Kayıt Ol

Lyner

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #45 : 10 Mart 2014, 22:03:34 »
Bölüm 17 – Kara toprak

Amiraller Resdan krallığını verilen sınırlı yetkiler doğrultusunda yönetmekle görevlendirilmiş, her biri krallığın iyiliğini düşünen pratik insanlar oldukları için ellerinden geleni ardına koymamışlardı. Daha çok Leon ile yapılan savaşın negatif sonuçlarını gidermeye çalışıyorlardı. Ordunun büyük bir kısmını kaybetmişlerdi ve Esail’in emriyle orduya sadece büyücüler alınacağından, orduyu yenilemekte sıkıntı çekiyorlardı.

Amirallerden Sindrath soluğu büyücü akademilerini didik didik ederken bulmuş, bu akademilerden en iyisi olan Reba’da çok hoş karşılanmıştı. Reba denen akademiye adını veren, okulun müdiresiydi. O kadının bir insan olmadığını düşünen çok kişi vardı, kuşkusuz Sindrath da onlardan bir tanesiydi. Reba büyücüler ile normal insanların asla aynı kademede olmaması gerektiğin düşünen, sıradan insanlara birer evcil hayvan gözüyle bakan, düşünceleri hastalıklı bir şahıstı. Sindrath’dan aldığı, ordunun tamamen büyücülerden oluşacağı haberi, kendisini sonsuz mesut etmişti dolayısıyla.

Ayrımcılık, kalıp yargılar ve önyargılara sebep olmuştu bu karar. Nefret tohumları krallığa yayılıyordu. Bu, büyü yeteneği olanların, olmayanlara karşı kesin bir üstünlük sağlayacağı, yeni ve tehlikeli bir sistemdi.

Tabi Lyner ve Esail Amirallerin sorumluluklarına oranla daha büyük bir yükün altındaydılar. Yolculuk sırasında yiyecek ve suyu tüketmişler, aslında tabiri yerindeyse har vurup harman savurmuşlardı. Olanlara dair bir fikirleri yoktu.

Oak ile Resdan arasındaki tenha ormandan geçerken atlarını bir şekilde kaybetmişlerdi o ikisi. Gördükleri tek yaratık bir orman aslanıydı ki o da pek vahşi davranışlarda bulunduğundan taraflarınca öldürülmüştü. Bu bir kış ormanıydı. İğne yapraklı ağaçlar yılın on iki mevsimi kar altındaydı. Mevsim, bu bölgede sadece kış olurdu.

Lakin ormandan bir şekilde çıkmayı başarıp, yine de çok sevinememişlerdi. Ormanın diğer tarafı Oak imparatorluğuna çıkıyordu ama ayak bastıkları boş arazi uğursuzluğun kafesi gibiydi adeta. Bu topraklar insanlar için değildi. Kara toprak kızıl gökyüzüyle birleşirken, Lyner hayatında ilk kez Resdan dışında bir imparatorluğa ayak basmış bulunuyordu.

Toprak gerçekten de fazla siyahtı. Yine de ilerlemek zorundaydılar. Ürkütücü şeyler olmaya başladığında ise, birkaç kilometreyi geride bırakmışlardı.

Birkaç seyrek ot, ki bu otlar çok siyah ve kuruydular, kuru, siyah bir toprak örtüsü, ki kilometrelerce uzanıyordu, ayrıca siyah ve iri birkaç kaya parçası dışında arazi son derece boştu. Ne bir kuş, ne bir böcek, tanıdık olabilecek herhangi bir canlıya rastlamadılar. Fakat yola devam ettikçe, etraftan gelen tuhaf seslerle, ki bir çeşit hayvana ait olmalıydı, korkmaya başlamışlardı artık.

“Bu ülkenin nesi var böyle” diye sordu Esail. “Hava tamamen aydınlık olmasına rağmen yeryüzü geceymiş gibi duruyor.”

“Ben daha çok şu baykuş seslerine şaşırıyorum. Etrafta pek ağaç olmamasına rağmen ve gündüz vakti…” Lyner etrafını iyice kolaçan ederek yürüyordu.

“Onların baykuş olmadığına eminim. Sesler fazla uzaktan geliyor gibi. Bu kadar uzaktan duymamız çok yüksek bir ses çıkardıkları anlamına geliyor.”

Lyner hemen seslerin ejderhalara ait olabileceğini düşündü ama hemen sonra bu fikirden vazgeçti. Ejderhaların yaşadığı yere henüz ulaşmamış olmaları gerekiyordu. Uzaklarda bir dağı seçebiliyordu lakin çok uzakta gibiydi. Zar zor görüş alanına giriyordu.

Pek konuşmadan yürümeye devam ettiler. Birkaç kilometre yürüdükten sonra, küçük bir tepenin ardında bir köy fark ettiler.

Aslında burası bir köyden çok, bir şehir meydanına benziyordu. Tek haneli evler yan yana dizilip büyük bir yuvarlak oluşturmuştu. Meydanın dışını birkaç okaliptüs ağacı süslüyordu, ama bunlar da siyahtı tabi. Lyner ve genç kral oraya vardıklarında güneşin batmasına henüz bir saat daha vardı ama köyün girişinden itibaren her yer bir çeşit ışıkla aydınlatılıyordu. Işıklar ağaçların üstünde, evlerin üstünde, ya da her yerdeydi.

Evlerin oluşturduğu halkanın içine sadece bir yerden girilebilirdi. Lyner’ın geldiği yerden giriş açıkça görülebiliyordu. Lyner hemen oraya yöneldi.

Evlerin giriş kısımları halkanın içinde yer alıyordu. Evlerin oluşturduğu bu halkanın içinde daha küçük ve dükkanlardan oluşan bir diğer yuvarlak daha vardı. Evlerin girişleri ile dükkanların girişleri karşılıklı bakıyordu, ama aralarında sağlam bir mesafe vardı tabi.

O ve kral girişten içeri girdikleri anda, yüzlerce insanın sokaklarda gülüşmekte olduklarını gördüler. Dükkanlar insan kaynıyor, evlerin balkonlarında tanıdıklar oturmuş muhabbet ediyor, çocuklar iki yuvarlak set arasındaki siyah toprakta yerlere yatmış, oyunlar oynuyorlardı. Herkesin yaptığı şeyi bir kenara atıp kendilerine dönmesi ile Lyner çok tuhaf bir şeyi fark etti. O da, burada bulunan, çocuk ve yaşlı gözetmeksizin herkesin kız olduğuydu.

Şok olmuş yüzlerini öfke bürürken, birkaç kadın kılıçlarını çekerek onlara doğu yürüdü. Lyner hemen ellerini kaldırarak kadınların onların yanına yaklaşmasını bekledi. Esail de ellerini havaya kaldırmıştı.

“Siz iki yabancı burada ne yapıyorsunuz?”

On kadar kılıçlı ve zırhlı kadının içinde öne çıkan, sarışın, kısa saçlı, orta yaşlarda bir kadındı konuşan. Aşırı kaslı vücudu sayesinde çok itici görünüyordu. Diğer kadınlara oranla daha iri ve çirkindi, lakin bu kadar kaslı olmasa dünyanın en güzel kadını olabilecek bir gizli kapasiteye de sahipti.

“Ejderhaların yaşadığı şu dağı görmek için yolculuğa çıktık.” Dedi Lyner. Gülümsüyordu. Esail ve kadınların verdiği tepki aynıydı.

Kadınlar kılıçlarını daha da ileri attı.

“Bu köye erkekler izinsiz giremezler. Hemen çıkın buradan!”

“Bunu yaparsak ölürüz. Yemek ve suyumuz tükendi. Yolculuk sırasında ölmektense savaşçılar tarafından öldürülmeyi tercih ediyorum.” Lyner gülümsemeye devam ediyordu.

Kadın sinirle kılıcını salladı. Lyner geriye atılarak bu darbeyi savuşturmuştu.

“Vay, hızlısın” dedi kadın. “İyi bir döl kaynağı olabili…”

Kadın sözünü yarıda kesip geriye atılırken, elindeki kılıcı da yere düşürmüştü. Yakışıklı oğlanın vücudunu yoklarken gözüne o kızıl gözleri kestirmişti zira. Yüzünü büyük bir korku kapladı.

“Sen, yoksa!”

Yüzündeki korkunun yerini bir anda öfke ve hırs bürüdü. Hemen kılıcını yerden kaparak bir diğer saldırıda bulundu. Bu kez Lyner’ın karşılayabileceğinden hızlı bir darbe indirmişti ama Lyner kendini geriye ışınlayarak yeniden saldırıyı karşılayabildi.

“Sendin! Kardeşimin canını alan sendin!”

“Sakin olun” diye söze karıştı Esail. “O gözler kimseyi öldüremez.”

“Bu anı çocukluğumdan beridir arzuluyorum Ryner Deobilis! Kendini hazırla!”

Lyner’ın işittiği isim, zihninin en karanlık anılarını aklına getirdi. Bu ismi Esail de biliyordu, fakat Lyner o adama hiç benzemiyordu. Onu çocukluğunda sık sık görürdü, dedesinin sağ kolu gibiydi.

“Onu biriyle karıştırıyorsunuz” dedi Esail. “O adam neredeyse on beş yıl önce ölmüştü.”

Lyner boynunu bükmüştü. Kadının azmi intikam arzusundan geliyordu ve Lyner bu azme başını eğerek saygı gösteriyordu.

“O kardeşinizi mi öldürdü?” diye sordu Lyner. Kafasını yeniden kaldırdığında gülümsüyordu. “O halde bize minnettar olmalısın. O adamın ölmesine sebep olan kişi bendim.”

Lyner sırıtırken sol gözünden bir damla yaş aktı. Esail ve kadın kendisine şok olmuş bakışlarla bakıyorlardı. Gözünü silerken gülümsemeye devam ediyordu.

“Üstelik bahsettiğiniz olay uzun zaman önce olmuş olmalı, ne kadar genç olduğumu fark etmişsindir. Maalesef bahsettiğin kişi değilim.”

Kadın kılıcını indirerek yaşadığı duygu fırtınasından çıkmıştı. “Haklısın. Yine de bu köyden gitmelisiniz. Bu köy sadece kadınlara aittir.”

“Bunu biliyoruz.” Diye atıldı Esail. “Sadece yiyecek bir şeyler satın alıp hemen yolumuza devam etmek istiyoruz.”

Kadın bu iki adamın kötü niyetli olmadığını bir şekilde anlasa da, köyün kurallarını bozmayacaktı. Bu sebeple elleriyle gitmelerini işaret ederek ardına döndü. Ancak kadın ardını döndüğünde, köşedeki tezgâhta bulunan çeşitli meyveleri sırt çantasına dolduran Lyner’ı gördü. Ardına dönmeden önce Lyner’ın karşısında durduğunu hatırlıyordu. Şaşırdı ve ağzını istem dışı açtı. O sırada Esail’in koşar adımlarla köyün çıkışına koşmaya başladığını gördü. Bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Hemen sonra, onun kaçmasına izin verip Lyner’ı yakalamakta karar kıldı. Kafasını yeniden çevirdiğinde, tezgah bomboştu. Lyner birkaç metre ötedeki çeşmede matarasına su dolduruyordu.

“Yakalayın onu!”

Kadınlar daha harekete geçemeden, Lyner matarasını da doldurmuş, kendini koşmakta olan Esail’in yanına ışınlanmıştı.

Ancak o ikisi koşuya geçtikleri sırada, beklenmeyen bir şey oldu. Önlerini zincirler kapladı. Siyah, uzun zincirler. Arkalarına döndüler ancak dört bir yanın bu zincirlerle kapatılıp bir kafes oluşturduğunu fark ettiler. Kafesin tepesi yoktu. Zincirler sanki sonsuzluğa uzanırmışçasına gökyüzüne ilerliyordu.

“Bu da ne?” dedi Esail.

“Kara büyü.”

Lyner cevap verirken ifadesizdi. “Karmaşık bir büyü, sadece yapan kişinin bozabileceğini sanıyorum.” Tekrar önüne baktığında, bir kadın silueti seçebildi.

En az 80 yaşındaydı. Elindeki baston yardımıyla yürüyor, beyaz uzun saçları sırtına devrilirken kırışık yüzünü siyah lekeler süslüyordu. O kadar yavaş adımlarla ilerliyordu ki, kafesin yanına gelene değin sanki saatler geçmişti. Bastonu yere vurdukça çıkan “tık” sesi dışında bir ses duyulamaz olmuştu. Sessizlik bir anda ortama hâkim olmuş gibiydi.

Kadın kısa boyluydu fakat hantal olduğu için bunu gizliyordu. O yürürken, arkadaki kadın askerler diz çökmüşler, en ufak bir ses bile çıkarmıyorlardı.

“Hırsızlık, bu köyde onlarca yıldır rastlanmış şey değil.” Oldukça içten, güçlü bir sesi vardı kadının. “Çocuklarım bunu görmüş oldular. Acıklı bir durum, yaptıklarından pişman olmalısın.

“Hırsızlık yapmadım.” Diye atıldı Lyner. “Aldığım her şeyin parasını fazlasıyla raflara koydum ben.”

Lyner ellerini havaya kaldırırken, kafes bir toz yığınına dönüştü. Bu karmaşık büyüyü çözmesi, Lyner’ın sadece birkaç saniyesini almış olmalıydı.

“Ölmek üzere olan iki insana sırf erkek oldukları için yardım etmeyi reddeden bir grup fahişeyle yaşayan o çocuklara ben de acıyorum, evet.”

Lyner ileriye doğru bir adım attı. O adımını atarken, hafif bir rüzgar yaşlı kadına Lyner’ın aurasını taşıdı. Yaşlı kadın şok olmuş bakışlarla onlara bakarken, Lyner yürüyerek kadının yanından yürüyüp geçti.

En ufak bir büyü kullanmamıştı ama Lyner Noa krallığının en güçlü büyücülerinden birini yine de yenmişti.

Lyner yürürken, kadın ardına dönüp çocuğa baktı. “Lyner…” dedi. “Yoksa, sen…”

Kadının kelimeleri, Lyner’a o tanıdık hissi taşıdı. O tanıdık, acı verici ama mutluluk kokan hasret duygularını.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #46 : 10 Mart 2014, 23:27:59 »
Uzun bir aradan sonra Lyner'ı okumak hoşuma gitti. Meraklanmaya başlamıştım kaç zamandır. Birde ordunun sadece büyücülerden oluşması fikrini tamamen olumlu olarak değilde olumsuz bir tarafıyla da verilmesi güzeldi. Tek olumsuz eleştirim kelime tekrarı üzerine olacak Mesela:

Evlerin giriş kısımları halkanın içinde yer alıyordu. Evlerin oluşturduğu bu halkanın içinde daha küçük ve dükkanlardan oluşan bir diğer yuvarlak daha vardı. Evlerin girişleri ile dükkanların girişleri karşılıklı bakıyordu, ama aralarında sağlam bir mesafe vardı tabi.

Bu kısacık paragrafta üç defa "ev" kelimesi geçiyor. Hikayedr buna benzer örneklerde bol. Bunları azaltman hikayenin akıcılığını arttıracaktır
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #47 : 08 Temmuz 2014, 22:58:19 »
Spoiler: Göster
Here comes the summer again... Aylar süren gecikmenin ardından karşınızdayım. Maalesef hikaye bir roman oluşturulubilecek kadar uzun. Çok özetle aklımdaki pek çok olayı vermek kolay olmuyor ve aklımdaki pek çok şeyi açıklamak için sabırsızlandığımdan her şey benim için sıkıcı bir hal alıyor. Önceki ilginizi yeniden yakalarım umarım, teşekkürler...


Bölüm 18 – Fakir Bir İmparatorluk

Kadının adı Era’ydı. Lyner ile Bog-Maiw kasabasındaki bir pazarda tanıştıklarında, Lyner henüz bir çocuktu. Yaramaz bir çocuk.

Rylei Lyner ve Dean’e bir miktar para vererek, yürüyerek bir günde gidip gelebilecekleri mesafedeki Bog-Maiw kasabasına göndermişti onları. Kasaba, civardaki en iyi ticaret bölgelerindendi. Yerleşik hayatın pek az olduğu, ipek, kumaş, tarım ürünleri ve hatta mücevherlerin bolca bulunabileceği bir yerdi. Bu küçük kasabaya ülkenin diğer ucundan kalkıp gelenler bile olurdu. Dolayısıyla hırsızların ve hatta köle tacirlerinin de birer odak noktasıydı burası.

Rylei, Lyner ve Dean’in, başarıyla istediklerini satın alıp gelebileceğini varsaymıştı ancak bölge iki küçük çocuk için ziyadesiyle tehlikeliydi. İki çocuk, yalnız oldukları anlaşılır anlaşılmaz köle tüccarlarının ilgisini çekmeyi başarmıştı.

Era sadece ipek satmak için krallığı dolaşan gezgin bir tüccardı. Yaşlı bir kadındı. Lakin hisleri güçlü bir insandı. Bir miktar ipek satın almak için tezgahın önünde duran iki çocuğun, ki bunlar Lyner ve Dean’di, büyücü çıraklar olduklarını hemen anlamıştı. Özellikle Lyner’ın mutluluk dolu aurası kadını büyülemişti.

“Adın nedir küçük büyücü?” dedi kadın Lyner’a gülümseyerek.

“Siz… Nasıl anladınız?” Lyner korkmuş ve endişelenmişti. Kadın kahkaha attı ipekleri uzatırken.

“Elbette anlarım, bende büyücüyüm.” Dedi. “Ama buralara ait değilim, pek uzaktan geldim.”

Lyner o an gülümsedi. “Öyle mi? Adım Lyner, tanıştığıma memnun oldum!”

Lyner tezgâhtan uzaklaşıp köşeyi döndüğü sırada ise, o ve arkadaşının karşısına iki iri yarı adam atıldı.

***
Daha ne döndüğünü anlayamadan, başlarına geçirilen iki beyaz torba kör etmişti iki çocuğu. Ağızlarını birer el kapatmış, bir yandan da ayakları yerden kesilmişti. Yüksek ihtimalle çocukları sırtına almışlardı. Hemen sonra sert bir zemin üstüne yatırıldılar. Bir yük taşıtının arkası olabilirdi. Bu süreç esnasında, ağızlarını, kol ve bacaklarını bağladılar. Torbaları kafalarından çıkarmışlardı.

Lyner ışınlanmadı çünkü ışınlanıp bir başkasına bağlarını çözdürse bile Dean’i arkasında bırakamazdı.

Lakin araç hareket etmedi. Kuru bir gürültüyü inileme ve savaş çığlıkları süslemişti. Lyner eğilip baktığında, az önceki ipek satıcısının adamlara minik ateş topları atmakta olduğunu gördü.

“Kadınlar ve çocuklar kutsaldır!” dedi yaşlı kadın. “Özgürlükleri satılık olamayacak kadar değerlidir!”

Adamlar öfkeli kadına karşı bir şansları olmadığını fark edip her şeyi ardında bırakarak topukladılar.

***


“Oh, seni tanıdım” Lyner arkasına döndü. “Bizi köle tacirlerinden kurtarmıştın.” Gülümsedi.

Kral sürekli bir şeyler olmasından yorgun düşmüştü. Sakin ve hızlı bir seyahat arzulamıştı, lakin durum karmaşıklaşıyordu. Burada olmaktan ötürü içi rahat etmiyordu. Yenile kral olmuştu ve tahtını başkalarına emanet edip öylece gitmişti. Hoş, Rylei denen adam burada bulunması gerektiğini söylemişti ve o adam kadim bir bilgeliğe ulaşmış olmalıydı. Leon ile olan savaş sırasında ispatlamıştı ki, o, kuşkusuz bu ülkenin en büyük büyücüsüydü. Fakat duyduğu bu ürkünç sıfat, neden burada olduğunu anlamasına sebep oldu. “Köle tacirleri.”

Genç kral bunun çok eskiden var olduğunu ya da sadece masal olduğunu düşünmüştü şu ana dek. Fakat hiçbir şeyin tozpembe olmadığını fark ediyordu. Yolculuğu belki de bunu anlayıp değiştirmesi için bulunmaz bir fırsattı?

“Ah, evet. Epey zaman oldu, Lyner.”

“Adımı unutmamışsınız. Buna sevindim.”

İhtiyar, hala daha saygıyla reverans vermekte olan savaşçı kadınlara döndü.

“Bu iyi insanların en azından bir geceliğine burada kalmasını onaylıyorum.” Dedi. “Ayrıca ayağa kalkabilirsiniz. Misafirlerimiz köyün monarşi ile yönetildiğini sanabilir.”

“Hayır ama anaerkil olduğu kesin” dedi Lyner gülümseyerek. Kadınlar reveransı bırakıp ayağa kalktılar. Bu köy sadece kadınların yaşadığı bir köy değildi, ayrıca en yaşlı insanların en saygın olduğu bir düzen oluşturulmuştu ve köydeki en yaşlı kadın Era’ydı.

İki bina çemberinin arasındaki yoldan dümdüz içeri yürüdüler. Köyün batıya bakan ucunda, önünde fesleğenler ekili, oval ve büyük bir ahşap ev vardı. Evin çatısı hasırdandı, lakin duvarlarla bitişik değildi. Evin çatısını duvarlara bağlayan birkaç iri sütun vardı. Burası yemekhaneydi ve bu köyün tüm insanları günün belirli saatlerinde bir araya gelip yemeği birlikte yerlerdi. Ne Lyner ne de kral, birbirine böyle büyük bağlarla zincirlenmiş köy sakinlerini daha önce görmemişti.

Oraya yürürlerken fısıldaşmalar hayli can sıkıcı olmaya başlamıştı. Yetişkinler öfkeli, çocuklar ise şaşkındı. Zira hayatlarında ilk kere bir erkek görüyorlardı. Sadece şaşkın değil, meraklıydılar da. Kimisi ise bu iki genç oğlanı birer sex objesi olarak gözüne takınmış, onları sıradan bir oyuncak niyetine gözlüyorlardı.

Yemeğe katılım çok az oldu. Öfkelerini ya da cinsel arzularını bastırmak isteyenler gelmemişler, çocukların gelmesine de müsaade etmemişlerdi. Fakat özellikle savaşçı olanların çoğu gelmiş ve birkaç iyi niyetli kadın ile çocuk onlara katılmıştı.

Ziyafet harikulade olacağa benziyordu. Patates yahnisi, birkaç çeşit çorba, kurutulmuş domuz eti ve birçok lezzetli yiyecek uzun bir masaya donatılmıştı. Bir zengin ziyafetini andırıyordu, lakin bu durum buradaki insanlar için hayli sıradandı.

Masanın en ucuna oturan, Era oldu. İki yanına ise Lyner ve kralın oturmasını istedi.

“Kızıl gözlü oğlanı çocukluğunda tanımıştım” dedi kadın. “Bir grup köle tüccarı tarafından kaçırılmak üzereydi. Kendisine mütevazı bir şekilde yardım ettikten sonra, günün birinde buluşursak bu yardımın karşılığını ödeyeceğini söylemişti.”

Lyner çoktan sofradaki yemeklerden tatmaya başlamıştı.

“İçinizden büyücü olanlarınız anlamıştır ki, bu genç sıradanın çok ötesinde bir güce sahip. Son zamanlarda yaşadığımız sıkıntıları çözmek için bize yardım edeceğini düşünüyorum.”

Lyner hala yemek yemeğe devam ederken, yaşlı kadının konuşması üstüne fısıldaşmalar başladı.

“Ne tarz bir sıkıntıdan bahsediyoruz?” diye sordu Lyner.

“Oak krallığında son birkaç yıldır akıl almaz şeyler olmaya başladı. Bu dünyada ejderhaların bulunduğu tek yer bizim krallığımızdı ve kutsal dağımızda yaşıyorlardı. Lakin dağdan inmeye, yerlilere saldırmaya, ve hatta öteki krallıklara geçmeye başladılar. Yetişkin ejderhalar, bizlerin karşılarında savunma yapabileceğimizden çok daha güçlüdürler. Özellikle de büyücü ejderhalar karşısında hiç şansımız olamaz. Şimdiden birkaç köyü yerle bir ettiler ve bir sonraki köyün bizimki olmayacağı bilinemez.”

“Neden onlarla konuşmuyorsunuz?” diye sordu Lyner tekrardan, ağzına bir diğer et parçasını tıkıştırırken.

Kadınların birkaçı kıkırdadı.

“Bu çocuk mu bizi kurtaracak, anne?” diye sordu bir tanesi. “Dinle, ejderhalar insanlarla konuşmaz. Biz onlar için birer karıncadan farklı değiliz.”

Yaşlı Era elini kaldırarak kadına sessiz olmasını işaret etti.

“Ejderhaların insanları muhatap alması pek ender görünen bir durumdur. En az onlar kadar güçlü olduğunu ispatlaman gerekir.”

“Biz aslında buraya onlar için gelmiştik” dedi Lyner. “Ustam bana ejderhaların yanında eğitimimi tamamlamamı söyledi.”

“Bu imkansız!” diye çıkıştı yaşlı kadın. Ellerini masaya koyarak ayağa kalkmıştı. “Ejderhaların özel bulduğu birkaç insanı eğittiğine dair anlatılar var. Fakat bunların hayal ürünü olduğu su geçirmez bir gerçek.”

“Anlatılar mı? Efsane gibi mi?” diye sordu kral bu kez.

“Ejder büyücüler, büyü sanatının en antik ve gizemli şeklini bilirler. Bunu insanlarla paylaşmaları asla mümkün olamaz. Sen bir karıncayı senin kadar güçlü yapmak ister miydin?”

“Eğer karınca bu gücü kullanmak için geçerli bir sebebe sahip olsaydı, evet” diye atıldı Lyner. “Bu ejderhalarla konuşmaya gideceğiz. Size yardım edeceğime dair söz veriyorum. Bana kutsal dağa en kolay nasıl gidileceğini anlatın yeter.”

Lyner hala yiyordu. Konuşurken de ağzındaki lokmanın bitmesini beklememişti.

Yaşlı kadın şaşkınlıkla oğlanı süzdü. Hemen sonra bir kahkaha attı ve o da bir şeyler yemeğe koyuldu.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #48 : 26 Ekim 2014, 12:36:31 »
Bölüm 19 – Geçit

Sabahın ilk ışıkları köyün doğusundan evlerin duvarlarına çarpıyor, epey yatay oldukları için kör bir gölge yaratıyorlardı. Havaya karışan fesleğen kokusunu, siyah toprağın kanı andıran kokusu harmanlamıştı. Belki de o fesleğenlerin ekilme sebebi buydu.

Sabah kahvaltısında yemekhaneye gelen kadınlar çok fazlaydı. Önceki akşam yemeğinin aksine herkes kahvaltıya gelmeyi uygun görmüşlerdi. Bu duruma Lyner pek şaşırdı, lakin her halükarda kahvaltının ardından köyden ayrılmayı planlıyordu.

Oturma düzeni değişmedi. Kahvaltı da çorak topraklara uygunsuz bir şekilde zengindi. Zeytin, yumurta ve birkaç çeşit ekmeği yeşillikler süslemişti. Herkes kahvaltısını yaparken sessizlik hakimdi. Gerçekten de olağanüstü bir durumdu erkeklerin köyde bulunmaları.

Aslında sistem basitti. Yetişkin kadınlar civar köylere gittiklerinde birilerine aşık olabiliyorlar ve orada evlenip orada kalabiliyorlardı. Çocuk sahibi olduklarında eğer bu bir erkek çocuksa kocalarının yanında yaşamaya devam ediyorlardı. Ancak çocuk kız olursa, isteseler de istemeseler de, çocukla birlikte kocalarını bırakıp kaçmaları gerekiyordu. Kural böyleydi.

“Ejderhaların yaşadığı dağa ulaşman yürüyerek bir hafta sürerdi” dedi yaşlı kadın sessizliği yırtarak. “Fakat hem uzun hem de tehlikeli bir yolculuk olurdu. Ayrıca size satacağımız yiyecek ve içecek miktarı da sınırlı olacak. Bu sebeple size birer at kiralayabilirim. Yolculuğunuzu üç güne, hatta iki güne indirgeyebilirler. Ayrıca atlar geri döneceğinize dair bir güvence olur.”

Lyner kafasıyla onayladı. “Yaptıklarınız için minnettarım.”

Esail ise çoktan bir şeyler atıştırmıştı. Hava almak için izin istedi.

“Beni de bekle, Esail.” Dedi Lyner. “Erkenden gitmemiz iyi olacak.”

Samimi bir şekilde hitap edilmek Esail’in hoşuna gidiyordu. Gülümsedi. Ayağa kalktılar ve yolculuk tüm hızıyla devam etti.

***

Üç günün sonunda önlerinde duruyordu. Sadece dağ değil, dağın görkemi de yaklaştıkça büyüyordu. Dağdan yeryüzüne harmanlanan antik bir enerji herhangi bir büyücü tarafından hemen sezinlenebilirdi. Dağa yaklaştıkça atlar huysuzlaşmaya başlamışlardı, lakin Lyner onları bir şekilde rahatlattı. Dağ o kadar büyük ve genişti ki, dağa tırmanmaya başladıklarının farkında bile olmadılar ilk başta. Bunun sebebi dağın eteklerinin çok dik olmayışıydı.

Fakat birkaç saatlik bir sürüşün ardından, dağ bir duvar kadar dikleşti. Bir bariyere takılmış gibi, kaldıkları yerden öteye geçemez oldular. Lyner ellerini havaya kaldırırken üç şeritli bir büyü halkası oluşmuş, bununla birlikte üzerlerinde bulunan toprak parçası yavaşça harekete geçerek dağın üstlerine tırmanışa geçmişti. Atlar bir anda ürkerek kişnediler. Toprak parçasının üzerinden kayıp düşecek olsalar sonları ölüm olurdu. Bu noktada da Esail yaptı büyüsünü. Bir aydınlık büyüsü kullanarak atları sakinleştirdi ve atlar mayışarak yere çöktüler.

Toprak parçası ilk başta son derece hızlı bir şekilde yukarıya ilerliyordu. Fakat yarım saatin sonunda basınç o kadar bir düştü ki Lyner’ın beynine giden kan akışı sekteye uğradı. Toprak parçasının ilerleyişini son derece yavaşlattı. Hava son derece soğuyor, kızıl toprak yavaşça beyaza dönüyordu. Kar çok ilerde kendini buzula bırakacaktı. Ağaçların yaprakları sivrileşiyordu giderek. Üstelik hala, dağın zirvesini göremiyordu iki genç büyücü. Durumun ciddileştiğini anlayan Lyner dışarıdaki basınç ve soğuktan kendilerini koruyacak bir kalkan yapmayı denedi.

Yapamadı. Neden sonra fark etti ki toprak parçası çoktan durmuştu bile. Çok üşüyordu. Beynine giden kan basıncı azaldığından olayları geç algılamaya başlamıştı. Burnundan kan gelmeye başladığını fark etti. Atlar ölmek üzereydi, can çekişiyorlardı ve Esail kendini yere atmış soluk almakta zorlanıyordu. Lyner ne olduğunu anlamıyordu. Esail kendisine bir şeyler söylemiş miydi? Konuştuğunu anımsamıyordu. Kaç dakikadır böyle olduklarını da anımsamıyordu. Kaç metre yüksekteydi? Tekrar bir kalkan yapmayı denedi fakat yeniden büyü yapamadı. Neden büyü yapamıyordu?

Genç büyücü bir anda korkuya kapıldı. Esail’in bilinci kapanırken, kendisi de bir anda yere kapaklandı. Gözleri kararmadan önce atının öldüğünü biliyordu.

Yarım Asır Kadar Önce


Rylei tüm sevdiklerini tek tek kaybetmişti. Tüm Oak krallığı çöküyordu. Köyü tek bir adam tarafından yok edilmişti. Gaélo. Bu ismi aklının ta en içine kazımıştı genç Rylei. Tüm arkadaşları, ailesi, hatta gurur duyduğu öğretmeni öldürülmüş, fakat fakire sadaka verir gibi onun hayatı bağışlanmıştı. Henüz on beş yaşında olabilirdi ama o yine de onurun ne demek olduğunu bilerek yetiştirilmişti. Kendisini bağışlayan Resdan prensi Gaélo, tüm Oak krallığını harabeye dönüştürmeyi kendine amaç edinmişti. Canını bağışlayarak genç oğlanın onurunu kirletiyordu.

Hançeri tam karnına dayadı Rylei. Bu hayatı sürdüremeyecek kadar çok acı çekmişti, şerefi ve onuru iki paralık edilmişti. Yaşamaya devam edemezdi. Rylei Oak imparatorluğunda doğmuş, büyümüş, çoğu şeyi burada yaşamıştı. Hiçbir şey yapamazdı. Ülkesini kurtaramayacaktı. Ancak Rylei ümitsizliğin eşiğinde kendini öldürecekken gökleri derin bir çığlık yardı.

Başını kaldırdı Rylei. Bir ejderha göklerde süzülüyordu. Henüz uzaktaydı, lakin iki kanat çırpışıyla oraya varacakmış gibi duruyordu. Köyün tamamından daha iriydi. Ejderhanın sol tarafı beyazken, diğer tarafı siyahtı. Kükremeleri Rylei’nin ta kalbine işliyordu, kulaklarını yırtıyor, meraklı genci korku içinde büyülüyordu.

Ejderha ayaklarını yere değdirdiği anda, yer sarsıldı. Gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Lakin yaratık sadece fiziksel olarak güçlü değildi. Aynı zamanda etrafına yaydığı kudretli ve kadim enerji, Rylei’yi feci sersemletmişti. Büyülenerek yaratığa baktı. Ejderhanın enerjisi dışarı salındıkça, kudretli bir rüzgar gibi dışarıya doğru eserek, Rylei’nin saçlarını sallıyordu.

“Bitti, Genç büyücü!” dedi ejderha. “Bu ülkenin işi artık bitti!”

Rylei ejderhadan dışarı salınan o kudretli enerji yüzünden yere çakılırken, bu sözler aklında tekrar tekrar çalınıyordu.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #49 : 26 Ekim 2014, 16:46:36 »
Bölüm 20 – Tanışma

Lyner gözlerini yavaş yavaş karanlığa açtı. Bulunduğu odayı gri sütunlar beziyordu. Çok iri bir salonda olduğunu fark etti. Salon o kadar büyüktü ki Lyner salonun tavanını göremiyordu. Çok karanlıktı burası. Ayağa kalkıp etrafına bakındı.

Orada duruyordu Yu. Kimileri ona ölülerin tanrısı derdi, kimileri cehennemin yaratıcısı. O kadar siyah bir ejderhaydı ki, etraf karanlık olsa da daha karanlık olmasından dolayı net bir şekilde görülebiliyordu. O kadar büyüktü ki, ilk gördüğü ejderha bunun yanında bir bebek değil de, cenin kalırdı.

“Asırlardır buraya pek çok iki ayaklı kara büyücü geldi.”

Ejderha konuşurken, sarmal bir enerji kitlesinin kendisine doğru ilerlediğini hissetti Lyner. En son hatırladığı dağın yükseklerinde bayılmak üzere olduğuydu, buraya nasıl geldiğini bilmiyordu.

“Her biri diğer insanları öldürmenin yolunu arıyordu. Tüm krallıklara hükmetme tutkusuyla yanıp tutuşan pek çok kişi, gücün anlamını ve nasıl elde edilebileceğini öğrenmek için buraya gelip durdu.”

Ejderha kahkaha attı hemen sonra. Bu kahkaha Lyner’ın içini ürpertmişti. Ejderha ağzını açtı ve siyah bir kristal oluşturdu. Kristal ağzından çıkarak ışıldadı ve gökyüzünde asılı kaldı.

“Buna ölüm kristali denir. Sana konuşmak için fazla bir zaman vermiyorum, iki ayaklı. Beni ikna edemezsen bu kristal senin canını alacaktır.”

Lyner esneyerek ayağa kalktı ve işaret parmağını tam da ejderhaya yönelterek konuştu. “Yanlışın var ejderha. Ben buraya yürüdüğümü hatırlıyorum ama geldiğimi hatırlamıyorum. Buraya gelmiş değil, getirilmiş sayılırım. Konuşması gereken ben değil, sensin. Neden buraya getirildiğimi söylemen gerekir. Yanımdaki arkadaşımın nerede olduğunu da.”

Ejderha tekrar kahkaha attı. Ancak bu kez daha samimi, daha içten bir kahkaha gibiydi.

“Ejderhalardan biri hayatınızı kurtardı. Sen kara büyücü olduğun için benim yanıma getirildin. Arkadaşın ise aydınlık büyücü olduğu için, aydınlık ejderhanın huzuruna çıkarıldı. Tırmanmaya çalıştığınız dağın ardındasınız.”

Lyner rahatlamış bir şekilde tam anlamıyla ayağa kalktı. Artık Esail’in iyi olduğunu biliyordu.

“Buraya gelmemizi ustam Rylei istemişti. Eğitimimi tamamlamam için gönderildim.”

Ejderha doğruca Lyner’ın gözlerinin içine baktı. “O halde antik ejderha dilini öğrenmek istiyorsun” dedi. “Rylei bizzat en büyük ejderha kralı tarafından eğitilmiş genç bir iki ayaklıydı. Ejderha kralımız aydınlık ve karanlıkların ejderhası, Oabmei’dir. Bu dünyadan göçüp gitmeden önce bildiği her şeyi bir insanla paylaşmıştı. O kişi Rylei’ydi. Kralımızın, yaşadığı binlerce yıl boyunca yaptığı sayısız kehanetten biri, Rylei’nin dünyadaki savaşların sona ermesine vesile olacağıydı.”

Ejderhadan yayılan enerji miktarı o kadar korkunçtu ki, bu ejderhanın neden kendini büyük bir salona hapsettiğini o an anlamıştı Lyner. Kendisine maruz kalan her şeyi öldürebilecek bir enerji türüne sahipti. Lyner’ı az bir miktarda etkilemesinin sebebi, kendisinin de enerjisini korkuya dönüştürmeyi öğrenmesinden kaynaklıydı. Bu ejderhaya insanlar ölüm tanrısı derlerdi. Küçüklüğünde onunla ilgili hikâyeler anlatılırdı. Fakat Lyner daha ilk başta fark etmişti. Bu ejderha, iyi kalpli bir ejderha olduğu için kendini buraya hapsetmişti. Ne kadar süredir buradaydı? Yüz yıl mı? Bin yıl mı?

Ejderhanın sırıtışının arkasındaki mutsuzluk anlaşılabilirdi.

“Antik ejderha dilindeki kelimelerle büyü yapılabilir. Fakat en ufak bir yanlış telaffuz sonucu ölürsün. Rylei eğitiminin son aşaması diyerek, büyük bir ihtimalle bundan bahsetmişti. Seni bizzat ben, Karanlığın ejder kralı Reo eğiteceğim!”

Havada asılı duran kristal bir anda patlayarak tamamen yok oldu. Lyner aslında kelimelerle yapılan bir iki büyüyü öğrenmişti Rylei’den. Fakat bunun antik ejderha dili olduğunu bilmiyordu. Lyner’ı zorlu eğitim yılları bekliyor gibiydi.

***

Rylei, Amiral Torc ve Amiral Sindrath, diğer amiraller ile toplantı salonunda oturmuşlardı. Yuvarlak bir masanın etrafında, çok gizli bir toplantı yapılıyordu.

“Kralın burada olmaması gerçekten kötü bir durum Sindrath” diyordu. “Ama o çocuğun güce ihtiyacı vardı. Beni suçlamaktan vazgeçip durumla ilgili ne yapacağımıza karar vermelisiniz.”

Kralın emriyle orduda büyücü olmayan kimseler çıkartılmıştı. Bu insanlar işsizlikle karşı karşıya kaldığından ayaklanmaya başlamışlardı. Reba akademisinin müdiresi Bayan Reba da son dönemlerde sıradan insanlara karşı acımasız davranışlarda bulunarak bu nefreti körüklüyordu. Kimse kadını durduramazdı çünkü onun akademisinden pek çok büyücü çoktan orduya alınmıştı bile. Nerdeyse dokunulmazlığı vardı.

Rylei emekli bir amiraldi. O masada bulunmasını kimse istemiyordu. Genç kralın gitmesinde rol oynadığı için herkes ihtiyarı suçluyor, ayrıca artık bir amiral olmadığı için bu toplantıda bulunmakta hakkı olmadığını düşünüyorlardı. Sadece Torc bu adama saygı duymuş ve herhangi bir yorumda bulunmamıştı.

“O bir kral olabilir ancak aynı zamanda henüz bir çocuk. Burda olsaydı, vereceği kararlar bizim vereceğimiz kararlardan daha iyi olmazdı.” Dedi Rylei. Kendini savunmak için mantıklı sebepleri vardı ancak bu bir grup sığ beyinli amirale kendini anlatamıyordu. Üstelik istenmemesine rağmen, bu toplantıyı ayarlayan kendisiydi.

“Bu büyük bir mesele. Krallıkta büyücüler ve sıradan insanlar olarak bir ayrım başlarsa bölünürüz. Lakin sizi buraya çağırmamın bir nedeni daha vardı. Son zamanlarda ülkenin her yerini dolaştım ve gizli bir örgütle ilgili haberler aldım.”

Herkes bir anda ihtiyara başını döndü. Ülkenin bölünebilmesi tehdidinden daha önemli ne olabilirdi ki?

“Xadirio adlı bir örgüt. Bu örgütten uzunca bir süredir haberim var ve ne yaptıklarını takip ediyorum. Örgütün liderini savaş sırasında gördüm. Kendisini üstü kapalı bir şekilde uyarmıştım lakin amacını bilmediğim için bir şey yapmadım. Çıktığım araştırma gezisinden sonra da örgütün amacını öğrenmiş bulunuyorum.”

“Bir örgütlenmenin lideriyle karşılaştın ve onu öldürmedin mi ihtiyar?” Sindrath öfkeden kudurmuştu.

Rylei tam yarım saattir üstüne yöneltilen suçlamalar ve sözünün sürekli kesilmesinden ötürü artık sabrının sonuna gelmişti ve bunun en büyük sorumlusu da Sindrath’dı. Güler yüzlü bir imaj yaratmak için çok uğraşıyordu ama durum böyle devam ederse sinirlerini kontrol edemeyebilirdi ihtiyar.

“Henüz misyonlarına dair bir fikrim yoktu dedim amiral. Bu açıklamanın kafi olduğuna inanıyorum. Fakat artık amaçlarının ne olduğunu biliyorum. Amaçları bu sarayı yıkmak.”

Tüm amiraller şok içinde birbirlerine baktılar. Önce ihtiyarın şaka yaptığını sandılar. Rylei ciddiyetini koruduğunda ise Sindrath kahkahayı bastı.

“Ne yani, binlerce asker ve biz amirallerden oluşan bu saraya saldıracaklar öyle mi? Bu intihar olur.” Dedi.

“Başarılı olabilirler. Liderlerinin saldığı uğursuz enerji çok kudretliydi. Beni bile etkiliyordu.”

Sindrath’ın gülüşü kayboldu. Ayağa kalktı ve ellerini masaya koydu.

“Siz bile diyerek bizi küçümseme ihtiyar! Biz kadar güçlü olsaydın amirallikten alınmazdın değil mi?”

Rylei bu kez gerçekten sinirlenmişti. Hemen oturduğu yerden kalkıp ellerini masaya vurdu. Kasırgayı andıran bir enerji fırtınası amirallere kudretle esti. Bir anda zemin çatlayarak yarıldı ve pencereler patlayarak parçalandı.

“Beni dinle, evlat!” Sesi o kadar kudretli çıktı ki, Sindrath’ın benliği büyük bir korkuyla sarsıldı. “Kimseyi küçümsediğim yok ama kendini benimle denk görme sakın!”

Rylei’nin sinirle çıkan her bir sözüyle yer daha bir çatlıyor, Sindrath’ın yüzüne o korkunç enerji her vurduğunda adam tir tir titriyordu.

“Eğer benim amacım bu sarayı yok etmek olsaydı, başarılı olsam da olmasam da saray kesinlikle zarar görürdü. Bahsettiğim düşman da aynen böyle bir güce sahip!”

Rylei sakinleşirken saldığı aura da kayboldu. Odayı tamamen mahvetmişti ve o odadaki herkes artık iyi biliyordu. Rylei, hepsinin bir araya gelse dahi yenebileceği bir düşman değildi.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #50 : 28 Ekim 2014, 17:46:17 »
21. Bölüm – İç Savaş

Lyner bir haftanın sonunda ejderhalara alışmaya başlamıştı. Karanlık ejderhanın kendisini içine hapsettiği iri binanın dışarısında bir cennet vardı adeta. Son derece büyük bir vadiyi yüzlerce ejderha süslüyordu. Yemyeşil, doğanın her türlü mucizesiyle harmanlanan bu vadiye Ejder Külü vadisi deniyordu. Karanlık ejderhanın kaldığı iri bina ise aslında bir tapınaktı. O kadar yüksekti ki, dağın eteklerinden yükseliyor ve metrelerce uzanıyordu.

Lyner ejderhaların pek çoğu ile arkadaş olmuştu. Onlarla konuştukça, insanlardan çok daha zeki, iyi kalpli ve mutlu olduklarını fark ediyordu. Barış ve uyum içinde yaşanabileceğinin canlı kanıtıydı bu ejderhalar. Sadece birkaç tanesi karanlık ejderha kadar iriydi. Geriye kalanlar biraz daha küçük olsalar da, hala oldukça büyüktüler. Çocuk ejderhalar ise sayılıydı.

Ejderhalarla ilgili çok şey öğrendi Lyner. Bir ejderhanın yumurtadan çıkması için yüz yıldan fazla bir süre gerekirdi ve her biri on binlerce yıl yaşayabiliyordu. İnsanları pek sevmiyorlar, daha doğrusu onlara güvenmiyorlardı. Savaşı sevmiyorlardı. Fakat dünyadaki tek ejderha grubu bu değildi. Dünyanın diğer yerlerinde başka ejderha grupları daha vardı ve bunların hepsi buradaki ejderhalar kadar barış yanlısı değildi.

Lyner günün çoğunu karanlık ejderhanın yaşadığı tapınakta geçiriyordu. Orada yatıp kalkıyor, orada idman yapıyor, her geçen gün antik dilden kelimeler öğrenmeye devam ediyordu. Karanlık ejderha ona ayrıca unutulmuş birkaç antik, 6 şeritli büyü halkasıyla yapılan karanlık büyü de öğretmişti. Bunlar kullanılması insanlarca yasaklanmış, pek eski büyülerdi ve karanlık ejderha onları hatırlayacak kadar yaşlıydı. Aslında bir ejderha için bile fazla yaşlı sayılırdı.

Lyner enerjisini dışarı salmayı öğrendi. Bu, savaş sırasında Rylei’nin kullandığı ve herkesi bayılttığı teknikti. Bu pasif yetenek ejderhalara aitti ancak eğitimle insanlar da kullanabiliyorlardı.

Büyünün bilinmeyenlerini öğrendikçe Raisoo, aslında şu ana dek hiçbir şey bilmediğini fark ediyordu. Fakat Raisoo burada sadece büyü öğrenmiyordu, ayrıca gözleriyle ilgili de pek çok bilgi edinmişti. Karanlık ejderha onların hikâyesini ve nasıl kullanılabileceğini anlattı Raisoo’ya.

“Benim yaşadığım çağlardan da öncesine ait bir efsaneydi.” Demişti ejderha. “İnsanlar ve ejderhaların savaştığı bir dönemde, insanlık neredeyse yok oluyorken, insan büyücülerden birinin gözleri aniden kızıla bürümüştü. Bunun ardından ejderhalar savaşmaktan vazgeçmek zorunda kalmışlar. Bu güç nereden geldi, kimse bilmiyordu.” Ejderha esnedi ve anlatmaya devam etti. “Büyük ihtimalle insan büyücü kendini lanetlemişti. Büyü dünyasında, koşullama büyüleri adı verdiğimiz tehditkâr büyüler vardır. Buraya geldiğinde sana yaptığım kristal büyüsü buna bir örnek olabilir. Ya da örneğin bir kaba su koyarsın ve eğer bu su dökülürse, etrafındaki herkesi öldürmesi için onu büyülersin. Bunlar çok güçlü büyülerdir, büyük ihtimalle bu gözler de bu koşullama büyülerinden biriyle ortaya çıktı. Fakat koşul yerine gelmedi ve gözler nesilden nesile aktarıldı.”

“Benim gözlerimin de bir koşulu var.” Dedi Lyner. “Eğer birini öldürürsem beni öldürmek üzere kurgulandı. Bu, gözlerim ikinci şekline geçince ortaya çıkan bir koşuldu. Fakat arkadaşım Dean’i öldürdüm ve istem dışı olduğu için güç aktifleşmedi.”

Ejderha bir kahkaha attı. “Senin ölmen durumunda bu civardaki her canlı ölürdü. Gözlere sahip kişi öldüğü zaman asıl koşul yerine geliyor ve civardaki her şeyi yok ediyor. Seninle aynı gözlere sahip birini öldürdüğünde ise koşul yerine gelmiyor ve öldürdüğün kişinin gücü sana geçiyor. Babanı öldürdüğünde onun gözlerinden gelen enerjiyi çalacaktın. Ama sen, babanı istemeden, dolaylı olarak öldürdün. O yüzden de koşul yarım yamalak tamamlandı ve gözlerin farklı bir şekle büründü.

Tarihte daha önce de bu şekilde pek çok olay yaşandı. Fakat anlaman gereken nokta şu, gözlerin ikinci şekildeyken koşul birini öldürürsen senin öleceğin yönündeydi. Sen öldüğünde etraftaki herkes öleceğinden, aslında gözlerin bir intihar bombacısı görevi yapıyorlardı. Fakat bu durum tekrardan değişti, tarihte ilk kez böyle bir durum oluyor.

Arkadaşın Dean’i öldürmene rağmen koşul yerine gelmedi. Bu çok ilginç, çünkü birini yanlışlıkla öldürmen bir şeyi değiştirmiyor. Gözlerinin tek bir koşulu vardı, o da birini öldürmen durumunda harekete geçmesi. Birini yanlışlıkla öldürmüş olsan da bu koşul yerine gelmeliydi. Bu da gözlerinin bir kere daha değiştiğini gösteriyor. Yüksek ihtimalle gözlerinin aktifleşmemesi için dışarıdan bir müdahale yapıldı.”

Lyner şaşkın bir halde ejderhaya bakıyordu. “Bir başkası gözlerimin aktifleşmesini engelledi mi? Bu kişi Rylei olabilir mi?”

“Sanmıyorum” diye yanıtladı karanlık ejderha. “Bu Rylei’nin durdurabileceği bir şey değil. Koşul büyülerinin koşullarını değiştirmek beni de aşardı. Bir büyüye yüklenen enerjinin formatını değiştirmek ya da o enerjiyi azaltıp çoğaltmak daha çok dört şeritli büyü kullanıcılarının yapabileceği bir şey. O tip büyücüler ise son yüz yılda bir elin parmakları kadar azdı.”

Lyner bir gizemle karşı karşıya kalmıştı. Ejderhanın söyledikleri doğruysa şimdiye çoktan ölmesi gerekirdi. Etrafında bildiği kadarıyla dört şeritli büyü halkası kullanan biri yoktu.

“Peki koşul büyüleri tam olarak nasıl yapılıyor?” diye sordu.

“3, 4, 5 ve 6 şeritli büyü halkası kullanıcıları eğitimlerini tamamladıklarında, kullandıkları büyü halkalarıyla alakalı bir büyü türü üstünde ustalaşırlar. Uzmanlaştığın büyüleri tek şeritli büyü halkalarıyla yaparsın. Kara büyücülerin uzmanlaşabileceği büyü türleri koşul büyüleri, kara illüzyon büyüleri, enerji çalma, ölüm enerjilerini kontrol etme gibi pek çok dalda olabilir. Sadece tek bir şey üstünde ustalaşabilirsin ve bunun için mühürlü bir anlaşma yapılır. Diğer büyü kullanıcılarının ustalaşabileceği şeyler farklıdır ve başka büyü şeritlerinden birinde de ustalaşamazsın. Zamanı geldiğinde seçimini koşul büyüleri üstünde yapabilirsin.”

“Bana bundan hiç bahsetmemişti Rylei” dedi Lyner. Şaşırmıştı çünkü büyülerle ilgili bilmediği daha pek çok şey vardı belli ki. “O bana hem aydınlık hem karanlık büyüleri öğrendiği için herhangi birinde ustalaşamadığını söylüyordu. Demek ki kastettiği buymuş.”

Ejderha yeniden kahkaha attı. “Rylei sana yalan söylemiş.” Dedi. “Rylei burada yaşadığı 15 yıl içinde hem aydınlık hem de karanlık büyü üstünde ustalaşmıştı. O bunu yapabilen gelmiş geçmiş tek kişi olacak, çünkü kralımız tarafından kutsanmıştı. Sadece aydınlık büyülerden biri olan büyü yansıtma üstünde değil, ayrıca kara büyülerden biri olan enerji çalmada da ustaydı kendisi. Doğrusu pek de savaşmak isteyebileceğin türden biri değil.”

Lyner konuşmanın ardından, aklı karışmış bir şekilde dışarı çıkarak Esail’in yanına gitti. Esail, beyaz ejderha ile idman yapıyordu. O kim olduğunu ejderhalardan gizlemiş, sadece Rylei tarafından gönderildiğini söylemişti. Aydınlık ejderha ise onu eğitmeyi kabul etti. Esail, krallığını yaptığı ülkeyi başıboş bırakmış olmaktan fazlasıyla tedirgindi ve şu an ülkede neler döndüğünden bihaberdi. Bu endişeli ruh hali de idmanlarına yansıyordu tabi ki. Lyner ona el sallayarak etrafta gezinmeye koyuldu. Daha uzunca bir süre, burada olacaklar gibiydi…

***

Juire şehri Resdan krallığının baş tacıydı. Ülkenin ticari yollarının odak noktası olan bu şehir, en az başkent kadar çok nüfusa sahipti. Aynı zamanda önemli bir askeri kentti, çünkü hem Leon krallığına hem de Oak imparatorluğuna son derece yakındı. Fakat bugün, şehirde büyük bir karmaşa hakimdi.

Ordudan çıkarılan binlerce büyücü olmayan savaşçı sokakları yağmalıyordu. Aslında bunu yapmak için bir sebepleri yoktu. Sonuçta tüm zararı yine büyücü olmayan şehirliler görüyorlardı. Dükkanlar taşlanıyor, evler yağmalanıyor, masumlara şiddet uygulanıyordu. Fakat bu ayaklanma fazla uzun sürmedi.

Xadirio grubunun lideri yürüyor, ardından gelen birkaç adamla birlikte, her adımında bakışları üstüne topluyordu. Kızıl saçları yukarı bakıyor, rüzgarda sallanıyor, ince kaşlarının üstündeki kırışıklıkların daha da göze çarpmasına sebep oluyordu. Onu oralarda pek tanıyan yoktu. Fakat yine de adam o kadar karizmatik ve güçlü adımlarla ilerliyordu ki, kendisine bakan başını başka yöne çeviremiyordu.

Ayaklanan grubun önünde durdu. Nedendir bilinmez, lakin dakikalar önceki gürültüyü sessizlik almıştı. Ordudan atılan savaşçı grup eylemi bırakmış, önlerinde dikilen bu bir grup adama bakıyordu. Tüyleri ürpermiş, korkmuşlardı çünkü sayıları fazla da olsa, bir avuç güçlü büyücüyü yenemeyeceklerini bilecek kadar akıllıydılar.

“Sesinizi burada kimse duyamaz! Bu masum insanlara zarar vermekten vazgeçin.”

Savaşçılar bakıştılar. İçlerinden daha yaşlı olan bir tanesi bir adım öne çıkarak konuştu. “Siz büyücüler ne anlarsınız!”

“Evet, anlayamıyorum. Büyücülere karşı kin güdüyorsunuz ve bunun hıncını büyücü olmayan halktan çıkarıyorsunuz.” Dedi kızıl saçlı lider. “Ama size hıncınızı almanız için bir fırsat vereceğim! Benimle savaşın ve sarayı devirmeme yardım edin!”

Adamın ciddi yüz ifadeleri karşısında, savaşçılar bakışmaya devam ettiler. Büyük iç savaş, yavaş yavaş başlıyordu.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #51 : 12 Ocak 2015, 16:47:10 »
22. Bölüm – Torc

Aylar geçiyordu, ama zaman Torc için o kadar yavaş akıyordu ki, sonunda heyecanlı bir şeyler yapabilecek olmanın verdiği gaip mutluluğa sahipti. Geçen bu süre boyunca Xadirio ikincil bir kuvvet olarak ülkeye kök salmıştı. İnsanlar ve büyücüler arasında tam anlamıyla bir bölünme yaşanıyordu. Pek çok insan, Xadirio’ya katılmıştı. Kralın ‘kayıp’ olduğu dedikoduları yayılmıştı her yerde.

Tüm insanlık krallığa düşman kesilmiş değildi. Pek çoğu ordunun neden büyücülerden oluşması gerektiğini anlıyordu. Özellikle de büyük sınır savaşında bulunanlar bunu iyi öğrenmişti. Çiftçilik ya da satıcılık gibi işlere başlamış, pek çoğu hayatlarını sürdürmek için çabalamıştı. O hayatların çoğu bu karmaşa içinde heba olmuştu gerçi…

Torc amirallerin başına buyruk hareketlerini nasıl zapt edeceğini bilmiyordu. Yaklaşan isyanın kokuları burnuna gelmeye başlamıştı çoktan. Lakin krala kızgın değildi, o çocuk eğitimden döndüğünde tam bir kral olabilirdi ancak. Ayrıca yalnızlık onu olgunlaştıracaktı. Lyner denen şu çocuğu da daha ilk gördüğünde gözü tutmuştu. Patavatsız ve dengesizdi. Doğru bildiklerini pat diye ağzından çıkarabiliyordu. Üstelik güçlüydü, Rylei’nin bir öğrencisiydi ve Rylei’nin gücüne bizzat tanıklık etmişti.

Uzun siyah kabanı o yürüdükçe yerde pelerin gibi sürünüyordu. Şık giyimli bir adamdı. Parmaklarında birkaç altın yüzük vardı, zengin köle tüccarlarına benziyordu. At arabası Lumia şehrinin girişinde onu bekliyordu. Bu şehre gelmesinin tek sebebi, krallığa karşı istenmeyen herhangi bir örgütlenmenin olabileceği en şüpheli yerin bu olmasıydı. Birkaç iyi asker almıştı yanına.

Şehir küçük bir yerdi, lakin burada sıradan insanlar yaşamazdı. Köle tüccarları, madde satıcıları, kaçak silah ve diğer eşyaların bulunabileceği, kiralık suikastçilerin saygıyla sokaklarda hava atabileceği bir yerdi. Üstelik buna krallık bile karışmıyordu. Bu suçlulardan bazıları gerçekten güçlüydü.

İri kıyım bir sürü adamın bakışları, Torc ve adamlarına döndü. Torc at arabasıyla buraya girmemişti çünkü göz açıp kapayana kadar lastikleri patlatırlardı. Geniş bir caddede duraksadığında, peşine takılan ya da çoktan orda olan insanlar etrafına bir daire oluşturmuştu bile.

“Xadirio burada mı?” diye sordu gür bir sesle. Buraya gelme sebebi sadece bu şehrin şüpheli bir yer olmasından kaynaklı değildi. Ayrıca burada yeni birkaç örgütlenme olduğu haberi kulağına çalınmıştı. Söze fazla dobra girmişti. Sanki buradaki insanlara saygısı yok gibiydi. Yine de kalabalıktan bir ses çıkmadı.

“Kulağıma saraya saldırmak amacıyla örgütlenen bir grubun haberi çalındı.” Diye devam etti Torc. “Sizi temin etmek isterim ki, bu ülkeyi sadece benim değil, pek çok masum insanın yuvası olarak görüyorum. Zarar vermek için atacağınız her adımla, daha fazla zarar görerek uzaklaştırılacaksınız.”

Yaşlı bir kadın kucağında bir bebekle bir adım öne yürüdü. Başında sargı bezi vardı. Çocuk sahibi olmak için fazla yaşlıydı, ufak tefek ve çelimsiz de görünüyordu. Çocuğun ninesi olmalıydı. Bir diğer elinde ise bir sepet elma taşıyordu.

“Daha çok gençken buraya köle olarak satıldığımda neredeydiniz?” dedi kadın. Tedirgindi, sürekli etrafına bakınıyordu. Amiral dikkatle bakınca kadının ayağındaki zincir izlerini gördü. Yüksek ihtimalle yaşlandığı için sahibi tarafından salınan bir köleydi. Geçimini elma satarak sağlıyor olmalıydı. Fakat çocukla ilgili mantıklı bir açıklama bulamıyordu amiral. Suçluluk hissetti.

“Herkese yardım edebilecek kadar eli uzun olamadım.” Diyebildi sonunda. “Ama tanrı şahidimdir, bugüne kadar yaptıklarımdan gurur duyuyorum. Size de yardım edeceğim.” Dedi. Askerlerinden birine işaret etti kadının yanına gitmesi için.

Asker yavaşça kadının yanına doğru yürüdü. Fakat kalabalığın içinden bir anda siyah cübbeli bir adam öne doğru atılarak bağırdı. “Sakın kanmayın şu soylu piçe!” dedi.

Zayıf bir adamdı, oldukça da ufak tefekti. Elleri uzundu ve hafif kambur duruyordu. Amiral, adamın cübbesi yüzünden ağzı dışında yüzünü göremiyordu. Görebildiği kadarıyla somurtkan bir tipti. Cübbesinin arkasında antik dilde bir şey yazıyordu. “Xadirio”

“Tek emeli güç ve mal varlığı olan krallığın amirallerinden biri o. Adı Torc.” Diye devam etti. “İyiliksevermiş gibi takındığı mizaca inanmayın sakın! Xadirio diye bahsettiği örgüt, isteyebileceğiniz gibi bir ülkeyi kendine amaç edinmiştir! Sakın kanmayın ona!”

Adam yürüyordu bir yandan. Amiral sinirlenmişti. Başı ağrımaya başladı. Kendisini çıkmazda hissetti bir yandan da. Çünkü gün yüzü görmemiş bir şehre gün yüzü vaat ediliyordu. Söyleyeceği hiçbir şey inanılmayacaktı.

“Sen örgütün bir adamı mısın?” diye sordu. Ellerini çoktan birleştirmişti. “Konuş bakalım, örgütün sığınağı nerede?”

***

Reba Akademisi

Rylei başkentte, esasen eski krallık sarayı olan ve şu anda Reba akademisi olarak bilinen görkemli yerin bahçesinde oturmuştu. Piposunu tüttürüyor, bir yandan da kasvetli havaya bakıyordu. Hava adeta fırtına öncesi sessizliği alamet ediyordu.

Bayan Reba hızlı adımlarla ana kapıdan çıktı. Ciddi giyinmiş, kırışıklıklarına rağmen yaşını göstermeyen, ince suratlı bir kadındı. Yanında Lyner’in yaşlarında, belki bir iki yaş daha büyük bir de adam vardı. Civciv sarısı saçları kaşlarının hizasında kesilmişti ve dağınık bir modelde taranmışlardı. Yanlardan kısa kesilmişler, narin kulaklarını ortaya seriyorlardı. Şalvar tarzı, ayak bileklerinin biraz üzerine değin uzanan beyaz, kumaş bir alt giysinin üstüne kısa kollu uydurmuştu. Fakat  kısa kollunun altı yırtıktı ve çocuğun göbeği görünüyordu. Zayıftı, ama çelimsiz sayılmazdı. Hafif kasları açık göbeğinden belli oluyordu. Orta boyluydu. Üşümüyor olması garipti, ya da belki de üşüyordu. Ayakkabıları ise kumaş gibiydi, beyaz, dar, fakat uzunlardı. Yardımcı bir cine benziyordu, fakat yakışıklıydı.

Reba telaşla ve heyecanla yürüyordu. Krallığın en güçlü büyücülerinden biri akademisini ziyaret ediyordu. Gençliğinde gittiği savaşlar destansı bir hikâye gibi anlatılırdı Rylei’nin. Gizemli bir şekilde Oak imparatorluğundan gelmiş, bir anda amiral olmuştu. Babası o dönemin amirallerindendi ve Rylei’nin kralla savaştığını, takdir edilen bu savaştan sonra amiral olduğunu söylemişti. Daha önce onu hiç görmemiş, aslını astarını da pek bilememişti.

“Efendi Rylei! Bu ne sürpriz!” dedi.

Ciddi bir kadın için fazla heyecanlı konuşmuştu. Rylei gülümseyerek piposundan bir nefes aldı. Kadını dışarı çağırmasının sebebi onunla özel konuşmaktı ve bu tuhaf delikanlıyı görünce lafa nasıl gireceğini bilemedi. Gence döndü.

“İsmin nedir genç büyücü?” dedi.

“Josh, efendim. Sizi tanımak bir onurdur.”

Rylei gülümsedi yeniden. Reba’ya döndü.

“Sizinle özel bir konuda konuşmak için buradayım müdüre Reba” dedi. “Bu genç delikanlıya güvenebilir miyiz?”

“Elbette!” dedi Reba. “Kendisi akademinin en yetenekli büyücüsü olur. Kendinden büyük olmalarına rağmen üst sınıflara öğretmenlik yapıyor.”

Rylei nazik bir kahkaha attı. “Bu büyük başarıyı neye borçlusun evlat?” dedi.

“Çok çalıştım.” Dedi Josh. Nedense sesi çok içten, derinden, nazik ve etkileyici geliyordu. Rylei bir insan sarrafıydı ve bu çocukta tam bir şeytan tüyü vardı. Ona hemen kanı kaynamıştı.

“O küçükken ailesini kaybetmiş. Yetimhanedeyken gücünü fark etmişler. Büyüyü kimseden öğrenmedi, kendi başına sıra dışı bir büyü tarzı geliştirdi.”

Rylei yeniden gülümsedi. Elini boynundan içeri daldırıp bir mektup çıkardı. Mektubu gence uzatmıştı fakat elinde tutuyordu.

“Bayan Reba” diye söze başladı ihtiyar. “Çok vaktim yok, sözü fazla uzatmayacağım. Akademiniz ve başarınız beni gururlandırıyor. Ülke için büyük çabalar harcayıp yüksek fedakârlıklarda bulunuyorsunuz. Bunu biliyor musun bilmem, lakin babanız pek yakın bir dostumdu. Aslında en iyi dostumdu.” Gülümsemeye devam etti.

“Krallık şu anda hiç olmadığı kadar tehlikeli bir durumun içinde. Xadirio adlı grubu duymuşsunuzdur. Liderleri şu ana kadar gördüğüm en güçlü büyücülerden bir tanesi. Hedefleri ise sarayımız. Büyücülere karşı yavaş yavaş düşman kesilen normal insanları bizlere kışkırtarak ülkeyi ikiye bölmeyi hızlandırıyorlar. Genç kralımız ve çok güvendiğim bir öğrencim şu anda Oak imparatorluğunda, yaklaşan savaşa hazırlanıyorlar.

Sizin desteğinizin bizden yana olduğuna hiçbir şüphem yok, lakin sizden elinizden gelenin de fazlasını yapmanızı istemek gibi bir bencilliğim olacak. Krallık olağanüstü bir durumla karşı karşıya.”

Reba ihtiyarı heyecanla dinledi. Normal insanlardan bahsettiği sırada yüzünde bir tiksinme ifadesi oluşmuştu. Reba her halükarda krallığın yanındaydı, çünkü Xadirio normal insanlarla dost sayılırdı. Bu da Xadirio’yu onun için düşman yapıyordu zaten.

“Bu delikanlının en iyi öğrenciniz olduğunu söylemiştiniz. Onu kral ve öğrencimin olduğu yere gitmek için görevlendirmek isterim izniniz olursa.” Mektubu delikanlının eline sıkıştırmıştı. “Bu mektup ülkenin olağanüstü halini bildiren bir mektup. Onların şu anda ülkede olan bitenlerden bihaber olmaları, endişelenmelerine neden oluyordur. Durumu bildirmek, onların eğitime gerekli önemi vermelerini sağlayacak. Fakat Josh, senden yolculuk sırasında mektubu okumamanı rica ediyorum. Oraya olabilecek en hızlı şekilde ulaşman önem arz ediyor.”

Boynundaki altın kolyeyi çıkardı. Kolyenin kapağını açarak içinde bulunan birkaç taştan birini aldı. Taşı genç büyücüye uzattı.

“Bu taş Safir’in kanatları olarak bilinir. Çok ender bulunan bir şeydir ve son bir kullanımlık hakkı kaldı. Sana çok hızlı gidebileceğin kanatlar verecektir. Gitmek istediğin yerin adını taşa fısıldamak yeterli olur. Tahminimce gün iki kez ağarmadan yanlarına varırsın.”

Bayan Reba başıyla onayladı. Josh’da başını salladıktan sonra, Rylei “Hazır mısın?” diye sordu.

“Evet”

Rylei taşa eğilip, ejderhaların yaşadığı dağın ismini fısıldadı. Hemen sonra Josh’un sırtında iki beyaz kanat belirdi ve bir anda çırpmaya başlayarak, genç çocuğu gidilecek yere doğru sürdü.

Rylei oturduğu yerden yavaşça kalkarken, piposunu üflemeye devam ediyordu.

“Babanız dünyadaki en gerçekçi insanlardandı.” Dedi. “Eğer içinizde ondan bir şeyler kalmışsa, muhakkak doğru olanı er geç fark edeceğini biliyorum. Yardımların için teşekkür ederim.”

Kadın gururla ihtiyarın yürüyüşünü seyretti.

“Nefret sadece daha fazla nefret doğurur. Bana bunu baban söylemişti.” Dedi Rylei ve bir anda gözden kayboldu. Reba gururla okula yürümeye koyuldu.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #52 : 12 Ocak 2015, 17:16:12 »
23. Bölüm – Joshua

Torc kendisine nefretle bakan çelimsiz Xadirio büyücüsüne gözlerini dikmişti.

“Bana Xze diyorlar” dedi. Somurtkan yüzünün ardında bir sırıtış seziyordu Torc. “Xadirio’nun on bir büyük büyücüsünden biriyim.” Oldukça ciddi konuşuyordu. Rakibini küçümseyen tipik kötü adam modellerini andırmıyordu, yapmacık denemezdi. Bu yönüyle Torc’un saygısını kazanmıştı. Tamamıyla siyah giyinmişti, korkutucu görünüyordu. Fakat cübbesinden yüzünün yarısını görse de, genç bir adam olduğunu yorumluyordu Torc.

“Amacınız nedir?”

Torc’un beden dili ile ağzı farklı konuşuyordu. Bedenen ültimatom veriyordu, her an savaşa hazırdı. Fakat konuşunca son derece toleranslı ve sakin görünüyordu.

“Düzeni sağlamak.” Dedi Xze.

“Krallığın çökmesini ve başa geçmeyi mi arzuluyorsunuz?”

“Sayılır.”

Torc kahkaha attı. “Herkes yapmadıkları işleri kendilerinin daha iyi yapabileceğini düşünür. Kral olduğunuzda bu ülke daha iyi bir durumda olabilecek gibi bir söz mü veriyorsunuz? Bence lideriniz egolarını bastıramamış, emellerini ütopya sanan bir isyankardan fazlası değil.”

Xze sırıttı. Ellerini önünde birleştirmişti.

“Bu ülke hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz amiral. Krala en yakın kişilerdensiniz. Yazık oldu.” Gülümsedi ve ardından hemen esnedi. “Ölümünüz ümit dolu birkaç kalbi de karanlığa teslim edecek!”

Üçlü bir büyü halkası bir saniye bile geçmeden oluştu. Çok büyük bir hızla, gökyüzünden çıkan kudretli bir yıldırım amirale yukardan saldırdı.

Amiral bu saldırıya son anda karşılık verebildi. Başının üzerine bir kalkan açmıştı, şimşek kalkana çarptığında o kadar büyük bir gürültü ve akım meydana geldi ki, etrafta çember olmuş insanlar geriye sendeledi. Kulakları sağır eden gürlemenin ardından birkaçı yere düşmüştü bile.

Amiral şaşkındı. Rakibi, daha önce hiç kimsede görmediği kadar hızlı bir şekilde saldırmış ve hızlı bir büyü kullanmıştı. Büyü güçlü olsa da, umut ettiği güçte sayılmazdı. Rakibini güçlü yapan kuvveti değil, hızı olacaktı. Kambur birine göre şaşırtıcıydı.

Amiralin gizli gücü yeteneği değil zekâsıydı. Tek bir büyüden sonra bile rakibini kolayca analiz ediyordu. Kafasında olasılıkları kurmaya başlamıştı bile. Fakat bu kendine güvenmesini gerektirmemişti, henüz rakibini tam olarak çözeceği kadar onu ısındırmamıştı.

Kalabalık hemen dağılıp kaçışmaya başladı. Amiral yanındaki askerlere geri çekilmesini işaret etti. Bunu onları güçsüz bulduğu için yapmamıştı. Teke tek bir mücadele, teke tek yapılmalıydı. Lakin henüz gardını yeniden almadan, rakibinin hızla iki büyük büyü halkası daha oluşturduğunu fark etti. Halkaları çok hızlı oluşturuyordu.

Halkaların birinden ateş çıkarken, diğerinden rüzgâr çıktı. Rüzgâr ateşi şiddetlendirmekle kalmadı, onu hızlandırdı da. En az yıldırımın gittiği hızla, doğruca Torc’a çarptı.

Alevler durduğunda, Torc’un önünde oluşturduğu toprak bariyer göründü. Gülümsüyordu amiral. Karşısında gerçekten takdire şayan bir rakip vardı. Savaş alanında bile böylesine bir şans elde edememişti. Sevindi, savaşçı ruhu kıpraşıyordu. Bu savaşta ölüm riski vardı, onu heyecanlandıran buydu.

Amiralin pelerini alev almıştı. Bu denli hızlı bir büyüye cevap vermekte az biraz gecikmiş olabilirdi. Fakat hantallığını, gücü ve dayanıklılığıyla örtbas ediyordu. Öne doğru iki ağır adım attı. Bir yandan aklı olasılıklarla dolup taşıyordu. Rakibinin pek çok farklı element kullandığı açıktı. Bu durumda herhangi birinde ustalaşmış olduğunu varsaymıyordu. Kuvvetli değillerdi. Ama hızlılardı. Yine de yanılgıya düşmek istemedi. Belki de rakibi, henüz ustalaştığı büyüyü kullanmıyordu.

Torc sol elini kaldırdı. Şimdiden esas gücünü göstermek istemiyordu. Rakibinin hızını göz önünde bulundurunca, kaçsa bile kendisine isabet edebilecek kadar geniş alanlı, kalkan kullansa bile kalkanı delip geçebilecek kadar güçlü bir büyü düşündü.

“Uzlaşı, iblisin kırbacı!” diye haykırdı büyünün adını. Toprak sarsılmaya ve bıçaklar halinde ana karadan kopmaya başladı. Yeryüzü sarsılıyordu. Hantal bir büyüydü, lakin güçlüydü.

Xze yerinden hiç kıpırdamadı. Bir anda, topraktan onlarca bıçak hızla üzerine çullanmıştı. Hemen kendine bir kalkan yarattı.

Kalkan, kendisine çarpan ilk 4 bıçağı kolaylıkla savuştursa da, beşincide çatlayıp kırılmaya başladı. Uzlaşı hantalca oluşmuş bir sihir de olsa, bıçaklar hızlı hareket ediyordu.

Xze, altıncı bıçak kalkanı delip geçmeden hemen önce geriye sekip saniyenin üçte biri hızla bir diğer kalkan açtı. Kalan topraktan bıçaklar yeni kalkana çarptı ve büyü sona erdi.

“Takdire şayan!” dedi Torc. Aslında rakibinin bu büyüyü atlatmasına sevinmiş sayılırdı. Daha yaptığı ilk büyüden rakibini yenseydi, bu savaşın bir anlamı olmazdı. Fakat adamın büyü hızı tehlikeli boyutlardaydı. Xze sırıttı.

***

Joshua o kadar büyük bir hızla ilerliyordu ki nefesi kesildi. Yolculuğu bir günden biraz daha fazla sürdü. Açtı, susuzdu ama yere inemezdi. Bu yolculuk yürüyerek bir ayı bulurdu herhalde. Ya da daha fazla. Yeryüzüne baksa da, o kadar hızlı giderken fazla bir şey göremiyordu.

Gökyüzünde çoğunlukla uyudu. Gün ikinci kere ağarmadan gerçekten de karşısındaki dağı seçebiliyordu. Dağın eteklerinde kanatlar yavaşladı, genci yere indirip kayboldu.

Josh’un dağın öteki tarafına geçmesi gerekliydi. Başını kaldırdığında, dağın zirvesini göremedi. Çok yüksekti ve sıradan insanlarca çıkılamazdı. Esnedi. Josh’dan gitmesi gereken yere en çabuk şekilde gitmesi istenmişti. O yüzden de dağı tırmanacak vakti yoktu.

Eliyle bir büyü halkası yaptı. Üç şeritliydi. Hemen sonra dağ sarsılmaya başladı. Bir insanın geçebileceği genişlikte bir tünel oluştu dağın altında. Doğruca karşıya ilerleyecekti. Lakin, tüneli açar açmaz yeniden kapandı bir anda.

Kanat seslerini o anda duydu. Ardına döndüğünde gördü onu.

Yetişkin bir ejderhaydı. Koyu yeşil derisi güçlü on zırhtan bile daha güçlüydü. Başının üstünde yeşil zümrüt vardı. Kanat uzunluğu elli insan kadar vardı. Heybeti ve iştihamı dillere destandı. Tabi yaşlı olanlar kadar büyük değildi. Fakat büyüktü. Joshua hayretle bakıyordu ejderhaya.

“Ey insan! Yüce dağa zarar vermeye nasıl cüret edersin!”

“Amacım bu değildi!” diye bağırdı Josh. “Bir mektubu hızlıca arkadaşlarıma teslim etmem gerekiyor. Sadece dağın karşısına geçmek istiyordum.”

“Lyner ve Esail’den mi bahsediyorsun?” diye sordu ejderha. Joshua kralın ismini biliyordu. Başıyla onayladı.

“Atla sırtıma” dedi ejderha. Joshua hemen ejderhanın sırtına bindi. Heybetle havalanan ejderha doğruca dağa uçtu. Dağın içine girip kayboldu.

Dağın içine girmesiyle, ejderhanın dağın öteki tarafından çıkması bir oldu. İşte o anda Joshua’nın gözleri parıldadı. Onlarca ejderha, ki bunların her biri farklı renk ve boyutlardaydı, muhteşem yeşillikteki ovada uçuşuyorlardı. Güneş henüz yeni ağarıyordu lakin Joshua en ufak ayrıntısına kadar görüyordu manzarayı. Büyüleyiciydi. Kocaman bir tapınak vardı. Tapınağın etrafında bin bir çeşit ağaç, güneşin yandan vuran ışıklarıyla oluşturduğu sonsuz gölge boylarıyla hayret vericiydi. Çok ileriden devasa bir şelalenin sesi geliyordu. Mucizevi bir yerdi.

Ejderha tapınağın önünde durdu.

“Tapınakta usta karanlık ejderha yaşıyor.” Dedi ejderha. “Lyner büyük ihtimalle içeridedir. İletmek istediğini ona iletirsin.

Joshua iner inmez ejderha havalanarak dağa geri uçtu. O, dağın koruyucusuydu.

Joshua tapınağın kapısından içeri girdi. İçeride gözün gözü görmediği, tuhaf bir karanlık vardı. Lakin ileriden sesler geliyordu. Yürümeye devam etti. Uzunca bir süre yürüdükten sonra, ilerideki kocaman silueti seçebildi.

“Usta karanlık ejderha! Lyner adlı genci arıyorum!” diye konuştu genç. Sesinde herhangi bir titreklik ya da korku yoktu. Fazla cıvıl cıvıl bir tipti.

“Bir iki ayaklı iznim olmadan nasıl yaşadığım bölgeye ayak basabilir?” diye sordu ejderha. Lyner ile birlikte büyü çalışıyorlardı.

“Usta Rylei Lyner ve Esail’e ulaştırmam için bir mektup verdi bana. Beni yeşil olan ejderha buraya yönlendirdi.”

Lyner gölgelerin içinde doğrulduğunda, Joshua onu ilk kere gördü. Karanlık olan oda bir anda loş bir ışıkla aydınlanmıştı, ya da gözleri karanlığa giderek alışıyordu. Genç büyücüyü görünce bir anda tuhaf bir şey hissetti. Lyner etrafına çok mutlu bir enerji salıyordu. Lyner ona kusursuz bir büyücü gibi göründü daha ilk anda.

Lyner’ın Joshua’yı ilk gördüğünde verdiği tepki de hayli tuhaftı. Konuşması ve duruşuyla, bir anda kanını kaynatmıştı Lyner’ın. Yavaşça yürümeye başladı.

“Buraya nasıl gelebildin ki?” diye sordu.

“Safir’in kanatlarıyla.” Dedi Josh. “Rylei iki günde buraya ulaşabilmem için bana bir taş verdi.”

“Piç ihtiyar.” Dedi Lyner. “Bizi aylarca yürütsün, sana da taşı versin.”

Bunun üzerine Josh bir anda yüzündeki ciddiyeti bozdu. Kahkaha attı. Bu tip bir tepki beklemiyordu.

“Adım Joshua. Kısaca Josh diyebilirsin. Reba akademisinin öğretmenlerindenim.” Gittikçe yaklaşarak mektubu Lyner’a uzattı.

Karanlık ejderha yorum yapmadan olayı izliyordu. Olaya tanık olan da bir tek oydu. Her şey çok ani oldu. Lyner mektubu almak için uzandığında, Joshua’nın eline temas etmişti eli. Mektubu eline aldığında, parmak ucundan başlayıp kalbine dek uzanan bir uyuşma hissi geldi. Bunu kuvvetli bir acı darbesi izledi.

Lyner, çektiği acı yüzünden güçlü bir çığlık attı. Etrafında olanları fark edebilecek bir durumda değildi gerçi, ama Joshua’nın da panikle yere kapandığını fark etti. Lyner yere düştü.

O acıyı tasvirleyebilseydi, kendini ateşe vermiş, aynı anda zehir içmiş, her saniye beynine onlarca bıçak saplanırken ayakları dirhem dirhem kesiliyordu derdi. Bilincini kaybetmeden önce tek fark ettiği, Joshua’nın da benzer bir acıyla çığlık attığıydı.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #53 : 12 Ocak 2015, 17:33:26 »
24. Bölüm – Mühür

Lyner gözlerini açtığında yanında Esail duruyordu. Tapınaktaydı hala, lakin her yer aydınlanmıştı. Karanlık ejderhayla birlikte aydınlık ejderha da tapınağın içindeydi. Yerdeydi, az ileride de iki elinin üstüne kalkmış bir halde Joshua yatıyordu. Gülümsüyor ve bir şeyler anlatıyordu.

“Ah, Lyner, sonunda uyandın mı?” dedi Esail.

“Neler oldu?” dedi Lyner. Joshua’ya döndü. “Sen mi yaptın bunu? Herhangi bir büyü sezememiştim senden.”

“Ben değildim…”

“O değildi.” Dedi Aydınlık ejderha aynı anda. Lyner açıklama beklercesine bakıyordu etrafına. “Sende uyandığına göre, size ne olduğunu açıklayayım. Az önce mühürlendiniz.”

“Mühürlenmek mi?” diye sordu Joshua şaşkınlıkla.

“İnsanların ve ejderhaların dünyasında mühürlenmek çok nadir bir olaydır. Bazen iki büyücünün auraları birbiriyle etkileşim haline girer. Birbirine çok zıt olan iki aura birbirini çeker ve en ufak bir temas halinde mühürlenme gerçekleşir.”

“Mühürlenme, ha!” dedi karanlk ejderha.  “Dünyada olası en uyumlu silah arkadaşı olarak birbirinizi bulduğunuz anlamına gelir bu. Lakin birbirinizden çok fazla uzaklaşamazsınız. Ayrıca birbirinize karşı çok güçlü bir duygusal bağ olacaktır. Keyfini çıkarın derim ben, ama dikkatli olun. Duygusal bağlar size koruma içgüdüsü ve dolayısıyla güç getirir. Fakat birbirinizi kaybetmeyin sakın.”

“Joshua, ustalaştığın büyü türü hangisidir?” diye sordu aydınlık ejderha.

“Üç şeritli büyü halkasını kullanabiliyorum ancak.” Dedi Joshua. “Fakat bunda en iyisi olduğum söylenir. Buz büyülerinde ustalaştım. Soğuğu seviyorum.”

“O halde seni buz ejderhası eğitebilir. Antik ejderha dilini öğrenebilir ve tek şerit büyü halkasını açabilirsin burada.”

Lyner şaşkındı ve ne diyeceğini bilemedi. Bu esnada mektubu açmıştı. Sesli bir halde okudu:

“Değerli öğrencim Lyner ve genç kralımız Esail;

Eh, kara haberci gibi size kötü haberler taşıyıp sıkmak istemezdim,  ama özellikle kralın ülkenin durumundan haberdar olması gerekir diye düşündüm.

Ülke biraz sıkıntılı bir durumda. Kral’ın orduları sadece büyücülerden kurmak için attığı adımdan sonra, pek çok asker işsiz kaldı. Büyücüler tarafından yadırgandığını varsayan bir kesim insan krallığa karşı nefret tohumlarını her yere serpiştirdiler. İsyan bayrakları resmi olarak çekilmese de yakındır. Üstelik bu sıkıntılı durumda kralın yokluğu da insanların krala karşı kötü düşünmesine neden oldu.

Bu isyanlar bastırılabilir olsa da, en büyük endişemiz Xadirio adlı bir örgüt. Liderleriyle büyük Leon savaşında karşılaşmıştım. Tüyler ürpertici bir aurası ve muazzam bir gücü vardı. Amaçları sarayı ele geçirmek. Üstelik insanları kendi saflarında topluyorlar. Eğer böyle bir şey olur da saraya saldırırlarsa, tüm gücümüzle sarayı korumak için ben ve amiraller orada olacağız. Eğer başaramazsak ülkenin tek umudu sizsiniz.

Büyücülükle ilgili şu ana kadar birkaç sırrı öğrendiyseniz, gerçek anlamda ustalaşmadan ve tek şerit büyü halkaları kullanmadan bu ortamda yeterince güçlü olamayacağınızı anlamışsınızdır. Sizden tek isteğim eğitimleri hızlandırmanız ama hiçbir şeyi atlamamanızdır. Ülkenin geleceği buna bağlı olabilir.

Esail, tacını yeniden takarken kendine yeni amiraller seçeceksin. Gerçek anlamda kral olduğun zaman sana bir seçenek sunulacak. Eğer Lyner’ı tanıdıysam, şu ana kadar sana gerçek dostluğun anlamını gösterebilmiştir. Seçimlerini buna göre yapmalısın Esail. Deden fazla zalim bir adamdı. Doğrusu, eski bir amirali olmama rağmen söylemem gerekir ki ailemin katili olduğu için ben de sevmedim onu hiç. Bu krallıkta bile doğmadım. Belki de hikayemi oradaki ejderhalar size anlatmıştır. Fakat yine de, başka hiçbir yerde, hiçbir şekilde ve hiçbir dönemde sahip olamayacağım bir şeye Resdan sınırları içinde sahip oldum. Ülkemi yok eden bu krallığı gariptir ki seviyorum.

Tanrılar şahidimdir ki, umarım sen de benim gördüğümü görebilir, krallığın gerçek anlamını anlayabilir, o yüzden de doğru seçimi yapabilirsin evlat. Kolay olan değil, doğru olan önemlidir.

Duygular önemlidir.”

Lyner sebebini bilemedi ama garip hissetmişti. Yerinden doğruldu.

“Usta, eğitim ne zaman tam anlamıyla bitebilir?” diye sordu Lyner.

“Sanırım bir sene içinde.” Dedi ejderha.

“Şunu altı ay yapalım.” Dedi Lyner. “Günün sekiz saati çalışmak için yeterli gelmiyorsa, yirmi saat çalışıp dört saatinde uyumaya razıyım.”

Ejderha yüzünü kıvırdı. Gülümsüyordu.

***

Torc toprak elementinde çok iyiydi, ama uzman bir tek şerit kullanıcısı değildi. Tek şerit kullanıcıları dünyada pek azdı aslen. Onun bu konuda bir bilgisi bile yoktu.

Rakibinin hızlı atakları, güçlü savunmasını delemiyordu. Her ikisi de yorulmuşlardı. Bu da savaşın yavaşça sona doğru yaklaştığını gösteriyordu. Xze en başından beri hızından bir şey kaybetmemişti. İlüzyon da dahil olmak üzere her türlü büyüyü yapıyordu. Herhangi birinde ustalaşmış değildi ama bu hızıyla birleşince şaşırtıcı hamleler yapmış bulunuyordu.

Toprak yerinden oynamış, savaş alanı farklı bir yer şekli olmuştu artık. Bu, Torc’un toprak saldırılarından kaynaklanmıştı.

“Eğer bir açığını yakalayabilirsem…” diye düşünüyordu Torc. İsabet etse, tek bir saldırısı bile kafi olabilirdi.

“Sanırım uzman büyünün zamanı geldi.” Dedi Xze.

Torc şaşırmıştı. Korktuğu başına geliyordu. Adamın kullanmaktan çekindiği bir silahı vardı. Büyülerinin güçsüz olma sebebi, ustalaştığı büyüyü henüz kullanmamasıydı meğer.

Xze elinde üç şeritli bir büyü halkası oluşturdu. “Zehirli tombak!”

Sıvı bir katman şeritten hızlıca sıçrayarak toprağa nüfuz etti. İlerledikçe geçtiği yeri eritiyordu. Toprağa karıştıkça uğursuz bir koku yayılıyordu her yöne. Torc düşen gardını hemen almak zorundaydı.

Aklında kullanabileceği pek çok büyü tasarladı. Rakibinin büyüsüne yoğunlaştığı şu an, gardını delip geçebilirdi belki de. Üç şeritli bir büyü halkası yarattı.

“Demir meteor!”

Gökyüzünden iri kaya taneleri doğruca Xze’nin üstüne düşmeye başladı bir anda. Toprak nereden geliyordu, belli değildi. Xze bunu beklemiyordu. Rakibi şu ana kadar hep yerdeki toprağı kullanmıştı. Bu tip bir saldırı ona da sürpriz oluyordu.

Kayalar büyük hızlarla, Xze’nin öteki eliyle yarattığı kalkana çarptılar. Fakat kalkana vuran ilk kaya parçası onu paramparça etmeye yetti.

Xze hemen zehirli sıvı salan büyü şeridini bozarak geriye zıpladı. Hemen sonra büyük bir göl oluşturan sıvı zehir bir anda yükselerek onun üzerine tırmandı. O andan itibaren Torc’un meteorları zehre çarpıp tek tek erimeye başladı. Hiçbiri, zehrin öteki tarafına ulaşamıyordu.

Toprağın keskinleşerek Xze’nin altından, bedenine doğru savrulduğu an tam olarak o andı. Bu kurnaz saldırıyı son anda fark edebildi Xze. Geriye doğru zıpladı, lakin sivri uçlu toprak adamın doğruca sol koluna isabet etti. Xze acı dolu bir çığlık atarken geriye sıçradı. Koluna bakarak kahkaha attı.

“Acı! Ah, bir savaştan yaralanmayalı uzun zaman olmuştu!”

Torc gülümsedi. Değerli bir rakibe değerli bir rakip olduğunu söylemenin bir sürü yolu vardı. Bunlardan biri de Xze’nin yaptığıydı. Lakin sevinci çok sürmedi.

“Yine de yazık, bu savaş çoktan bitti.” Dedi Xze.

Torc o an gerçekten gerildi. Uğursuz bir his kapladı benliğini. Bulunduğu yerden son anda zıplamıştı. Zehir tam da ayaklarının altından yükseldi. Toprağın altından yol almıştı. Torc’un içgüdüleri son anda harekete geçmişti. Lakin, sağ ayağını kurtaramamıştı. Acıyla geri çekildi.

Torc, destek olması için köşeden bir değnek kaparak ayağa kalktı. Torc saldırıdan kaçınınca, Xze çığlık attı hemen. Yüzünde çıldırmış bir ifade belirdi. Kahkaha attı. Mutlu görünüyordu.

“Bu savaş! Bu savaş!” Çığlık atmaya devam ediyordu. “Bu savaş çok eğlenceli olmaya başladı!”

Torc’un yarısı kesilmiş ayağından kanlı zehir akıyordu. Zehrin vücuda karışacağı endişesiyle Torc topraktan çıkardığı bir kılıçla ayağının küçük bir kısmını daha kesti. Akıllı bir adamdı, işini şansa bırakmayacaktı. Dengeye de kolayca alışmıştı. Başkası olsa hiç yere düşmeden ayakta durmayı asla başaramazdı.

Torc’un yaptıkları oldukça seriydi. O yüzden de rakibinden gelen ikinci saldırıyı karşılayabilecek derecede toparlandı. Sıvı zehir kendine ateş edilmişti. Torc bir kalkan yarattı. Zehir kalkana etki dahi edemedi. Torc hızlı bir adam olmayabilirdi, ama büyüleri yeterince güçlüydü. Kalkanı kaldırdığı anda, topraktan bir diğer zehir birikintisi fışkırdı. Torc bundan da kaçındı. İçinde bulundukları savaş çemberinin her yerinden zehir sıçramaya başlıyordu. Sıvı zehir her yanı sarmalamıştı.

Ayağını kaybedince, hareket etmesi çok zor oldu. Toprağın altından gelecek bir diğer saldırıda kaçınamazdı. İşini riske almadı ve ayağının altında bir kalkan oluşturdu. Büyü halkasını eliyle değil, kalan son ayağıyla yapmıştı! Xze nin seri zehir saldırılarını kalkanlarla savuşturmaya devam ediyordu, ama faka basmış durumda olduğu da bir gerçekti.

“Takdir edilesi!” dedi Xze. “Savunma büyülerin çok etkileyici. Hiçbir büyüm delip geçemiyor.”

Xze rakibine zarar verme arzusuyla yanıp tutuşuyordu lakin bunu başaramadıkça daha da gaza geliyordu. Zehir ise her yönde yükselip ayaklarının altında bir gölet oluşturmuştu. Köye doğru akıyor, geçtiği her yeri altüst ediyordu.

“Bu savaş, korkarım ki çoktan bitmişti evlat.” Dedi Torc sonunda. “Senin bana zarar verebilecek hiçbir büyün yok ama ben sana verebilirim. Beklenmeyen bir saldırıyla beni yaralamış olabilirsin, lakin bu kâfi değil. Olan tek şansını da kaybettin.”

“Evet,” dedi Xze “Bu savaş bitti haklısın. Etrafına bir bak! Zehirle kuşatıldın. Zehir yavaşça buharlaşıyor! Nefes almak için içine çektiğin hava seni içinden yavaş yavaş öldürüyordur.”

Torc elini havaya kaldırdı. Havada birkaç tane büyü çemberi oluşturdu. Hemen sonra altındaki toprak yükselerek kendisini yukarı taşıdı. Altlarındaki zehirli toprak olduğu gibi kıpraşıp yana yatmaya başladı hemen sonra. Amiral, toprağı 180 derece ters çevirdi!

Toprak hareket ederken Xze geriye zıplayarak topraktan kaçındı. Zehirli toprak altta kalırken, temiz toprak yukarı yükselmişti. Neden sonra kendi de yere indi.

“İşe yaramaz!” diye bağırdı Xze. “Sana çoktan zehrin havaya karıştığını söylüyorum!”

“Bu, sen zehri salar salmaz benim fark ettiğim bir şeydi zaten!” dedi Torc. “Nefes alışımı düzenleyen bir büyü yapmıştım kendime.”

Xze tısladı. Rakibi dişli çıkmıştı. Onu tehlikeli yapan gücü değil, aklıydı.

“Toprağı temizlemen ne işe yarayacak peki?” dedi Xze. “İstesem burayı da zehre boğarım!” Elini kaldırdı ve yeniden etrafa zehir yaymaya başladı.

Amiral bunun üzerine gülümsemişti.

“Bunu tekrar yapabileceğini elbette biliyorum.” dedi. O an sırıtmıştı. “Olmasını beklediğim gibi!”

Yerden çıkan iki zayıf toprak parçası, adamı kollarından yakalayıp kollarıyla birlikte yere vurdu.

“Gözlemlediğim kadarıyla, şu ana kadar yaptığın en yavaş büyü buydu.” Dedi Torc sendeleyerek yürürken. Değnekten destek alıyordu. Xze ise hareket edemiyordu. Çirkin bir ifadeyle tıslamaya başladı. “Ayrıca bu büyüyü yaparken aşağıya bakamıyorsun. Topraktan gelen darbelere açıksın. Benim yaptığım büyüye ise kabil mührü deniyor. Bildiğim en hızlı büyü buydu.

Savaşmak için bir amacı olmayanlar, savaşı zevk aleti olarak görenler kaybetmeye mahkûm olurlar. Boşuna çırpınıyorsun, bu büyüden kurtulamazsın.”

Xze gerçekten de köşeye kıstırılmıştı. Çırpınmayı bıraktı. Gözlerini amirale dikmişti.

Yerden yükselen bir diğer sivri toprak huzmesi, doğruca adamın kalbini deldi.

Torc sendeleyerek oradan uzaklaştı. Etrafına baktığında, çıkan zehirli gazlar yüzünden tüm askerler yerde yatıyordu. Yürürken harap olmuş sokağa dikkat kesildi amiral. Pek çok insan yerde yatıyordu.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #54 : 15 Ocak 2015, 13:26:53 »
Uzun bir aradan sonra yeni bölümleri okumama rağmen eski bölümlerin hepsi aklımdaydı :D Bu da bu seriyi ne kadar beğendiğimi gösteriyor sanırım. Hatta yeni bölümleri okurken "yahu bu harbiden bu kadar iyi miydi" oldum bir an :)

Bölüm bölüm ne düşündüğümü yazmayı uygun gördüm bu arada...

17. Bölüm: Kelime tekrarları çok göze çarpıyordu. Köyün içindeki olayların çok hızlı oldu bittiye gelmesi de rahatsız ediciydi. İyi yanları ise yine merak uyandırıcı ve detayların ağız sulandırıcı olmasıydı.


18. Bölüm: Buradaki ilk sıkıntım şu paragrafta gerçekleşti

"Era sadece ipek satmak için krallığı dolaşan gezgin bir tüccardı. Yaşlı bir kadındı. Lakin hisleri güçlü bir insandı. Bir miktar ipek satın almak için tezgahın önünde duran iki çocuğun, ki bunlar Lyner ve Dean’di, büyücü çıraklar olduklarını hemen anlamıştı. Özellikle Lyner’ın mutluluk dolu aurası kadını büyülemişti."

aslında sıkıntı değil de şöyle bir tavsiye ile metni daha çekici yapabilirsiniz. Söz konusu iki çocuğun Lyner ve Dean olduğunu daha önceden zaten biliyorduk. Burada tekrar "ki bunlar Lyner ve Dean’di" şeklinde belirtmezseniz zaten ilk aklımıza gelecek olanlar onlardı. Haliyle olağının dışındaki vurguları belirtmek akıcılık açısından önemli.

Tek gözüme çarpan yer de bu oldu. Gerisi çok iyiydi ki sonlara doğru daha da güzelleşti.


19. Bölüm: Söylenecek pek bir şey yok. Merak uyandırıcı, akıcı, zevkli bir bölümdü.


20. Bölüm: Ejderhalar hoşuma gitti. Ölüm ejderhasının odaya kendini hapsetmesi güzelmiş :) Birkaç yazım hatası dışında bir aksilik yoktu. Yine zevkle okudum bu bölümü de.


21. Bölüm: Rylie 4 şeritli büyü yapamıyor mu yahu :D Allah Allah, şaşırdım. Ejderhanın kullandığı kelimeleri biraz garipsedim açıkçası. İntihar bombacısı mesela :D Sanki çok fazla bizden bir kelime bu, ejderhanın köy kahvesinde konuşur gibi kullanması biraz kötü durmuş :) Yine "format" kelimesi de bunlardan biriydi.

Raisoo kim bu arada? Bir anda bu isim çıktı, hatta geçmiş yazıları da kontrol ettim acaba takma isim falan mıydı da unuttum diye ama yok.

Bunların dışında yine güzel ve detaylı bir bölümdü. Anlatımınızın da her bölümde daha da geliştiğini söylemem gerek.


22. Bölüm: Mektupta ne yazdığını tahmin edebiliyorum sanırım :D İlerleyen bölümlerde göreceğiz, buadan spoiler vermemek için ne düşündüğümü yazmıyorum :D Yine bir anda akıp gitti bölüm. Güzeldi ve göze batan bir eksiklik yoktu.


23. Bölüm: İşte aranılan bölüm :D Dövüş sahnesi güzel ama yarım kaldı. Heyecanla devamını bekliyorum ki yorumun hemen ardından okumaya devam edeceğim bu yüzden :) Sonraki bölüm de merak unusurunu tepelere yükseltti.


24. Bölüm: Son bölüm itibariyle iyice ilginçleşti hikaye diyebilirim. Mühür olayının üstünde çok durulmadı. Bu genelde yazacak çok çok şeyi olup, güzel bir kurguya sahip yazarların düştüğü durum olarak gözlemlemişimdir :D Yazmak istediklerini bir an önce verebilmek için üstün körü her şeyi azar azar yazma sendromu mu diyelim artık :)

Lyner ve Joshua arasında çok nadir ve özel bir durum var ve "hadi seni de buz ejderhası eğitsin" denilerek bitmesi bu muhabbetin, gerçekten garipsetiyor okuyucuyu. Neymiş, kimlerin başına gelmiş, vay be demek bundan sonra bir arada olacağım insan sensin, nasıl birisin gibi detayların ve heyecanların ağır basmasını bekledim.

Mektup düşündüğüm gibi çıkmadı :D Rylie onların içi rahat olsun ve eğitimlerini tamamlasınlar diye "burada sorun yok" diyecek sandım ama öyle olmadı. Yine de onlar da eğitim bitmeden dönmemek gibi doğru kararı verdiler sonuçta.

Amiral ile Xze'nin dövüşü, tıpkı diğer savaş ve dövüş sahneleri gibi çok güzeldi. Büyücü sınıfının yine fazla güçlü oluşunu gördük burada. İki kişinin kapışmasıyla bile onlarca insanın, dövüşün içinde olmasalar da nasıl zarar gördükleri bunu anlatmaya yetti bile.

Son bölüme bu kadar eleştiri yazmamın nedeni bu seriyi ve son bölümü sevmemden kaynaklanıyor. Yani insan sevdiğine takılırmış misali benimkide :D Daha iyi olsun, daha çok keyifle okuyayım istiyorum.

Genel olarak o her zamanki anime tadını alarak, zevkle okudum bölümleri. Ellerinize sağlık. Yeni bölümleri okumak dileğiyle.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #55 : 29 Ocak 2015, 14:37:56 »
25. Bölüm – 6 ay sonra

“Eğitimin sonunda tamamlandı Joshua” dedi buz ejderhası. Türüne ters bir biçimde oldukça yumuşak konuşuyordu ve o bir kadın ejderhaydı.

Kadın ejderhalar kutsanmış ejderhalardır. Erkek ejderhalardan çok daha dayanıklıdırlar ve çok daha uzun ömürleri vardır, lakin erkekler kadar iri olamazlar. Her on yumurtadan sadece bir tanesinde kadın ejderha çıkabilir. Bünyelerinde taşıdıkları aura miktarı, erkeklerden kat ve kat fazladır.

Buz ejderhası orta yaşlarında bir ejderhaydı. İnsan dilinde konuşmayı pek sevmezdi. O yüzden de Joshua’yı antik dili konuşması için hayli zorlamıştı. Josh Lyner’in yardımları olmadan asla bu katı ejderhaya ilk başlarda dayanamazdı. Lakin son altı ayda onu yakından tanıdıkça, sert kabuğunun ardındaki yumuşak kalbi fark etmişti Joshua.

“İnsanları pek sevmiyorsun, anlaşılan.” Demişti Joshua, eğitimin başlarındayken. Her yeri yara bere içindeydi. Karşılayamayacağı bir büyü ile saldırılmış, karşılayabildiği kadarıyla büyüyü karşılamıştı genç.

“Sende iş varmış.” Diye cevap verdi ejderha. Adı Lillia’ydı. “Bu eğitimi karanlık ejderhaya olan saygımdan kabul etmiştim, ama sende gerçekten bir iş varmış.” Şeklinde tamamlamıştı sözünü. İnsanlara dair konuşmuyordu dahi, onları tamamen yok saymayı tercih ediyordu. Joshua bu yüzden ikinci kere sormayacaktı bunu.

Lillia orta yaşlı bir ejderha olabilirdi. Çok korkutucu da görünmeyebilirdi. Fakat söz konusu büyü olduğunda, en iyilerden biriydi.

Esail ve Lyner, öte yandan, eğitimlerini birkaç gün önceden tamamlamış, Joshua’yı bekliyorlardı. Beklemek zorundaydılar çünkü mühür yüzünden Lyner ondan çok uzağa gidemezdi. Fakat üçü de, antik dili öğrenmişti artık. Özellikle Lyner’ın dili bu dile çok dönüyordu. Karmaşık cümleler tasarlayıp bunları büyü olarak kullanabiliyordu. Karanlık büyünün her alanında çok iyiydi, ancak ustalaştığı ve tek büyü şeridiyle kullandığı alanda çok daha iyi olmuştu.

Karanlık ejderha, Lyner eğitimini tamamladığında ona kendisinden bile güçlü olduğunu söylemişti. Lyner’ın tek eksikliği deneyimdi. Çok güçlü olabilirdi, ama aklıyla savaşmayı bilmiyordu. Rakibinin hamlelerini önceden göremiyordu. Akılsız değildi, sadece umursamaz biriydi ve bu özelliği tecrübesizliğiyle harmanlanıyordu.

Esail ise Lyner’ın tam tersiydi. Pek çok savaşı görmüş, bu savaşlarda olan bitenleri çok iyi incelemişti yıllardır. Gözlemleme yeteneği çok iyiydi. Elbette ki bir kral olarak, özellikle de tek büyü şeridini açtığı andan beridir muhteşem bir büyücüydü. Fakat onun gücü Lyner gibi kalbinden gelmiyordu, onu o yapan aklıydı.

Joshua’ya gelirsek, en tuhaf olan oydu. Bazen çok iyi, bazen çok saçma büyüler yapardı. İşin esprisinde miydi, yoksa gerçekten saf mıydı kimse bilmiyordu. Ama egolarını bastırmadan, sürekli ne yapmak isterse onu yapıyordu. Büyüyü çok seviyordu, ama birkaç ay kadar öncesine kadar kendisine eğitim teklif edilse kabul etmezdi. Burada olma sebebi eğitim değildi, Lyner’dı.

Sıradan bir öğretmen ve yetenekli bir büyücüyken bir göreve gönderilmişti ve ne olduğunu hala anlayamadıkları bir mühürle bağlanmıştı Lyner’la. Mührün ne anlama geldiğini yarım yamalak biliyordu. Bir anda burada kalıp eğitim görmesi teklif edilmişti. Çok ani ve içten pazarlıklı bir durumdu. Sanki işin içinde bir bit yeniği var gibiydi. Tek bildiği, Lyner’a çok bağlanmıştı ve Lyner onun yüzünü kolayca güldürebiliyordu. İlk kere bir dost sahibi oluyordu. Yine de espri yapmakta kendisi daha iyiydi.

Sonunda kendisi de eğitimini tamamlamıştı.

Armadiala ise mor, şişman ancak kısa bir ejderhaydı. Vücuduna ters düşecek bir şekilde ejderhalar içinde en hızlı olanıydı. Aylarca seyahat etmek istemedikleri için, ejderhadan kendilerini Resdan sarayına götürmelerini istediler. Ejderha bunu kabul etmişti. Uçmayı severdi. Üstelik Joshua ile sürekli bir muhabbetleri olmuştu ve onun sıcakkanlı, hoş bir büyücü olduğunu düşünüyordu.

Joshua’yı sevmeyen tek kişi Esail’di. Bunun sebebi kıskançlık falan değildi. Kıskanması gereken bir şey yoktu çünkü Lyner Josh geldikten sonra Esail’e olan davranışlarını değiştirmemişti. Onunla olan diyaloğunu da azaltmamıştı. Üstelik Esail her halükarda kıskanç biri değildi ve kendisi aylarca saraya hapsolmuş, yüzlerce evrak imzalarken, Lyner ve Joshua’nın, yeni amiralleri olarak, çok uzak diyarlarda ona hizmet edeceğini biliyordu. Bir kral olarak amirallerini kendi seçecekti ve elinde daha iyi bir seçenek yoktu. Ayrıca, günün sonunda ihtiyar dedesi gibi yalnız bir adam olacaktı, bunu düşünüyordu.

Önceden böyle bir korkusu olmazdı. Bu yenile başlıyordu. Daha çok Lyner’dan kopmak istemiyor gibiydi. Maceralara atılmak, dostuna eşlik etmek, şakalaşıp gülüşmek istiyordu. Tuhaftır ki onunla alkol alıp büyükler tarafından azarlanmak istiyordu. Fakat bu mümkün değildi, kendisini bu yaştan sonra alkol alıyor diye azarlayacak kimsesi yoktu. Hayatı dolu dolu yaşayabilmek gibi şeyler… O an mutlu olduğunu fark ediyordu ve bunu kaybetmekten korkuyordu. Joshua onun için marjinal bir insan gibi görünüyordu ve bir sebepten ona kanı kaynamıyordu sadece.

Hazırlanıp Armadiala’nın sırtına bindiler. Yolculuk bir haftaya yakın sürecekti.

***

Rylei tüm amirallerle birlikte toplantı odasında oturuyordu. Günün konuğu bayan Reba’ydı ama önemli birkaç isim daha vardı. Birkaç soylu, önemli büyü akademilerinden müdürler ve toplantıya katılması gerekli görülmüş kişiler, toplamda yirmiden fazla insanı oluşturuyorlardı.

Amiral Torc masanın başına oturmuştu. Tek ayağını kaybetmiş olan amiral solgun ve oldukça bitkin görünüyordu. Xze ile yaptığı mücadeleden sonra giderek halsizleşmiş, ülkenin en iyi doktorları tarafından bakındıktan sonra zehre karşı kendine savunma koysa da bir miktar zehrin vücudunda çok yavaş bir şekilde dolaştığı söylenmişti. Az bir miktardı, ama durdurulamazdı ve ölümü birkaç ay içinde gerçekleşirdi.

Önünde birkaç mektup duruyordu. Diğer krallıklardan gönderilen, isyancılardan gönderilen ya da Xadirio örgütü tarafından gönderilen mektuplardı bunlar. Onları diğer herkese okumadan önce, genel bir konuşma yapmak istiyordu. Herkes gergin ve tedirgindi. Son altı aydır küçük çaplı pek çok isyan zorlu yollarla durdurulmuştu. Fakat bu küçük isyanları, büyük bir tanesinin izleyeceği su götürmez bir gerçekti.

“Değerli amiraller, soylular ve müdür arkadaşlarım. Bu mektupların birkaçı iki gün önce elimize ulaştı. Özellikle önemli olan ikisini sizinle paylaşacağım. Mektupların tamamı isyankârdır ve talepler yerine getirilemeyecek şekildedir.

Mektuplardan biri Leon krallığı tarafından gönderildi. Son savaşta alınan toprakların kendilerine iade edilmesini, aksi takdirde de Xadirio örgütüyle bir olup Resdan’ın kökünü kazacaklarını ifade etmiş Leon kralı.”

“Bu saçmalık!” dedi soylulardan biri. Adı Garmatleth’di. Kızıl sakallı, kel bir adamdı ve oldukça tıknaz görünüyordu. Sol yanağında büyük bir yara izi vardı. Leon krallığının eski topraklarının iadesi, Leon krallığını kendi topraklarına çok yakın bir sınıra kadar çekecek olduğundan, durumu kendi namına uygunsuz buluyordu.

“Neden saçma olsun ki?” dedi Rylei. Piposunu tüttürüyordu ihtiyar. Oldukça da endişeli görünüyordu. “Kendilerine ait olandan fazlasını talep etmiyorlar. Ülkedeki isyanlar yeterince uğraşılmaz bir durumdayken, bu tip bir müttefike asla müsaade edilemez!”

“Yine de riskli bir hamle. Topraklar geri verilirse daha fazlasını almak için yine Xadirio’yla anlaşırlar.” Dedi Torc. Oldukça halsiz konuşuyordu. “Fakat önemli olan ikinci mektup. Xadirio örgütünün lideri tarafından gönderilmiş.”

“Ne diyor?” diye sordu Rylei.

“Önümüzdeki günlerde saraya hakim olun, diyor. Bir nevi ültimatom veriliyor.”

“Hiçbir istekte bulunmadan savaş bayraklarını çekmişler.” Dedi Rylei. “Amaçları nedir, en ufak bir ipucu bırakmıyorlar.”

İhtiyar üzgün bir ifadeye büründü. Öğrencisi ve kralın savaşa yetişemeyeceğini düşünüyordu. Bu savaş onlar olmadan kolayca kazanılamazdı.

***

Yağmur giderayak kuvvetlenerek Lyner’ın başına vuruyordu. Gökyüzünde geçirdiği altıncı geceydi. Resdan sınırlarındaydı çoktandır ve gece yarısına kadar saraya ulaşacaklarını hesaplamıştı.

Ejderha çok yorgun düşmüştü. En son yere indiklerinden bu yana bir gün oluyordu. Uğradıkları Mesgard adlı köyde, Josh eski bir dostuyla tanışmıştı. Ungway ve Fordun adı verilen ve geçtiğimiz ay yapılan iki isyandan haberdar olmuşlardı. Ülkede işlerin iyice kızıştığını ve Xadirio’nun tüm ülke tarafından bilindiğini söylemişti bu dost. Köy köy dolanıp kendilerine müttefik ediniyorlardı. Barış ve mutlu bir ülke vaat ediyorlardı.

Lyner bunun üzerine oldukça huzursuzlanmıştı ve ejderhadan bir an önce kendilerini saraya ulaştırmalarını istedi.

“Tabi, siz değilsiniz kanat çırpan!” demişti ejderha. Epeyi yorgun hissediyordu artık, hızı da kalmıyordu. Lakin yine de elinden geldiği kadar çabuk gitmişti. Artık pek yakındaydılar ve gerilim iyice artıyordu.

Lyner üşüyordu. Vücuduna çarpan her bir su damlasıyla içi ürperiyordu. Yağmur gittikçe şiddetleniyor, arkalarından esen rüzgârla – ki bu ejderhanın hızlı gidebilmesi açısından iyi bir şeydi – tir tir titriyordu. Josh ise halinden pek memnundu. Kışın ortasında, göbeği yırtık kısa kollusu ve etkisiz beyaz şalvarıyla hiç üşümüyordu. Sıcağı pek sevmezdi, onunkisi alışkanlıktı.

“Üşüyor musun Lyner?” diye sordu pis pis sırıtırken. “Sana verebilecek ceketim olsa ne iyi olurdu… Ama şu üstümdekini de verebilirim, sana pek yakışır.”

“Çok şakacısın.” Dedi Lyner. O tarafa bile bakmıyordu. Kasvetli havaları o da severdi, ama ıslanmak onu deli etmişti.

Esail ise oldukça iyi giyinirdi neyse ki. Kazaklar, kabanlar, pelerinler… Bir çanta dolusu valizle yolculuğa çıkmıştı ilkten, lakin atı yorulduğunda onları bir köye hediye niyetine bırakmıştı. Yine de en sevdiği siyah kabanı üzerindeydi, onu koruyordu. Ayak dirseğine kadar uzun ve kalındı, yağmuru geçirmiyordu. Yolculuklar sırasında kirlenmiş ve yırtılmıştı, lakin hala onu pek önemsiyordu genç kral.

O da gözlerini Lyner’ın diktiği yere dikmişti. Ta çok uzaktan yükselen dumanları seyrediyordu.

“İsyan mı, yoksa yangın mı dersin?” diye sordu Esail.

“Ha, ne?” Joshua gözlerini onların baktığı yere dikti. Dumanları şimdi görebiliyordu.

“Korkarım başkentte yangın olmaz.” Dedi Lyner. “Öyle olsaydı büyücüler çoktan söndürürdü. Bu bir savaş işareti. Savaşın tam ortasında yetiştik.”

Ayağa kalkıp Ejderhanın üzerinde durdu.

“İlk ben gidiyorum.” Dedi. Hemen sonra ortadan kayboldu. Işnlanmıştı.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Lyner
« Yanıtla #56 : 31 Ocak 2015, 12:33:36 »
Bölüm 26 – Rylei / Namar Savaşı

Geceyi aydınlatan tek şey kalabalığın ellerinde tuttukları meşalelerdi. Sarayın önündeydiler. Bahçeye girmemişlerdi. Yollardaydılar, sokaklarda, tüm caddelerde! Şehri tamamen kuşatmış durumdaydılar. Kalabalıklaşma sabah başlamıştı. Gittikçe çoğalıyor, ülkenin her yerinden insanlar gelip şehre doluşuyorlardı. Şehir nöbetçileri ortalarda yoktu nedense. Zira sebepsizce öldürülmüş ya da kalabalığa karışmışlardı. Amirallerin tüm uyarılarına rağmen dağılmamıştı bu toplanan kalabalık. Sindrath onları öldürme için harekete geçmeye karar vermişti bir vakit fakat diğer amiraller ona engel oluyordu.

Akşam saatlerinde kalabalığın içinden çıktılar siyah cübbeleriyle. Biri en önde, ikisi onun gerisinde, diğerleri ise onların da gerisindeydi. Sarayın bahçe kapısı hışımla arkaya doğru devrildi. Önce liderleri girdi kapıdan. Diğer büyücüler de onu izliyorlardı. Xadirio uyarısını verdikleri şeyi gerçekleştirmiş, saraya kadar gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra devasa bir bariyere takıldılar. Görünmez bir bariyerdi bu ve o bariyerden içeri geçilmiyordu.

Xadirio lideri birkaç büyü denedi. Lakin bariyeri kıramadı. O anda, yaklaşık dört yüz metre uzunluktaki bahçenin öteki tarafında, sarayın kapıları sonuna kadar açıldı. Kapıdan Rylei çıktı. Sol elinde ince fakat uzun bir baston tutuyordu. Bastonun en üst ucuna altı tane taş yerleştirilmişti. Bu taşlar önceden kolyesinin içinde bulunan ve birini kanatlara sahip olması için Josh’a verdiği taşlardı.

İhtiyar hızlı adımlarla ilerlerken arkasından amiraller çıktı. Aralarında Reba da vardı. Tek ayağıyla Torc, en son çıkmıştı kapıdan. Hepsi çıktığında kapı arkalarına kapandı.

Deprem oluyormuş gibi yer sarsılmaya başladı bir anda. Saray korkunç bir gürültü ve hızla yerin altına gömülmeye başladı. Bu büyüyü yapan Torc’du. Büyücülerin arasında sırıtıyordu tüm heybetiyle. Büyüyü yaparken bir an ağzından kan geldi. Hastalığı yüzünden fazla bir enerjisi kalmamıştı.

Saray tamamen yere gömüldüğünde Rylei birkaç adım daha attı.

“Bana adını bahşet!” diye bağırdı. Doğrudan Xadirio örgütünün liderine bakıyordu.

Kızıl saçlı adam kapüşonunu indirdi. İhtiyarı şöyle bir süzdü. “Adım Namar” dedi. Ardındaki kendi büyücüleri bile şaşkınca ona bakıyorlardı. Onlara adını bu kadar erken söylememişti çünkü. Bu rakibine değer verdiği anlamına mı geliyordu, yoksa adını hatırlayacak kadar yaşayamayacağını mı düşünüyordu? Namar’ın yüzünde her zamanki donukluk vardı ama ellerindeki hafif titremeyi fark etmişlerdi diğer büyücüler. Korkuyordu!

Rylei birkaç adım daha attı. Düşmanı kalkanı delmek için hiçbir mücadeleye girmemişti henüz. Rylei bunu adamın konuşmak istediğine yoruyordu.

“Neden bu sarayı yıkmak istiyorsun?” diye sordu Rylei.

“Ben adaleti getirmeyi amaçlıyorum.” Diye yanıt verdi Namar hemen.

Rylei dudağını kıvırdı. İhtiyar bir adam olarak insanların yüz ifadelerini iyi yorumlardı. Yeterince şey söylediğini sanıp hiçbir şey ifade edemeyen sıkıcı tiplerdendi Namar.

“Eski bir amiral olarak kralların şu ana dek yaptıklarının tamamını onaylıyor değilim.” Dedi. “Ama kral değişiyor, önyargılarını kırman senin için iyi olur.”

Namar dirseğiyle görünmeyen kalkana çarparken, ağzından tek bir kelime çıktı: “Uummia!”

Kalkan görünür olup bir anda cam kırıkları gibi parçalanarak yere devrildi. Antik ejder dilinde “kırıl” demek oluyordu bu kelime. Aynı anda Rylei asasını ters çevirdi ve yere vurdu.

Asa yere çarparken tüm taşlar kırıldı asayla birlikte. Rylei’nin mühürlediği tüm güçleri bir anda taşlardan çıkarak avcuna yükseldi. Bu mühürleri bir gün bozacağı aklına gelmezdi. Fakat antik ejder dilini kullanarak yaptığı bu kalkan ancak antik ejder diliyle bozulabilirdi ve rakibi bu dili biliyorsa Rylei’nin elinden bu güçleri uyandırmaktan başka bir şey gelmezdi.

Taşlar kırılıp da Rylei gücüne kavuştuğu anda yeryüzü korkunç bir şok dalgasıyla sarsıldı. Bununla birlikte tek şeritli onlarca büyü halkası bir anda ihtiyarın önünde belirdi. Halkaları oluşturmak için herhangi bir el hareketi yapmamıştı. Ellerini sırtında tutmuştu tam tersine. Halkalar o kadar çabuk oluştular ki sanki ateş böceklerinin parıldamaları gibi bir anda oldu her şey.

Orada bulunan büyücüler kuşkusuz bu ülkenin en güçlü büyücüleriydi, lakin çoğu tek şeritli bir büyü halkasının varlığından haberdar bile değildi. Namar’ın iki yoldaşı bu güce sahipti ama onlar bile Rylei’nin saldığı devasa enerjiyle bir anda korkuya kapıldılar.

Namar kendine büyük bir tek şerit büyü halkası açtı. Rylei’nin on küçük büyü halkasından daha büyüktü. Rylei’nin büyü halkasından beş iri ayna görünümünde maddesel büyü öbekleri çıkarken bunlar her yere dağıldı. Oluşturduğu halkalar kaybolurken, aynalardan birinden devasa bir ağaç gövdesi çıktı ve yere yapıştı. Aynanın öteki tarafından ağacın dalları çıkmaya başladı. Günün sonunda, devasa ve şekilsiz bir ağaç oluşturmuştu ve dört ayna bağımsız bir şekilde havada bir oraya, bir buraya uçuyordu.

Namar dudağını ısırdı. Rakibinin büyüsünü anlamlandırmaya çalışıyordu. Ağacın ne tarz bir yansıtma büyüsü olduğunu anlamıyordu ama yarattığı aynalardan onun yansıtma üstüne ustalaşmış bir aydınlık büyücüsü olduğunu varsaymıştı. Bu büyük bir hataydı. Ağacın kara büyüyle oluştuğunu yorumlayamamıştı. Bunu kim olsa yorumlayamazdı, bir büyücünün iki büyü üstünde ustalaşması mümkün değildir.

Namar’ın yarattığı devasa büyü halkası bir anda kaybolurken Rylei ve amiraller boğazlarını sıkarak eğildi. Bir anda hepsi birden nefessiz kalmışlardı. Bu bir hava büyüsü olmakla birlikte alandaki oksijeni azaltıyordu.

Rylei’nin beynine giden kan durmuş sayılırdı. Oksijensiz kalan vücudu işlevini yitirdi. Ardına dönüp baktığında diğer büyücülerin de savunmasız bir durumda olduğunu fark ediyordu.

“Saldırın!” diye bağırdı Namar ve arkasındaki büyücüler bir adım ileri çıkarak büyü halkalarını açtılar. Orta yaşlı bir adamdı Namar. Pürüzlü sesi o konuşunca yankılanıyordu. Sanki ses telleri alınmış gibi, sesleri direk olarak gırtlağından geliyordu. Kızıl kısa saçları vardı. Kaslı, zayıf, orta boylarındaydı, hafif pürüzlü suratıyla yakışıklı sayılırdı.

Tumbei ise onun sağ kolu yerine geçiyordu. Siyah pelerini, siyah gözleri ve kara saçlarıyla epey uyumluydu. İçlerinden en genç ve en yakışıklı olan oydu. O da tek şeritli büyü halkası kullanıcısıydı. Büyü halkasından çıkan devasa lav birikintisi tüm bahçeyi sardı. Hava bir anda ısınmıştı. Eski çağda kalelerin etrafına düşmanları engellemek için açılan su hendekleri gibiydi bu. Kaynar lav fokurduyor, cızırtılı bir ses çıkartarak havayı dumana buluyordu.

Lanis ise sol koluydu. İri yarı bir adamdı. Kasları yırtık kıyafetlerinin ardından seçiliyor, sağ gözündeki yara ile korkutucu görünüyordu. Sağ gözü yoktu. Büyü halkası yok olurken önünde beyaz cübbeli bir hayalet belirdi. Şeffaftı, ardı görünüyordu. Hayalet elleriyle bir büyü halkası yarattı ve bir anda gökyüzünü bulutlar kapladı.

Nefesleri kesilmişken ilk hamle Reba’dan geldi. Yarattığı halkadan esen bir rüzgâr boğucu havayı yukarı taşıdı. Bir anlığına nefesleri geri gelmişti, fakat neden sonra bulundukları yerdeki oksijen yeniden yok oldu. Bu tip uzman bir büyü bu şekilde alt edilemeyecekti.

“Usi-ir rasser, manmior bultri fo alen malkalisee!” (Gökyüzü düşsün, tüm görkemiyle nefes yeniden hayat bulsun!)

Rylei’nin sözleri tüm görkemiyle geceye karıştı. Boğucu oksijensizlik bir anda kaybolmuştu ihtiyarın güçlü büyüsüyle. Tam o anda devasa bir şimşek ihtiyara gökyüzünden yaklaşmıştı.

Saldırıyı yapan, on büyücüden bir diğeri Emma’ydı. Büyücüler içinden en arkadaydı. Beyaz saçlı bir kadındı, gençti ve güzeldi de. Şimşek saldırısı sıradan bir kalkanı delip geçebilecek kadar bile güçlüydü. Lakin ihtiyarın aynalarından biri ışık hızıyla şimşeğin önüne geçti ve büyü devasa bir hızla kadına geri gönderildi.

Şimşeği Offelia durdurdu. Kızıl kısa saçlı, orta yaşlarda, oldukça çelimsiz bir kadındı. Kemikleri sayılıyordu. Bir büyü halkası yarattı ve halkadan çıkan bir torba şimşeği içine çekerek tamamen yok oldu. Tam o anda yer sallanmaya başladı. Ayaklarının altındaki toprak ufalanmaya başlamıştı Xadirio büyücülerinin. Offelia dengesini kaybederek yere düştü.

Toprak yavaşça içine çekiyordu büyücüleri. Herkes kendini yanlara doğru fırlattı. Offelia da hemen ayaklanıp oradan çekilmişti. Toprak tamamen çöktüğünde yerde devasa bir çukur kalmıştı. Büyücüler dağılırken amiraller de birer birer açılıyorlar, büyük bir dayanışma örneği göstererek gelecek herhangi bir saldırıyı contalamaya hazırlanıyorlardı.

Xze nin ölümüyle on bir büyücüden geriye on kalmıştı fakat bu büyücülerin yetenekleri Xze’yi aratmayacak gibiydi. Tumbei’nin yarattığı lavdan çukur giderek içe doğru genişlemeye başlarken bu durumu ilk fark eden Sindrath olmuştu. Büyücü bir sel yaratarak levhayı doldurmayı denedi. Fakat lavın üzerinden akan su karşıya geçerken lavlar en ufak dahi etkilenmemişti. Bu bir uzman büyünün gücüydü.

Savaş alanı kimin hangi saldırıyı yapacağına ve bu saldırının nasıl durdurulacağına yönelik oluşturulan taktiklerin bir savaşına dönüşmeye başlıyordu. Bir sonraki hamleyi kimin yapacağı, ilk kaybı kimin vereceği akıllardaki sorulardı. Xadirio örgütünün her saldırısında bahçenin dışındaki kalabalık çığlık atıyordu. Spor mücadelesi izleyen seyirciler gibiydiler. Fakat günün sonunda o kadar büyük bir gürültü çıkmış oluyordu ki Rylei’nin aklı karışıyordu.

“Onları duyuyor musun?” diye sordu Namar. Yüzündeki ciddiyet bozulmamıştı ama sesinde bir alaycılık seziliyordu. “Onlar bu ülkenin insanları ve hepsi benim getireceğim barışın meraklıları.”

“Onlar…” dedi Rylei hışımla adamın sözünü keserken. “Kan ve vahşet dolu bir savaşı seyrederken buna tezahürat eden, vahşi bir grup. İçlerindeki şiddet gözlerini bürümüşken barış meraklıları olduklarına nasıl kanıyorsun?”

Namar devasa bir büyü halkası daha oluşturdu.

“Lavlardan çıkan sülfürün kokusunu alıyor musun?” diye sordu. ”Hidrojenle bir araya geldiğinde solunum yetmezliği baş gösterebilir. Ejder diliyle bu büyüyü nasıl durdurabileceğini merak ediyorum!”

Rylei nefesini tuttu. İçine zehirli bir gaz çekmeyi hiç mi hiç planlamıyordu. Akciğerde oksijenin yerini dolduran bu gaz oksijen yetmezliği sonucunda kısa bir sürede bir insanı etkisiz hale getirebilirdi.

Rylei ve amirallerin başı dönmeye başlıyordu. Gazları istediği gibi kontrol edebilen Namar, gerçekten de tehlikeli olabilirdi. Çünkü büyüyü bozmak için antik dilden doğru kelimeleri seçmek mümkün olmayacaktı. İhtiyar, gazların antik dildeki karşıtını bilmiyordu.

Rylei tek şeritli bir büyü halkası oluşturdu. Bir anda, parlayan bir ışık kümesi gecenin karanlığında yol gösterdi. Işık parlayıp sönerken lavlar sönüyor, Lanis’in yarattığı hayalet kaybolurken yeryüzü tiz bir sesle yankılanıyordu. Rylei seçtiği tüm büyüleri yok ediyordu. Hemen sonra Xadirio örgütünün gerisinden bir küçük tümsek çıktı. Lavlar tümsekten havalanmaya başladı ve yeniden bir çember halinde etrafı kuşattı. Lanis’in hayaleti Rylei’nin yanında duruyordu. Yaratılan zehirli gaz ise örgütün olduğu yerde oluşmaya başlamıştı. Rylei’nin yansıtma büyüsü, seçtiği büyülerin hedeflerini ve taraflarını değiştirmişti. Bunun üzerine Namar gazı etkisiz hale getirdi.

Rylei’nin içgüdüleri bir anda harekete geçti. Büyücü yana doğru fırlarken az önce bulunduğu yerde bir patlama meydana gelmişti. Namar’ın yeni büyüsü havada patlayıcı etkiler bırakıyordu. Havai fişek gibi görülen patlamalar pek çok yerde devam etti. Her biri farklı bir büyücüyü hedef alıyordu. Sonuncusu Torc’a isabet ederken adam acıyla haykırdı ve yere düştü.

Patlamalardan çıkan dumanlar bir anda bir araya gelerek büyük bir hızla başka bir amirale çarptı. Çarparken bir şekilde katılaşan duman amiralin kolunu sıyırdı ve yok oldu.

Torc ölmüş, diğer bir amiral de yaralanmıştı. Lakin bu hamlenin hemen ardından aynı patlamalar bu kez Xadirio örgütü arasında gerçekleşirken, on büyücü arasında arkalarda duran bir büyücü tamamen havaya uçtu. Yeryüzünü kan beslerken, Torc’un ölmezden önce açtığı çukurun içinden dikenli bir sarmaşık çıkarak ölü bedeni aldı ve ortalardan kayboldu. Her şey bir anda olmuştu. Dahası, patlamalardan çıkan duman katılaşarak bir diğer büyücüye keskin ucuyla saldırdı lakin isabet edemeyip kayboldu.

Rylei Namar’ın yaptığı saldırıların aynısını kopyalıyordu. Bu duruma giderayak sinir oluyordu Namar. Yeni bir hamle yapmaya başlamadan önce iyice düşünmeye karar verdi. Patlayıcı gazlarla yaptığı sürpriz saldırılar bile kendisine iletilmişti.

Sindrath koyu bir sis tabakasını tüm bölgeye yaydı. Görüş mesafesi bir metreye kadar düşmüştü. Bir diğer amiral seri bir şekilde elektrik akımları üretmeye başladı. Sisi bir iletken olarak kullanacaktı. Rylei’nin takımının olduğu kısımda sis göğe yükselirken, güçlü elektrik akımları sise karıştı ve onlar korundular. Bayan Reba havayı kontrol ederken sisi sürekli bir şekilde döndürmeye başladı. Elektrik akımları bir anda havaya yüklenirken,  büyük bir hızla dolaşarak doğrudan Xadirio takımına çarptı.

Saldırı o kadar beklenmedik ve güçlüydü ki, son ana kadar bunu fark edebilen olmamıştı. Yine de, bu kısacık sürede Namar bir karşı savunma büyüsü geliştirdi. Havayı sisle birlikte yukarıya taşıyacak hava büyüsünü yapmak için ellerini havaya kaldırmıştı ki, asıl saldırıyı fark edemedi. Lanis’in yarattığı ruhani hayalet, Rylei’nin yansıtma büyüsü sayesinde diğer tarafa geçirilmişti. Fakat hiç kimse, ihtiyarın o hayaleti kullanabileceğini düşünmemişti.

Bir ölüyü sonsuz uykusundan uyandırarak onu kendine itaat etmeye zorlamak çok sakıncalı bir büyüdür. Kara büyünün pek çok yüzü vardır ve bu kullanılabileceği en kötü yüzüdür. Elbette geçmişte yaşayan sıradan bir büyücüyü diriltmek çok da önemli değildir. Ama geçmişte yaşayan güçlü bir büyücüyü diriltmek hayli tehlikeli bir durum olabilir.

Rylei büyüyü yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda hayalete hükmetmeyi de başarmıştı. Beyazların içindeki saydam hayalet kılıç, daha onlar ne olduğunu anlayamadan büyücülerden ikisini doğramıştı. Namar son anda onu durdurabilecek bir karşıt büyüyle ruhu yeniden uyutmayı başardı. Bunu yapmak için antik dil için bile oldukça eski birkaç kelimeyi hatırlaması gerekmişti.

Torc’un açtığı delikten çıkan sarmaşıklar iki cesedi hızla kaparak ortadan kayboldu.

Namar öfkeyle gözlerini karşıya dikti. 3 büyücüsünü kaybetmişti, lakin sadece bir düşmanı alt edebilmişlerdi ki o da her halükarda ölecek olan bir adamdı. Ellerini yukarıya kaldırırken sisli hava bir anda sonsuz bir hızla havalanarak tamamen yok oldu. Bir baltayla cama vururcasına kırılma sesi geldi. Çatırtılar başladı ve bu sesleri korkunç bir rüzgâr takip etti. Uğultularla birlikte tüm büyücüler etrafına veya gökyüzüne bakarak bir sonraki büyünün nereden geleceğini çözmeye çalışıyordu.

Önce korkunç bir aura salınımı oldu. Ardı ardına iki büyük şok dalgası gibi etrafa yayılırken, olay yerine yakın pek çok insan yere düşüp bayılmaya başlamışlardı. Rüzgârın uğultusu çok derinden geliyor gibiydi.

Tam o anda, Rylei kolunu sıyırarak geçen bir şeyi fark etti. Ardından derin bir sızı sezdi. Koluna baktığında kıyafeti yırtılmış, derin bir yaradan kan damlıyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan bir diğer kesik karnında oluştu. Bu kesiği yapan bıçak ya da kara büyü değildi. Bunu, rüzgârı bir bıçak kadar keskinleştirerek savuran Namar yapıyordu. Sadece beş saniye geçmişti ama iki derin yara aldı. İhtiyar gerçekten şanslıydı, çünkü bunlar rasgele saldırılardı. Bir üçüncüye imkân tanıyamazdı, ama büyüyü geri yansıtacak vakti de yoktu.

Saniyenin onda biri hızla kendini Namar’ın takımının yanına ışınladı. İki eliyle Emma’yı ve bir diğer büyücü tam boynundan yakaladı. Durumun farkına varan diğer büyücüler büyük bir şaşkınlıkla arkalarına dönerken büyü halkalarını açmaya başlamışlardı. Fakat tam o anda güçlü bir büyünün varlığını sezmiş olacaklardı ki, birer adım geriye zıpladılar.

Rylei omzundan tuttuğu iki büyücüyü toprağa doğru iterken ikisi birden odunun yanarak küle dönüşmesi gibi tozlaşarak diplerindeki kuyunun içine savruldular. Geriye kalan beş büyücü oluşturdukları büyü halkalarından saldırılarını püskürttüler.

Tumbei lav, bir diğeri toprak, bir diğeri yıldırımla saldırmıştı. Namar’ın güçlü ve minyatür tayfunu bu saldırılarla birleşirken, Lanis buna güçlü bir karanlık enerji ile destek verdi. Tüm saldırılar birleşip en fazla üç metre uzaktaki ihtiyara doğru ilerledi.

İhtiyar saldırıyı tek bir kalkanla karşıladı. Kalkanı o kadar hızlı yarattı ki Namar büyük bir şaşkınlıkla yaptığı saldırı büyüsünü kaldırarak daha da büyük bir kalkan yaratmak zorunda hissetti. Çünkü Rylei’nin kalkanı tüm o büyüleri tutmakla kalmamıştı, aynı zamanda da saldırıyı geri püskürttü. Namar geri yansıtılan büyüyü savunurken, Rylei çoktan eski yerine ışınlanmıştı.

Rylei arkasına döndüğünde Namar’ın önceden yaptığı büyünün etkisini görebildi. Amirallerden geriye kalan tek şey kesik uzuvlardı. Yaralı koluyla olayı korku içinde izleyen Sindrath ve omzundan yaralı Bayan Reba dışında herkes Namar’ın birinci seviye hava büyüsü ile lime lime doğranmıştı.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #57 : 10 Mayıs 2015, 17:55:58 »
Bölüm 27 – Rylei / Namar Savaşı – İkinci Kısım

Namar, Tumbei, Lanis ve Offelia’yla birlikte Ujx, Xadirio büyücülerinin oluşturduğu gruptan geriye kalanlardı. Ujx 13 – 14 yaşlarında çok genç bir çocuktu. Kısa boylu minyon bir tipti ve kel bir oğlandı. Gizemli bir şekilde şu ana dek pek büyü kullanmamıştı.

Rylei ise Bayan Reba ve Sindrath ile kalmıştı ve Sindrath’a pek güvendiği söylenemezdi. Lyner ve Esail hakkında düşünmeden edemedi. Joshua’yı gönderse de ondan da bir haber alamamıştı. Mektup ellerine ulaşmış mıydı, bilmiyordu. Onların bu savaşa yetişemeyeceği belliydi daha en baştan. Eğer sarayı kaybederlerse tüm umut onlara kalırdı. Lakin bir işe yaramadan öylece yok olmayı kesinlikle hedeflemiyordu.

“Görüyor musun Namar?” dedi ihtiyar. Nefes alış verişlerinde bir durulma olmuştu. Bu manidar sakinlik ihtiyara dinlenip sohbet edebilmek için fırsat tanıyordu.

“Büyü lanetli bir şeydir. Olağanüstü bir dengesizliği beraberinde getirmiştir. Bizler bu evrenin tanrıları gibi, gücümüzün yettiği her şeye hükmediyor ve güçsüz olanları himayemiz altında tutuyoruz. Böylesine karanlık bir dünyayı yaşarken döktüğümüz her kan hırs ve daha fazlası için dönen gözlerimizi belirtiyor. Her iki tarafın da kurban verdiği bu kadar büyücü ne için öldü? Senin hükmetmeye duyduğun yoğun istek yüzünden mi? Yoksa savaşmanın verdiği sınırsız haz için mi?”

“Hayır, o insanların ölümünün boşuna olduğunu söyleyerek onlara haksızlık edemezsin. Onlar bir hırsın ya da gözü dönmüşlüğün değil, kurdukları hayallerin kurbanı oldular Rylei. Bu hayalleri gerçekleştirecek güçleri yoktu. Hepsi bu.”

“Hayal mi? Uğrunda bu kadar insanın aklının sömürüldüğü, (Bu esnada ellerini açarak ardındaki kalabalık insan grubunu gösterdi Rylei) bölünmüşlük ve acı dolu bir hayalden mi bahsediyorsun? Çünkü hayal dediğin kutsal bir şeydir. İçinde canilik olan şey hayal olamaz, buna ancak ihtiras denebilir.”

Namar gökyüzüne doğru ellerini açarken, duyulmayan bir melodi Rylei’nin ta göğsünün içinde çalıyordu. Kudretli bir huzursuzluğun sesiydi bu. Bir şey yaklaşıyor gibiydi. Ya da yaklaşmak üzereydi.

“Kabii kindu manderis ubarian buhaddee. Uhinios furte mander baar. Anniia babesto kind aa baiskurl!”

Namar cümleleri tamamlarken, anladığı her bir kelimeyle irkildi Rylei. Antik dilin en kudretli kelimeleri derin bir senfoni içinde bir araya getirilerek, yasak bir büyüyü gökyüzüne haykırıyor gibiydi.

“Gökyüzünden yeryüzüne insin kudretli savaşçı. Kan ve vahşet rahminden çıkarak büyüsün. Haksızın yenilgisi, bu savaşla kesin olsun!”

Okunan büyü çok eski bir lanet gibiydi. Okunduğu anda da geri dönülemez bir yola girilmişti. Gökyüzünde bir yıldız gibi parlayan siluet hareket etmeye başladı. Yaklaştıkça büyüyor ve belirginleşiyordu. Belirginleştikçe onlarca ejderhanın büyük bir hızla yaklaştığını gördüler.

Kalabalık irkilerek dağılmaya başladı. Hayatlarında ilk kere ejderha gören insanların kalbine atalarından kalma bir korku yayıldı. Ejderhalar yaklaştıkça Rylei dişlerini sıkıyor ve bir sonraki hamleyi hesaplamaya çalışıyordu.

“Ejder dilini ejderhalara hükmetmek için kullanamazsın!” diye bağırdı Rylei. “Bu yasaklanan, binyıllardır kullanılmayan bir büyüdür. “

Rylei karşıt bir hamle düşünmeye çalışıyordu lakin böyle bir orduya karşı yapabileceği pek bir şey yoktu. Antik dille büyüyü bozup ejderhalara özgürlüklerini geri vermeyi deneyebilirdi lakin ejderhalar serbest kaldıkları anda şehre saldırıp her şeyi yerle bir ederdi. Pek de dost canlısı görünmüyorlardı. Ejderhalar yaklaştı. Ortalamanın altında büyüklükteki genç ve toy ejderhalardı her biri. Gençlik ve agresiflik ejderhalarda ters orantıda olduğu için bu tehlikeli bir durum sayılabilirdi.

Namar antik dili nasıl biliyordu? Ejderhalara hükmetme büyüsünü kimden öğrenmişti? Yeryüzünde yaşayıp bu büyüyü bilen son insan Gaelo’ydu. Eski kral.

Ejderhalar ağızlarında kuvvetli birer büyü biriktirdi. Büyü ışınlarını doğruca ihtiyara yönlendirdiler. Işınlar birleşerek mor bir rengi aldı ve ihtiyara son hızla ilerledi.

“Böylesine büyük bir gücü yansıtamayacağını biliyorum!” dedi Namar. Onlarca ejderhanın hoyratça fırlattığı bu enerji toplarının savuşturulabilir ya da durdurulabilir olması gerçekten de imkansızdı. İhtiyarın tüm aynaları ışının önüne geçti. İlk aynaya çarpan ışın aynayı kırarak ilerledi. İkincisini de kırarak ilerlemeye devam etti fakat yavaşlamıştı. Üçüncüsüne vurduğunda ışın durdu. Üç saniye durduktan sonra aynayı kırarak yoluna yeniden devam etti. Bu esnada Sindrath öne atılarak yapabileceği en güçlü kalkanı ışının önüne attı, lakin ışın ilerlemeye devam etti. Reba’nın halihazırda yarattığı kalkanı da kolayca delip geçti.

Rylei’nin en başta yarattığı ağacın dalları tam da o anda bir sarmaşık gibi uzayarak sivri dallarını enerji ışığının içine soktu. Ağaç bir anda genişlemeye başlarken, ışın öncekinin yarı gücünde ilerlemeye devam etti. Bu, Rylei’nin meşhur hayat ağacıydı. Enerjiyi içine çekebilen devasa bir ağaç. Rylei elini sağa doğru sallarken, ışının geri kalanı havaya geri yollandı.

Hayat ağacının mantığı basitti. Gücünü kullanmak için ölü bir beden gerekirdi ki Rylei savaşın başından beridir hepsini topluyordu. İçine çektiği enerjiyi sahibinin kullanabilmesi için ise bir diğer ölü beden gerekirdi.

Namar hayretle olayı inceliyordu. “Kara büyü? Bu nasıl olabilir? Her ikisinde de ustalaşılamaz!”

“Bu senin bildiğin gerçeklik. Bilmediğin kısım benim bir istisna olmamdır.”

Ağacın dalları sivrileşip dönerek, kalın bir iğneyi andırdı. İçinden çıkan muazzam enerji, beyaz bir rengi alarak doğruca ejderhalara ilerledi.

Ejderhaların kullandığı enerjinin sadece yarısını emebilmişti lakin ilk halinden iki kat daha büyük bir güçle kükredi bu beyaz ışın. Çünkü toy ejderhalar yaptıkları büyü için gereken enerjinin fazlasını göndermişlerdi lakin Rylei enerjileri kullanmakta bir usta sayılabilirdi.

Enerji öbeği genişleyerek ejderhalara ilerledi. Çekilebilenler çekildi lakin yeterince çevik olamayanlar enerjinin içinde kül olarak bir ceset halinde yere yığıldılar. Geriye sadece beş ejderha kalabilmişti.

Namar ihtiyarı süzdü. Gerçekten de rakibine saygı duymak zorunda olduğunu bir kere daha anlamıştı. Çünkü rakibinin yansıtamayacağını iddia ettiği büyü, öyle ya da böyle kendi ejderhalarını katletmişti. Saygıyla eğildi.

“Bu savaşı kazanamayacağımı düşündüğüm anlar oluyor ihtiyar. Neyin nesisin böyle?”

Rylei etrafına aura salmaya başladı. Yayılan aurası bir rüzgar etkisi yaratarak ihtiyarın saçlarını havalandırdı. Hayat ağacı yayılmaya başlarken, oluşturduğu büyü halkasından onlarca ayna daha oluşturdu. Toprak, adamın enerjisiyle çalkalanıyor, öfkesi yüzünden okunan Rylei son derece ciddi görünüyordu.

Gökyüzünde oluşan siyah küreler bir anda etrafa yayılmaya başladı. Sonra, gittikçe küçülerek yok oldular ve yok olduklarında etraflarına geoit şeklinde beyaz halkalı enerji sinyalleri yaydılar. Enerji yayıldığında, enerjinin ortasında oluşan minik kara delikler, etrafındaki havayı içlerine çekmeye başladılar. Herkes şaşkınlıkla bu büyünün ne olduğunu anlamaya çalıştı.

Hava içine çekildikçe delikler büyüdü. Aynı anda, Rylei’nin hayat ağacı giderayak büyüyordu. Her şeyi sona erdirecek son bir büyü için, ihtiyar enerji toplamaktaydı. Rylei’nin havadaki enerjiyi çektiğini fark eden Namar, hemen karşı saldırıya geçti.

Lanis iki hayalet daha çağırırken, bir yandan da onların kontrollerini kaybetmekten korkuyordu. Tumbei ise korkusuzca saldırıya geçti. Açtığı büyü halkasından sonra, yeryüzünden bir ok misali uçuşan lavlar karşı tarafa seyretti. Yüzlercesi aralıklarla yerden yukarı fışkırıyor, adeta ölüm saçıyordu. Aynı anda ejderhalar ağızlarından yarattıkları enerji toplarını ihtiyara yönlendirdi.

Namar ise yarattığı büyü halkasından çıkan tayfunu ihtiyara fırlattı. Tayfun ilerlerken etrafındaki havayı bıçak misali savuruyor, toprağa ya da taşa çarpan keskin hava her şeyi gücü yettiğince kesiyordu.

Tüm bu saldırılar Rylei’ye ilerlerken, Ujx adındaki çocuk bir şey söyledi. Söylediği şeyi Rylei tam olarak anlayamadı, ama antik dil olmalıydı. Yüksek ihtimalle ihtiyarın bilmediği bir kelimeydi. Çocuğun saçları tayfundan esen rüzgârla sallanırken, Rylei birden geri yalpaladı.

Tayfun bir anda öncekinin neredeyse üç katı bir hıza ve güce ulaştı. Dahası, sadece tayfun değil, ejderhaların ağzından çıkan enerji topları ve lavların şiddeti de artmıştı. Büyük ihtimalle büyülerin gücünü artıracak bir şey söylemişti Ujx, ki Rylei böyle bir şeyi yapabilmenin mümkün olduğunu şu an ilk kere görüyordu.

Lanis’in yarattığı hayalet büyücülerden biri, son derece şiddetli bir yıldırım yarattı. Öyle ki, şimşeğin sesi defalarca yankılanırken, ilerledikçe, yere temas etmese de etrafını yakıyordu. Hayalet, eski Oak imparatorlarından biriydi, güçlü, efsanevi bir büyücüydü.

Tüm bu saldırılar Rylei’ye ilerlerken, ihtiyarın ağzı kıvrıldı.

Rylei sadece güçlü bir büyücüden fazlasıydı. Gerçekçiydi, akıllıydı ve cesurdu da. Matematiksel hesaplamalar iyi olduğu bir konu değildi. Ama sadece Sindrath ve Reba gibi hiçbir işe yaramayan bu iki büyücü ile birlikte bu kadar güçlü büyücüye karşı dayanması, şu andan itibaren beş dakikadan fazla süremezdi. Bir mucizeye ihtiyaç duyuyordu.

“Baetralmeanfe”

İhtiyarın ağzından çıkan kelimenin anlamı basit ama etkisi büyüktü. Anlamı “Dur” olan bu kelime söylendiği anda, kendisine doğru ilerleyen lav, şimşek, hava ve ejderha saldırılarının hepsi birden, kendinden en fazla bir metre ileride aniden durdu.

Asla, kimsenin o an tahmin edemediği bir büyü yaptı Rylei ve saldırının tamamını ışınladı. Her şey çok hızlı olmuştu. Bütün bu saldırılar, Namar’ın tam ayaklarının altından, toprağın içinden fışkırdı yukarı doğru. Şimşekler ve yoğun bir lav örtüsü, Namar’ın yarattığı tayfunla etrafa saçıla saçıla ta en yukarıya kadar ulaştı. Ejderhaların enerji saldırısıyla da bütünleştiklerinde, kusursuz bir saldırı olmuştu bu.

Rylei aslında dakikalardır böyle güçlü bir kombo saldırısı bekliyordu ve rakip onun beklediği hatayı yapmıştı. Gurur ve merakla etrafına bakındı ihtiyar. Rylei’nin hayat ağacı bir anda kurumuştu neredeyse. İnsanın kendi bedenini ışınlaması ile, böyle büyük bir enerjiyi ışınlaması farklı şeylerdir. Başka şeyleri ışınlamak çok daha büyük enerji harcar, fakat neyse ki hayat ağacı bu enerjiyi karşılamıştı. Üstelik Rylei’nin kara delikleri sürekli havadan enerji çekmeye devam ediyor, aynalar etrafta dolanarak kendisini koruyordu.

Saldırı binlerce metre yukarı çıktıktan sonra yok oldu. Ülkede bunu görmeyen olamazdı. Saldırının etkisi bittiğinde dikkatlice o bölgeyi izliyordu Rylei.

Yere bomba atılmış gibi, bir yanardağın ortasını andıran iri bir iz kalmıştı yerde. Dumanlar yükseliyordu. Dumanlar azaldıkça, yerde yatan iki cesedi gördü Rylei. Saldırı Lanis ve Offelia’yı öldürmüştü, hayalet de yok olmuştu. Fakat diğerleri bir şekilde kendini korumayı başarmıştı.

Namar’ın ifadeleri değişti bir anda. Nede olsa sağ kolunu kaybetmişti. İlerlemeye başladı. Öfkeyle yürüyordu, Tumbei ve Ujx ise onu takip ediyordu.

“Sana duyduğum hayranlık çocukluğuma dayanır, Rylei” dedi Namar. “Görkemini bu kadar yakından deneyimlediğimde, gerçekten de seni örnek aldığıma seviniyorum. Babam senin öğrencilerinden biri ve benim öğretmenimdi. Belki adını bile unutmuşsundur, bunun bir önemi de yok zaten. Babam güçlü bir asker değildi ama fazla akıllıydı.”

Rylei birkaç adım atarak Namar’ın hikâyesini merakla dinlemeye koyuldu.

“Kral Gaelo babamla sırlarını paylaşır, bazı taktikler alırdı. Bir gün, çok önemli bir sırrı babamla paylaştı. Ortada ciddi bir sorun var gibi görünüyordu ve babam bunu çözebilecek hiçbir şey düşünemiyordu. Birlikte bir seyahate çıktık. Kadim kitapları aradık, antik ejderhaların yaşadığı dağlara gittik. Kendimizi ejderhalara köle olarak sunduk ve karşılığında onlardan bilgi almaya çalıştık. En sonunda ise, istediğimiz bilgiye ulaştık.”

Namar alnından akan teri sildi. İsmi Ujx olan çocuk aniden Namar’ın kolunu çekiştirmeye başlamıştı.

“Hazırım! Hazırım!” dedi genç oğlan.

Namar ağzını kıvırarak ihtiyara baktı.

“Yine de babam öldü ve ben kral olup, bahsettiğim sorunu çözmeliyim!”

“Neden üstü kapaklı konuşuyorsun?” dedi Rylei. “Sorunun ne olduğunu söylersen bunu birlikte çözebiliriz.”

“Bunu yapamam. Adını söylediğim anda hepimizi öldürür. Ona ulaşmanın tek yolu kral olmak.” Bir yandan da Ujx’a dönüp gülümsedi. “Üzgünüm ihtiyar, ama ölmen gerek.”

Her şey çok çabuk oldu. Önce Namar, Ujx’a bakıp kafasıyla bir işaret yaptı. Hemen o anda Ujx ortadan kayboldu. İhtiyarın gerisine, Reba ile Sindrath’ın yanına ışınlanmıştı.

Rylei nedense, o anda öleceğini anladı. Çocuğun ışınlandığı saniye, kalbinin derinliklerinden bir yerden hissetmişti, ya da bir yardımcı ruh ona bunu bir şekilde hissettirmişti, kendi de bilmiyordu. Fakat bir şekilde anlamıştı, çocuk hepsini öldürecekti.

Sindrath ve Reba’nın kulaklarına bir kelimeyi fısıldadı. Fısıldanan kelimeyi duyamadı ihtiyar, fakat ne olduğunu hissediyordu. Kendinin bile bilmediği, antik ejderha dilinin belki de en güçlü kelimesiydi bu.

Sindrath ve Reba yere yığılırken, çocuk aynı anda Rylei’nin yanına ışınlandı. Rylei, karşı karşıya olduğu şeyi biliyordu.

“Degdarnis.”

Kelime çocuğun ağzından dökülürken, Rylei’nin hayatı o anda sona ermişti. Yaşayan hiçbir ejderhanın dahi hatırlamadığı bu eski kelime, ölmeyi emrediyordu.

İhtiyar yere düşerken, bir ölüydü artık. Fakat ölümü o kadar aniydi ki gözleri hala gördüğü son görüntüleri beynine iletiyordu. Hemen yanına ışınlanan Lyner’i görürken, Rylei’nin yüz kasları kasılmış, bir nevi tebessüm etmişti ihtiyar. Düşündüğü son şey;

“Görevimi yerine getirdim.” olmuştu.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #58 : 23 Mayıs 2015, 16:19:36 »
Bölüm 28 – Rylei

Rylei daha küçük bir çocukken pek somurturdu. Oyunu severdi, arkadaşlarıyla sürekli dışarıda oynardı. Etrafta idman yapan büyücüleri seyreder, imrenir, hep iyi bir büyücü olup köyün kahramanı olduğunu hayal ederdi. Bir savaşçı olan babası onunla gurur duyacak, annesi oğluna hep gösterdiği ilgi ve şefkati sürdürecekti.

Fakat bu hayallerin hiçbiri gerçekleşemedi. Bir kahraman olacaktı belki, ama bununla gurur duyan hiç kimsesi olmayacaktı. Çünkü büyük bir savaşa sürüklenen ülkesinde, arkadaşlarıyla oynamak için buluşulan sokaklar boşaldıkça boşalıyordu. Çoğu daha güvenli bölgelere göç etmiş, köyünü korumak için kalmaya karar verenlerse elindeki tırmıklarla savaşan birkaç zayıf köylüden başka bir şey değildi.

Beklenen savaş Rylei’nin köyünden geçti pek kısa bir sürede. Kendisine büyüyü de öğreten kişi, Juarmia, köyde kalan son büyücü olarak savaşmıştı. Rylei için büyük anlamlar ifade ederdi o yaşlı adam. Fakat Juarmia başaramadı ve prens Gaelo köydeki herkesi öldürdü.

Henüz reşit olmadığı için Rylei’ye acımış mıydı, yoksa kaderin nasıl değişebileceğini mi hissetmişti bilinmez, Gaelo öldürmemişti onu. Onuru kirlenen Rylei kendini öldürmeye kalkmış, fakat uzaklardan oraya yeltenen siyah beyaz devasa bir ejderha o kendini öldüremeden orada bitmişti.

“Bitti, genç büyücü, bu ülkenin işi artık bitti!” diye kükredi ejderha. “Fakat sen ayaktasın ve karşımda duruyorsun. Senin için bir ümit varsa, bu ülke için de vardır.”

Ejderha Rylei’yi yıllarca eğitti. En kadim büyüleri, en büyük sırları paylaştı. Eğitim bittiğinde Rylei, ilk halkada uzman, ender derecede güçlü bir büyücüydü. Yine de ejder kral, bir ejderha için bile fazla yaşlıydı. Öldü. Öleceğini önceden biliyordu, o yüzden de kendine bir mirasçı seçmişti. Fakat mirasçısı neden insan ırkından biriydi, kimse buna mantıklı bir açıklama bulamıyordu. Yine de kader ağlarını örmüş, Rylei’nin mirasçı olma sebebinin, Lyner’a mirası vermek olduğunu fark ettirmişti.

Yıllarca içinde biriktirdiği öfke ve intikam hırsıyla, kendini Resdan krallığında buldu. Gençliğinin de verdiği cesaretle sarayı yıktı, amirallerin çoğunu öldürdü. En sonunda da onunla karşılaştı. Gaelo.

Savaşları dillere destandı. Lakin Rylei’nin en büyük eksikliği tecrübeydi. Öfkesi kararlarını etkiliyor, taktik kurmakta sıkıntı çekiyordu. Rylei yenilmişti. Rylei yenilmeden hemen önce havaya bir altın para atmıştı Gaelo.

“Eğer bu savaşı kaybedersen, 40 yıl bana itaat edeceksin!” diye buyurmuştu kral. Koşulu yerine gelecekti.

“Neden kaybettin biliyor musun Rylei?” diye sormuştu Kral. “Çünkü öfkelisin, intikam aklını bürümüş. Yine de benden sana tavsiye şudur. Geçmişi ne intikam ne de öfke değiştiremez. Geçmişten sadece ders çıkartılmalıdır. Sen, bir daha hiçbir çocuğun anne ve babasını ölürken görmediği bir dünya hayal etmeli ve bunun için çalışmalısın. Yaşamanın ancak o an bir anlamı olur.”

Kralın kendi kendiyle çelişen bu sözleri, Rylei’yi pek derinden etkilemişti.

***

Henüz on yıl geçmeden namı tüm krallığa, hatta öteki krallıklara yayıldı Rylei’nin. Girdiği her savaşı mutlak galibiyete sürükleyen Rylei, bir diğer amiral olan, Bayan Reba’nın babası Mika ile mühürlenmiş, ikisi bir olunca gücüne güç eklemişti. Yine de isteksizce katıldığı bu savaşlarda öldürdüğü her bir şahıs Rylei’nin vicdanını mahvediyordu.

Stratejik önemi olan bir savaşta, Rylei Mika’yı kaybetmişti. Tuzağa düşürülmüşlerdi ve bu Rylei’nin aptallığından kaynaklanmıştı. Rylei uzun yıllar düzenli bir uyku uyuyamadı. Vicdanı, kalbine bir taş gibi oturmuş, her geçen gün sızlıyordu ve kalan son duygusu öfkeydi. Savaşlardan ölesiye nefret ediyordu ki, sonunda ağır bir ruhsal çöküşe geçti.

Gaelo’nun bu durumu fark etmesi çok sürmedi. Rylei’yi amirallikten alıp doğanın ortasında bir yer verdi ona. Tek görevi, savaşlarda yetim kalan çocukları eğitmekti. Bu çocukların pek çoğu, savaşlardan sonra kaçırılan başka krallıkların çocukları olacaktı. Çocuk bakıcılığını üstlenerek Rylei günahlarından arınıp vicdanını rahatlatabilirdi, ya da Gaelo böyle umuyordu.

Uzun yıllar Rylei çocuklarla ilgilendi. Onları eğitti ve savaşa gönderdi. Duygusal olarak bağlandığı o pek çok çocuğun savaşlarda öldüğü haberlerini alırdı sürekli. Fakat, öğrencilerinden özellikle birini çok sevdi.

Şeytan çocuk olarak anılırdı Ryner. Leon krallığından esir getirilmişti. Leila aynı esir grubundaydı. Fakat Ryner aslen Leon krallığının da çocuğu değildi. Çok daha uzak bir krallıktan kaçmıştı Leon’a, babasıyla birlikte. Zira geldikleri yerde, ataları vahşet içinde birbirini öldürürdü. Sebebiyse, sahip olunan gözleriydi. Leon krallığında paralı askerlik yapan Ryner’in babası savaşta ölmüş, Ryner ise Resdan krallığına esir olarak kaçırılmıştı.

Rylei’nin Ryner’i sevme sebebi farklı ya da güçlü olması değildi. Tanıdığı herkesten daha nazik olmasıydı. Sürekli diğer öğrencilerle ilgilenir, bir şeyler konuşur, destek olur, yardım ederdi. Fakat diğer çocuklar onunla pek ilgilenmez, hatta dışlarlardı. Ona şeytan lakabını bile takmışlardı. Ryner’e karşı nazik olan tek kişi, Leila’ydı.

Yıllar geçerken Ryner’in şefkatli yüreği kırılıyordu. 16 yaşına geldiğinde askere gitmek durumunda kaldı ve bir süre sonra Leila ile evlenmeye karar verdiler. Birkaç yıl içinde kendini kanıtlayan Ryner amiral olacaktı. Ancak, savaş alanında öldürdüğü her bir askerle içinde bir karanlık büyüyordu. Gözlerinin bedeli buydu.

Ryner’in içindeki karanlığı gören Rylei harekete geçerek, kendini Oak imparatorluğunda buldu. Ejderhaların saklı kütüphanesine girerek, bu gözlerin sırrını aradı. Lakin hiçbir ipucu bulamadı. Büyük bir risk aldı ve Ryner’in doğduğu yer olan Abdastremeth krallığına gitti. Yanına Ryner’in sevgilisini, Leila’yı almıştı.

Yolculuk aylar sürdü ama Abdastremeth’e ulaşmışlardı. Ulaştıklarında bunu anladılar, çünkü bu ülkede asla güneş doğmuyordu. Lavdan nehirler, çok uzaklardaki pek çok yanardağdan çıkarak yeryüzünü aydınlatıyor, kan kokusu resmen havada dolanarak insanın tüylerini diken diken ediyordu.

Rylei ve Leila kendilerini fark ettirmeden araştırmaya koyuldular. Aradıkları bilgi yeraltında, korunan bir kütüphanedeydi. İçeri sızmayı başardıklarında, kitapların pek çoğunun zaten yakılıp yıkıldığını görmüşlerdi.

Bilgiye ulaşmak kolay oldu. Hemen her kitapta ülkenin geçmişi ve gözlerin hikayesi yazıyordu. Kitaplardan biri durumu güzel özetlemişti:

“…Ejderhaların gözünü kan bürümüştü. Barddariadis adını verdikleri bir planı uygulamaya koydular. Bu çirkin toprakları bırakıp güneye inmeyi, insanoğlunun topraklarını işgal etmeyi istediler. Nüfusları çok değildi ancak fazla güçlüydüler. Ama, insan kahraman Aes bu işgali durdurmak için pek çok büyücüyü topladı. Ejderhaların savunma büyüleri çok kudretliydi. Hiçbir kuvvetli büyü yeterli olmazdı.

Aes bunu bildiği için bir koşul büyüsü uyguladı. Büyü ejderhaları değil, insanları etkileyecek, böylece ejderhaların savunma büyüleriyle uğraşılması gerekmeyecekti. Koşul, ejderhaların geri çekilmemesi durumunda insanların sonsuz güce erişebilmesine olanak sağlayacaktı.

Büyüyü blöf sanan ejderhalar saldırmaya devam ettiler. Ön saflarda savaşan insanlar, büyünün etkisiyle sonsuz güce eriştiler. Bu büyü şeytanla anlaşma yapmak gibiydi, ya da büyünün kendisi şeytan olarak ifade edildi. Sonsuz güce ulaşan insanoğlu etraflarına o kadar büyük bir öfkeyle saldırdılar ki, sadece ejderhalar değil, insanlar da kaçıştılar.

Güç duygulardan doğduğu için, sonsuz güce ulaşan insanların duyguları büyüdü. Öfkeli olanlar şeytana yenildi ve kendilerini kaybederek her şeye nefret duydu. İnsanoğlu için bu,  ejderhalardan bile büyük bir tehditti. Ama içinde hiç öfke barındırmayan birkaç sonsuz güç kullanıcısı, sonsuz güce sahip olan herkesi kilitledi ve bir daha aynı şeyin yaşanmaması için bu olayı diğer insanların aklından silmeyi başardı. Abdastremeth ise sonsuz güce sahip insanların kendilerini kilitlediği topraklar olarak, herkes tarafından unutuldu.”


Rylei ve Leila kitapta yazanlarla irkildiler. Kaybolan tarihi bulmuşlardı. Okumaya devam ettikçe, sonsuz güce sahip olanların çocuklarının sonsuz güce sahip olmasa da, sıradan insanlardan güçlü olduklarını öğrenmişlerdi. Yine de öfkeye bir kere yenik düşünce ruhlarının sözde “Şeytan” tarafından işgal edildiği yazıyordu. Özellikle de birbirlerini öldürdükçe, öfkelerinin çok fazlalaştığını deneyimlemişlerdi. Lakin tuhaf olan, sevdikleri birine zarar verdikleri zaman, vicdan duygusuna yenilerek inme geçiriyorlardı.

Leila karnını tutmuştu bu sırada. Doğacak olan bir bebeği vardı ve ya bir “şeytan”, ya da bir “melek” olacaktı.

Ülkelerine döndüler ve Leila kimseye bir şey söylemeden kırsal bir bölgeye gitti. Çocuğunu doğanın içinde, sadece merhamet duygusuyla büyütecekti. Ryner’e haber vermedi. Tam tersine, ondan kaçmaya koyuldu. Lyner o sırada doğmuştu.

Bütün bu olanları çözemeyen Ryner’in öfkesi gün geçtikçe büyüyordu. Kendi gücünü de araştırırken, gözleriyle ilgili bir bilgi bulmuş, “Aynı göze sahip olanların birbirini öldürmeleri” gibi bir olaydan haberdar olmuştu. Bir oğlu olduğunu da öğrenen Ryner, annesinin bu sebeple Lyner’i kaçırdığını yorumlayarak senelerce onu aramıştı.

Sonunda Ryner Leila’yı buldu. Fakat olaylar istediği gibi gitmedi ve Leila öldü. Bunun üzerine de Ryner inme geçirerek hayatını kaybetti. Lyner ise, bir anda Rylei’nin yanında belirmişti.

Lyner’ı Rylei büyütmeye başlamıştı. Fakat hiç kimseyi öldürmeyeceğinden emin olmak için, Lyner’a gözleriyle ilgili yalan hikâyeler anlattı, ve ilk başlarda gözlerini mühürledi. Yine de, Dean’in ölmesiyle birlikte de, anlattığı hikâyelerin tutarlılığı bozulmuştu.

Lyner’i kimseyi öldürmemesi için kandırırken, onu herkesin iyi olduğuna ve merhamete inandırarak büyütmüştü. Öfkeye ve ihtirasa hiç yer vermiyordu. Belki de bu sebeple Lyner, Dean’i öldürdüğünde vicdan azabı çekse dahi inme geçirmeden önce kendine gelmişti. Çünkü Leila ve Rylei’nin Lyner’e verdiği merhametin bir karşılığı olarak, Lyner’ın büyük bir hayali vardı.

Lyner, kimsenin savaşlarda ölmeyeceği bir Dünya yaratacaktı.

Rylei’nin yarım kalan hayallerini, Lyner devralacaktı, tıpkı hikayenin Rylei tarafından biten kısmında, Namar ile olan savaşı devraldığı gibi. Rylei ölürken, ölmeden önce düşündüğü son kelimeler ağzından döküldü. Bir insanın öldükten sonra konuşabilmesinin mümkünü yoktur. Ama sanki ne olacağını önceden biliyormuş gibi, ölmeden hemen önce Ujx’a konuştu:

“Adras”

Çocuğun ölmeyi emretmesine ihtiyar şöyle yanıt vermişti:

“Sen de.”
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Lyner
« Yanıtla #59 : 22 Haziran 2015, 22:51:57 »
Bölüm 29 – Lyner’ın Gücü

Lyner kendini bomboş araziye ışınladığında gecenin karanlığı bir matemin kokusuyla harmanlanıyordu. Xadirio örgütünün sadece bir an kazandığını sandığı savaş farklı bir yöne doğru ilerlemeye başlayacaktı. Rylei ölürken Ujx yere yığıldı. Namar, Tumbei ve Lanis’in buğulu bakışlarla baktıkları saray arazisinin önünde bir anda yaşlarla dolan gözleriyle Lyner duruyordu.

Rylei’nin yüzündeki ölüme meydan okuyan gülümsemeyle Lyner irkilmişti. Rylei’nin hayat ağacı yok olurken, hayat ağacına aldığı onlarca ceset üst üste yığıldı. Lyner ustasıyla gurur duyuyordu, üçü hariç tüm Xadirio büyücülerini ebediyen durdurmayı başarmıştı. İhtiyarın yüzünde bıraktığı gülümseme bu yüzden miydi, yoksa son gördüğü şeyin Lyner olmasından mıydı bilemiyordu ve içinde oluşan burukluk hayatında ikinci kez yaşadığı bir duyguydu, Dean’i kaybettikten sonra. Günübirlik yaşayan Lyner aynı duyguların tekrar tekabül edeceğini hiç düşünmemişti ama o an fark ediyordu ki hayatının belirli dönemlerinde bu duyguyla yüzleşmeye mahkûmdu herkes.

Bir öğretmeni değil, bir anne ve bir babayı, bir arkadaş ve bir dedeyi kaybediyordu ve ilk seferde olduğu gibi kimse onu tokatlamayacaktı.

Elini yumruk yaptı Lyner ve kendi suratına bir yumruk vurdu. Sağlam vurmuş olacak ki geriye sendeledi, tökezleyip düştü. Kendine yerde vurmaya devam etti. Sadece Namar ve iki yoldaşı değil, sarayın etrafına çömüp de olayları izleyenler de ona anlam vermeye çalışıyordu.

Lyner dudağının altını ısırırken “Aptal” diye bağırdı. Artık hiç kimsenin ona moral veremeyeceği, kimsenin hatırını tutup da sözüne itaat edemeyeceği ve çok uzaklarda olsa bile kimsenin onu umursamayacağını bildiği yeni bir hayata mı başlayacaktı? “Aptal ihtiyar, böyle mi öleceksin?”

Lyner ayağa kalkarak rakiplerine doğru ilerledi. Ellerini önünde birleştirirken Namar ve büyücüler ona acınası gözlerle bakıyordu. Lyner’ı kalabalıktan çıkagelen bir Rylei dostu sanmışlardı. Fakat Lyner ellerini birleştirdikten sonra ortaya çıkan tek şeritli büyü halkasını gördüklerinde irkilerek pozisyon aldılar. Gözleri bir anda kızıl bir rengin ötesinde parladı. Bunu istem dışı olarak yapıyordu ve art arda Lyner’dan yükselen enerji şeritleri uzarken yerdeki toprak siyah bir renkle kazındı. Enerjiye farklı reaksiyon gösteren toprak çatlayıp parçalanırken yerçekimi kuramlarına meydan okudu. Minik parçalar halinde ayrılan toprak yavaşça yukarıya yükseliyor, adeta evrenin yönünü şaşırtıyordu. Bu devasa enerji miktarına çiçekler ve ağaçlar kuruyarak, insanların ten renkleri solarak reaksiyon veriyordu.

“Şu ana dek hiç kimseyi öldürmeyi bu denli büyük bir hırsla arzulamadım. Ama hayatım pahasına, en azından bir intikamı hak eden bu adam için canınızı alacağım!”

Lyner’ın oluşturduğu büyü şeridi yok olurken topraktan siyah renkte devasa sarmaşıklar çıkarak en kısa zamanda tüm araziyi kapladı. Sarmaşıklar gece renginde çiçekler açarak havaya lanetli polenleri aktardı. Lyner daha savaşa başlar başlamaz uzman gücünü kullanıyordu.

Ölüm bitkileri gücü hayat enerjisini ölüm enerjisine çevirerek bu enerjiden farklı fonksiyonları olan bitkiler üretilmesi olarak özetlenebilir. Ölüm enerjisinin kendisine hayat vermek inanılmaz zor olmakla birlikte, inanılmaz da bir enerji sarfiyatı gerektirir. Lyner’ın enerji dolu gözleri onun bu büyüye ulaşmasında kilit rol oynadığı için, Lyner aynı zamanda gözlerinin enerjisini kullanmakta ustalaşmak için de fazlasıyla gayret sarf etmişti.

Namar hayatında ilk kere gördüğü bu büyüye nasıl bir karşılık verebileceğini bilemiyordu. Büyünün ne olduğunu da anlamamıştı ama büyünün uğultusunu kulakları iyi işitiyordu. Etrafa rüzgar saçarak ne olduğu belirsiz polenlerden korunmaya çalıştı. Ama polenler bir saldırı özelliği taşımıyorlardı zaten. Bir anda havada birleşip siyahi bir renkte yeşillendiler. Değişik şekillerde bitkilerin kimisi havada süzülmüş, kimisi toprağa bağlanmıştı ve tüm sarayın bahçesini tam anlamıyla bir ormana dönüştürmüşlerdi. Koyu renklerde pek çok çiçek açarak tuhaf bir görüntü oluşturmuşlardı bu esnada.

Namar etrafa yayılan enerjiyi sezdikçe, kendisinin böyle bir büyüyü yapmış olsaydı çoktan ölebileceğini fark ediyordu. Bu inanılmaz miktarlarda enerjinin, inanılmaz miktarda enerji harcanarak ölüm enerjisine dönüştürülerek, yine inanılmaz miktarlarda enerji kullanılarak yeniden hayat verilmesi gibiydi. İmrenmeden ve kıskanmadan edemedi Namar. Lyner’a baktığında görebileceği en berrak kırmızılıkta gözleri onu bir şeytan gibi gösteriyordu.

İlk karşıt hamle Tumbei’den geldi. Açtığı devasa bir hendekten çıkan lavlar doğruca ormanı yok etmek üzere harekete geçtiler. Bunun üzerine Lyner’in önceden yaratmış olduğu koyu yeşil renkteki çiçekler açarak, siyahımsı bir su fışkırtmaya başladılar. Binlerce çiçekten birleşen bu lanetli su lavlara çarptığı anda bir soğuma sesi gelirken, havaya her yeri kör eden bir duman yayıldı. Dumanlar dağıldığında lav tamamıyla soğuyarak olduğu yerde katılaşmıştı. Metrelerce uzunluktaki donmuş lav katmanının içinden bir anda daha pek çok siyah ağaç ve bitki çıkarak, farklı renkte çiçeklendiler. Tumbei dudağını ısırdı. Saldırısının böyle kolay bir şekilde aleyhine döndürülmesi hoşuna gitmemişti.

Birkaç dal sarmaşık irileşip kuvvetlenerek uzadılar ve doğru Namar, Lanis ve Tumbei’ye doğru harekete geçtiler. Sarmaşıklar onlara ilerleyince geriye kaçan üç büyücünün beklemediği üzere, yere çarpan sarmaşıkların içinden yeşeren başka sarmaşıklar yeniden saldırıya geçti. Büyücüler bu saldırıdan da kaçınmışlardı. Fakat ıskalayarak toprağa çarptıktan sonra, sarmaşıkların bir asit misali toprağı eritip siyah bir iz bıraktığını gördüler.

“Bu şeylerin neyin nesi olduğunu bilmiyorum” dedi Namar. “Ama tek bildiğim onlarla temas etmememiz gerektiği.”

Namar hem yolunu açmak için, hem de kendini savunmak için bir büyü yapmayı denedi. Oluşturduğu halkadan çıkan keskin ve ince bir hava akımı ormana doğru ilerleyerek dalları kesti. Yeryüzüyle bitevi ilerleyen akım, Lyner’ın oluşturduğu ormanın yarısını kökünden kazımıştı. Ancak daha Namar’ın saldırısının tamamlamasını beklemeyerek, kesilen bitkilerin yerine yenilerini oluşturdu Lyner. Namar aynı kesme işlemini birkaç kere daha tekrarladıysa da, bitkiler yeniden çıkıyorlardı.

Lanis yere bağdaş kurarak oturdu. Her iki elinde de baş parmak ve işaret parmaklarını bileştirip yuvarlak yaparak meditasyon yapmaya başladı. Güçlü bir ruhu çağırmak için hazırlıklarına başlıyordu. Ağzından antik dilden kalma eski kelimeler dökülürken, etrafında pek çok halka oluşup oluşup yeniden yok oluyordu.

“Bu, bugüne kadar gördüğüm en muhteşem savunma büyüsü sayılabilir” dedi. “Özel gücün geçilemez bir bariyer gibi. Ama aynı anda da müthiş bir saldırı potansiyeline sahip. Böyle bir güçte nasıl ustalaştığını merak ediyorum.” Dedi Namar.

“Gerçekten de burada durup birbirimizin büyülerine iltifat mı ediyoruz?” dedi Lyner. Aslında Lyner kendi benliğinde olsaydı, savaşmak yerine konuşmayı gerçekten de tercih ederdi. Ama şu an öfkeliydi ve içi kanıyordu. Doğru düşünerek hareket etmiyordu ve bu bir hata yapmasına sebep olacaktı. Bunun kendi de farkındaydı. Bu sebeple düelloya savunmasını son nebzeye kadar artırarak başlamış ve henüz saldırıya geçmemişti.

Lyner’ın yapmaya çalıştığı şeyi anlıyordu Namar.

“Herkes bir şeyler için savaşır” dedi Namar. “Yenilenen her bir duyguda insanlar tavırlarını yenilerler. Ben senin ustanın katili değilim. O kendi inançlarını savunurken öldü, ben de kendi inançlarımı savunuyorum. Bu uğurda ölseydim ölümümden kimseyi suçlamazdım. Bu bir oyun değil çocuk.” Dedi Namar.

“İnanç mı? Benim inancım başkalarına inanmaktı. Ben herkesten daha iyisini bilemem, daha iyisini düşünemem. Herkesten daha iyi olduğuma kendimi inandırmak için zorlayamam. Ama bildiğim şey, senin inancın yanlış. Sorunları çözmenin yolları vardır. Yakıp yıkmak bir yol değil, ancak bir yolsuzluk sayılabilir. Gerçekten de bu krallıkla alıp veremediğin nedir, merak ediyorum. Vergiler mi? Savaşlar mı? Toprak mı? Eşitsizlik mi? Güvensizlik mi? Canına mı kastedildi yoksa sevdiklerinin canına mı mal oldu? Bunun hıncını, başkalarının sevdiklerini öldürerek mi alıyorsun? Eğer öyleyse, senin inancın bir inanç değil, sadece ve sadece bir inançsızlığın ürünü olabilir.”

“Amacım yakıp yıkmak olsaydı bu söylediklerine hak verir, bu savaşı sonlandırırdım. Amacım bu ülkeyi kurtarmak.”

“Bunu ülkenin başına kaba kuvvetle geçerek mi başaracaksın?”

“Hayır, ben bir ülke yönetemem. Amacım yönetmek değil. Sadece doğru yönetilebilmesi için yapılması gereken bir savaş bu. Başka açık yol göremiyorum.”

“Senin görememen olmadığı anlamına gelmiyor.” Dedi Lyner. “Belki senin görüp benim göremediğim şeyler vardır. Ya da senin göremediğin ve benim görebileceğim. Bunun çözümü bunları konuşmanla sağlanabilir. Konuşmandan bu krallık ile ilgili iyi bir şey yapmaya çalıştığını düşündüğünü anlıyorum. Ama şu ana kadar pek iyi bir şey yapmışa benzemiyorsun. Bunu konuşarak, hep birlikte sağlamamız daha mantıklı olabilirdi.”

Çok kısa bir sessizlik olurken kimse konuşmadı. Bunun üzerine Lyner yeniden söze girdi.

“Söyle bana, amacın nedir Xadirio örgütü olarak? Şöyle düşün. Yolda gelen iki arkadaşım daha var. Bunlardan biri Kral, diğeri de gelecekteki muhtemel amiral, benimle savaş mührünü paylaşan kişi. Her ikisi de benimle aynı güce sahip ve antik dili biliyorlar. Son on dakikadır boş yere uğraşıp Rylei’yi çağırmaya çalışan kara büyücünden anladığım kadarıyla sen de antik dili biliyorsundur. Ama bu savaşı kazanmana ihtimal yok. Öleceksiniz ve gerçekten de bu krallık için iyi bir planın varsa, unutulup gidecek.”

Lyner’ın söyledikleri üzerine Lanis durdu. Rylei’yi kendi safında dirilterek psikolojik bir savaş başlatmak hedefindeydi. Rakibi bunu anlamış mıydı? Bunu o kadar rahat söylemişti ki, bu büyüyü başaramayacağına kesin emin gibiydi. Nasıl bu kadar rahattı? Başaramayacağını nereden çıkarmıştı? Kendine göre bir önlem mi almıştı?

Konsantrasyonu bozulan büyücü ayağa kalkarak Namar’a baktı. Namar durmasını işaret etti.

Bu süreç boyunca tek konuşmayan kişi olan Tumbei, rakibine müthiş bir saygı beslemeye başladığı için konuşamıyordu. En doğruya ulaşmak için kendi egolarından vazgeçen, en barışçıl yolu izlemeye gayret gösteren bu kişi yeni kralın en iyi arkadaşlarındandı. Yeni kral ile ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Belki de iyi bir kral olacaktı? Belki o da en barışçıl yolda ilerleyecekti? İhtiyar Rylei’nin söyledikleri ve şimdi de Lyner’ın söyledikleri kafasını karıştırmıştı. Gerçekten de izledikleri yol birçok insanı birbirine düşürüp, pek çok masumun ölmesine sebep olmamış mıydı? Bütün bunlara rağmen hem Rylei, hem de ustasını daha yeni kaybetmenin acısını taşıyan Lyner onları dinlemek, barışçıl ve kimsenin zarar görmeyeceği bir yolda uzlaşmak için uğraşmamışlar mıydı?

“Pekala, şu can sıkıcı ormanı kaldır da konuşalım.” Dedi Namar. Bu savaşı kazanmaya dair ümitleri tükenmek üzereydi.

Bitkiler yavaş yavaş toprağın altına girerek ortadan kayboldular. Xadirio’nun üç büyücüsü ve Lyner birbirlerine yürüyerek yaklaşarak, kısa bir menzilde durdular. Xadirio büyücüleri temkinli görünürken Lyner pek rahattı.

Tam bu esnada gökyüzünden süzülen bir ejderha yere indi ve Esail ile Joshua ejderhadan indiler. Şaşkınlıkla etrafa bakındılar. Arazi harabeye dönmüş, saray hiçbir yerde görünemiyordu. Lyner müthiş bir soğukkanlılık ile rakiplerinin karşısında dikiliyken amirallerin ve Rylei’nin cesedi bir köşede görünebiliyordu. Lyner’ın kırmızı gözlerinde biriken doğal kızarıklıklar içinin kan ağladığını gözler önüne sererken, o sakince rakiplerini inceliyordu.

Üç Xadirio büyücüsü ve üç krallık büyücüsü karşı karşıya durmuşlar, herkes sessizliği kim bozacak diye bekliyordu. Sessizliği Namar’ın gırtlağından gelen gür sesi bozdu.

“Yüzyıllardır süregelen bir hikâyedir bu.” Dedi Namar. “Hiçbir kralın gerçekten bir kral olmadığı ve her kralın aynı kral olduğu bir krallığın hikâyesi.

Yüzyıllar önce bu krallığı yöneten zalim bir kral, diğer tüm krallıklara korku ve zulmü aşılamış. Var olan her şeyi hükmetmeye olan tutkuyla asla yenilmemiş ama asla kimsenin yenemeyeceği bir düşmanla yüzleşmiş. Ölümle. Ölümsüzlüğün formülünü aramış lakin bulamamış. Bir gün bir cadı ona yardım edebileceğini söyleyene kadar.

Kâinatın en nadir malzemelerinden yapılan bir ilacı içmiş kral ama ölümsüz olmayı umarken, ilaç onu orada öldürmüş.”

“Bu hikâyeyi herkes bilir.” Dedi Esail. “Kral Jill’nin hikâyesi tarih derslerinin vazgeçilmeyen hikâyelerindendir.”

“Öyle, ama bu, hikâyenin bilinen yüzü. Bilinmeyen bir yüzü daha var. Cadı, kralı öldürme suçuyla idam edilmiş. Ama bu boşunaymış. Çünkü cadının yaptığı büyü, aslen gerçekten de ölümsüzlüğü getirmiş. Jill’in ruhu saraya bağlanarak, taç giyen her kralı hükmü altına almış. Ama o kadar uzun yıllardır bir ruh gibi yaşayan Jill yalnızlığıyla zulmüne zulüm, öfkesine öfke, acısına acı ve gücüne güç eklemiş. Onunla savaşmaya çalışan krallar, özellikle de Gaelo, onu yenememişler. Bir ölümsüzü öldürmek mümkün değildir.

Gaelo babamdan o düşmanı öldürmek için bir yol bulmasını istedi. Çünkü emirlerine itaat ettiği Jill, Gaelo’ya pek çok masum insanı öldürtmüş, pek çok krallığa savaş açtırmış. Gaelo hep zalim bir kral olarak anıldı ama her gününü, her anını ve her saniyesini Jill’den kurtulmak için harcamış. Her seferinde kaybetti, ama çok güçlü bir adam olduğu için Jill onu hiç öldürmedi. Kendini de öldürmedi çünkü ondan sonra tahta geçecek olan oğulları çok daha zalimdi. Tek sevdiği ve güvendiği torununun tahta geçmesi için elinden geleni yaptı ve umudunu kaybetmedi.

Jill’i öldürmenin bir yolu yoktu ama babamla güçlü bir mühür bulduk. Bu mührü uygulayabilmek için babam saraya gelse de, Gaelo tarafından öldürüldü. Hemen sonra Gaelo’dan bir mektup aldım. Mührü biliyorsa o ölene kadar beklememi, saraydaki herkesi öldürmemi, Jill’in kimseyi kontrol etmediğinden emin olmamı söyledi. Hiç kimseye güvenmememi ve babam için hayatının sonuna kadar çekeceği vicdan azapları içinden en büyüğünü duyacağını söyledi.”

Esail, Lyner ve Joshua şaşkınlık içinde Namar’ı dinliyorlardı.

“Bu, bu mümkün olamaz!” dedi Esail.

“Bunu hiç anlatmamıştın” diye atıldı Tumbei.

“Bunu anlatmak büyük riskti. Çünkü saraya girdiğimiz andan itibaren Jill sırrını bilen herkesi öldürecektir. Esail’i hakimiyeti altına alacak ve tarih kendini tekabül edecek. Ülkenin en güçlü büyücülerini toplayıp ona bir şekilde direnmek, mührü uygulamayı amaçladım.”

“Eğer Jill’in ruhu saraya bağlıysa, neden sarayın kendisini mühürleyip başka bir yere taşınmıyoruz?” dedi Lyner. “Neden Gaelo saraydan uzaklaşıp Jill’den kurtulmayı denemedi?”

“Bu da mümkün değil. Jill güçlü bir büyücü. Mührünün sabit olduğunu sanmıyorum. Sabit olsa bile sürekli başka yerlere taşıdığına eminim.”

“O halde şu anda bizi dinliyordur.” Dedi Joshua. “Hey, Jill, gel bak seni çekiştiriyoruz!” diye bağırdı Joshua.

Herkes ona ters ters bakınca Joshua kızararak yere baktı.

“Bütün bunları anlatman için diğer tüm amiralleri ve ustamı öldürmen mi gerekiyordu?” diye sordu Lyner. “Neden? Şimdi ne yapmam gerek? Sana inanıp öylece yardım mı etmeliyim?”

“Her şey Gaelo’nun planıydı. Bana gönderdiği mektuba göre Jill’i Esail’i ele geçirememesi için uyutacak bir iksir hazırlamıştı. Bu büyüyü yapabilmek için tam yüz üç ejderhanın tüyüne ihtiyacı vardı ve onları toplamıştı. Böylece onu kısa süreli bir uykuya daldırabilecekti. Fakat ölümsüz ruhların hisleri çok güçlüdür. Herhangi birinin herhangi birine bu hikâyeyi anlatması ya da hatta yazması durumunda Jill bunu mutlaka duyup uyanır diye korkuyordu. Gaelo bana bu mektubun ulaştığı sırada kalp krizi teşhisiyle ölmüştü. Bu da şunu doğrular, Gaelo önceden mektubu hazırlamış, Jill ile karşılaşmış, ölmeden hemen önce bu mektubu bana ışınlamış ve onu uyutmay denemişti. Jill’i uyutmayı başardı mı bilmiyorum, ama Esail hala ele geçirilmediğine göre yüksek ihtimalle Jill uyuyor. Ya da uyuyor-du. Artık uyandığına eminim.”

“Gaelo’nun bir zamanlar bir ejderhayı mühürleyip götürdüğüne şahit olmuştum.” Dedi Lyner. “Ama yine de, bu yaptığını doğru kılmıyor. Usta Rylei…”

“Rylei şu an bizi dinliyorsa onu öldürmemden onur duymuş olmalı. Rylei önümdeki son engeldi. Onu geçince saraya ulaşabilirdim. Bu hikâyeyi herhangi birine paylaşmayıp Jill’in uyanmayacağından emin olmak istediğim için herkesi öldürmek zorundaydım. Böylece saraya girecek, o daha ne olduğunu anlamadan mührü yapacaktım. O bu durumu hissedip uyansa bile küçük bir ihtimalle şaşkınlığından faydalanıp mührü tamamlayacaktım.

İşte her şey, bu küçük ihtimal içindi. Hikâyeyi herhangi birine anlatmam o küçük ihtimali de yok edebilirdi. Yine de kaderin cilvesi, öyle oldu. Son anda siz buraya ulaştınız ve eğer ben ölürsem mührü bilen kimse olmayacağı için Jill’in hâkimiyetinin devam edebilirliği kesindi. Şu an anlatmak zorunda kalmamın sebebi budur.”

Namar derin bir iç çekti. “Ben mektup yazarak sarayı boşaltmanızı söylemiştim. Elbette ki bana güvenilmedi, farklı yorumlandı. Güvenilmediği için kimseyi suçlayamam. Ama işlerin bu noktaya kadar gelmesi bize büyük bir dezavantaj sağladı. Çok sayıda halktan insan dışarda olduğu için buraya çıkıp kendini göstermek istemiyor ama biz saraya girer girmez biz daha ne olduğunu anlamadan Esail dışında herkesi öldürecektir.”

“Bütün bu kalabalığı toplamanın sebebi buydu.” Dedi Esail. “Her şeyi düşünmüşsün. İşlerin bu noktaya gelebileceğini düşündüğün için halkı buraya topladın. Böylece Jill dışarı çıkıp kendini göstermeyecekti.”

“Bu doğru.” Dedi Namar.

“Benim uzmanlığım mühürler üstüne. Onu kısa süreli mühürlesem bu asıl mührü yapmak için yeterli zamanı tanıyabilir bize.”

“Bildiğim kadarıyla sıradan büyüler üstünde etki etmiyor. Antik dil etki edebilir ama Jill antik dili o kadar iyi biliyormuş ki, yapılabilecek her tür büyüyü aleyhimize çevirecektir. Aklımızın alamayacağı kelimeleri biliyor. Onu kimse yenemez. O, binlerce yılın deneyimini ve doygunluğunu tatmış bir ruh. Müthiş bir öfke duygusunu saymıyorum bile.”

“O halde ejderhalardan yardım isteyelim.” Dedi Lyner.  “Söz konusu antik dil olunca, Armadiela’dan daha iyisini bulamazsın.”

Kendilerini buraya taşıyan ejderha’yı işaret etti Esail.

“Jill dediğiniz adamın adını hatırlıyorum.” Dedi ejderha. “Binlerce yıl öncesinden saçtığı dehşet anlatılırdı. O öldüğü zaman ejderhaların dünyanın her bir yanında mutluluk gösterileri yaptığı anlatılır. O adam bir ejderha katilidir. Ejderha kemikleriyle ölüleri dirilterek, milyonlarca ölüden oluşan ordusuyla tüm dünyaya korku salardı. Şu ana kadar o derece güçlü bir kralın olmaması dünya için büyük bir şans olmuş.”

“Şu an ne yapacağımı bilemiyorum.” Dedi Lyner. “Anlattığınız gibiyse onu yenmek mümkün değil.” Dedi Lyner.

“Bu sebeple uyanmaması için bu kadar uğraşmıştım” dedi Namar.

“Belki Rylei olsaydı, o bir şeyler düşünürdü.”

“Rylei öleli çok uzun bir zaman olmadı.” Dedi Lanis. “Yeterli hayat enerjisi toplanarak kısa bir süreliğine geri getirilebilir. Ayrıca Namar’ın bahsettiği mührü Esail ve Rylei’ye öğretebiliriz, aydınlık büyücü olarak daha hızlı ve etkili bir şekilde mührü yapabileceklerdir.”

“Ne? Sen ciddi misin?” dedi Lyner. Büyük bir sevinçle adama bakıyor, ciddi olduğunu tekrar duymak istiyordu.

“Evet, bu mümkün. Bedeni henüz soğumadığı için birkaç saatliğine geri getirilebilir.”

“Bir dakika, Lanis.” Dedi Namar. “O kadar fazla hayat enerjisini kullanmak senin mutlak ölümün demektir.”

“Bu görevde yararlı olmamın tek yolu budur. Başka türlü bir fayda getirebileceğimi sanmıyorum. O adam bilge, güçlü ve zeki.”

Lanis fikrinden vazgeçmeden, acele olmak istiyordu. Gözlerini kapatırken ağzından çıkan tek kelime “Bae” oldu. Antik dilde yeniden doğ anlamına geliyordu. Tekrar etti. “Bae. Bae. Bae.”…

O kelimeyi sürekli tekrar ederken, diğerleri de kelimeyi tekrar etmeye başladılar.
'cos everybody hurts, sometimes.