Ve bu dünyanın bakış açısıyla bile o ölen çoğunluğun içinde olmazdım ben. Her halükarda, ben daha uzun yaşardım. Ne kadar egoistim değil mi?” Ona uzun cevabı bilerek verdim. Çünkü istediği buydu. İnsanlara istediklerini vermek güzel duygu, güzel haz… Ben egoist miyim?
“Evet, bir egoistlik var.”
“Şimdi nereden çıktı bu soru?”
“Uykusuz insanlarla felsefi konuşmak gerekir, zira çok uyuyan insanlar beyinlerini uyuşturdukları için hiç bir bok anlamazlar”
“Ben hiç ve hiçbir şey anlamıyorum demektir.”
“Sen kaidelerin ortak istisnasısın!”
“Koray, zil çalmak üzere git sınıfına, biz burada yuvarlak masa insanları ile ikinci etabı yapacağız.”
Koray sözelciydi. Ama felsefeden gıdım anlamazdı. Aristo’yu bile tanımazdı. Sokrates ne der bak: ‘Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.’ Bu çocuk bilmiyor bunları Jaspers’i, Platon’u, Descartes’i… Bir sayısalcı olarak ben düşünsel yapıda en azından ondan iyiydim. O ise iyi bir tarihçiydi. Felsefenin tarihsel yüzünü öğrendikçe benden iyi olmaya başlıyor. Bakalım biz ne olacağız… Kesin felsefeci bir soru attı sınıfa, bu da benden tüyo almaya geldi, daha fazlası değil.

SAĞLIK BAKANLIĞI’NA ŞİKAYET ETTİK BİZ!

Teneffüs bitmiş, bizimkiler gelmişti. Pek bir heyecanlıydılar. Sevinç saçımdan tuttuğu gibi kafamı kaldırmış, onlara bakmamı sağlamıştı. Bütün ekip buradaydı. Onların heyecanını dindirmeliydim. Susturdum onları, dün akşamki keşfimi anlatacaktım onlara.

“Şimdi siz insanlığa dün akşam keşfettiğim bir tadın hikayesini anlatayım. Sonra siz heyecanınıza devam edersiniz… Dün bizim oradaki kuruyemişçinin önünden geçerken içeride fıstık gördüm. Çok güzeldi, kısa bir şortu vardı. Esmer ve kıvırcık saçlıydı. Gözleri mavi parfümü de çikolatalıydı. Onu ısırmamak için kendimi nasıl tuttum bilmiyorum. İşin kötü tarafı dışarıdaki makinede fıstık kavruluyor, benimkisi kadar mis kokuyordu.” Küçük tokadı yemiştim Sevinç’ten. O konuştu.
“Nasıl seninki oldu ki kızcağız?”
“Beni bilmiyor musun kızım, platonik dikenler batar hep totoma.”
“Acıdım bak şimdi kızcağıza, kim bilir başka ne fanteziler kurdun bitter bitter…”
“Dur anlatayım!”
“Tamam, hadi devam et.”
“Kızın yüzüne baka baka, Güven abi, bana yarım kilo şu yeni kavrulmuş fıstıktan versene, dedim. Kız bana gülümsedi, onda da var bir şeyler.” Gülmeye başladılar. Ama ben umursamadan anlatmaya devam edince tekrar dinlemeye başladılar. “Önce fıstık çıktı dükkandan, ben de Güven abiye sordum. Bizim arka siteye taşınmışlar. Evet, şansımın açıldığını bile düşünmeye başladım. Eve gittim, kendime kahve yaptım. Kahve ile fıstığı yiyordum oyun oynarken. Oyunu duraklattım, aklıma bir şey gelmişti. Acayip bir fantezi, belki benden iğreneceksiniz ama… Ben o fıstıkları bir güzel soydum, termos kupamın içine attım, kahvenin içinde fıstık yemek daha güzel oluyor, denemelisiniz. Evet, kesinlikle deneyin, ama yerken sakın benim fıstığımı düşünmeyin!” Firuze ters ters bakıyordu, dövecek gibi. Döverse ağlardım belki de, psikolojik olarak karışıktım şu an.
“Ne bakıyorsun sen bana, dövecek gibi!”
“Siktir git!” Pempe’ ye baktım.
“Oğlum acıyorum var ya sana, ayrıca seni alacak kıza da. O kıza çok acıyorum. Sen etrafına bir acınasılık satıyorsun. Sakın bana bulaştırma!”

Ortalık sakinleştiğinde Sinan olayı anlattı. Kimyacının yanına gitmişlerdi. Olayı anlatmışlardı. Atilla hoca bile çok şaşmıştı bu duruma. Olanlar olmuş Sağlık Bakanlığı’na bir mektup yazmıştı Atilla hoca, bizimkilerin yanında. Son olarak hoca müdürün yanına gitmiş, bizimkiler de kantine gelmişti.

Az sonra Müdür ile Atilla hoca girdi kantine. Atilla hoca uzun boylu ve oldukça cüsseli idi. Bir o kadar da karizmatikti. Müdür ise kısa, şişko, ufak, gözlüklü bir adamdı. Atilla hoca sakin, oldukça sakindi. Müdür, gözlüğünü aşağı sarkıtmış, gözlüğünü daha aşağı kaydırmak istercesine gözlüğün üstünden sinirli bakışı ile girdi içeri. Dolaba yöneldiler, bir süre Orangina’ lara baktılar. Kantinci Ahmet abi henüz olaydan bir haber onların yanında bitti. Merakla ve sessizce bir cevap almak istiyordu. Bu tenekeden çıkma baskının sebebi neydi? Atilla hoca durumu anlamış olacak ki, anlatmaya başladı. Ama tersten… Sinirli olduğunda tersten anlatırdı.
“Sağlık Bakanlığı’na şikayet ettik biz.”
“Neyi?”
“Sağlık bakanlığına şikayet mektubu yazdım zararlı diye.”
“Neden yazdınız?”
“Çocuklar söyledi, onlar benim öğrencim. Dikkatli çocuklar.”
“Zararlı olan ne?”
“Karbon monoksit, normalde çok daha az zararlı karbondioksit kullanılır bu tür içeceklerde.”
“Orangina mı zararlı olan.”
“Evet.”
“Olayı bir de düzden anlatsanız hocam.”
“Şu gördüğün kahraman çocuk (Beni işaret ediyordu.) bu içecekte karbon monoksit olduğunu fark etmiş. Sonra diğerleri geldi bana anlattılar. Bende Sağlık Bakanlığı’na mektup yazdım APS ile yolladım. Kısacası bu içecek ölümcül.” Müdür ilk kez konuştu. Gözlüğünü düzeltti, üstten bakmaktan vazgeçmiş gibiydi. Kafası dikleşince kelini görmeye başlamıştık, saçları aşağılara saklanmıştı. Zira gözlüğünün üstünden bakarken, başını biraz öne eğer; arkadan keli gözükmezdi, önde gösteri yapardı.
“Ahmet Bey, topluyoruz bu içecekleri, iade ediyoruz.” Ahmet abi sonunda olayı çakmış, ama köşeye sıkışmış gibi istenilen cevabı vermek zorunda kalmıştı.
“Peki hocam, hemen.”
Müdür eliyle gözlüğünü tekrar aşağı çekti, tepesinden bana bakmaya başladı yanıma geldi, saçımı okşadı ve gitti. Geberesice… Sonra Atilla hoca geçti arkasından, sessizce geçip gitti.

İKİNCİ SEANS

İkinci seansın başlaması için hiçbir engel yoktu. Bu sefer herkes bir ayrı havadaydı. Cesaret turu da diyeceğiz sanırım bu seansa. Sinan’ın gözleri parlıyordu. Sevinç, Damra ve Firuze sinsice bakıyorlardı. Pınar dedikodu ile meşguldü. Tuna ve Osman ise on dört Şubatı düşünüyorlardı sanırım, ikisi de romantizm abidesi gibiydiler. Benim bile uykum yoktu. Çılgınlık yapmamak elde değildi. Boş su şişesini aldım ve masadan kalktım. “Nereye” diye soranlar oldu ama cevapsız bıraktım. Kantinden dışarıya çıktım. Bahçedeki musluklardan içine biraz su doldurdum. Kantine tekrar geri döndüm. Şişeyi gizlice sıktım. Herkes meraklı gözlerle beni izliyordu. Firuze gözlerini kısmıştı, korkar gibi. Sinan’ın gözleri dört dönüyordu. Osman burnunu yukarı kaldırmıştı. İçlerinde en sakini Tuna idi, o hala duygusal takılıyordu. Pempe, gözlerini bana dikmişti, bir ara gözlerinden bir kurşunun çıkıp beni alnımdan vuracağını sandım. Bir şey demeden sandalyeye oturdum. Müziğin geçiş yapacağı anı bekledim, ses azaldığı vakit, şişenin kapağını araladım ve kapak birden fırladı. O anda çalkaladığım şişeden su damlacıkları fışkırdı. Bağırışlar çıktı meydane, hepsi bir birinden şahane. Sessizliği başlatmak gibi durdurmak da bana düşmüştü. Herkesin üstü ıslanmıştı üstelik. En temiz Firuze idi. Masaya ve bana en uzak olan oydu çünkü.

“Sessiz olun lütfen, sınıftan hoca gelecek ebediyete kadar susturacak sonra bizi.”
“Olum sen manyak mısın?”
“Sen öyle dediysen olabilir.”
“Bir de duş aldırsaydın bari!”
“Bundan sonra su savaşı yapalım o zaman.”
“Fena fikir değil.”
“Hadi başlayalım.”
Kısa bir süre sonra herkes sakinleşmişti ve oyun tekrar hazırdı. Sevinç şişeyi çevirdi.
Şişe Sinan'ı gösterdi. Sevinç klasik soruyu sordu. Sinan doğruluğu seçti.
"Pekiiiiiii, bize en rezil olduğun zaman yaşadıklarını anlat."
"Tamam, bir düşüneyim. Sanırım geçen sene mart ayında oldu. Deniz ısınmış, ben de arkadaşlarımla denize gitmiştim. Denizden çıkmış üstümüzü değiştirmiştik. Bir bankta oturmuş konuşuyorduk. Sonra bir kavga çıktı, küfürleştik falan. Kavga ettiğim arkadaş, sahile gittiğimiz arabanın sahibiydi. Sonra onlar gitti ben de bir süre daha bankta kaldım. Cebimde beş kuruş para kalmamıştı. Telefonum da yok. Malumunuz yürüye yürüye Lara'dan benim eve uzun bir yolculuğa başladım. "
"Rezillik bu mu? Yolda kalman mı?" Sazan gibi atladı Firuze, oysa Sinan henüz susmamıştı.
"Hikaye henüz atraksiyon yapmadı, bir izin ver!"
"Devam et hadi." Emir yoktu Sevinç'in sesinde.
"Yolun bir kısmını yürüdüm, Metropol Çarşısı'nın oralardaydım, yağmur çiselemeye başladı. Vakit öğleni yeni geçmişti ama güneşten eser yoktu. Hava bir güzel kararıyordu. Havanın tam anlamıyla kararması ve yolları suyla cümbüş ettirecek yağmurun artmasıyla geçen o kısacık zamanda anca yarım kilometre yürüdüm. Bir güzel ıslanmaya başladım. Sırılsıklam oldum ki, başıma daha kötüsü de geldi. Arabanın biri üstüme bir güzel pis su attı. Hem ıslak, hem kirli hem de yorgundum. Narenciye kavşağının orada bir de ayağım kaydı, kıçım da bir güzel battı. Sonra oradaki bir parkta oturdum, yorgunluğum biraz dinince yola devam ederim diye. Yağmur gürül gürül akıyordu resmen gökten. O parkta yağmura aşık oldum ben. Acayip saygı duydum, parktaki ıslak toprak ve çimen kokusu mest etti. Rezilliğimi unutmuş coşkuyla dolmuştum. Üşümüyordum, hava ılıktı. Bana bakan gözleri hissediyordum. Ben sadece damlalara bakıyordum. Eve gittiğimde annemin naraları beni kendime getirdi ama biçare aşık olmuştum bir kere. O gündür bu gündür şemsiyeleri pek sevmem."

SON PERDE: AŞK

Herkesin yüzünde gülücükler belirdi. Sinan kendini toparlayıp, şişeyi yuvarladı. Tuna’ya geldi. Malum soruya Tuna cesaret dedi ve iklim değişti.
"Madem aramızda bir şair var bu fırsatı değerlendirmeliyiz, bize bir şiir daha oku."
"Peki, ama bu sefer aşk şiiri olmayacak."
"Kabul." Ve Tuna başladı:
"KURABİYE
Çikolatalı kurabiye yapmıştı annem,
Uslu çocuk olacaktım o akşam,
Mutfağa girdim, kurabiyeye baktım;
Yan yan...

Annem gülümsedi bana sakince,
Elimi attım annem dönünce,
Titredi elim, kurabiye düştü yere;
Un ufak...

Geri döndü annem birden,
Sertçe baktı bana en keskininden,
Ödüm koptu orta yerinden;
Kaç kaç!...

Korkudan dondum kaldım gözlerine,
Başladı annem uzun nağmelerine,
Kaşları da çattı, burnunun üstünde;
Zik zak...

O an beni kim kurtaracak, düşünüyordum,
Annem konuşuyor, ben dinliyordum,
Babam geldi gelecek, bekliyordum,
Geldi de;
Ding dong...
"
Bütün ahali, o ara kantinde ikamet eden bir kaç öğrenci, biz ve hatta kantinciler bile dinlemişti şiiri, ahali kahkahalarla coştu. Kahkahalar dindiğinde Tuna şişeye yöneldi. Tebrikleri kabul etti. Şişeyi çevirdi. Talih odur ki, şişe Damra'yı gösterdi. Tuna bir anda kızıllaştı, Damra gülümsedi. Damra da cesareti seçmişti. Tuna biraz düşünmek istedi, bu bir fırsattı. Bulduğu fikir için cesarete daha çok ihtiyacı olan kendisiydi.
"Şimdi sana bir teklifte bulunacağım, cevabın olumsuz olursa bu teklifi hiç duymamış sayacaksın kabul mü?"
"Peki."
Tuna epey bir bekledi. Cesaretini topluyor, kelimelerini dizmeye çabalıyordu. Geçen dakikaların farkında değildi. Sessizlik bozulmuştu, masadakiler konuşmaya başlamıştı. Sonunda Tuna kendini topladığını belli etti. O konuşmaya başlamadan sessizlik geri gelmiş herkes yine ona dikkat kesilmişti, meraklıydı masa.
"Sana aşık şu adama kalbinde yer var mı? Cesaretin var mı aşka?"
Artık Damra da kızarmıştı. Yüreği sapasağlamdı bu kızın, ama o kaideler yok olmuştu sanki o anda. İçtekini kolay kolay dışa vurmazdı, ama düzeni bozulmuştu, cevap vermeye yüreği el vermiyor, suskun suskun bekliyordu. 'Ooooo' sesleri başladı ve bir anda çoğaldı. Sonrasında masa boşaldı. Aslında iki kişi vardı masada. Ama birbirine bakan iki domates başka alemlerdeydi. Yok sayabilirdiniz onları...


Not: Bu seriye şimdilik burada son verdim. Şimdilik: Belki ilerde ilham gelir yine yazabilirim.