"İyi de ben kimseyi sevmiyorum ki. Yani seviyorum elbette, mesela ailemi, ama çok sevmiyorum. Yani kimseye bir düşkünlüğüm yok. Kimse benim için üzülmesin. Eh üzülürlerse de... Bunun beni pek etkileyeceğini sanmıyorum."
Doktor sakin bir ifade takınıyor. Alice’in bu düşüncesi, onu kayda değer bir şekilde üzüyor tabi. “Nankör bir evlat daha…” diye düşünüyor, fakat dile getirmiyor. Hafif bir gülümseme takınıp konuşmasına devam ediyor.
"Bildiğim kadarıyla bir durum, travmatik bir olay yok. Lise hayatım normal denebilecek gibiydi. Eh işte biraz arkadaşım vardı. Onlarla gezerdim, ders çalışırdım. Arada sırada bir kitap alırdım elime. Bol bol uyurdum. Erkek arkadaşım oldu bir tane. Bir de platonik aşkım oldu. Aklımdan çıkmadı hatta yıllarca... Hatta yeni yeni fark ediyorum aklımdan çıktığını. Neyse... Öyle işte, klasik bir lise hayatı. Kayda değecek bir şey olmadı."
Doktor, bir – iki dakikalık bir düşünme sürecinden sonra, tatmin olmamış bir ifadeyle Alice’e bakıyor. Fazla tecrübeli değildi, ama insanların durup dururken veya sıradan bir hayat sürüyorken obsesif olamayacağını da iyi bilirdi. Alice’in kesinlikle ona anlatmadığı trajedik bir olay olmalıydı. Belki de Alice’in üstünkörü bir şekilde bahsettiği o lise aşkının ardında başka bir şeyler daha dönmüştü. Ya da tamamen bambaşka bir şey vardı. Ancak bunu öğrenmek için, önümüzdeki haftaya kadar beklemesi gerekiyordu. Zira, seansın bitmesine beş dakika kalmıştı.
“Peki” diyor doktor bu kez daha az içten bir gülümsemeyle. “Daha fazla konuşmak isterdim, ama bu haftalık bu kadar sanırım. Haftaya yine aynı saatte buluşacağız.” Derin bir nefes daha alıyor. “Sizden istediğim bir şey var. Bir A4 sayfası alın. Şu andan itibaren, yarın bu saate kadar, yaşadığınız tüm mutluluk verici olayları bu kağıda yazın." Masanın üzerinden bir kağıt uzatıyor. "Çok fazla madde çıkarsa, ertesi gün maddeleri okuduğunuzda, ne de çok şeye mutlu olduğunuzu anlayacaksınız. Pek çoğu da size saçma gelecektir. Ama bu gerçeği değiştirmez, o maddeler sizi o an mutlu etmiştir. Eğer maddelerin sayısı pek azsa, o halde bana anlattığınız kadar mutlu değilsiniz demektir.” Elini havada şöyle bir sallayarak, yüzüne çelimsiz bir mimik yerleştiriyor. Masadaki birkaç kağıdı toparlayarak, koltuğundan kalkıyor. Bu sırada Alice de kalkıyor tabi. Doktor yavaş adımlarla Alice’in yanına geliyor ve elini uzatarak, onunla toka ediyor.
“San Hugh kilisesinin önünde, Ford model bir arabayla, büyük bir kamyonun altına girdiğimde henüz 23 yaşındaydım. Eczacılık bölümünde okuyan bir de kız arkadaşım vardı o zamanlar. Birlikte büyükannemi ziyarete gidiyorduk ve ben o zamanlar o kızla evleneceğime inanıyordum.” Yüzünde hoş bir gülümseme var. “Sonuç olarak bir süre hastanede kalmam gerekmişti ve yanımda bir tek o pek az sevdiğim ailem vardı. Akşamları annem, öğlenleri babam. Tuvalete bile kalkamıyordum ve beni onlar temizliyorlardı.” Yüzünde bir utanma ifadesi beliriyor birden ve hemen konuyu değiştiriyor:
“Çoğu hep gider. Pek çok zaman yanımızda kalan, hep ailemizdir.” Yüzünde hala aynı tebessüm var. “Çıktığını sekretere haber verir misin? Sonraki hastayı göndersin.” diyor ve yüzünü masasındaki başka kağıtlara daldırıyor.
Saat 13:00. Alice için ayrılma vakti. Daha bir ton boş zamanı var ve ne yapacağına kendisinin karar vermesi gerekiyor.