LİSE YILLARI 6 DOĞRULUK MU, CESARET Mİ?
Yuvarlak bir masa, dört erkek, dört kız. Ortada boş bir su şişesi, bir aşkın filizlenişi, cesaret şovları, doğruluk abideleri… Yalan avcısı, Yağmurun oğlu, Sarıkız, Kocaman, Marslı, Pempe, Sosyete çocuğu, Sıska Şair hepsi bu masada… Doğruluk mu Cesaret mi? Hadi biraz şişe çevirelim…
MARSLI
LİSE YILLARI 6: DOĞRULUK MU CESARET Mİ?
Dikdörtgendi bizim okulun kantini. Bu dikdörtgenin bir köşesi satış bölümüydü. Ve L harfi şeklinde kıraathanesi vardı ama kağıt, okey gibi oyunlar oynama şansımız yoktu, diğer bütün okullarda olduğu gibi… Olması da lazım değildi. Duvarları açık sarı boyalıydı sanırım. Koca dikdörtgenin orta alanında birkaç kolon vardı. Bu kolonlarda ufak hoparlörler asılıydı. Gıcık bir öğretmen olmadığı sürece müzik çalardı radyodan. Okulun genel hoparlörlerinden müzik çaldığını hatırlamıyorum. Bir dönem çalmış da olabilir tabii ki. Kantinin iki yanağı pencerelerle besleniyordu. Işık ihtiyacını bu pencereler gideriyordu. Plastik masa ve sandalyelerimiz vardı. Teneffüslerde sıkış tıkış olurdu. Etekli kızlar ve pantolonlu oğlanlar doldururdu. Ve öğretmenler gelirdi kantine, onlara özel iki tane üzeri örtülü masa vardı. Penceresiz yanaklarının tam ortasında iki kapı vardı biri bahçeye diğeri okulun içine ulaşırdı. Kantin hep sosis kokardı. Diğer kantinciler farklı ürünleri denemeyi pek sevmezler sanırım ama bizimkiler bu konuda oldukça cesaretliydiler. Bir ara kabuksuz ay çekirdeği gelmişti. Sonra şu sıralar içecek piyasasına farklı bir boyut getiren portakal parçacıklı içeceğin bir benzerini getirmişlerdi. İçeceğin adını reklam amaçsız vereceğim. Çünkü hikayemde onu kötüleyeceğim. Bu gizli ürün yerleştirmeleri barındırmayacak bir öykü serisidir!
ISINMA TURLARI
“Ey cemaati masasilin! Yok bu ilaç adı gibi oldu, biraz düşünelim...”
Kafayı masaya vurdum, uyku şekline büründüm, uyumadım. Ama işe yaradı, saksı çalıştı…
“Siz yuvarlak masa insanları şimdi burada oturuyorsunuz ya, oturun ve oyun bitene kadar kalkmayın. Kalkacaksanız da şimdi kalkın, sonra mızıkçılık yok! Oyunun kurallarını bilmiyordum yapmak yok, hepinizin yaşı Kemal’e olmasa da Mazhar’ a ermiş. Hem madem bilmiyordun neden oturdun derim. Neyse bırakalım yaygarayı bulalım şişeyi. Yahu arkadaş masa burada siz buradasınız, aranızda bir aklı tepesinde ademoğlu yok mu şuraya bir şişe ile otursun, biz de onu çevirelim. Çok konuştum ben, siz şişe bulun hadi!”
Yığıldım sandalyeye ve uykuya daldım. Açılış konuşması güzeldi, uykuya dalmak kadar. Ama koskoca kantinde çevirmelik bir şişe bulmak zor değildi, oynamak kadar. Arkadaşlarım buldu, geldi ve hemen beni uyandırdılar. Ben henüz başlamamıştım krem karamelli rüyalara. Neyse canım kaçamak yapmaya gerek yok şimdi. Şimdi eğlenme zamanı değil mi? Allah’tan bugün Nazife hocanın dersi vardı. Yoksa boş dersimizi itina ile doldururdu. Yahu bu kadının müdürün odasında ilanı falan mı var, ‘Boş Dersler İtina İle Doldurulur’ diye. Coğrafyacı Nazife hoca, gayet eğlenceli bir kadın. Lakin her gülün dikeni oluyor işte. Her parfüme yenik düşseydim, öpüşmediğim kız kalmazdı değil mi? Kantin çok sesli değildi şimdi. Radyonun sesi bile hafifletilmişti. Bağırmak çağırmak eğlenmek için güzel bir vakit. Elimi şişeye attım. Karşımda Pempe vardı. Dört erkeğin karşısında dört kız. İlk ben çevirdim…
Şişenin ağzı Tuna’ ya peşi Damra’ya gelmişti. Tuna’nın maç öncesi özel isteği üzerine gizli bir organizasyonla yapılanmayı ben yapmış, onları karşı karşıya getirmiştim. Çocuğun bakışları parlıyordu bugün. Aşıktı yahu bu çocuk!
“Doğruluk mu, cesaret mi?” dedi Damra oyunun en resmi haliyle.
“Cesaret,” dedi Tuna basitçe. Saf saf bakmaya başladı Damra’ya. Damra ise düşünmeye başladı. İlk başlarda herkes doğruluk derdi. Kızcağız bu cevaba henüz hazır değildi sanırım. Neyse vakit biraz geçtikten sonra emrini söyledi.
“Madem sen şairsin bize bugüne kadar gün yüzüne çıkarmadığın bir şiirini oku.”
Sanırım Tuna buna dünden razıydı. Hemen ayağa kalktı. “Sessizce dinleyeceksiniz ama,” dedi. Üstünü başını düzeltti. Ufaktan gözlüğüne dokundu. Etrafı süzdü ve başladı şiirine.
“
Yağmurdan kaçtığım bir gece,
Koştuğum sokağın az ötesinde,
Islanmaktan kurtulduğum mahzende,
Yalnızdım ben kendimle…
Baktım baktım duvarlara,
Resmini hayal ettim siyahlara,
Sonra sanki ben çizmemişim gibi:
Fark ettim seni karanlıklarda!
O an ellerine dokunmak,
Duvarlara dokunmaktı.
Tek dileğim vardı,
O da sana ulaşmaktı…
Bir ses geldi uzaklardan,
Sanki yağmur bitiyordu yavaştan,
Duvardaki sana baktım, son ağlayıştan!
Sana koşmak için ayrıldım oradan!
”
Ortamda kısa bir sessizlik oldu. Radyo bile susmuştu o an. Sonra şiirin bittiğini fark eden konuşmaya başladı. Damra vay dercesine aşağı doğru kafasını salladı. Kantinciler alkış tuttu hatta. Şişeyi çevirdi Tuna ve Sevinç’e geldi. Sordu ama henüz Pempe cesaret abidesi olmaya hazır değildi. Doğruluğu seçti. Az öncenin aurasından sıvışan Tuna basit bir soru sordu:
“En sevdiğin ders?”
“Matematik elbette,” dedi fazla beklemeden ama Damra ortaya çıktı.
“Hadi be doğruyu söyle, burada ben varım kızım yemezler.”
“Tamam tamam, bir sayısal öğrencisi olarak rezil bir durum ama en sevdiğim ders şu anki ders.” Biri kısık sesle boş ders der gibi oldu. Damra, azarlamaya devam etti.
“Yaniiii?”
“Şey, Edebiyat.”
…
Şişe döndüğünde ucu Pınar’ı gösteriyordu. O da pek cesaretli gözükmüyordu. Doğru yolda ilerledi. Sevinç sualini sordu.
“Bu masada en çok kime benzetebilirsin kendini ve neden?”
“Hımm, en basit tabiri ile Tuna, çünkü bende de gizli bir şairlik var.”
“Bu milletin kanında var sanırım,” dedim. Pınar çevirdi şişeyi. Epey bir uzun döndü, sonra Firuze’ye geldi. Firuze doğruluk istedi. Pınar sorusunu sordu.
“Radyoda çalacak sıradaki şarkıyı kime armağan edersin bu masada?”
“Resmimi çalan hırsıza, Marslı’ya.”
Şişe ile beraber oyun da dönüyordu. Eğlenceli dakikalar yaşıyorduk hep birlikte.
AZAR ADAM ÖLDÜRÜR MÜ?
Azar adam öldürür mü? Sözlü halinin böyle sonuçları olduğunu bugüne kadar duymamıştım. Sevinç karşımda Orangina içiyor. Ve o içtiği benim bağımlısı olduğum koladan epeyce bir zararlı. İçeriği gizli tutulan iki kola markasına karşı gizli, sadece bende gizli bir duruşum olmasına rağmen, ben bir kola bağımlısıyım. Acaba ben o gizli içerikten dolayı mı, bağımlıyım? Neyse geçelim bunları gelelim fasulyenin, şey Orangina’nın zararlarına. En son Pınar bana sormuştu, sonra ben çevirmiştim ve sıra Sevinç’e gelmişti. O şeyi içtiğinden beri bunun olmasını istiyordum. Oyunun ritüelini bozdum sorumla.
“Şimdi sana ‘Doğruluk mu, cesaret mi?’ diye sormayacağım, ikisinin karışımını önereceğim ve sen bunu kabul etmek zorundasın. Sonuçta birini kabul edeceksin ama ben sana karışık öneriyorum.”
Ortalık sessiz kaldı. Herkes şaşırdı benim aşırı açıklayıcı konuşmama. Ben hep böyleyim ama hep her yönünü açıklamakla geçiniyorum, anlattığım şeylerin. Baktım insanlar sessiz sedasız ilerliyor zamanın yolunda, ben tekrar sesimi çıkardım.
“O içtiğin şeyin içeriğini biliyor musun?”
“Bende beni zorlayacaksın diye korkmuştum. Portakal parçacıklı gazlı içecek!”
“Bak şimdi o gaz ne gazı?”
“Karbon dioksit” diye atıldı Pempe. Ama ağzına tıkacağım bu yanlış cevabı. Ne yapalım oyunun kuralı böyle.
“Kimyan iyi ama okuman sayman pek yok galiba. Karbonmonoksit gazı var onun içinde.”
“O Atilla hocanın bahsettiği zehirli gaz değil mi?” dedi Damra.
“Ölümcül gaz! Okusanıza şunun içeriğini!” Oyunu bırakmış millete ders vermeye başlamıştım. Herkes şaşkınlık içinde şişeye baktı. Gerçekten öyle yazıyordu. Sinan baskı hatası mıdır diye dolaba gitti birkaç şişeye daha baktı. Ama durum gerçek ve vahimdi. Oyunu bırakmış, içeceğin içeriği ile ilgili tartışmaya başlamıştık. Sonra herkesi yine ben susturdum.
“Şimdi Pempe, onu bunu bırak da işin cesaret kısmına gelelim.”
“Evet,”dedi Sevinç, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Hatta yüzünde hala oyunda mısın der gibi bir bakış vardı.
“Şimdi cesaret edip ondan bir yudum daha içecek misin?”
“Yok, bir yudum daha içmem!”
“Kalkın Atilla hocaya gidelim. Söyleyelim ona…”
Masadaki herkes kalktı Osman ve ben dışında. Kafamı masaya koydum. Uyumak istiyordum, uyumalıydım. Evet, yarı uykulu haldeydim şimdi…
SEVGİLİ MESELESİ
Tam uykunun tatlı kollarına yorgun ruhumu bırakmak üzereydim ki, Osman dürtmeye başladı. Hay senin tombul yüzünü mıncıklasın kızlar. Hatta masaj yapsınlar sana, etlerin kızarana kadar. Çiğ köfte bile yaparım lan senden. Öl hemen helvanı yaparım, bol fıstıklı. En çok ben yerim o helvadan, kaç zamandır helva yemiyorum lan ben!
“Kankaaa!” Kafamı kaldırmadan cevap verdim.
“Heeeee.”
“Kanka, kız arkadaşın var mı senin?”
“Evet.”
“Ne zamanlar görüşüyorsunuz?”
“Her akşam.”
“Nerede oturuyor?”
“Bana bayağı bir yakın.”
“Telefonla mı görüşüyorsunuz?”
“Hayır, yüz yüze.”
“Sarışın mı?”
“Hayır.”
“Esmer?”
“Oldukça zenci.”
“Buluştukça neler yapıyorsunuz?”
“Koklaşıyoruz.”
“Oooo sen işi ilerletmişsin...”
“En başından beri böyleydi.”
“Nasıl yani beşik kertmesi misiniz?”
“Allah'ın kedisiyle ne beşik kertmesi?”
“Ama ben...”
“Lan sen bilmiyor musun benim kediyi, ne sorup duruyorsun?” Ah Osman ah! O başlamadan ben yine laf çıkardım.
“Of Osman! Saflığın üzerinde yine bugün, aşık mı oldun lan sen?”
“Yok be, on dört şubat yaklaşıyor, ama bizim hala sevgilimiz yok.”
“Aman ben de bir şey var sandım, çok lazım değil bana, git bul kendine bir tane. Okul hatun dolu lan!”
Saf saf bakınıyordu Osman, bense tekrar uyuyabilir miyim diye düşünüyordum. Teneffüse az kalmıştı. Kafamı masaya vurdum. Yerdeki karolara bakmaya başladım. Yerler temizdi. Bulut dalgası deseni vardı karolarda. Desenler çıkarmaya çalıştım, resimler…
...
FELSEFE MAÇI
Teneffüste kantin kalabalıklaştı. Yere bakıyordum ama yanımdan geçenlerin seslerini duyabiliyordum. Kantini dinliyorum, gözlerim kapalı… Önce bir Nazlı geçiyor, güzel kız. Topuklu ayakkabı çok yakışır bu kıza. Keşke okulda topukluya izin olsa… Karşımda oturan tombulun diğer öğrencilerle selamlaşma sesleri geliyor arada. Martı sesleri gibi kantin sırasındakilerin kavgalarını bile duyabiliyorum. Fuat hocanın sesini duyuyorum şimdi. Sanırım nöbetçi olan o. Yüzünde buruşuklar var, belki altmış belki yetmişli yaşlarda kendisi. Oldukça yaşlı bir adam… Bizim dersimize girmediği için şanslı hissediyorum kendimi; bilmediğim sebeplerden dolayı. Tost kokusu bile geldi burnuma, salça kokusu yoğundu. Sanırım tost bizim masaya ve sahibi de masanın çevresindeki, az önce yuvarlak masa insanlarının oturduğu sandalyelerden birine oturdu. Ses geldi, sesi anında tanıdım. Bizim Koray’dı bu.
“Baro kalk lan, kalk! Sana bir şey soracağım.” Yarı uykuluydum, aslında halimden oldukça memnundum. Ama Koray kırılmaması gereken bir arkadaştı. Ve naz çeken biri de değildi. Kafamı kaldırdım, kumral yüze baktım, kahve gözlere…
“Ya ağaçlar uçabilselerdi daha erken ölür müydün?”
“Anlamadım?”
“Felsefi bir soru işte!”
“Ha o bakımdan, bana yarım dakika ver.”
“Yarım dakika, haa tamam,” dedi dağınık bakışlarını toparlıyordu. Biraz uzunca düşündüm hatta kaliteli düşünmek için kafamı masaya vurmayı bile düşündüm. Bu masa da amma vurdumduymaz oldu be. Hep ben mi vuracağım arada sen vur, bak karşımdakine ben vuramıyorum işte!
“Ağaçların uçabiliyor olması fantastik olurdu ve böyle bir dünyada; psikolojik olarak erken ölmenin peşinde kesinlikle olmazdım. Sonra: Bu soruyu daha bir kuş bakışı cevaplamak gerekirse; Ağaçların uçtuğu bir dünyada elbette ölümler daha kolay olacakmış gibi görünür bu dünyadan ama o dünyanın şartlarını düşünecek olursak tam tersine daha zor ölürdü insanlar. En azından deldikleri atmosferi canlı canlı görürlerdi. Ve bu dünyanın bakış açısıyla bile o ölen çoğunluğun içinde olmazdım ben. Her halükarda, ben daha uzun yaşardım. Ne kadar egoistim değil mi?” Ona uzun cevabı bilerek verdim. Çünkü istediği buydu. İnsanlara istediklerini vermek güzel duygu, güzel haz… Ben egoist miyim?
“Evet, bir egoistlik var.”
“Şimdi nereden çıktı bu soru?”
“Uykusuz insanlarla felsefi konuşmak gerekir, zira çok uyuyan insanlar beyinlerini uyuşturdukları için hiç bir bok anlamazlar”
“Ben hiç ve hiçbir şey anlamıyorum demektir.”
“Sen kaidelerin ortak istisnasısın!”
“Koray, zil çalmak üzere git sınıfına, biz burada yuvarlak masa insanları ile ikinci etabı yapacağız.”
Koray sözelciydi. Ama felsefeden gıdım anlamazdı. Aristo’yu bile tanımazdı. Sokrates ne der bak: ‘Felsefe, neleri bilmediğini bilmektir.’ Bu çocuk bilmiyor bunları Jaspers’i, Platon’u, Descartes’i… Bir sayısalcı olarak ben düşünsel yapıda en azından ondan iyiydim. O ise iyi bir tarihçiydi. Felsefenin tarihsel yüzünü öğrendikçe benden iyi olmaya başlıyor. Bakalım biz ne olacağız… Kesin felsefeci bir soru attı sınıfa, bu da benden tüyo almaya geldi, daha fazlası değil.
SAĞLIK BAKANLIĞI’NA ŞİKAYET ETTİK BİZ!
Teneffüs bitmiş, bizimkiler gelmişti. Pek bir heyecanlıydılar. Sevinç saçımdan tuttuğu gibi kafamı kaldırmış, onlara bakmamı sağlamıştı. Bütün ekip buradaydı. Onların heyecanını dindirmeliydim. Susturdum onları, dün akşamki keşfimi anlatacaktım onlara.
“Şimdi siz insanlığa dün akşam keşfettiğim bir tadın hikayesini anlatayım. Sonra siz heyecanınıza devam edersiniz… Dün bizim oradaki kuruyemişçinin önünden geçerken içeride fıstık gördüm. Çok güzeldi, kısa bir şortu vardı. Esmer ve kıvırcık saçlıydı. Gözleri mavi parfümü de çikolatalıydı. Onu ısırmamak için kendimi nasıl tuttum bilmiyorum. İşin kötü tarafı dışarıdaki makinede fıstık kavruluyor, benimkisi kadar mis kokuyordu.” Küçük tokadı yemiştim Sevinç’ten. O konuştu.
“Nasıl seninki oldu ki kızcağız?”
“Beni bilmiyor musun kızım, platonik dikenler batar hep totoma.”
“Acıdım bak şimdi kızcağıza, kim bilir başka ne fanteziler kurdun bitter bitter…”
“Dur anlatayım!”
“Tamam, hadi devam et.”
“Kızın yüzüne baka baka, Güven abi, bana yarım kilo şu yeni kavrulmuş fıstıktan versene, dedim. Kız bana gülümsedi, onda da var bir şeyler.” Gülmeye başladılar. Ama ben umursamadan anlatmaya devam edince tekrar dinlemeye başladılar. “Önce fıstık çıktı dükkandan, ben de Güven abiye sordum. Bizim arka siteye taşınmışlar. Evet, şansımın açıldığını bile düşünmeye başladım. Eve gittim, kendime kahve yaptım. Kahve ile fıstığı yiyordum oyun oynarken. Oyunu duraklattım, aklıma bir şey gelmişti. Acayip bir fantezi, belki benden iğreneceksiniz ama… Ben o fıstıkları bir güzel soydum, termos kupamın içine attım, kahvenin içinde fıstık yemek daha güzel oluyor, denemelisiniz. Evet, kesinlikle deneyin, ama yerken sakın benim fıstığımı düşünmeyin!” Firuze ters ters bakıyordu, dövecek gibi. Döverse ağlardım belki de, psikolojik olarak karışıktım şu an.
“Ne bakıyorsun sen bana, dövecek gibi!”
“Siktir git!” Pempe’ ye baktım.
“Oğlum acıyorum var ya sana, ayrıca seni alacak kıza da. O kıza çok acıyorum. Sen etrafına bir acınasılık satıyorsun. Sakın bana bulaştırma!”
…
Ortalık sakinleştiğinde Sinan olayı anlattı. Kimyacının yanına gitmişlerdi. Olayı anlatmışlardı. Atilla hoca bile çok şaşmıştı bu duruma. Olanlar olmuş Sağlık Bakanlığı’na bir mektup yazmıştı Atilla hoca, bizimkilerin yanında. Son olarak hoca müdürün yanına gitmiş, bizimkiler de kantine gelmişti.
Az sonra Müdür ile Atilla hoca girdi kantine. Atilla hoca uzun boylu ve oldukça cüsseli idi. Bir o kadar da karizmatikti. Müdür ise kısa, şişko, ufak, gözlüklü bir adamdı. Atilla hoca sakin, oldukça sakindi. Müdür, gözlüğünü aşağı sarkıtmış, gözlüğünü daha aşağı kaydırmak istercesine gözlüğün üstünden sinirli bakışı ile girdi içeri. Dolaba yöneldiler, bir süre Orangina’ lara baktılar. Kantinci Ahmet abi henüz olaydan bir haber onların yanında bitti. Merakla ve sessizce bir cevap almak istiyordu. Bu tenekeden çıkma baskının sebebi neydi? Atilla hoca durumu anlamış olacak ki, anlatmaya başladı. Ama tersten… Sinirli olduğunda tersten anlatırdı.
“Sağlık Bakanlığı’na şikayet ettik biz.”
“Neyi?”
“Sağlık bakanlığına şikayet mektubu yazdım zararlı diye.”
“Neden yazdınız?”
“Çocuklar söyledi, onlar benim öğrencim. Dikkatli çocuklar.”
“Zararlı olan ne?”
“Karbon monoksit, normalde çok daha az zararlı karbondioksit kullanılır bu tür içeceklerde.”
“Orangina mı zararlı olan.”
“Evet.”
“Olayı bir de düzden anlatsanız hocam.”
“Şu gördüğün kahraman çocuk (Beni işaret ediyordu.) bu içecekte karbon monoksit olduğunu fark etmiş. Sonra diğerleri geldi bana anlattılar. Bende Sağlık Bakanlığı’na mektup yazdım APS ile yolladım. Kısacası bu içecek ölümcül.” Müdür ilk kez konuştu. Gözlüğünü düzeltti, üstten bakmaktan vazgeçmiş gibiydi. Kafası dikleşince kelini görmeye başlamıştık, saçları aşağılara saklanmıştı. Zira gözlüğünün üstünden bakarken, başını biraz öne eğer; arkadan keli gözükmezdi, önde gösteri yapardı.
“Ahmet Bey, topluyoruz bu içecekleri, iade ediyoruz.” Ahmet abi sonunda olayı çakmış, ama köşeye sıkışmış gibi istenilen cevabı vermek zorunda kalmıştı.
“Peki hocam, hemen.”
Müdür eliyle gözlüğünü tekrar aşağı çekti, tepesinden bana bakmaya başladı yanıma geldi, saçımı okşadı ve gitti. Geberesice… Sonra Atilla hoca geçti arkasından, sessizce geçip gitti.
İKİNCİ SEANS
İkinci seansın başlaması için hiçbir engel yoktu. Bu sefer herkes bir ayrı havadaydı. Cesaret turu da diyeceğiz sanırım bu seansa. Sinan’ın gözleri parlıyordu. Sevinç, Damra ve Firuze sinsice bakıyorlardı. Pınar dedikodu ile meşguldü. Tuna ve Osman ise on dört Şubatı düşünüyorlardı sanırım, ikisi de romantizm abidesi gibiydiler. Benim bile uykum yoktu. Çılgınlık yapmamak elde değildi. Boş su şişesini aldım ve masadan kalktım. “Nereye” diye soranlar oldu ama cevapsız bıraktım. Kantinden dışarıya çıktım. Bahçedeki musluklardan içine biraz su doldurdum. Kantine tekrar geri döndüm. Şişeyi gizlice sıktım. Herkes meraklı gözlerle beni izliyordu. Firuze gözlerini kısmıştı, korkar gibi. Sinan’ın gözleri dört dönüyordu. Osman burnunu yukarı kaldırmıştı. İçlerinde en sakini Tuna idi, o hala duygusal takılıyordu. Pempe, gözlerini bana dikmişti, bir ara gözlerinden bir kurşunun çıkıp beni alnımdan vuracağını sandım. Bir şey demeden sandalyeye oturdum. Müziğin geçiş yapacağı anı bekledim, ses azaldığı vakit, şişenin kapağını araladım ve kapak birden fırladı. O anda çalkaladığım şişeden su damlacıkları fışkırdı. Bağırışlar çıktı meydane, hepsi bir birinden şahane. Sessizliği başlatmak gibi durdurmak da bana düşmüştü. Herkesin üstü ıslanmıştı üstelik. En temiz Firuze idi. Masaya ve bana en uzak olan oydu çünkü.
“Sessiz olun lütfen, sınıftan hoca gelecek ebediyete kadar susturacak sonra bizi.”
“Olum sen manyak mısın?”
“Sen öyle dediysen olabilir.”
“Bir de duş aldırsaydın bari!”
“Bundan sonra su savaşı yapalım o zaman.”
“Fena fikir değil.”
“Hadi başlayalım.”
Kısa bir süre sonra herkes sakinleşmişti ve oyun tekrar hazırdı. Sevinç şişeyi çevirdi.
Şişe Sinan'ı gösterdi. Sevinç klasik soruyu sordu. Sinan doğruluğu seçti.
"Pekiiiiiii, bize en rezil olduğun zaman yaşadıklarını anlat."
"Tamam, bir düşüneyim. Sanırım geçen sene mart ayında oldu. Deniz ısınmış, ben de arkadaşlarımla denize gitmiştim. Denizden çıkmış üstümüzü değiştirmiştik. Bir bankta oturmuş konuşuyorduk. Sonra bir kavga çıktı, küfürleştik falan. Kavga ettiğim arkadaş, sahile gittiğimiz arabanın sahibiydi. Sonra onlar gitti ben de bir süre daha bankta kaldım. Cebimde beş kuruş para kalmamıştı. Telefonum da yok. Malumunuz yürüye yürüye Lara'dan benim eve uzun bir yolculuğa başladım. "
"Rezillik bu mu? Yolda kalman mı?" Sazan gibi atladı Firuze, oysa Sinan henüz susmamıştı.
"Hikaye henüz atraksiyon yapmadı, bir izin ver!"
"Devam et hadi." Emir yoktu Sevinç'in sesinde.
"Yolun bir kısmını yürüdüm, Metropol Çarşısı'nın oralardaydım, yağmur çiselemeye başladı. Vakit öğleni yeni geçmişti ama güneşten eser yoktu. Hava bir güzel kararıyordu. Havanın tam anlamıyla kararması ve yolları suyla cümbüş ettirecek yağmurun artmasıyla geçen o kısacık zamanda anca yarım kilometre yürüdüm. Bir güzel ıslanmaya başladım. Sırılsıklam oldum ki, başıma daha kötüsü de geldi. Arabanın biri üstüme bir güzel pis su attı. Hem ıslak, hem kirli hem de yorgundum. Narenciye kavşağının orada bir de ayağım kaydı, kıçım da bir güzel battı. Sonra oradaki bir parkta oturdum, yorgunluğum biraz dinince yola devam ederim diye. Yağmur gürül gürül akıyordu resmen gökten. O parkta yağmura aşık oldum ben. Acayip saygı duydum, parktaki ıslak toprak ve çimen kokusu mest etti. Rezilliğimi unutmuş coşkuyla dolmuştum. Üşümüyordum, hava ılıktı. Bana bakan gözleri hissediyordum. Ben sadece damlalara bakıyordum. Eve gittiğimde annemin naraları beni kendime getirdi ama biçare aşık olmuştum bir kere. O gündür bu gündür şemsiyeleri pek sevmem."
SON PERDE: AŞK
Herkesin yüzünde gülücükler belirdi. Sinan kendini toparlayıp, şişeyi yuvarladı. Tuna’ya geldi. Malum soruya Tuna cesaret dedi ve iklim değişti.
"Madem aramızda bir şair var bu fırsatı değerlendirmeliyiz, bize bir şiir daha oku."
"Peki, ama bu sefer aşk şiiri olmayacak."
"Kabul." Ve Tuna başladı:
"KURABİYE
Çikolatalı kurabiye yapmıştı annem,
Uslu çocuk olacaktım o akşam,
Mutfağa girdim, kurabiyeye baktım;
Yan yan...
Annem gülümsedi bana sakince,
Elimi attım annem dönünce,
Titredi elim, kurabiye düştü yere;
Un ufak...
Geri döndü annem birden,
Sertçe baktı bana en keskininden,
Ödüm koptu orta yerinden;
Kaç kaç!...
Korkudan dondum kaldım gözlerine,
Başladı annem uzun nağmelerine,
Kaşları da çattı, burnunun üstünde;
Zik zak...
O an beni kim kurtaracak, düşünüyordum,
Annem konuşuyor, ben dinliyordum,
Babam geldi gelecek, bekliyordum,
Geldi de;
Ding dong...
"
Bütün ahali, o ara kantinde ikamet eden bir kaç öğrenci, biz ve hatta kantinciler bile dinlemişti şiiri, ahali kahkahalarla coştu. Kahkahalar dindiğinde Tuna şişeye yöneldi. Tebrikleri kabul etti. Şişeyi çevirdi. Talih odur ki, şişe Damra'yı gösterdi. Tuna bir anda kızıllaştı, Damra gülümsedi. Damra da cesareti seçmişti. Tuna biraz düşünmek istedi, bu bir fırsattı. Bulduğu fikir için cesarete daha çok ihtiyacı olan kendisiydi.
"Şimdi sana bir teklifte bulunacağım, cevabın olumsuz olursa bu teklifi hiç duymamış sayacaksın kabul mü?"
"Peki."
Tuna epey bir bekledi. Cesaretini topluyor, kelimelerini dizmeye çabalıyordu. Geçen dakikaların farkında değildi. Sessizlik bozulmuştu, masadakiler konuşmaya başlamıştı. Sonunda Tuna kendini topladığını belli etti. O konuşmaya başlamadan sessizlik geri gelmiş herkes yine ona dikkat kesilmişti, meraklıydı masa.
"Sana aşık şu adama kalbinde yer var mı? Cesaretin var mı aşka?"
Artık Damra da kızarmıştı. Yüreği sapasağlamdı bu kızın, ama o kaideler yok olmuştu sanki o anda. İçtekini kolay kolay dışa vurmazdı, ama düzeni bozulmuştu, cevap vermeye yüreği el vermiyor, suskun suskun bekliyordu. 'Ooooo' sesleri başladı ve bir anda çoğaldı. Sonrasında masa boşaldı. Aslında iki kişi vardı masada. Ama birbirine bakan iki domates başka alemlerdeydi. Yok sayabilirdiniz onları...
Not: Bu seriye şimdilik burada son verdim. Şimdilik: Belki ilerde ilham gelir yine yazabilirim.