Kayıt Ol

Şifa Bahçesi

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Şifa Bahçesi
« : 14 Nisan 2012, 03:12:42 »
 1
 

   Künyesini son kez takmış halde, bir koru kapısından çok kocaman bir mülkün bahçe kapısına benzeyen kapıdan geçerken aklında milyon tane düşünce vardı.

   Onunla en çok özdeşleştirebildiği yerdi burası: Emirgan Korusu. Buraya Gökay’la ilk geldiklerinde Ocak ayıydı ve yağmur yağıp yağmamak arasında bocalıyordu. Bahar’ın yanındaki şemsiyeyi belli ki bir şantaj olarak algılamıştı ve kısa aralıkla yeryüzünü ıslatmaya razı oluyordu.

   O gün ise Mayıs’tı. Hava oldukça ılıktı, hatta sarıp sarmaladığı tüm canlıları biraz boğuyordu. Ama koruya girdikten sonra bunun bir önemi kalmıyordu zira ağaçların büyüsüne o bile karşı koyamıyordu.
Kilit taşı yolda yürüyüp ağaçların arasında hislerini dindirirken onu buraya neyin getirdiğini düşünüyordu Bahar.

   Bir kızın hayali nedir? Çoğu kızın hayali nedir?

   Yazar olmak? Mimar olmak? Ressam olmak? Gezgin olmak? Astronot olmak? Anne olmak? Anneanne olmak? Belki… Hepsini olabilir ama çoğu kızın gelecek planlarının merkezinde tek bir şey vardır. Evlilik. Ve Bahar evleneceği adamı bulmuştu. Dünyaya gözlerini açışının yirmi dördüncü yıldönümünde hem de. Ona “Evet,” deme konusunda da hiçbir tereddüdü yoktu, ama önce kapatması gereken defterler, gömmesi gereken künyeler vardı.

   Sakince yürüyerek daha önce Gökay’la geldikleri yeri bulmaya çalışıyordu. Ufak tepeleri aşıyor, hatırlayamayınca geri dönüp başka tarafa sapıyordu. İstanbul’a taşınalı iki yıl olmuş, ama buraya gelmeye cesaret edememişti. Sonunda cesaretini topladığında ise muhtemelen o gün ikinci ve son kez olacaktı. O gün. Hayalini kurdukları gibi gelmişti işte. Bulabildiği en büyük çanta olan plaj çantasına cüzdanını, anahtarını, yere açabileceği küçük açkıyı, kitabını ve birkaç sandviç içeren küçük bir kap ile bir paket meyve suyunu yerleştirmişti. Üzerinde sadece kot pantolon, dümdüz bir tişört ve üstüne –her ihtimale karşı- diye düşünüp aldığı ve fazla geldiğini vücuduna ter attırarak belirten bir hırka vardı. Yüzünde kirpik diplerine çektiği incecik kalemden başka makyaj yoktu. Saçlarını açmış ve kendi haline, hafif dalgalı haline bırakmıştı. Oldukça sadeydi, tıpkı Gökay’ın seveceği gibi. Eksik tek şey ise onun kendisiydi. Onu da zaten bugün bu koruya gömecek ve bir daha ömrü boyunca düşünmeyecekti.

   Ayaklarının isyan edeceği kadar dolaştıktan sonra orayı sonunda buldu. Kilit taşı yoldan çıktı ve açıklığa girdi. Buradan boğaz net bir şekilde görülebiliyordu. Mavi ve yeşil, Bahar’ın gönlünü fetheden iki renk… Açıklığı terk edip ağaçların arasına girdiğinde gözden uzak çok güzel bir yere gözünü kestirdi. Burası olmalıydı. Çantasını açıp açkıyı yere serdi ve üstüne oturdu.

   Bir süre güzel manzarayı izledi. Aslında sadece ağaçlardan başka bir şey görmese daha iyi olurdu ama boğaz bu atmosfere oldukça yakışarak ağaçların arasına sokulmasını telafi ediyordu.

   Düşüncelerde boğulurken gözlerinden yaşların aktığını fark edemedi. Gökay’la on beşinde tanışmış ve on dokuzuna kadar en yakın arkadaşı olmuştu. İnternette, forumlarda tanışmış iki insana göre mesafe duvarlarını ustalıkla aşmışlar, her gün konuşmuşlardı. Dört sene de ikisinin de hayatlarına bambaşka insanlar girmiş fakat birinde diğerinin yeri hep ayrı kalmıştı. Taa ki Bahar’ın hayatına giren son kişiye dek. Gökay’ın hisleri arkadaşlığı aşana dek.

   Bahar’ın İstanbul’a Gökay’ı görmek için gelişinden ve Emirgan korusunda beraber yürüdüklerinden bir hafta sonraki kesin konuşmama kararlarından sonra bile hayatından onu çıkaramamıştı. Kopmamak için Gökay’a çok direnmiş ama Gökay onu kimseyle paylaşamayacağı için hayatlarını ayırmalarının en doğrusu olduğunda ısrar etmişti. Ama Bahar’a hediye ettiği asker künyesi bir gece bile uykusunda onu yalnız bırakmamış, tek bir gece bile onu düşünmeden yatmamış, hayatına kim girerse girsin onun kalkıp gittiği yer hep apayrı bir köşede boş kalmıştı.

   Kendini sırtüstü açkıya attı ve ağaç dallarının güneşin göz kamaştırıcı ışıklarını engellediği gökyüzüne dikti gözlerini. Sonra da çantasından Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını çıkarıp okumaya başladı.

   Gözlerinden yaşlar aktığı halde inatla okumaya çalışırken fark etti onu. Uzun kulaklı, basık burunlu, kafasından iki adet boynuz çıkan, gözleri oldukça kısık ve yukarı doğru çekik, saçları küçük omuzlarına kadar uzanan bir karış yüksekliğindeki garip bir yaratık yüzünde şaşkınlık ve ayıplama karışımı bir ifadeyle ona bakıyordu. Gözlerindeki yaşlardan dolayı yanıldığını sanarak gözkapaklarını birleştirip yaşları akıttı. Ancak sonuç aynıydı. Yaratık hala suratına bakıyor hatta bazı garip sesler çıkarıyordu. Boyu büyük olsa gerçekten korkulabilecek bir yüzü vardı ancak bu kadar küçük olunca çok sevimli görünüyordu. Vücudunun yarısı zaten başından oluşuyordu ve yüzündeki ifade, yaptığı hareketler onu çok tatlı yapıyordu. Bahar doğruldu ve bir süre ne kadar garip ve sıra dışı olduğunu düşünmeden bu küçücük yaratığı izledi.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #1 : 14 Nisan 2012, 17:18:25 »
2

   Dakikalarca bomboş baktıktan sonra fark edebildi yaratığın ona bir şeyler anlatmaya çalıştığını. Elleriyle bir şeyler yapıyor, bir yerleri işaret ediyordu. Ara sıra da olmaz gibi işaretler yaparak başını sallıyor, ayıplayan ve suçlayan bakışlarla bakıyordu. Sanki Bahar’ı bir yere götürmeye çalışıyor orayı işaret ediyor gibiydi. Sonra spor ayakkabısının bağcıklarından birinin tutup çekti ama ayağının hareket etmesini beklerken bağcığın çözülmesine oldukça şaşırdı. Bir dakika boyunca elindeki bağcığı ve ayakkabıyı inceledi. Neden sonra vazgeçti ve pantolonundan çekmeye başladı.
   
   Ona eşlik etmesi gerektiğini anlayan Bahar ayağa kalktı. Şimdi yaratık yerde küçücük kalmıştı ve arkasını dönüp koşar adım yürümeye başladı. Birkaç karış yol aldıktan sonra da arkasını dönüp eliyle “Gel,” işareti yaptı.
   
   Bu yaratık ona bir şeyi çağrıştırıyor, ama bir türlü bulamıyordu. Sanki bir şarkıyı hatırlamak istermiş da sözleri dilinin ucundaymış gibiydi. Ya da evden çıkarken unutmaması gereken bir şeyi hatırlamış fakat neyi unutmaması gerektiğini unuttuğunu fark edermiş gibiydi.
   
   Yaratık elleri belinde, küçücük ayaklarıyla minik ve hızlı adımlar atıyor, arada bir de arkasını dönüp genç kızın gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Garip garip sesler mırıldanırken başını sallıyor sanki bir şeylerden yakınıyordu.
   
   Yaptığının ne kadar garip olduğunun, gördüğü –hatta muhtemelen gördüğünü sandığı- küçük bir yaratığın peşinden gitmenin ne kadar tuhaf olduğunun farkında olsa da umursamadı genç kız. Dakikalarca küçük yaratıkla yürüdü ve en son diğerlerine nispeten çok daha kalın gövdeli ve büyük bir ağacın önünde durdular. Küçük yaratık ağacın altındaki küçük bir kovuktan içeri girdi ve bir dakika bile geçmeden dışarı çıktı. Ağaçtan çatırdama sesleri çıktı ve gövdesi yavaşça ortadan ikiye ayrılmaya, içindeki küçük, tek insanın zorla sığabileceği silindirik oyuğu gözler önüne sermeye başladı. Bahar kimse onları görüyor mu diye hızlıca etrafına bakındı ama neyse ki görünürde hiç kimseler yoktu. Yaratık oyuğun içine girdi ve el işaretleriyle gelmesini söyledi. Genç kız içeri yaratıkla beraber girer girmez oyuk kapandı, sonra hemen tekrar açıldı.
   
   Yaratık söylene söylene dışarı çıktığında Bahar da onu takip etti ve kendini çok daha sık ağaçlarla kaplı uçsuz bucaksız bir ormanda buldu. Buranın az önce bulunduğu Emirgan Korusuyla alakası yoktu.
   
   “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” Aşağıya baktı Bahar, ses yaratıktan geliyordu. Ama çok garip bir sesi vardı, erkek sesinin video oynatıcıyla hızlandırılmış hali gibiydi.
   
   “Ormanımı kirletiyorsun!” dedi, “Hey, boş boş bakma beni duyuyor musun sen?”
   
   “Senin kime benzediğini hatırladım!” diye haykırdı Bahar, “Pan’sın sen! Tabi birkaç boy küçüğü.”
   
   “Pan mı? Sen Pan’ı görebileceğini mi sandın? Yüce Pan, çayırların, bayırların, ormanların ve doğanın efendisi, böyle küçücük bir koruda ne gezsin. Ben onun elçilerinden biriyim. Birçok adım var, bana Apestalménos dediler, Ekpróso̱pos dediler, Delegato dediler ama sen bana kısaca Mikropan diyebilirsin.”
   
   “Elçilerinden biri mi?”
   
   “Evet. Her bir bölge için elçiler, yani bekçiler var. Ben bu küçük korunun bekçisiyim. Burayı korumakla görevliyim ve sen benim küçük ormanımı kirletiyorsun!” diye bağırdı genç kıza.
   
   Bahar aklını kaçırdığını düşündü. Küçücük sevimli ve aynı zamanda korkunç yüzlü bir yaratık ondan hesap soruyordu. “İyi de ben bir şey yapmadım ki.”
   
   “Ağladın! İçindeki karmaşıklık, kararsızlık ağaçlarımı üzüyor. Onların zarif ruhlarını kimsenin böyle incitmesine izin vermem!”
    
   “Ne yapabilirim? İstediğim yerde ağlayamaz mıyım? Düşünmem gereken unutmam gereken şeyler var,” dedi Bahar isyan ederek. Mikropan ise gerindi ve göğsünü öne çıkardı: “Unuttururuz.”
   
   “Ne demek istiyorsun?”
   
   “Seni getirdiğim bu yeni yer Şifa Bahçesi. Burada senin üzüntünü sileceğim ve sen de böylece ağaçlarımı üzmeyeceksin.”
   
   “Ağaçlar için mi şifa? Anlamadım, nasıl yani sileceksin?” kafası allak bullak olmuştu.
   
   Gözlerini devirdi Mikropan. Anlayamadığı için kızı ayıplıyor gibiydi. “Burası ağaçlarıma zarar verenleri getirdiğim orman. Senin zihnine şifa olacak. Neyi unutmak istiyorsan burada sana unutturacağım. Sonra da seni getirdiğim yere geri dönecek ve hiçbir şeyi hatırlamayacaksın.”
   
   O an anladı genç kız. Bu küçük yaratık ağaçlarını korumak için zihninden Gökay’ı tamamen silecekti. Bir an içini kocaman bir hüzün kapladı. Buraya zaten bunun için gelmesine rağmen bu kesin çözümü duymak içini acıtıyordu. Ama hayatına devam edebilmek için de bunu yapması gerekiyordu.
   
   Eli farkında olmadan boynunda asılı olan künyenin ucuna gitti.

Çevrimdışı Ulubatli

  • *
  • 38
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #2 : 15 Nisan 2012, 09:24:39 »
Çok şirin bir öykü olacak gibi. Bir bacaksız yaratık, acı çeken bir genç kız:)

Satırlar kayarak akıyor. betimlemeler şahane olmuş. birkaç ufak hata dışında bir sorun görmüyorum.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #3 : 17 Nisan 2012, 17:23:32 »
   3

   “Doğru mu anladım?” diye sordu Bahar. “Şifa ağaçlarına gidip dinleyebilecekleri akdarını anlatacağım. Sonra onlar bunun karşılığında bana ölü dallarını veya yapraklarını verecekler. Ben de bunları gömeceğim ve unutmuş olacağım, öyle mi?”

   “Evet,” dedi Mikropan. “Yalnız o kadar kolay değil. Bazılarını ikna etmen gerekiyor. Karşılığında senden başka şeyler de isteyebilirler.”

   “Ne gibi?”

   “Bilemiyorum. Sonuçta ikna edeceksin ve gömmek için bir şey alacaksın. Ayrıca tüm hikâyeyi tek bir ağaca anlatamayabilirsin. Seni başkasına yönlendirebilir. Ağaçlar hassastır, nazlıdır.”

   Bu arada ormanda yürüyorlardı. Ağaçlar sessiz değildi, sanki üzerlerine rüzgar çarpıyormuşçasına sallanıyor, yapraklarını hışırdatıyorlardı. Dalları birbirine değiyor, sonra kibarca geri çekiliyordu. Kocaman bir salonda vals yapıyor gibiydiler. Tek odaklandıkları dans gibiydi, ama kesinlikle yeni gelen ziyaretçiden haberleri vardı.

   “İyi ama ben burada saatlerce kalamam ki.”

   “Burada zaman senin bildiğin gibi işlemez,” dedi Mikropan. “Merak etme. Döndüğünde vakit…” kızın çığlığıyla olduğu yerde geriye döndü.

   Bahar bunu daha önce görmüştü. Filmlerde izlemiş, kitaplarda okumuş, zihninde canlandırmıştı. Ama gerçek olabileceğini hiç düşünmemişti. Ağaçlardan birinin gövdesindeki üç kocaman yarıktan ikisinin içindeki siyah bombeler hareket ediyor ve ona bakıyordu. Belki bu gerçek değildi. Muhtemelen değildi. Rüya olmalıydı, ağaçların gözleri ve ağızları olmaz.

   Onlar sadece fotosentez…

   (Diğerlerinin de gövdelerinde kocaman yarıklar…)

   Yaparlar ve gece de solunum…

   (İki siyah göz, bir ağız…)

   Gövdeleri doğal yarıklarla kaplı ve…

   (Göz bebekleri olmasa da kızın gözlerinin tam içine…)

   Dallarını kıpırdatamazlar…

   (Kızı yemek istercesine sallanan dalları…)

   Geniş yapraklı, iğne yapraklı…

   (Gürültülü yapraklı…)

   (Ve tehditkâr…)

   (Ve kalabalık…)

   Kafasının içindeki arbedeye dayanamayıp yere çöktü. Güç bela sesleri susturduktan sonra çevresine baktı. Ağaçların siyah gözleri ona bakıyor (sadece simsiyah olan gözlerin ona bakıp bakmadığı belli olmuyordu, ama baktıklarını nasılsa biliyordu.), Mikropan da ne düşündüğünü hiç belli etmeyen bir ifadeyle suratına bakıyordu.

   Ellerini hiç oyuk olmadığı için ona erkeksi bir görünüm veren beline yerleştirdi, “Ne oldu. Hiç gözü olan ağaç görmedin mi?”

   “Gördüm. Aman yani görmedim. Filmlerde görmüştüm. Ama bu gözler çok daha farklı.”

   “Ağaçların korkulacak bir tarafı yok. Benden korkmamana rağmen onlardan nasıl korkabiliyorsun?”

   Mikropan’dan korkmuyor muydu kız? Bu küçücük yaratıktan korkmak aklına bile gelmemişti aslında. Ama küçük büyük ne fark ederdi ki? Bir deste iskambil kâğıdı Alice’in başına türlü türlü belalar açmadı mı?

   “Sanırım gözleri simsiyah olduğu için korktum. Normal göz gibi değil… Neyse devam edebilir miyiz?”

   Yere oturup küçücük bacaklarıyla küçük bir bağdaş kurdu yaratık. “Devam edecek bir şey yok,” dedi bilmiş bilmiş, “Ağaçlardan birini seçecek ve konuşacaksın.”

   “Bana yardım etmeyecek misin?” yalvaran gözlerle baktı.

   “Ben sana gerektiğinde yardım ederim. Ama yardım istemekle korkaklığı birbirine karıştırma. Önce işini yap. Gerçekten gerektiğinde yardımımı istersin.”

   Mikropan’dan medet ummaması gerektiğini anlayınca ağaçlara doğru döndü kız. Ve ömrü boyunca çok sevdiği ancak şu an kendisine çok yabancı ve tehlikeli gelen canlılara bakıp cesaretini toplamaya çalıştı.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #4 : 17 Nisan 2012, 19:59:54 »
4

   En tehlikesiz görünen ağacı seçebilmek için yürümeye başladı. O yürüdükçe arkasında bıraktığı ağaçlar siyah gözleriyle onu takip edebilmek için eğilip bükülüyor, göz yarıklarının seviyesini değiştiriyorlardı. Kız hem korkuyor hem de “Ben neden buradayım?” diye düşünüyordu. Sorgusuz sualsiz takılmıştı küçük yaratığın peşine. Ona rüya gibi gelmişti. Hala da öyle geliyordu. Ağaçlar meraklı kadınlar gibi dedikodusunu yaparken kurbanlık koyun misali aralarında yürümek aynı zamanda onu korkutuyordu. Rüya da olsa gerçek de olsa korkuyordu. Ama bırakamıyor, kaçıp gitmek istemiyordu. Çünkü olacakları merak ediyor, görmek istiyordu. Ve artık Gökay’ı unutmak istiyordu.
   
   Diğerlerine göre daha kısa ve daha ince bir ağacı gözüne kestirdi. Bu bir Porsuk ağacıydı. Siyah gözleri diğerleri kadar yukarı çekik olmadığı için onlar kadar korkunç görünmüyordu. Yanına gittiğinde ağaç ona hiçbir şey demeden bakmaya başladı. Aslında hiç kıpırdamıyor, heykel gibi duruyordu. Ama her nasılsa kız onun canlı olduğunu, hatta ona baktığını ve söyleyeceklerini merak ettiğini biliyordu. Sanki konuşmasa ağaç da hiç konuşmayacak, böyle saatlerce, günlerce yeni âşıklar gibi birbirlerine bakacaklardı. Ama bu durum Bahar’a pek çekici gelmediği için söze başladı.

   “Şey, merhaba. Ben Bahar. Emirgan Koru’sundan geliyorum.”

   Kendini tanıttıktan sonra biraz durup bekledi. Anlaşılan o ki niyetini söylemeden bu Porsuk tepki vermeyecekti.

   “Sizden bir şey rica etmek için buradayım.”

   “Söyle bakalım,” dedi ağaç kalın ve cızırtılı sesiyle. “Neymiş benden isteyeceğin şey?”

   Bu ses kızın pek hoşuna gitmedi zira çok sigara içen tehlikeli bir mafya babası sesi gibiydi. Öyle birinin sesini aslında hiç duymamıştı ama sesleri işte tam böyle olmalıydı. Bu ağaç diğerlerine göre daha küçük olduğu için sesi çok kalın olmaz diye düşünmüştü. Ama belli ki böyle bir orantı yoktu.

   “Benim unutmam gereken şeyler var.”

   Porsuk çatır çutur sesler çıkarak arkaya doğru büküldü. Göğsünü mü geriyordu? Yoksa gövdesini mi dikleştiriyordu? Belki kızı daha dikkatli dinleme pozisyonu alıyordu… “Bunun benimle ne ilgisi var?”

   “Mikropan ile bana yardım edersiniz diye ummuştuk,” dedi ve destek almak istercesine arkasına baktı. Ama Mikropan umursamaz bir ifadeyle omuzlarını silkti. Ah, ne uyuz yaratık…

   “Pekâlâ. Unutmak istediğin şeyi bana anlatman gerekir. Yalnız sıkıldığım yerde hikâyeni keserim. Başka ağaca gidersin. Unutman için sana gömmen gereken bir şey vereceğim. Bir de bedeli var elbette.”

   “Bedeli nedir?”

   “Ona hikâyen bitince karar veririz.” İşte bu tehlikeliydi. Ya yapamayacağı bir şey isterse?

   Porsuk sanki fikirlerini okumuş gibi yanıtladı, “Yoo, yapamayacağın bir şeyi istemek hiç adil değil. Sizin aksinize biz adil varlıklarız. Siz bize zarar verip öldürürken biz size yardım ederiz. Belki bir gün kıymetimizi anlarsınız, ama dilerim o zaman çok geç kalmış olmazsınız küçük insan. Şimdi hikâyene başlayabilirsin.”

   Bu yakınma beklenmeyen bir şeydi. Ama haksız da değildi. O sebeple kız duymazdan gelerek hikâyesine başladı.

   “Adı Gökay. Onunla 16 yaşındayken tanıştım. O da 18 yaşındaydı. Bir forumda tanıştık.”

   Sözünü kesti Porsuk, “Forum da nedir?”

   “İnternette insanların…”

   “İnternet nedir?”

   İşte buna nasıl cevap vereceğini bilemedi. Bir süre düşündü ama tam olarak açıklayabileceği kelimeleri bulamadı. En son, “Her şeyin içinde olduğu sonsuz bir evren,” diyebildi. Porsuk da tatmin olmuş gibi devam et dercesine dallarında birini salladı.

   “Forumda tanışmıştık. Onu hiç görmemiştim, sesini de duymamıştım. Ama onunla konuşurken kendimi çok iyi hissederdim. Bana birçok şey önerirdi. Dinleyecek, izleyecek şeyler… Çok kısa zamanda çok yakın arkadaş olduk. Konuşmaktan hiç sıkılmazdık, zaten yaklaşık dört yıl boyunca her gün bıkmadan konuştuk. Şimdi düşünüyorum da 365 çarpı 4… Her gün, ama ben ondan hiç sıkılmadım. Son günlerde bile sabah uyandığımda ona günaydın demek, gece yatarken iyi geceler demek istiyordum. Hep konuşmak istiyordum. Çünkü o kadar rahat olduğum tek kişi oydu. Ona farklı bir bağla bağlanmıştım, hatta belki ona bağımlıydım.”

   “Bu bir aşk hikâyesi mi?” heveslenmişti Porsuk.

   “Hayır maalesef… Biraz üzücü bir hikâye…”

   “Üzücü hikâyeleri pek sevmem ama neyse. Devam et.” Ağız yarığı kayboldu. Anlaşılan bu ağaçlar hikâyelere meraklılardı. Ama Porsuk’un bazı hikayelere meraklı olmadığı kesindi.

   Kocaman bir nefes aldı Bahar. Boğazına sanki bir şey takılmıştı, burnuna kadar olan tüm solunum yolunu yakıyordu. İçindekileri kusmaya daha yeni başlamıştı ama başlangıç bile oldukça acı vericiydi. Nefesini verip devam etti.

   “Başlarda ben daha çocuktum. Belki biraz şımarıktım. Buna rağmen o da beni çok seviyordu. İki arkadaştan oldukça farklıydık. Sahiplenici sıfatlarımız ve sevgi sözcüklerimiz vardı. Ama sonra başka birine âşık oldu. Hem de benden sonra tanıştığı birine. Gözde’ye.”

   “A-ha! Olaya biraz heyecan geldi sonunda!”

   Bu sevinci tasvip etmeyen bakışlarını ağaca dikti ve onu duymazlıktan geldi. “Bana söylediği günü bile hatırlıyorum. Biz hiç görüşmemiştik yüz yüze, ama başka bir şehre onun yanına gidecekti. ‘O benim için farklı,’ demişti. Sonra da ‘Kızmadın bana değil mi?’ dedi, ‘Seni çok seviyorum ne zamandır söylememiştim.”

   Durdu ve düşündü o zamanı. Gökay nasıl biriydi böyle... Bir başkasını sevdiğini söylerken bile onu düşünüyordu. Kalbini kırmak istemiyordu.

   Hayır, kızmadım sana. Ve ben de seni çok seviyorum…

   “O zaman o kadar kıskanmıştım ki, ona âşık olduğumu sandım. Bunu ona da söyledim. Ama o her zamanki gibi anlayışlıydı. Bana karşı tavırları hiç değişmedi. Gözdeyle beraberdi ama biz hiç bundan bahsetmiyorduk. Çocuktum o zamanlar, onu o kadar sahiplenmiştim ki başkasının olmasını hazmedememiş, âşık olduğumu sanarak yanılmıştım. Yanıldığımı söylediğimde ise o yine aynı Gökay’dı. Yine hiçbir şey değişmedi. Ve biz her durumda her gün saatlerce konuşmaya devam ettik.”

   Yorulmuştu. Ayakları bedenini taşımaya isyan ediyordu. Olduğu yerde yere çöktü ve bağdaş kurdu. Ağaçlar ise şimdi büyükannelerinden masal dinleyen küçük çocuklara benziyorlardı. Yüzlerine –gövdelerine- baktı, hepsi masalın devamını bekliyordu. Biri hariç: Porsuk.

   “Ben onunla büyüdüm denebilir. Onunla çok değiştim, beni değiştirdi. Olgunlaştırdı. Ömrümde sadece 2 kez gördüm onu -ki biri sadece bir saat sürdü- ama ben her gece, her sabah sarıldım ona. Âşık değildim ama hep yanımda olmasını istiyordum. Sanki hep yanımda olsa çok güvende olacakmışım, hep mutlu olacakmışım gibiydi. Ve o da hep yanımdaydı. Dokunamasa da elimi hiç bırakmıyordu.

   Beraber yapacaklarımıza dair hep hayaller kurardık. Beraber bir kulübeye yerleşme hayalleri, karavan alıp beraber gezgin olma hayalleri… Uzun bir süre kurduğum tüm hayallerde o oldu. Ve bunlar çok masumdu, ömrümü Gökay’la geçirebilirdim. O benim hem arkadaşım, hem ağabeyim, hem sevgilim, hem babam, hem de kardeşimdi. Ama bir süre sonra o ‘Ben tek olurum’ gibi cümleler kurmaya, ‘Sen nasılsa gelmezsin,’ demeye başladı. Gözde hala en büyük tabumuzdu ve kilit üstüne kilit attığımız bir kutuda Gökay’la beraberdi, bu yüzden ben bu durumların Gözdeyle ilgili olduğunu düşündüm. Belki artık benden uzaklaşmak istiyordu. Sonra kafasına askerlik fikri girdi. Daha sadece 20 yaşındaydı, ama hemen askere gitmek istiyordu. Anlam veremedim ama o yine de apar topar askere gitti. Bir Perşembe günü vedalaştık telefonda. Ve ben o gece hıçkıra hıçkıra ağladım. 15 aylığına gitmişti, en sık birkaç haftada bir konuşabilirdik ve ben ondan o kadar ayrı kalma fikrine bile tahammül edemiyordum. En kötüsü de bu 15 ayın aramızı açma ihtimalinin çok kuvvetli olmasıydı. Askerlik bitince eskisi gibi olamayacağımıza emindim. Gittikten son…”

   “Yeter, çok sıkıldım. Bu hiç eğlenceli bir hikâye değil. Romantik de değil. Saçma sapan bir şey. Artık bana anlatmanı istemiyorum, başkasına anlat,” diye sözünü kesti Porsuk.

   Şaşırmadı Bahar, çünkü ağacın sıkıldığı ortadaydı. Ne var ki diğer ağaçlar hikâyeyi beğenmiş gibiydi. En azından yeni bir dinleyici bulmakta zorlanmayacaktı. “Pekâlâ, gömmem gerek şey ve bedel nedir?”

   Dallarından birini uzattı Porsuk. Yaprakların arasında kırmızı küçük yuvarlakçıklar vardı. “Tohumlarımdan biraz al. Gömeceğin şey bu. Bedel ise hikâyene benden uzakta bir yerde devam etmek. Ya da duyamayacağım bir şekilde. Çünkü beni fena halde sıkıyor!”

   Genç kız kırmızı tohumlardan bir avuç dolusu aldı ve kot pantolonunun cebine doldurdu. Porsuk’un huzurundan nasıl ayrılacağını bir an bilemedi. Sonra küçük bir reverans yapıp “Beni dinlediğin için teşekkürler,” dedi. Hiç değilse Porsuk zor bir şey istememişti.

   Hikâyesini dinlemek istediği gözlerinden okunan bir sürü ağaca rağmen Porsuk’un isteği üzerinde uzaklaşmak zorunda olan Bahar, boğazında düğüm üstüne düğüm, peşinde de Mikropan olduğu halde ormanda tekrar yürümeye başladı.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #5 : 17 Nisan 2012, 22:24:51 »
5

   “Gittikten sonra bir ay gibi bir süre beni hiç aramadı,” diye devam etti. Karşısında duran çok güzel, çift gövdeli Gürgen ağacı Porsuk’un aksine kızı şevkle dinliyordu. Her biri gövdelerinden birinde olan gözleri kocamandı. Aslında dikkatli bakınca sevimli sayılabilirdi, tıpkı Mikropan gibi.

   Diğer ağaçların kulaktan kulağa oynarmış gibi hikâyeyi birbirlerine anlatmalarına rağmen kısa bir özet istemişti. Bedeli de basitti: kız da onun hikâyesini dinleyecekti. Ve gömeceği şey Gürgen’in dallarına zarar veren sararmış yaprakları olacaktı.

   Ormanın bu bölümü çok daha sık ağaçlarla kaplıydı. Yukarda el ele tutuşmuş dallar ışığın aşağı sızmasına izin vermiyor ve ormanın loş olmasına sebep oluyordu. Mikropan yolda ona “İyi gidiyorsun,” demişti bilmiş edasıyla. Fakat daha çok işleri vardı. Hikâyeyi bitirip tüm bedelleri ödese bile daha gömme işlemi vardı.

   “Neden sustun?” diye sordu Gürgen ağlamaklı bir sesle. Porsuk’tan çok daha iri olmasına rağmen küçük bir çocuğun sesine sahipti. Her an ağlayacakmış gibi bir ifade vardı 3 yarıktan ibaret olan suratında.

   “Daldım. Neyse dediğim gibi beni bir ay aramadı. Çok üzülmüştüm, gerçekten artık benden uzaklaşmak istiyor olabileceğini düşünmüştüm. Kız kardeşine sitemimi belirttiğimde annesi beni aradı. Gökay’ın beni çok sevdiğini ama onları bile zar zor arayabildiğini, bu yüzden üzülmemem gerektiğini söyledi. İçim rahatlamıştı. Zaten ondan kısa bir zaman sonra beni aradı.

   Acemi birliğindeyken çok uzun aralıklarla konuşabiliyorduk. Ama usta birliğine ayrı bir şehre gittiğinde daha sık konuşmaya başladık. Sınırdaydı ve kaçak telefonlar alıyor, gizli gizli benimle ve Gözdeyle konuşuyordu.”

   “Sevgilisi için kendini riske atıyor! Ne kadar romantik!” dedi Gürgen aynı ses tonuyla. Genç kız bozuldu. “Hayır, sadece onun için değil, bir de benim için. Hem sözümü kesmezsen sevinirim!”

   “Tamam, kızma lütfen, sen devam et. Hikâyen çok romantik, beni çok duygulandırıyor!”

   Kız duymazdan geldi ve yere uzandı. Bakışlarını rahatça havaya dikti, gözlerini kamaştıracak kadar ışık yoktu zaten. “Bu arada ben üniversiteye başladım. Askerliği bizi birbirimizden uzaklaştırmadı. Benim açımdan hiçbir fark olmadı. Hala çok seviyordum ve bazen düşünüyordum. Hissettiğim şey aşk değil. Ama arkadaşlık da değil. Peki, o zaman ne? Acaba erkek olmasaydı yine onu bu kadar sever miydim? Buna hayır cevabını veriyorum. Ama işin içine cinsiyet girince cinsel duygular da girmeli, eğer erkek olması durumu değiştiriyorsa o zaman bu aşk olmalı. Ama değil… İçinden çıkamıyordum. Zaten hiçbir zaman çıkamadım. Her anımı onun yanında geçirmeyi hayal edebiliyordum, ama mesela onu öptüğümü düşünmüyordum. Hiçbir şey sevgili gibi değildi. Hiçbir şey arkadaş gibi değildi. Arafta kalmıştık.

   Askerdeyken Gözdeyle ayrıldılar. Buna sevindim mi üzüldüm mü bilemedim. En azından Gözde fikrine alışmıştım. Ya sonra bir başkasına tekrar âşık olursa diye çok korktum. Bir başkasını daha kabullenemezdim. Paylaşamıyordum onu.

   Sonlara doğru beraber gün saydık. Bu askerlik durumu benim için tahmin ettiğimden kısa sürdü. Tabi bunu ona ne zaman söylesem ‘Bir de bana sor’ derdi. Ama 15 ay… Korktuğum gibi bizi birbirimizden uzaklaştıracağına daha da yakınlaştırdı.

   Ama bazı durumlar vardı. İkimizde değişmiştik. Gökay artık çok daha olgun biri olmuştu. Daha soğuk, daha temkinli, eskisinden daha neşesizdi. Bense üniversiteye başlamış, bambaşka bir ortama girmiş ve büyümüştüm. Sık sık tartışsak da kopamıyorduk. Ve birbirimizi çok kıskanıyorduk.

   Bir doğum günümde bana askerde taktığı künyesini hediye etti. Bundan daha anlamlı bir hediye olabilir miydi? 15 ay boyunca boynunda taşıdığı şey artık ikimizindi. Bir ilişkiden, bir arkadaşlıktan çok daha fazla şey paylaşıyorduk.”

   Bir süredir Gürgen’den çıkan ağlama sesleri artık konuşmasını sürdüremeyeceği dereceye gelmişti. Çift gövdeli varlık karşısında hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ağaçların bu kadar duygusal olabilmelerine çok şaşırıyordu genç kız.

   Mikropan yaklaştı ve ağacın gövdesine sarıldı. Onu yatıştırmak istercesine normalde buruna karşılık gelmesi gereken düzlüğü okşadı. Kız Gürgen’e biraz zaman tanıdı. Sonra devam etti.

   “Her şeyin bir ömrü varmış gerçekten. Çıkışta olduğu dönemi, inişte olduğu dönemi ve bitişi varmış. Biz de bitişe yaklaşıyorduk. Sık sık birbirimizi kırıyorduk. Ben her zaman olduğu gibi onu yaralamaya çalışıyordum. Bunu özellikle yapıyordum. Ona kırıldığımda o da acı çeksin istiyordum. Eskiden bunu biliyordu, alışmıştı ve kırıcı sözlerimi o kadar da ciddiye almazdı, ama artık alıyordu. Bana eğer bir erkek arkadaşım olursa ilişkimizi sınırlandıracağımızı, artık samimi olmayacağımızı, kimsenin bu kadar yakın bir ilişkiye müsamaha göstermeyeceğini söylüyordu ve ben çok kızıyordum. Ben onun kız arkadaşı varken ondan uzaklaşmamıştım. Ne farkımız vardı ki? Ama vardı ve ben bunu göremiyordum. Belki görmek istemiyordum, bilmiyorum.

   Bir kez bu yüzden konuşmama kararı aldık. Anlamıyordum, ben ne olursa olsun ondan kopamazdım. O nasıl böyle düşünebiliyordu? Bir erkek arkadaşım olsa bile benden kopabilmeyi nasıl göze alabiliyordu? Yaklaşık bir ay hiç konuşmadık. Sonra ben döndüm. Çünkü onsuz olamadım. Ve bir karar verdim. Bir erkek arkadaşım olsa bile ona söylemeyecektim. Çünkü onu kaybedemezdim.”

   Artık Gürgen o kadar ağlıyordu ki Mikropan Bahar’ı susturdu. Evet, üzücü bir hikâyeydi ama ağaç durumu çok abartmış, kendini kaybetmişti.

   “Başka bir ağaçla devam etmek zorundayız,” dedi Mikropan. “Önce dallarına tırmanıp sararan yapraklarını alacaksın. Sonra da hikâyesini dinleyeceksin. Sonra başka bir ağaçtan rica edeceksin.”

   Kız gövdenin ikiye ayrılmış en alt kısmına ilk adımını attı ve ağaca tırmandı. Normalde onun için ağaca tırmanmak, üstelik böyle bol dallı olunca kolaydı ama hala hıçkıran Gürgen’in üstünde dengede kalabilmek için yoğun uğraş veriyordu. Tişörtünü önüne torba gibi kaldırdı ve sararmış yapraklarla doldurmaya başladı. Birkaç dala art arda atladıktan sonra Mikropan’a baktı. Yaratık yettiğine kanaat getirip kafasını sallayınca da aşağı atladı.

   Bir süre Gürgen’in sakinleşmesini beklediler. Sonra çift gövdeli ağaç sustu ve bir süre düşündü. Belli ki kendi hikâyesini düşünüyordu. Bahar da kendi hikâyesini düşündü. Hayat ne kadar zordu… Bir insan için, bir ağaç için, her şey için…

   Dakikalar sonra Gürgen mız mız bir çocuğun sesiyle konuşmaya başladı.

Çevrimdışı Fırtınakıran

  • *
  • 8351
  • Rom: 1
  • Unique Ravenclaw
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #6 : 17 Nisan 2012, 22:31:44 »
Müsadenizle bir öneride bulunmak istiyorum. Bölümleri arka arkaya koymanız okumayı zorlaştırıyor aslında. Şöyle bir hafta, olmadı birkaç gün arayla koymanız çok daha iyi olacaktır. Bölümler oldukça kısa zamanda birbiri ardına geliyor, bu da okuyucu için bir göz korkutmasına neden oluyor.

Nacizane tavsiyemdir.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #7 : 17 Nisan 2012, 22:35:04 »
Haklısın Fırtınakıran, öyle yaparım teşekkürler

Çevrimdışı Buzmavisi

  • **
  • 136
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #8 : 18 Nisan 2012, 10:53:21 »
Ben sevdim, güzel yazılmış masal gibi bir hikaye. Bazı yerleri mantıksız olsa da eğlenceli. Betimlemeleri güzel ve yerinde.

Kız, psikolojik bunalımda ve hayal, halüsinasyon görüyor galiba :) Hangimiz bu yoldan geçmedik :) :)

Şaka bir yana güzel, güzel, devamını beklerim. Zaten halüsinasyon falan görüyorsa öykü mantık çerçevesine de oturur :) ama dediğim gibi okuması kolay ve zevkli, gayet akıcı. devamını beklerim.
Yepyeni bir fantastik serüvene hazır mısınız?
Anatolya Efsaneleri İlk iki bölüm pdf:http://www.mediafire.com/?uadhvz1vcgmqkct

Yeni Töre'nin ikinci yasası:
Umutlar, inançlar ve dilekler içlerinde bir parça mantık barındırmıyorlarsa hayatları kolayca mahveden boş yalanlara dönüşürler.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #9 : 22 Mayıs 2012, 23:30:28 »
6


   “Güneş ve Ay ve Su ve Toprak. Bizim sevgililerimiz işte bunlar. Aslında onlar da birbirlerinin sevgilileri imiş. Derler ki Güneş ve Ay birbirlerini severlermiş. Ama kavuşamazlarmış. Gökyüzünü ancak birkaç saat paylaşabilirlermiş. Toprak ile Su ise onlardan biraz daha şanslı imiş. Toprak’ın Su’yu görme izni daha çokmuş, ancak Toprak öyle yüce bir annedir ki, bir tanecik aşkını çocuklarına verir. Pan’a sorduk, efsaneler doğru mu diye. Ne var ki Pan bize cevap vermedi. Pan bile kutsal sırları açıklayamaz.”

   “Burası eskiden tıpkı sizin bildiğiniz ormanlardan biri gibiydi. O zamanlar çok az insan vardı. Ve bazıları bize sığınırdı. Severlerdi de bizi, evet… Biz de onları severdik. Toprak onları beslerdi, onlar da Toprak’ı. Ne var ki gidişat gereği bir şey keşfettiler. Buna kötü diyemem, zira onun da yapması gereken görevleri ve sahip olduğu sorumlulukları var. O, kutsaldır da. Ama bir şey kesin ki, biz aynı ortamda olamayız. Çünkü varlığını devam ettirmesi için bizi öldürmeye ihtiyacı var.”

   “Adını anmayız biz. Ancak çok güzeldir. Bir meleğin saçları gibi gür, Güneş’in Ay’ı birkaç saat bile olsa görmek için çağırdığı muhteşem gün batımı vakti gibi turuncu, Güneş gibi sıcacık ve duygular, tutkular gibi canlıdır. Söyle bana, böyle bir varlık nasıl kutsal olmaz? Ama her şey yaşamak için bir şeylere gereksinim duyar. O da bize. Pan bile, ona inananlar olmasa, çobanlık yapması gereken hayvanlar ve biz olmasak var olabilir mi?”

   Bahar, Gürgen’in gözyaşlarını dindirip hikâyesini anlatabilmesine, ama en çok da bahsettiği şeylere böyle açılardan bakabilmesine şaşırdı. Oysa şimdiye kadar ki gözlemi bu varlığın sadece sulu göz ve güzel bir yaratık olduğu yönündeydi. Bu iki gövdeli güzel ağaç kim bilir nasıl düşünüyor, olayları ve kavramları beynine (beyin?) nasıl kaydediyordu? Hafızası nasıl çalışıyordu? Kaç yaşındaydı? Ne zamandır buradaydı? Ağaçların böylesine yoğun duyguları olabilir miydi? Bir aşığın kötü kalpli ama güzel sevgilisini anlattığı gibi anlatabilir miydi varlıkları?

   “Pan ve bekçileri. Elçileri. İşte onlar bizden sorumludur. Bizi korurlar. Ölüm getirmezler, ama zamanı gelince bilir ve yas tutarlar. Ekolojik dengeyi düzenlerler, gökyüzü ile, Toprak ile, Güneş ile, Ay ile dostlardır. Yalnız Pan’ın bile hükmedemeyeceği şeyler vardır. Çünkü tüm bu yüce varlıkların kendi benlikleri ve kendi kararları vardır. Ama biz ne yazık ki bir zamanlar bunu düşünememiştik.”

   Gürgen’in çok kısa bir süredir net olan sesi şimdi tekrar titremeye başladı. Sağlam, ama yıllardır çalışmamış bir gramofon gibiydi. Düzgün ve net sesi nadiren çıkarabiliyor, ama buna rağmen kesinlikle çalması gereken parçayı çalıyor, notalarda hata yapmıyordu. Çünkü ona bu plak takılmıştı. Vermesi gereken nota buydu. Bir başka şey çalamazdı ki…

   “Bir yıl gökyüzü yeryüzünü sulamayı reddetti. Bu konuda da efsaneler var. Denilene göre gökyüzü küsmüş… Doğru mudur bilemiyorum. Bir şey kesin ki, ihtiyacımız olan suyu o sene alamadık. Bunu hafif görme, senin bir ay yemek yememen gibi bir şeydir. Ve herhangi bir varlık bu derece besinsiz kalırsa düzgün düşünemeyebilir…”

   “Belli ki insanlar da bu durumdan şikâyetçiydi. Çünkü Toprak’ın koynuna yatırdıkları mütevazı sayılarda bitkiden oluşan tarlaları kuruyordu. Ürün alamıyorlar, genelde avlanarak yaşıyorlardı. Sürekli et yemek ise onları hırçın yapıyor, birbirlerinin kanlarını daha çok döküyorlardı.”

   “Onlar bilgisizdir. Bir Gürgen’i yemezler, Sarıçam’ı, Kayın’ı yemezler. Bu ağaçlardan beslenemedikleri için işlerine yaramadıklarını sanırlar. Avladıkları hayvanları kutsal varlıkta pişirebilmek için bizi öldürürler, yetiştirdikleri bitkileri değil. O yıl daha da çok öldürdüler. Kutsal varlık öyle açtır ki, eğer dizginlenmezse bizimle beslenmeye doymaz. Bir ormanı yutabilir.”

   Ormanda keskin bir hüzün tadı vardı. Boğazda takılıp kalıyor, yakıyordu. Dallar kıpırdıyor, birbirlerine değiyorlardı. Kimisinin göz yarıklarından yaşlar akıyor, kimisi gözlerini kapatıyor, hatta bazıları yarıklarını yok ediyor, sanki kendi içlerine çekiliyorlardı. Bir şeyler, kötü bir şeyler yaşadıkları belliydi. Çünkü travmanın silinmeye yüz tutmuş izleri tüm ağaçlarda hala görülebiliyordu.

   “O yıl yeterince su alamadığımız için Pan’dan gökyüzü ile konuşmasını istedik. Pan ise bunun elinde olmadığını, gökyüzüne hükmedemeyeceğini söyledi. Birçoğumuz; ben, Kayın, Karaçam, Sedir, Göknar ve Kavaklar isyan ettik. Kutsallara artık sadece insanlara yardım edip bizi unuttukları için ağıtlar yaktık. Biz; bu bilge yaratıklar, insanları kıskandık. Hâlbuki yağmur yağmamasından onlar da etkilenmişti. Ama biz suçlayacak birini aradık. Suyumuz olmadığı için ne yapacağımızı şaşırdık,” durdu ve bir süre yaşlı gözlerle havaya baktı Gürgen. Genç kız da bilinçsizce yere uzandı ve o da ağaç dallarından zar zor görünen gökyüzüne baktı. Bulutlara, sonsuz maviliğine… Çocukluğu dışında hiçbir zaman onların canlı olduğunu düşünmemişti. Ağaçların canlı olduğunu da çocukken ilk duyduğunda çok şaşırmıştı. Şimdiyse her şey ona kanlı canlı geliyordu. Su, toprak, hava… Taşların bile kim bilir ne hikâyeleri vardı?

   “Hiçbir varlık kendini koruyup kollayana, besleyene isyan etmemeli. Hele sert mizaçlı Pan’a hiç… İsyanımız bitip, yüreklerimiz soğuyunca korktuk. Çünkü Pan artık bizi korumayabilirdi. Özellikle de bizimle beslenen kutsaldan. Tahminimizde yanılmadık. O sene zaten insanlar bitki bulamayıp sürekli kızarmış et yedikleri için onu fazlaca yarattıklarından bize ulaşması hiç zor olmadı. Ve bir gün işte bu ormanda yangın çıktı. Öyle büyük bir yangındı ki… Yağmur olmadığından, Pan da olaya müdahale etmediğinden kontrol edilemedi ve büyüdükçe büyüdü. Birçokları öldü. İşte o zaman Pan’dan af diledik. Ona yalvardık. Saatlerce, günlerce bizi affetmesi ve tekrar kabul etmesi için ağladık. En sonunda Pan gökyüzünün de yardımıyla yangını söndürdü. Ve bizi tekrar kabul etti. Ama varlığımızın yerini değiştirdi. Bundan sonra kutsaldan uzak olacağımızı, ama arafta kalacağımızı ve o kıskandığımız insanlara şifa olacağımızı söyledi. Artık yalnızız. Burada bizden başka hiç kimse yok. Hayvanlar bile…”

   “Yani,” dedi Bahar doğrulup ağaca bakarak, “Bu sizin cezanız mı?”
 
   “Bir bakıma, aslında asıl cezamız burada tek olmak. Ama yine de Pan’ın koruması altında olabiliyoruz en azından. Bize bu adı da o verdi, Şifa Bahçesi.”

   Sarsılmaları çoktan dinmiş ama hala yaşları sızdıran yarıklara baktı Bahar. Ve yanına gidip ince ve çift olan gövdeye sarıldı. Beline dolayacak kolları olmasa da Gürgen’in de karşılık verdiğini hissediyordu. Ve olduğu yerde tekrar yere çöküp o da gözyaşlarını akıttı. Hem kendisi için, hem ağaçlar için. Her şey için.
Oracıkta uyuyakaldı kız. Uyandığında kaç saat geçmişti, bilmiyordu. Burada zamanın onun bildiği gibi ilerlemediği açıktı, çünkü saatlerdir uyuyor olduğuna emin olmasına rağmen havanın aydınlığında bir değişiklik yoktu.

   “Gitmemiz lazım artık. Başka bir ağaçla devam etmelisin,” dedi Mikropan. Kız topladığı sarı yapraklardan yere düşenleri tekrar tişörtünün üstüne alıp son kez Gürgen’ e baktı. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Çünkü ağaç onu anlamıştı. Hala ağlıyordu, muhtemelen bir süre ağlamaya da devam edecekti. Bir şey söylemeyeceğinden emin olunca tam arkasını dönecekti ki “Hepimiz unutmak istiyoruz,” dedi ağaç. “Ama sen unutacaksın. Bu yüzden şanslı olduğuna emin ol.”

   Kız gülümseyerek arkasını döndü ve tekrar Mikropan’ın peşine takıldı. Kendine bakan tuhaf ıslak gözlerin arasında, ara ara arkasında bıraktığı duygusal yaşlı ağaca bakarak tekrar yürümeye başladı.

Çevrimdışı Oghertay

  • **
  • 139
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Issız Kelimeler
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #10 : 22 Mayıs 2012, 23:43:41 »
Ağaçlarla ilgili bir hikayeyi okuyucuya aktarabilmek zor olsa gerek. Hayatımızda var olan bir nesne olduğu için, bunu konuşabilen ve  daha da önemlisi duyguları olan bir varlık olarak bizlere aktarman gerçekten çok zor. Fakat hikaye o kadar duygusal bir boyutta ki insan inanıyor ve kendisini kaptırıyor hikayeye. Bu da tabi ki yazarın kaleminin büyüsü ile alakalı olsa gerek.

Beğendim ve devamını bekleyeceğim.. :)
Cahillik lisan bilmemek değil insan bilmemektir..

http://www.oghertay.blogspot.com/

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #11 : 05 Haziran 2012, 11:15:34 »
Güzel bir mantık üzerine kurulmuş hikaye. Ağaçlarına derdini anlatıp deva bulmaya çalışan bir kız. Özellikle porsuk ağacı sert bir mizaca sahipken, gürgenin duygusal bir mizaca sahip olması hoş bir farklılık olmuş. İstekleri ve gömülecek parçaları, ağaçların karakterlerine ait minik sırlar barındırıyor gibi.
Ama kızın böyle bir atmosfere bu kadar hızlı uyum sağlaması hoşuma gitmedi desem yalan olmaz. Yani konuşan ağaçlar minik panlar biraz daha şaşırıp korkmasını beklerdim. Tabi ilerde bunun sebebleri çıkabilir (belki)
Son olarak da ilk bölümün ilk paragrafı okurken çok dile takılıyordu.
Devamını bekliyorum. :)


Çevrimdışı The Titan

  • *
  • 11
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #12 : 05 Haziran 2012, 12:05:49 »
Çok şirin ve farklı bir öykü oluşturmuşsun. Duygusal geçişler çok başarılı bir şekilde anlatılmış. Ağaçlara insani özellikler yapıştırıp bunu çok başarılı bir şekilde aktarmışsın.

Tebrik ederim. Gerçekten çok başarılı hikayeler okuyorum. Buda onlardan biri. Devamı gelirse okumaktan zevk alırım

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #13 : 05 Haziran 2012, 14:05:44 »
Oghertay, yorumun ve düzenli okuman için teşekkür ederim :)

grikunduz, ağaçlar sanırım en sevdiğim şeylerden biri. O yüzden onlara karakter yüklemeyi seviyorum. Kız çok çabuk alışıyor demişsin. Doğru ama sanırım bu kızın zaten fazla hayalperest oluşundan ve rüyada olduğuna ihtimal vermesinden.

The Titan, sana da teşekkür ederim yorumun için, en kısa zamanda devam edeceğim. Zaten bir ya da iki bölüm kaldı, bitmek üzere :)

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Şifa Bahçesi
« Yanıtla #14 : 17 Haziran 2012, 08:35:20 »
Her şeyden önce şunu söylemem lazım; Başka bir "bölümlü" hikaye daha yazdığını görünce sandım ki tamam bu bitmiş artık, toptan okuyup yorum yapayım. Okudukça da notlarımı aldım uzun uzun. Sonra bir baktım, okunacak şeyler bitti; ama hikaye bitmemiş! O yüzden biraz beynim döndü. Tüh, keşke toptan yapabilseydim yorumumu. Öte yandan, şu anda bölümlü olarak aynı anda yazdığın iki öykü var galiba. Herhangi bir eleştiri yapmak, kötülemek niyetinde değilim; ama tek diyeceğim şey ikisine de gerekli özeni gösterdiğine emin olmalısın.

Şimdi bu çok uzun bir yorum, ve çok çetrefilli. Yer yer haddimi çok aşıyor olabilirim, rahatsız olursan söyle, silerim; ama olabildiğince yapıcı eleştirilerde bulunmaya çalışacağım. Şimdiden özür diliyorum eğer bir şekilde seni kırarsam.

Hop başladık:

Bölümler arasında en az sevdiğim ilk bölüm oldu. Bunun en büyük nedeni hikayenin çok sert bir biçimde yön değiştirmesi oldu galiba. Ben okuyordum, kız bir oğlanı unutmak istiyor, hayatına devam edecek; ama çok da üzülüyor falan derken bir anda küçük bir yaratık çıktı ortalığa. Buna kesinlikle kötü demiyorum, hatta şu an bu yorumu yazarken hoşuma da gitti; ama o çok ani ve çok sert dönüş beni rahatsız etti ilk bölümde.

Şimdi izninle okuduğum süre içinde teker teker aldığım notların üzerinden geçiyorum, sırası, geneli, özeli karışabilir.

Alıntı
Saçlarını açmış ve kendi haline, hafif dalgalı haline bırakmıştı.
Demişsin bir yerde. "Haline" sözcüğünün çift kullanımının rahatsız etmesinden çok, daha yumuşak bir anlatım olabilirmiş bu cümle gibi geldi. "Saçlarını açmış ve kendi hafif dalgalı haline bırakmıştı." gibi. Akıcılık konusunda büyük bir sorun görmedim bu bölümlerde; ama böyle küçük yerleri törpülemek hali hazırda iyi olan akıcılığı daha da iyi yapacaktır.


Alıntı
Bir süre güzel manzarayı izledi. Aslında sadece ağaçlardan başka bir şey görmese daha iyi olurdu ama boğaz bu atmosfere oldukça yakışarak ağaçların arasına sokulmasını telafi ediyordu.
Buradaki anlatımını beğenmedim. Başka şekilde ifade etmeliymişsin gibi geldi. Böyle olunca ilk cümlede diyoruz ki "boğaza nazırken boğazı görmek istemiyor" (ve bu güzel bir düşünce); ama sonra bir anda kabulleniyor bunu. Örneğin: "Bir süre manzaraya baktı. Ağaçların arasından sızan boğaz... Aslında sadece ağaçları görmek istiyordu. Buraya onlar için gelmişti; ama boğaza o kadar da kızmadığını farketti. Boğaz da oraya yakışmıştı. Oranın bir parçasıydı o da." gibi. Bu örnekleri hep olabildiğince genel anlamda veriyorum, içerikten çok yapıyı göstermek gibi. Ve dediğim gibi sınırlarımı aşıyorsam, hoşuna gitmiyorsa gerçekten özür dilerim.


Alıntı
Uzun kulaklı, basık burunlu, kafasından iki adet boynuz çıkan, gözleri oldukça kısık ve yukarı doğru çekik, saçları küçük omuzlarına kadar uzanan bir karış yüksekliğindeki garip bir yaratık yüzünde şaşkınlık ve ayıplama karışımı bir ifadeyle ona bakıyordu.
Hikayede birkaç kez karşılaştığım bir durum oldu bu. Unutma ki bize Bahar'ın bakış açısından bir hikaye anlatıyorsun. Her şeyin ortasında o, ve onun dünyayı algılayışı var; ama bu gibi betimlemerin metni bir hikayeden çok senaryoya dönüştürüyor. Bize Bahar'ın ne gördüğünü anlatmak yerine, ortamda varolan şeyleri tanımlamış oluyorsun. Bir de şöyle bir sıkıntı var ki, "kırmızı bir kapı" tamlaması, doğal ve normal bir tamlamadır. "Büyük kırmızı bir kapı" da öyle. Ve hatta "tokmağı kavranmaktan aşınmaya başlamış büyük kırmızı bir kapı" tamlaması bile makul; ama burada "Uzun kulaklı, basık burunlu, kafasından iki adet boynuz çıkan, gözleri oldukça kısık ve yukarı doğru çekik, saçları küçük omuzlarına kadar uzanan bir karış yüksekliğindeki garip bir yaratık" diye bir tamlama kullanmışsın ve tekrar tekrar yavaşça okumam gerekti bu kısmı. Hem akıcılığı baltalamış, hem de demin bahsettiğim bakış açısı sorunuyla birleşince hikayenin belki de en önemli ikinci karakterinin ortaya çıktığı yerde sorunlar çıkmış. Örneğin şöyle bir şey olabilirdi: "Kafasını kaldırdığında ayaklarının ucunda bir şey gördü. Bir türlü neye benzeteceğini bilemedi. Küçük bir bedeni ve kocaman bir kafası vardı. Uzun kulaklı ve basık burunluydu. Kafasının tepesinde yükselen iki uzun boynuzu vardı. Keçi boynuzlarına benziyorlardı. Gözleri neredeyse çizgi gibi görülecek kadar kısıktı ve sanki boynuzlara doğru yarılmış hissi verecek şekilde çekikti. Küçük, biçimsiz omuzlarına bir tutam saçı dökülüyordu ve gözlerini dikmiş Bahar'a bakıyordu. Yaratığın yüzünde onu ayıplayan bir ifade vardı; ama bir yandan da şaşırmış görünüyordu."

Bu da aynı metni yazmanın en iyi yolu değil; ama yapısal olarak daha hikaye-anlatır bir hava veriyor. Burada önemli olan nokta, bizim okuyucu olarak hep Bahar'la ilgilenmemiz ve bu hikayeyi Bahar'ın yaşadığı kadar yaşıyor olduğumuz. Onun deneyimleri bizim deneyimlerimiz, o şekilde anlatılmayan her şey teknik ayrıntılar gibi geliyor.

Alıntı
Yaratık oyuğun içine girdi ve el işaretleriyle gelmesini söyledi. Genç kız içeri yaratıkla beraber girer girmez oyuk kapandı, sonra hemen tekrar açıldı.
Yine aynı durum. "Bahar içeri girer girmez oyuk kapandı. Bir anlık panikle nefesini tutarken aynı oyuk hemen tekrar açıldı." gibi bir şekilde, Bahar'ın deneyimini de içeri katacak bir şekilde daha iyi olabilir.

Alıntı
“Pan mı? Sen Pan’ı görebileceğini mi sandın? Yüce Pan, çayırların, bayırların, ormanların ve doğanın efendisi, böyle küçücük bir koruda ne gezsin. Ben onun elçilerinden biriyim. Birçok adım var, bana Apestalménos dediler, Ekpróso̱pos dediler, Delegato dediler ama sen bana kısaca Mikropan diyebilirsin.”
  
   “Elçilerinden biri mi?”
  
   “Evet. Her bir bölge için elçiler, yani bekçiler var. Ben bu küçük korunun bekçisiyim. Burayı korumakla görevliyim ve sen benim küçük ormanımı kirletiyorsun!” diye bağırdı genç kıza.

Böyle öyküler yazarken en büyük sorunlardan biri, karakteri ve özellikle okuyucuyu yeni bir mekana, dünyaya, duruma sokarken orayla ilgili verilmesi gereken önemli bilgileri nasıl vereceğindir. Yukarıdaki kısımda Mikropan kendisini Pan'ın elçilerinden biri olarak tanıttıktan sonra Bahar'ın "Elçilerden biri mi?" diye sorması ve onun cevabı da buna örnek oluyor. Ben de çok zorlanıyorum böyle bilgi vereceğim yerlerde, ve evet bir şekilde soruyu sordurup, cevabı da verdirtmen gerekiyor; ama bunu daha görünmez bir şekilde yapmaya uğraşmalısın bence. Yine hadsiz bir örnek veriyorum:
"“Pan mı? Sen Pan’ı görebileceğini mi sandın? Yüce Pan, çayırların, bayırların, ormanların ve doğanın efendisi, böyle küçücük bir koruda ne gezsin. Ben onun elçilerinden biriyim. Birçok adım var, bana Apestalménos dediler, Ekpróso̱pos dediler, Delegato dediler ama sen bana kısaca Mikropan diyebilirsin.”

"Mikropan mı?" diye sesli tekrarladı Bahar yürümeye devam ederken. Mikropan hafifçe başını sallamakla yetindi. Bahar daha önce bu kadar farklı türde ağacı birlikte gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Kafası yukarıda, gökyüzünü saran dalları incelerken dalgın dalgın sordu.

"Demek bir elçisin. Pan kiminle haberleşiyor ki?"

Mikropan'ın küçük suratı bir an afalladı. Sonra kısa histerik bir kahkaha attı.

"Tüm bu ağaçların, rüzgarın, toprağın, ormanların birbiriyle başka nasıl konuşacağını sanıyorsun? Ben onun için burayı korur, göz kulak olurum. Bekçilik ederim, haberlerini alır ve haberlerini veririm." Yürüyüşü dikleşti, göğsü gururla kabardı."

Yine diğerine göre çok da muhteşem bir gelişme olmadı; ama bir şekilde diyaloga biraz daha fazla yedirebilmelisin o bilgileri.

Alıntı
“Ağladın! İçindeki karmaşıklık, kararsızlık ağaçlarımı üzüyor. Onların zarif ruhlarını kimsenin böyle incitmesine izin vermem!”
Sırf bu söz için bile tüm öykü okunmalı. O kadar sade, ve o kadar güzel ki.


Alıntı
“Burada zaman senin bildiğin gibi işlemez,” dedi Mikropan. “Merak etme. Döndüğünde vakit…” kızın çığlığıyla olduğu yerde geriye döndü.
Bak burada "Hanım" öykünde de değinmiş olduğum bir sorun var yine. Eğer Mikropan kızın çığlığıyla olduğu yerde geriye dönüyorsa, biz onun bakış açısından okuyoruzdur hikayeyi; halbuki hikayeyi hep Bahar'ın bakış açısından görüyorduk.

Ağaç karakterlerini biraz zayıf buldum. Gürgen'de çok değil; ama özellikle Porsuk'ta bir karakterden çok bir "tip" vardı. Çok tek yönlüydü. Böyle hikayeleri olan, konuşan, dinleyen şeylerse eğer bu ağaçlar, tıpkı hikayendeki insanlar gibi onların da kanlı canlı gelmelerini isterim ben.

Alıntı
Gözde hala en büyük tabumuzdu ve kilit üstüne kilit attığımız bir kutuda Gökay’la beraberdi,
Ve muhteşem bir parça daha. Gerek yukarıda bahsettiğim söz olsun, gerek burası olsun. Okuduğum zaman resmen dudağım kıvrıldı, farketmediğim bir gülümseme aldı yüzümü.

5. bölümün ilk birkaç paragrafı karışık geldi bana. Hani sanki 1-2-3-4-5 diye paragraf sırası varsa öyküde, 2-3-1-5-4 gibi düzenlenmiş gibi. Tekrar okumak zorunda kaldım, anlayabilmek için, akıcılığı baltalıyor olabilir.

Alıntı
“Pan ve bekçileri. Elçileri. İşte onlar bizden sorumludur. Bizi korurlar. Ölüm getirmezler, ama zamanı gelince bilir ve yas tutarlar. Ekolojik dengeyi düzenlerler, gökyüzü ile, Toprak ile, Güneş ile, Ay ile dostlardır."

Porsuk ağacı zamanında "forum?" "internet?" diye kalakalmıştı. Ben de başka bir ağaçtan "ekolojik" lafını duyunca bir anda yabancılaştım ve benim için gerçekçiliğini yitirdi karakter. "Ekolojik" yerine "doğal" gibi daha az bilimsel bir sözcük olabilir miydi acaba?

---

Evet notlarım bunlar. Tabii buraya hep gözüme takılan parçaları yazdım diye öykünü beğenmediğimi sakın düşünme. Gerçekten hoşuma gitti. Özellikle de Gürgen'in hikayesi. Tüm bu onu unutmak için ağaçlara anlatacaksın, senden bir şey isteyecekler, bir şey gömdürecekler vs. kurgusu enfes. Bizi taa çocukluğumuzdaki o sade masallardaki 3 görevi yerine getirirsen dileğin yerine gelecek kurgusuna geri götürüyor.

Genel olarak akıcılığın çok iyi. Gerçekten iyi bir kalemin var. Benim şahsi fikrimi soracak olursan, biraz daha uzun, biraz daha tek şey üzerinde uğraşarak yazarsan çok çok daha iyi şeyler de çıkacaktır elinden. İlgiyle takip edip merak da ediyorum zaten kaleminden çıkacak olan tüm öyküleri.

Umarım seni gücendirmemiş, kırmamışımdır bu yorumumla. Kalemine sağlık.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..