Kapının ardına attığın anda adımını, kendini bir sarayda buluyorsun. Görevliler ve hizmetliler yemek hazırlığında, gümüş tepsilerde onlarca çeşit yiyeceği taşıyıp duruyorlar farklı masalara. Bu sofralar baharatlı çorbalar, soslu tavuklar, ızgara etler, rengârenk salatalar, taptaze meyveler ve gözünün alabildiği kadar içecekle donatılmış. Kokuları lütufkâr bir endamla davet ediyorlar seni ziyafete katılmaya.
Şahit olduğun kaotik düzenin her bir parçası, bu zamana kadar bildiğinden farklı bir renkte, farklı bir dokuda ışık saçıyor. Masada dizili sebzelerin tazeliğini, daha onları uzaktan uzağa görmüşken duyumsayabiliyor; çeşnilerin kokusunu daha önce tadılmadık lezzetleriyle birlikte hissediyorsun adeta. Görüş alanına ne girse onu tüm duyularınla algılıyor, bütünüyle sezimliyorsun anlayacağın.
Güzel bir bayan yanaşıyor sonra, duyu organlarının sağladığı rehberliğin yetersiz kaldığını görmüş gibi. Bütün telaşenin içinde serin bir şalgam suyuyla buyur ediyor seni içeri. Bardaktan tattığın bir yudumla mest oluyor, hafif meşrep bir hal alıyorsun. Ardından bayan seni kolundan beri, nazikçe tutup sarayın üst katlarına doğru yönlendiriyor. Sana kule tepesine kadar eşlik ediyor ancak araladığı son kapının dışına ulaşmanızla birlikte refakatçilik görevi sona ermişçesine hızla uzaklaşıyor.
Kule, bulutları aşmış bir yükseklikte. Bu yüzden ki kapıdan çıktığında daha aşağısını göremiyorsun. Siluetlerin üzerinde yürüdüğü zemin ise o sık bulutlardan başka bir şey değil. Elbette boşluğa yürümek konusundaki çekimserliğin bir süre devam ediyor.
Bahçe kapısının üstünde “Gordon’un Köşkü” yazan bir ev çarpıyor gözüne, yakınlarda. Biraz da oraya varma hevesiyle, denemen gerektiğine kanaat getirip çıplak ayaklarını bulut kümesi üzerinde gezdiriyorsun. Bu sende sis ya da duman dağıtmaktan başka bir his uyandırmıyor. Ayağını biraz daha aşağı, bulutların daha yoğun olduğu noktalara bastırdığında ise dengeyi bulduğunu tecrübe ediyorsun. Parmaklarında baskı sezmeksizin, süzülerek ilerlemeyi başardığında köşkün kapısı önündesin.