Kayıt Ol

Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (Yeni Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #15 : 15 Şubat 2014, 21:50:53 »
Hoş olmuş. Evin geçmişini anlattığın kısımdaki geçiş güzeldi. Devamını bekliyorum.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (Yeni Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #16 : 22 Şubat 2014, 02:52:46 »
Tren istasyonunun perona açılan kapısı dışında bütün kapı ve pencereleri kapalıydı. Fırtına bulutları gürlüyor ve sert bir rüzgâr esiyordu. Küçük istasyonda yürüdükçe etrafta kendisi dışında kimsenin olmadığını fark etti. İçeride voltalar atıp duruyor ve gelecek treni bekliyordu. Vücudundaki soğukluğun kendisini öldüreceğinden korkuyordu, teni rüzgâr değdikçe bir ölünün teni gibi beyazlıyordu.

 Üstünde yürüdüğü yerin mezar taşlarından yapıldığını fark etti. Ayaklarının altındaki mezar taşları istasyonun giriş kapısından perona kadar uzanıyordu. Üstündeki yazılar okunmayacak kadar bulanıktı. “Nazif Erdoğan ” yazan mezar taşı dışında hiç biri okunacak hâlde değildi. Yürüdükçe mezar taşları çatırdıyor ve çatlaklarından dumanlar çıkıyordu.

 Soğuktan korunmak için duvarda asılı TCDD armalı ceketi sırtına geçirdi ona sıkıca sarıldı. Kapıyı kapatmaya cesaret edemiyordu. Mezar taşlarına basmamak için bankın üzerine çıktı. Bir tren sesi geldi ama raylar bomboştu. Siyah bir duman raylardan yükseliyor ve ses azaldıkça kayboluyordu.

 “Yardım et!” diye bir ses geldi dışarıdan “Yalvarırım yardım et!” Ses tonunda acı ve korku hissediliyordu. Tren yolunda ve istasyonun taş duvarları arasında yankılanan bu feryat fırtınanın gürültüsünü bile bastırıyordu.
 Mezar taşlarının üstünde ürkek adımlarla yürüyerek perona çıktı. Sesin geldiği yeri arayınca rayların altında bir mezar gibi kazılmış çukuru gördü. Ses bu çukurdan yükseliyordu. Rayların üstüne atladı ve çukura eğildi.

Panayot, acı çeken bir yüz ile ona bakıyor ve yardım için yalvarıyordu. Teni bir ölününki gibi solgundu. Bacakları, kolları ve gövdesi bir duvar gibi yosun tutmuştu. Bilekleri ve boynu kesiklerle doluydu. Yaraları kabuk bağlamış ve sertleşmişti.
“Beni bıraktılar!” dedi Panayot “Senelerdir buradayım. Hepsi gördü beni, senin gibi geldiler, baktılar, korkup kaçtılar! Bıraktılar beni burada. Cesedim çürüdü ben esir kaldım! Senelerdir buradayım, insanlar doğuyor, yaşlanıyor, ölüyor, üzerimden trenler geçiyor, insanlar geçiyor ben buradayım! Ben hepsini görüyorum, hepsini duyuyorum ama kimse beni duymuyor! Yardım et bana… Yalvarırım yardım et.”

  Panayot ağlamaya çalışarak ellerini gözlerine götürdü ancak gözyaşlarının akmadığını fark edince acı dolu bir çığlık kopardı. Boynunda ucundan kan damlayan sivri bir taş asılıydı. Ayaklarının altındaki toprak onu yutmaya başladı. Çığlık attıkça trenin ve fırtınanın gürültüsü şiddetleniyor, martının kahkahaları yankılanıyordu. Bora, ona elini uzattıysa da bir işe yaramadı. Toprak onu bir yılanın avını yuttuğu gibi yutmuştu.
 Bora, kaçmak için ayağa kalktığında bir trenin kendisine doğru büyük bir gürültü kopararak geldiğini gördü. Gözlerini açmadan önce gördüğü son şey, trenin önünde parçalanan ve parçaları sağa sola savrulan bir beden oldu.

  Uyandığında kendini Zehra’nın yanında buldu. Ayvalık’a gitmeden önceki son gecesini sevgilisiyle geçirmek istemişti. Uykulu bedeni ona büyük bir aşkla sarılmıştı. Zehra’nın kollarından kurtulup pencerenin kenarına geçti ve bir sigara yaktı. Odanın penceresi Rıhtım’a çıkan bir sokağa açılıyordu.  Güneş, denizin üstünden gökyüzünün tepesine doğru yükseliyordu. Eski apartmanların birbiri ardına sıralandığı sokak, insanların, binaların otobüslerin kalabalığında bitiyor, ondan sonra parıldayan bir mavilik başlıyordu.

 Sigara dumanını ciğerlerine çektiğinde uyurken ve uyanıkken gördüğü bütün kâbusları yok edecekmiş gibi hissediyordu. Güneşe bakınca İkarus’un hikayesi geldi aklına. İkarus’un en büyük isteği güneşe gitmekti. Bu hayalini gerçekleştirmek için marangoz olan babasına kanat yaptırmış ve bu kanatları kollarına balmumuyla yapıştırmıştı. Güneşe yaklaştıkça kanatlar eridi ve İkarus bu cesaretinin bedelini yere çakılarak ödedi. Bora, Panayot’un sesini kafasının içinde duydukça, gerçekliğinden bile emin olmadığı bu esaretten kurtulması için yardım etmek istiyor ama buna cesaret ederken sonunun İkarus gibi olmasından korkuyordu. Üstelik güneşe gittiğini zannetmek gibi bir heyecanı hiç hissetmeyecekti.

 Zehra’yı uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyerek salona gitti ve bilgisayarı çalıştırdı. “Nazif Erdoğan” ismi hâlâ aklındaydı. Bu ismi araştırmayı düşündü, büyük ihtimalle bir sonuç bulamayacak ve Panayot’un esaretinin bir kuruntu olduğuna inanıp peşini bırakacaktı. Meseleyi düşündükçe Kamuran’ın konuşmaları beyninde canlanıyordu. O eve yaklaşacak cesareti yoktu, asla olmayacaktı ama cesaretsizliği merakına yenik düşebilirdi ve bu bir felâket olurdu.

 İsmi Google’a yazdığında karşısına birkaç Facebook ve Twitter profili çıktı. Birkaç sayfa ileri gittiğinde de ilgisini çekecek bir şey bulamayınca Milliyet’in arşiv sayfasını açtı ve ismi burada aradı. Sonuçları tarihe göre sıraladığında bir ölüm ilanıyla karşılaştı.

 “Merhum Servet Paşa’nın torunu, Mevlide Hanım’ın eşi, Çetin, Levent ve Müjgan Erdoğan’ın babaları, Kuşdili Eczanesi’nin sahibi Nazif Erdoğan, vahim bir kaza neticesinde hayatını kaybetmiştir. Cenazesi 24 Mart 1986 tarihinde öğle namazını takiben Kızıltoprak Zühtü Paşa Camii’nden kaldırılacaktır.”
 Ölüm ilanını gördükten sonra sayfayı kapatmayı düşündüyse de merakına yenik düştü. Panayot’un sesi hâlâ kafasında yankılanıyordu ve duyduğu tüm korkuya rağmen bu adama yardım edebileceğine dair bir inanç taşıyordu içinde.
“Kızıltoprak’ta Korkunç Kaza: 1 Ölü” başlıklı haberi açtı. Ölüm ilanından iki gün önce yayınlanmıştı. Tren istasyonunda toplanan bir kalabalığın fotoğrafı vardı haberde.
“Dün sabah saatlerinde Kızıltoprak Tren İstasyonu’nda tren beklemekte olan Nazif Erdoğan (48), dengesini kaybederek tren yoluna düştü ve Adapazarı Ekspresi’nin altında kalarak can verdi. Tren istasyonu çalışanları Erdoğan’ın uykulu göründüğünü ve dengesini kaybederek düştüğünü teyit etti.”
 Bunu okuyunca trenin önünde parçalanan adam gözünde canlandı. Vücudunu bir titreme aldı, okuduklarının gerçek olup olmadığını anlamak için gözlerini birkaç kez ovuşturdu. Tren istasyonunda duyduğu soğuğun vücudunu okşadığını hissetti. Gördüğü şeyin bir kâbus ya da kuruntu olmadığına, gerçek olmasa bile bilinçaltının mahsulü olmadığına emindi artık.

 Zehra’nın alarmı Salif Keita’nın “Folon” şarkısıyla çaldı. Bora, bu hâlini Zehra’nın görmesini istemiyordu. Bayıldığını ve birkaç gündür ışıksız uyuyamadığını öğrenmişti. Dün akşam bu yüzden büyük bir tartışma yaşadılar. Zehra bu hâlinin sebebini sordukça Bora kâbus ve uykusuzluk gibi kaçamak cevaplar veriyordu. Uzun süren bir tartışmadan sonra, yaşadıklarını anlatamayacağını, bir hastalık gibi ölene kadar taşıyacağını ve üstüne gitmemesi gerektiğini anlattı. “Tanımlayamayacağım bir şey” dedi “Daha önce yaşadığım, yaşadığın hiçbir şeye benzemiyor. Eğer üstüne gidersek zarar görürüm.”

 Salondan bir tezgâhla ayrılan mutfağa gitti ve kattle’ı çalıştırdı. Telaşlı görünmemeye çalışıyordu ama gözleri bir savaş görmüş kadar korkulu görünüyordu. “İzinliyim bugün ama alarmı kapatmayı unutmuşum!” diye söylenerek salona girdi Zehra “Bu saatten sonra da uyuyamam ki off!”
 Bora, ona gayri ihtiyari bir gülümsemeyle karşılık verdi. Zehra, buzdolabını karıştırırken bir yandan da uykulu bir sesle konuşuyordu.
“Seni gördüm dün gece rüyamda.”
“Hadi ya. Ne yapıyordum?”
“Böyle tuhaf tuhaf şeyler yapıyordun. Mesela elinde kahve kavanozu vardı, şimdiki gibi tutuyordun, su kaynıyordu sen hâlâ tutuyordun. Yüzünde bir korku vardı ama sen sırıtıyordun. Ben sana ne olduğunu sorunca da ‘Anlatamam, anlatabileceğim şeyler değil, lütfen sorma’ deyip duruyordun’. Ne garip rüya!” diye söylendi ve dolaptan çıkardığı salata tabağını Bora’ya uzattı “Kalkar kalkmaz kahve içme miden ağrıyor sonra!”

 Elindeki kahve kavanozunu rafa bıraktı ve kanepeye oturup salatayı yemeye başladı. Açlık duygusuna sahip olduğunu bile unutmuştu. Ruhunun ağrısı benliğini midesininkinden daha çok rahatsız ediyordu.
“Bu ne?” diye seslendi Zehra bilgisayarın ekranını göstererek.
“Ha öyle canım sıkıldı, bir şeylere bakayım dedim.”
“Canın sıkıldı? Ne güzel bir uğraş bulmuşsun. Seksenli yılların ölüm haberleri!”

 Telefon çaldı. Arayan Erdinç’ti. Bu saatlerde yola çıkacağını söylemişti. Bora ise Ayvalık meselesini neredeyse tamamen unutmuştu.
“Efendim baba. Evet, iyiyim iyiyim… Ha yok ben şimdi gelmeyeceğim. Ya Zehra da dört gün sonra Antalya’ya gidecekmiş, son günleri birlikte geçirelim dedi kabul ettim ben de. İlaçlarım? Evet baba alıyorum. Haklısın, unuttum aramayı. Siz yola çıkıyor musunuz? Tamam, ben de dört-beş gün sonra geçerim. Görüşürüz. İyi yolculuklar size.”

 Telefonu kapattığında Zehra’nın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bir yandan gezindiği ilanlara bakıyor, diğer yandan kendisini şaşkınlıkla süzüyordu.
“Bora niye yalan söyledin adama?”
“Gidesim yok… Birkaç gün burada kalayım şimdi evde kalırsam…”
“Bir yıl kal!” diye sözünü kesti Zehra “İstediğin kadar kal ama niye benim üzerimden yalan söylüyorsun babana? Birkaç ay sonra nişanlanacağız ve bu yalan bir şekilde karşımıza çıkacak!”

Cevap vermedi. Başını önüne eğdi ama bunun sebebi pişmanlık değildi. Sevgilisini telaşlandıran ihtimaller onun için önemsizdi. İçinde olan biteni anlatmaya karşı derin bir istek vardı, anlatınca rahatlayacağını ve Zehra’nın onu anlayacağını düşünse de boynuna kadar ulaşan bataklık çamurunu sevgilisinin paçalarına bulaştırmak istemiyordu.

 “Seni tanıyamıyorum” dedi Zehra “Dün akşam geldiğinden beri tanıyamıyorum. Bambaşka biri var sanki vücudunda. Tepkilerin, konuşmaların o kadar yabancı ki. Ayılıp bayılıyorsun, ben mesaj atana kadar sokaklarda boş boş dolaşıyorsun, kâbuslar görüyorsun, hep korkmuş görünüyorsun, sebebini anlatmıyorsun. Önemsemen gereken meseleleri önemsemiyorsun. Yalan söylüyorsun, açıklamasını bile yapmıyorsun. Sabahları ölüm ilanlarına falan bakıyorsun. Tuhafsın Bora… Anlayamıyorum seni.”

 Bir süre konuşmadılar. Bora, duvardaki Afrika totemlerini tekrar tekrar incelerken Zehra kafasını eline yaslamış, sayfadaki gazete haberlerine bakıyordu.

“Anlatacağım” dedi Bora “Ama senden söz vermeni istiyorum. İşin peşine düşmeyeceksin, konu burada kapanacak ve bana psikologa gitmemi falan söylemeyeceksin.”
“Tamam. Çözümü yoksa bile, sen bir şeylerden korkarken ben hiçbir şey yokmuş gibi yanında güle oynaya dolaşamam. Birimiz mutsuzsak diğerimiz de öyle olmalı. Anlat hadi.”

 Kelimeler ağzından dökülürken bir rahatlama hissediyor ve hissettiği bu duygudan nefret ediyordu. Her şeyi anlatmaya başladı, sarhoşluk gecesini, odasını dolduran dumanı ve martıyı, ihtiyar Panayot’u, Kamuran’ın anlattıklarını, gördüğü kâbusu… Ruhunu kemiren ve ona korku veren her şeyi, sanki kurtulacakmış gibi kusuyordu. Kendini Amerikan filmlerinde gördüğü günah çıkarma seanslarından birindeymiş gibi hissetti. Ağzından çıkan her şey anlatınca bitecekmiş ve bu itirafları sayesinde tanrı tarafından affedilecekmiş gibi bir rahatlık duyuyordu.

“İnanmadığını biliyorum” dedi Bora “Delirdiğimi falan düşünüyorsun. Ben de öyle düşünüyorum bazen. Ama hepsini gördüm, duydum, hissettim… Sıvının döküldüğü yerde rutubet izi var. Dün gece rüyamda trenin önünde parçalanan bir adam gördüm, ismini mezar taşında okudum, önünde açık işte… Berbat bir şeye bulaştım, hayatımın sonuna kadar taşıyacağım ama bir yandan ihtiyarın yüzü aklımdan çıkmıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.”

  Kalan son ruh kirleri gözyaşlarıyla temizlenecekmiş gibi ağlamak istiyordu ama gözyaşlarını tuttu. Ne zaman ağlamaya kalksa dedesinin öfkeli yüzü aklına gelir ve gözyaşlarını yutardı. Zehra ise şok içindeydi. Bora’nın yanına oturdu ve yüzünü okşamaya başladı. Ne tepki vereceğini, duyduklarını nasıl karşılayacağını bilmiyordu. Gerçek olmadıklarını düşünmenin sebepleriyle, gerçekliğin kanıtları arasında kalmıştı.
 
“Doğa üstü şeylere inanırım Bora biliyorsun. Sevgili olmadan önce çok tartışmıştık bu konuları. Ama olayda kopukluk var gibi. Kamuran Abi’nin sağlıklı olduğuna emin misin? Uyuşturucu falan kullanıyor olabilir mi?”
“Sanmam. Olsa bile fark etmez ki. İkimiz de delirsek bile aynı hayali nasıl görelim…”

 Zehra, başını öne eğdi ve bir süre konuşmadı. Israrcılığından pişmanlık duysa da sevgilisinin acısını paylaştığı için kendini mağrur hissediyordu.

“Bizim kafeye gelen bir adam var” dedi Zehra “Antikacı normalde ama Kadıköy’ün tarihiyle ilgili bir kitap yazıyor. Geçen gün biraz konuştum, on yıldır bu kitapla uğraşıyor ve Kadıköy civarındaki tarihi yapıları iyi biliyor. Telefonunu vermişti. Elinde o köşk hakkında bir şeyler olabilir. Bir arayalım istersen.”
“Faydasız… Bir işe yaramaz. Hiçbir şeyi çözmez.”
“Olsun. En kötü ihtimalle yine depresif bir zombi olarak takılırsın. Zaten ölene kadar taşıyacağım diyorsun, öyleyse kaybedeceğin bir şey yok. Eve girip martıyı da rahatsız etmezsin böylece.”

 İlhan’ın dükkanı İngiliz Protestan Kilisesi’nin sokağında, iki katlı eski bir evin alt katındaydı. Dükkanın önünde eski fotoğraflar ve ucuz biblolar vardı. İçerisi oldukça genişti. Raflar eski pikaplarla, televizyonlarla, radyolarla ve elektronik aletlerle doluydu. Duvarlarda sinema, konser afişleri ve şarkıcıların posterleriyle kaplıydı.
 İlhan, Zehra’yı görünce purosunu söndürdü ve ayağa kalktı. Bilgisayarın hoparlörlerinde Deniz Kızı Eftalya’nın “Kadıköylüm” şarkısı çalıyordu. İlhan, şarkıyı mırıldanarak Zehra ve Bora’nın elini sıktı. İfadesinde her zaman olduğu gibi sebepsiz bir mutluluk vardı.

“Çalışmıyor musun bugün?” diye sordu Zehra’ya “Aman diyeyim ha Zafer abi pek hoşlanmaz işi ekenlerden.”
“Yok yok izinliyim. Aslında senden bir konuda yardım istemek için geldik buraya” dedi Bora’yı göstererek “Erkek arkadaşımın bir araştırması varmış eski evlerle ilgili. Belki elinde bir şeyler vardır.”
“Tabi tabi bakarız. Otursanıza şöyle.”

 Çalışma masasının önündeki koltuklara oturdular. İlhan, kül tablasındaki puroyu tekrar yaktı ve derin bir nefes çekti. Bilgisayarda bir şeyleri kurcaladıktan sonra “Anlatın gençler” dedi “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kızıltoprak’ta bir köşk var” dedi Bora “Eski bir köşk. Yıkılmaya yüz tutmuş. Ben de mahalleyle ilgili ufak bir araştırma yapıyorum ama o evle ilgili bir şey bulamadım. Zehra da sizin bir kitap yazdığınızı, bu konularda bilgili olduğunuzu söyledi.”
“Eh işte biliriz üç beş bir şeyler. Neresinde Kızıltoprak’ın?”
“İstasyonun arka sokağında.”
Biraz düşündükten sonra “O bölgeyi gezdim beş-altı sene önce” dedi “Bağdat Caddesi’nin üstü, o Öğretmenevi’nin oralar, Üst Feneryolu falan oraları sokak sokak dolaşıp eski binaları fotoğrafladım. Çoğunun da arşiv kayıtlarına ulaştım. Bilgisayarda fotoğrafları olacak, istersen bir göz at eğer arşiv kaydına ulaşabildiysem tutmuşumdur.”
 
 Bora’nın fotoğrafı bulması fazla zaman almadı. Fotoğraf gündüz çekilmiş olmasına rağmen korkunç görüntüsünü koruyordu. “Buldum” dedi ve laptopu İlhan’a uzattı. Zehra hiç konuşmuyor, meraklı gözlerle olan biteni dinliyordu. Bir an burada olduğu için pişmanlık duydu Bora. Lanetine alışması gerekirken onun peşine düşüyordu, üstelik Zehra’yı da bulaştırmıştı. Korku ve umut arasında bir duygu hissediyordu ruhunda.

“Arşivim aşağıda” dedi İlhan “Gel bakalım istersen. Zehra, sen de burada kal gelen falan olursa seslenirsin.”
 Giriş kapısının karşısındaki merdivenlerden bir mahzeni andıran bodruma indiler. İçerisi çekmecelerle, kitaplıklarda dizilmiş dosyalar ve defterlerle doluydu.

“Babamın tuhaf bir alışkanlığı vardı” dedi İlhan “Küçük bir büfesi vardı Fikirtepe’de. Orada gazete satar, sattığı gazetelerde Kadıköy ile ilgili bir haber olursa kesip saklardı. Bu huyu bana da geçti. Çocukluğumdan beri içinde Kadıköy geçen bütün gazete haberlerini sakladım. Böyle böyle başladım olaya. İnternette bir veritabanı kuracaktım da gazeteler bik bik etti. Yok telif hakkıymış falan filan bir sürü şey.”

 Çekmecelerden birini açtı ve üstünde “Köşkler / Kızıltoprak / M.A” yazan dosyayı uzattı. Bora, elindeki dosyayı açtığında köşkün bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafla karşılaştı. Fotoğrafın üstüne 12 Nisan 1934 tarihi atılmıştı. Genç bir kadın, elindeki papatyayla poz vermişti. Uzun boylu bir adam kolunu kadının omzuna dolamıştı ve Panayot bu çiftin yanında oturuyor ve gülümsüyordu. Bora, Panayot’u ilk defa fotoğrafta mutlu görüyordu.
“Tam aradığım şey” dedi Bora “Çok teşekkür ederim.”
“Estağfurullah. Yardımımız dokunduysa ne mutlu. Yalnız o bana lâzım olabilir, sokağın başında bir büfe var oradan fotokopi çektirip getirirsen elinde bir kopyası olur.”


    *******
  Madam Angelapulo’nun köşkü, 1927 yılında yapıldı. Dolores Angelapulo, Fransa’da doğup büyüdüğü için “Madam” olarak tanınıyordu. Kibar bir kadındı Dolores, piyano çalar, kadınlar ve çocuklar için uygun fiyata piyano dersleri verirdi. Eşi Stavro Angelapulo dönemin müzik çevreleri arasında tanınan bir ud sanatçısıydı. Geçimini meyhanelerde ve tavernalarda ud çalarak sağlıyordu. İşlettiği taverna Tatavla Yangını’nda kül olunca, Dolores’in annesi tarafından yaptırılan Kızıltoprak’taki köşke yerleştiler.
 
 Stavro, yardımseverliğiyle ve kibarlığıyla tanınan bir adamdı. Ancak zaman zaman olur olmaz şeylere sinirlenir, bağırıp çağırır ve kavga ederdi. Bazen de kimseyle konuşmaz, insanlardan kaçardı. Sarhoş olduğu zaman taverna işlettiği günlere duyduğu özlemi anlatırdı. Bir meyhane müzisyeni olarak eskisi kadar kazanamıyordu. Bazen sabah saatlerine kadar çalmak zorunda kalıyordu. Paraya düşkün bir insan değildi Stavro ama zengin hayatından sabahlara kadar çalıştığı bir yaşama düşmek ruhunda yaralar açmıştı. Karısına düşkündü, en büyük hayali ondan bir çocuk yapabilmekti. Genellikle kibar davranırdı ona ama son zamanlarda evlerinden kavga sesleri yükselmeye başlamıştı.

 1934 Mayısı’nın bir akşam günü Stavro’nun elinde büyük bir bavulla evini terk ettiği görüldü. Önceki akşam Madam ile kavga ettikleri duyulmuştu. Stavro, bir süre sonra yurtdışında ünlenmeye başladı. New York’taki Club Port Said’de bir süre çaldıktan sonra birkaç plak doldurdu ve bir orkestra kurup dünyayı dolaşmaya başladı. Paris’te, Kazablanka’da, Kahire’de, Sicilya’da, Atina’da gece kulüplerinde büyük konserler verdi. Bir daha Türkiye’ye dönmedi. İki yıl sonra Londra’da bir otel odasında ölü bulundu. Bileklerini kesmiş ve yere kanıyla bir şeyler yazmıştı ama ne yazdığı hiçbir zaman anlaşılamadı.

 Madam’dan ise o günden beri ses çıkmıyordu. Onun evi daha önce terk ettiğine dair dedikodular vardı. Bazen evin ışıkları yansa da etrafında kimse görünmüyordu. Stavro’nun orkestra arkadaşı kemancı Panayot, zaman zaman “Madam’ın evi yanıyor!”, “Madam’ı öldürüyorlar çiğ çiğ yiyorlar!” diyerek ortalığı birbirine katıyordu ama Madam’ın ne kendisine ne de ölüsüne rastlayan olmadı.
                            

********
 Bülent, arabasını sokağın girişinde durdurdu ve kapısını öfkeyle çarparak istasyona doğru ilerlemeye başladı. Tren rayları üstünde yaşlı bir adamın cesedi bulunmuştu. Cinayet mahali, on iki yıl sonra bir film seti gibi aynı yerde kurulmuştu. Siyah bir martıdan bahsettikten sonra bileklerini kesen ve kanıyla masaya bir şeyler yazan ruh hastası gözlerinin önünden gitmiyordu.

 Meraklı bir kalabalık polis barikatının başına toplanmıştı. Bülent, ağzına bir naneli sakız atıp çiğnemeye başladı. Sigarayı bıraktığından beri öfkesini böyle kontrol etmeye çalışıyordu. Polis barikatını aşarak birkaç aydır kullanılmayan istasyona girdi ve hızlı adımlarla perona ilerlerdi.    

  Altmış yaşlarında bir adam, rayların üstünde sırt üstü yatıyordu. Elindeki köpek tasmasını sımsıkı tutmuştu. Kafasından akan kanlar, tren yolunun raylarını ve taşlarını boyuyordu. Böyle duygularını acemilik döneminde bırakmış olmasına rağmen üzüldü bu adam için. Üstünde eşofmanları vardı. Kısa bir gezinti için dışarı çıkmış ve bir daha evine dönememişti.

 Olay yeri inceleme ekipleri cesedin etrafında delilleri topluyor, gazeteciler fotoğraf çekiyordu. Bülent bu kalabalığa baktı. Arabalar değişse de sirenleri, insanları değişse de korkulu ve meraklı kalabalıkları hiç değişmemişti.

 Ersin’i görünce yanına çağırdı. Bu genç polisi fazla heyecanlı bulsa da azmi ve araştırmacı ruhunun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona kalırsa Ersin bir polis değil gazeteci olmalıydı, çünkü ölülerle uğraşmak için fazla temiz ve çıkar sağlayamayacağı işlerin peşinden koşmak için fazla kurnazdı.

“İsmi ne maktulün?”
“Fahrettin Edipoğlu…”
“Ne zaman bulmuşlar adamı?”
“Bu sabah amirim. Balkona çıkan bir kadın görmüş. Dün gece öldüğü tahmin ediliyor.”
“Nasıl ölmüş peki?”
“Otopsisi henüz yapılmadı ama kafasını raylara vurup ölmüş büyük ihtimalle. Dengesini mi kaybetmiş yoksa oraya itilmiş mi otopsiden sonra öğreneceğiz.”
“Köpeği yanında mıydı?”
“Yok komiserim değildi.”
“Sence köpek gezdirmek isteyen bir adamın tren yolunda ne işi olur? Civarda üç dört tane park var, adamı deli mi dürttü gecenin köründe raylarda köpek gezdirsin?”
“Sokakta kamera olmadığı için bilemiyoruz komiserim. Ama doğrusunu isterseniz bu durumun doğal olduğunu düşünmüyorum.”
“Herhalde değil oğlum! Adam doğal yollardan ölse bize ne zaten anasını satayım! Yarım saat dişini sıkıp evde kalp krizinden ölse şu an yayılıyor olurduk.”
 Sigarayı bıraktığını bir anlığına unutup gömleğinin cebine uzandı ve kutudan bir sakız daha çıkarıp ağzına attı.
“Otopsiden sonra beni mutlaka ara. Şu ileride inşaat varmış, git işçilerle mişçilerle konuş. Eğer otopside bir boğuşma, vücutta bir zorlama çıkarsa, öldüğüne değil de öldürüldüğüne dair bir şüphen olursa sokağa gizli kamera taktır. On iki senede bir gelmekten sıkıldım koyduğumun yerine!”
“Emredersiniz amirim.”

 Ersin’e birkaç emir daha yağdırdıktan sonra tekrar cesedin başına gitti. Barikatın önünden bir kadının çığlıkları yükseliyordu. Bu çığlıklar ona bir şey hissettirmiyordu. Acemilik yıllarında her duyduğunda kendini kötü hissettiği bu çığlıklar siren sesi kadar sıradanlaşmıştı. Ölümler, acılar, cesetler, insanların korkup kaçtığı her şey bir mesleğin parçası olarak sıradanlaşmıştı.

 Sıradanlaşmayan tek şey “On iki sene önce kendini kesip Siyah Martı’dan bahseden ruh hastası”ydı.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #17 : 23 Şubat 2014, 10:43:35 »
hıkaye harıka devam edıyor. Sonrakı kısmını sabırsızlıkla beklıyorum
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #18 : 23 Şubat 2014, 12:51:34 »
Teşekkür ederim yorumlarınız için :)

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #19 : 28 Şubat 2014, 15:14:04 »
Tüm bölümleri bir çırpıda yuttum deyim yerindeyse. Kurgu sağlam hikaye ilgi çekici her şey gayet güzel tek eleştirim komiserli bölümlerde diyaloglar çok yavanlaşıyor sanki bu bölümleri başka biri yazmış hissine kapılıyorum. Merakla bekliyorum devamını

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (3. Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #20 : 01 Mart 2014, 22:13:56 »
Sabah hikayeye göz gezdirirken fark ettim bu durumu öyle olmuş biraz. Yeni bölümü yarın gece yayınlıyorum, teşekkürler okuduğunuz için :)

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (Ara Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #21 : 13 Nisan 2014, 20:30:51 »
Ara bölümün bir hata olduğunu düşündüm. Kurguda bazı değişiklikler yapınca silmek zorunda kaldım.

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Siyah Martı (4.Bölüm Eklendi)
« Yanıtla #22 : 10 Mayıs 2014, 23:45:58 »
Etrafını saran kalabalığı ancak Kilise meydanındaki bir banka çöktüğünde fark edebildi. Dizlerinde kalabalıkların arasında geçirdiği saatlerin yorgunluğunu taşıyordu. Yalnız kaldığında düşünüp işittiklerinden kaçmak için şehrin gürültüsüne acizce ihtiyaç duyuyor ve Zehra işten dönene kadar bütün zamanını bu gürültüyü duyabileceği yerlerde geçiriyordu.

 Vücudunda ani bir soğukluk hissettiğinde kalabalıkların onu korumadığını anladı. Kaçacak bir yeri olmamanın çaresizliğiyle kendini öldürmek istedi bir an. Daha önce intiharı düşündüğünde aklına sevdikleri gelir ve vazgeçerdi. Şimdi ise onu hayatta tutan tek şey ölüm sonrasının belirsizliğiydi.

 Bir fırtına soğukluğu bedenine vururken, kollarını ovuşturarak kendini korumaya çalışıyordu. Genç bir kadın yanına oturmuş onu sakinleştirmeye çalışıyor, az ileride orta yaşlı bir adam uyuşturucunun zararları üzerine nutuklar atıyordu. İnsanların seslerini işitse de kelimelerini zorlukla seçebiliyordu.

 Duyduğu sesler bulanıklaşmaya başladıkça başında öncekinden daha kötü bir ağrı hissetti. Etraftakilerin konuşmaları önce bulanık ve anlamsız seslere sonra bilmediği kelimelere dönüşüyordu.

 Kelimeler kafasında yankılandıkça başı ondan kurtulmak isteyeceği kadar ağrıyordu. Kafasını koparmak istermiş gibi ellerinin arasında sıkıştırırken, hissettiği acının ellerinden geldiğini anlamayacak kadar kendinden geçmişti.

Kendine geldiğinde etrafında hiç kimse kalmamıştı. Birkaç dakika önce kendisiyle baş başa kalmamak için sığındığı kalabalığın doldurduğu yerlerde canlı namına hiçbir şey yoktu.
 Ayağa kalktı ve Rıhtım’a doğru korku içinde yürümeye başladı. Gökyüzü hızlıca kararıyor ve neredeyse bütün binaları yerinden sökecek güçte bir rüzgâr esiyordu. Kilisenin duvarlarından ve timsah heykellerinden yerlere damlayan siyah sıvıyı görünce daha hızlı yürümeye başladı. Nereye gittiğini ve ne yapacağını bilmiyordu, bildiği tek şey neden kaçtığıydı.

 Siyah Martı’nın ötüşlerini duydukça saklanacak bir yer arıyor, sonra saklanamayacağını bilmenin çaresizliğiyle kaçmaya devam ediyordu. Duman, bir sis bulutu gibi her yere yayılmış, şehir ve deniz bu siyah örtüyle neredeyse görünmez olmuştu.
 Duyduğu ani bir çığlıkla ürperdi. Dolores, kilisenin duvarlarının dibinde yerde yatıyor, göğüslerine konup boğazını deşen Siyah Martı’dan kurtulmak için çırpınıyordu. Martı’nın gagasındaki et ve kan parçalarını etrafa savrulurken var gücüyle kurtulmak için çabalıyordu. Gözlerinin olması gereken yerde içinden kan ve duman fışkıran iki boşluk vardı. Üstündeki eski elbise kana bulanmıştı.

 Yüzleri birer ölü gibi beyaz ve solgun üç çocuk vardı Dolores’in etrafında. Onun acılar içindeki çırpınışlarını büyük bir zevkle izliyorlardı. Yüzlerindeki gülümseme Dolores’in ızdırap çığlıklarından daha korkutucuydu.
 Dolores’in çırpınışları durduğunda Martı kanatları çırpıp kahkaha atarcasına ötmeye başladı. Çocuklar kafalarını yerde kanlar içinde yatan bedenden kaldırıp Bora’ya çevirdiler. Yüzleri yara içindeydi ve gözbebekleri yoktu. Üstlerinde otuzlu yılların kıyafetleri vardı ve yüzlerindeki ifade bir çocuğun sahip olamayacağı korkunçluğu taşıyordu.

 Martı, kilisenin çanının üzerinde daireler çizerek uçmaya başladı. Uçtukça rüzgâr sesine benzer bir gürültü etrafı kaplıyor ve dumanlar bütün gökkubbeyi kaplayacakmış gibi yükseliyordu. Çocuklar, cesedi çiğneyip Bora’ya doğru yürümeye başladılar.

 “Glavros mavro klopta onira sas / Sas skipnai mia alli zoi otan kimaste”
 Bora, çocukların ağzından bir cehennem kalabalığının çığlıkları gibi dökülen bu kelimeleri duydukça dizlerinin katılaştığını ve canını yakan bir şeyin damarlarında dolaştığını hissediyordu. Kaçmayı denese de bacaklarını hareket ettiremiyordu. Bir oyun oynar gibi ağır adımlarla üstüne gelen çocukları gördükçe kendini Dolores’in cansız bedeni kadar çaresiz hissetti.

 Evin önündeki yaşlı köpeğin öfkeyle kendisine bakıp hırladığını ve saldırmak için hazırlandığını fark ettiğinde, boğazındaki bütün damarları acıtacak kadar gür bir çığlık kopardı.

“Tamam tamam, sakin ol! Şimdi yetişeceğiz hastaneye.”
 Gözlerini bir ambulansta açtı. Ambulans görevlisi onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştıysa da, gördüklerinin bir kâbus olduğunu düşünüp rahatlayamayacağının farkındaydı.

 Zehra, Haydarpaşa Numune’nin koridorlarında koşarken büyük bir korku hissediyordu. Kafeden çıkarken önlüğü üzerinde unutacak kadar telaşlıydı. Acil Servis’in önünde korkuyla bekleyen insanları gördükçe kendini daha kötü hissediyordu. Hastanelerden çocukluğundan beri hoşlanmazdı. Sedyeyle oradan oraya taşınan insanları, babasının ölüm haberini alıp kendini yerlere atan kadını ve kapının önünde bekleyen insanların korkusunu gördükçe Bora’nın hayatından daha çok endişe ediyordu.

 Telefonu çaldı. Arayan Erdinç’ti. Kendini sakinleştirene ve ağlamaklı sesini kontrol edebileceğini düşünene kadar açmadı telefonu. Ağlamak için daha önce duymadığı bir arzu duyuyordu ama bunun Bora’nın ailesini daha çok endişelendireceğinden korkuyordu.
“Efendim Erdinç Abi.”
“Kızım Bora nasıl? Hastaneye kaldırılmış, annesini aramışlar kadın harap oldu.”
“Beni de aradılar, şimdi geldim hastaneye. Bilmiyorum hâlâ içeride. Sabah gördüm bir şeyi yoktu, sokağın ortasında bayılmış.”
“Biliyorum kızım biliyorum söylediler… Biz gitmeden önce de baygınlık geçirdi. Zehra, senden bir konuda söz istiyorum.”
“Tabi ki!”
“Bora bugüne kadar sana söylememiş olabilir ama on üç yaşındayken psikolojik tedavi gördü. Garip davranıyordu, rüyayla gerçeği karıştırıyordu, biraz tedavi gördükten sonra düzeldi. Yine böyle bayılmıştı o zaman. Büyük ihtimalle o sorunu nüksetti. Biz bir-iki güne döneceğiz, Bora’nın tekrar tedaviye başlaması gerekiyor. Ama ikna etmemiz zor olacak. Sen de ikna etmeye çalış, bizi dinlemez ama seni dinler.”
“Tamam, haklısınız ikna etmeye çalışacağım.”
“Tamam kızım. Hadi kapatıyorum şimdilik haber ver duruma göre.”

 Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra doktorun “Bora Gürpınar’ın yakını var mı?” diye bağırdığını duydu ve büyük bir heyecanla yanına koştu.
“Endişelenecek bir şey yok” dedi Doktor elindeki kâğıtlara göz gezdirerek “Daha doğrusu fiziksel bir şey bulamadık. Daha önce aynı sebepten hastaneye kaldırılmış. Psikolojik bir şey tetikliyor. Bunu söylemek zorundayım; kendisi ancak uyuşturucu kullanan birinin göstereceği tepkiler veriyor ve böyle bir şey kullandığına dair bir ize rastlamadık. Bizim yapabileceğimiz pek bir şey yok, birkaç rutin testten sonra taburcu edeceğiz ama psikolojik destek görmesi şart.”

 Apartmanın dönemeçli merdivenlerinden çıkarak eve girdiklerinde kendini dünyanın bir ucundan diğerine yürümüş gibi yorgun hissediyordu. Zehra’nın telaşlı ve yorgun hâlini görünce kendinden utandı. Sevdiği kadının bedeninde ve ruhunda bir yük olduğunu düşündü. Korkup acizleştikçe onun omuzlarına yığılıyordu.

 Bir sigara yaktı. Uzun zaman sonra ilk defa sigaranın genzini yaktığını ve onu rahatsız ettiğini hissetti. Televizyonda bir komedi kanalı açtı. Woody Allen’ın bir filmi oynuyordu. Gözlerini kırparken bile bir korku hissediyor, çaresizliğini deneyimlemiş olsa da ışıkların ve seslerin yoğunluğuyla kendini rahatlatmaya çalışıyordu.

 Zehra, yanına oturdu ve başını göğsüne yasladı. Onun nefeslerini göğsünde hissetmek inanılmaz bir huzur veriyordu. Neredeyse yaşadığı her şeyin kötü bir rüya olduğu sanrısına kapılacaktı.

“Doktor psikoloğa gitmen gerektiğini söyledi.”
“Fayda etmez. Ne yapacak ki psikolog? Olay benim hayal gücümden ibaret olsa deli gömleği giymeye bile razıyım ama değil, biliyorsun.”
“Biliyorum… Baban aradı sen içerideyken. Bir şeylerden bahsetti, tedavi görmüşsün çocukken.”
“Evet,  doğru… Hâlâ neden tedavi gördüğümü bilmiyorum. Bir süre sonra iyileştim, ilaç falan verdiler normale döndüm ama anormal olan neydi hâlâ hatırlamıyorum. Keşke bir tedavi görüp şu son zamanları da unutabilseydim…”

 Bülent, neredeyse uyuyakalacakken telefonun sesiyle irkildi. Bütün gecesini dava dosyalarını okuyarak geçirmişti. Terfiler, plaketler ve övgüler hiçbir zaman umurunda olmamıştı. Kontrol edemediği, bitmek bilmeyen bir başarı hırsına sahipti. Cesetlerin peşinden koşarken onu teşvik eden ve aklını yitirmesini önleyen tek şey bu önüne geçemediği hırstı.

 “Söyle Ferda?”
“Amirim bir hanımefendi hatta, Fahrettin Edipoğlu’nun ölümüyle ilgili sizinle görüşmesi gerektiğini söylüyor, bağlayayım mı?”
“Ha evet evet, hemen bağla!”

 Birkaç yıl önce tenis turnuvasında kazandığı plaket, gurur duyabildiği tek ödüldü. Emekli olup bir spor mağazası açmanın hayaline dalmışken, telefonda orta yaşlı bir kadının sesini duyup bu hayalden uyandı ve hâlâ polis olduğunu hatırladı.
“Bülent Bey siz misiniz?”
“Evet buyurun?”
“Ben rahmetlinin eski bir arkadaşıyım. Ölümüyle ilgili bir şeyler biliyorum. Sizinle hususi olarak görüşmem lâzım.”
“İsminizi alabilir miyim hanımefendi? Tanık ifadelerine geçmek için…”
“İsmimi bilmenize lüzum yok!” diye sözünü kesti Bülent’in “Moda Parkı’nda, spor aletlerinin yanındaki bankta olacağım.”

 Arabasını tenis kortunun önünde park etti ve koşar adımlarla parka doğru yürümeye başladı. Buraya en son on yıl önce, Moda Sahili’ndeki bir cinayet davasını soruştururken gelmişti. Parkta oynayan çocukları gördükçe yüzünü çeviriyor, bir cesedin peşinden koşarken onların yüzüne bakmanın haksızlığı olduğunu düşünüyordu. Merhametli biri sayılmazdı, ailesi ve birkaç arkadaşı dışında kimseyi sevdiği de söylenemezdi ama çocukların masumiyeti onun için bütün duyguların üstündeydi.

 Kafasına sardığı eşarp ve neredeyse bütün yüzünü kaplayacak büyüklükte bir güneş gözlüğüyle kendini saklamaya çalışan orta yaşlı kadının yanına oturdu. Ancak kendini gizlemek isteyen birinin olabileceği kadar ilgi çekici görünüyordu. Kadının bir elinde bir süs köpeğinin tasması, diğerinde ise bir kutuyu vardı.
“Size nasıl hitap etmemi istersiniz?” diye sordu Bülent. Buraya geldiği için acemice davrandığını düşündü bir an.
“Emine, Ayşe, Fatma, nasıl isterseniz… Ya da Nesrin deyin, severim o ismi. Gülizar Hanım’ın davasına siz bakmıştınız değil mi?”
“Evet.”
“Kızıltoprak İstasyonu’nun oralarda kaç kişi öldü unuttum. Ölüp gidiyorlar, arkalarında hiçbir iz kalmıyor. Bazıları kaza, bazıları faili meçhul sayılıyor. Eğer Ferruh kaçarken yakalanmasaydı onu kimse bulamayacaktı.”
“Hanımefendi biraz daha açık konuşur musunuz?”

 Nesrin, elindeki karton kutuyu Bülent’e uzattı ve “Açın” dedi. Kutuda bakırdan bir tablet vardı. Bir martı, kanatlarını açıp göğe bakıyor ve iki yanından dumanlar yükseliyordu. Martının altında Yunan harfleriyle bir şeyler yazılıydı. Bülent, tableti inceledikten sonra Nesrin’e meraklı bir bakış attı.
“Bugüne kadar uğraştığınız cinayet vakaları gibi değil, Bülent Bey. Bu bir salgın! Zaman zaman yayılıyor ve insanları alıyor. Size ne olduğunu açıklamam, açıklasam bile üstesinden gelmeniz mümkün değil ama işin üstüne giderek bazı şeyleri önleyebilirsiniz.”
“Neyi önleyebilirim? Dalga mı geçiyorsunuz benimle? Eğer bildiğiniz bir şeyler varsa açık açık anlatın yoksa da oyalamayın beni!”
“Bundan daha açık anlatamam inanın. Çünkü anlatacaklarım sizin için bir şey ifade etmez, görmeniz lâzım. Sadece her şeyin o evle ilgili olduğunu söyleyebilirim. Ferruh’un kaçarken bahçesine girmeye çalıştığı ev var ya, o işte… Her şey onunla ilgili
 Tableti araştırın Bülent Bey. Sizinle konuşup konuşmamayı çok düşündüm ama hayatım boyunca şahit olduğum bir şeyler var ve onları düşünerek ölmek istemiyorum. Tableti ve evin geçmişini araştırdığınızda sizinle neden böyle konuştuğumu anlayacaksınız.”

 Nesrin bunu söyledikten sonra “İyi günler” dedi ve ayağa kalkıp hızla yürümeye başladı. Bülent, bu garip kadını büyük bir şaşkınlıkla izlerken davayı kapatmayı düşündü. Elinde bir cinayet olduğuna dair hiçbir delil yoktu, peşine düşmek belki de vakit kaybı olacaktı.
 Ama hırsına yenik düştü ve bırakmaktansa ruh sağlığından emin olamadığı, hatta adını bile bilmediği bir kadının getirdiği kanıtın peşine düşmeyi daha cazip buldu. Kâtilin kim olduğunu bulmasa bile Ferruh’un mutlu intiharının sebebini öğrenecek olmak onu heyecanlandırıyordu.


 Rasputin Kafe, öğlen olmasına rağmen oldukça kalabalıktı. Kafenin loş duvarları totemlerle ve büyücüleri anlatan tablolarla doluydu. Kapının hemen karşısında Rasputin’in korkutucu bir portresi vardı. Hemen hemen her masada birileri fal bakıyordu.
 Buraya Gülseren ile konuşmak için gelmişlerdi. Zehra, Gülseren’e fal baktırmak için gelirdi. Gülseren birkaç kez aklından geçenleri okumuş ve kimseye anlatmadığı sırlarını söylemişti. Devamlı ezoterizmden, ölülerle konuşma deneyimlerinden bahseden bu kadına umut bağladığı için kendini aciz hissetse de, mücadele etmek felâketi beklemekten daha cazip geliyordu.

“İşe yaramayacak” dedi Bora “Faydalı olacağını sanmıyorum.”
“Zararlı olacağını sanıyor musun?”
“Hayır! Neden?”
“İyi. Öyleyse faydalı olma ihtimâlini denememizde bir sakınca yok.”

 Garson onları Gülseren’in fal baktığı küçük odaya götürdü. Ucuz tütsülerin kokusu içeriye sinmişti. Gülseren, koltuğun üstünde bağdaş kurmuş, masanın üstünde yanan tütsülerin kokusunu içine çekmeye çalışıyordu. Tütsünün dumanını içine çektikçe dengesini kaybediyor ve yüzünde anlamsız bir gülümseme oluşuyordu.

 Gülseren, gözlerini açtı ve bakışlarını Bora’ya çevirdi. Eliyle oturmalarını işaret etti. Yüzünde yorgun bir ifade vardı. Bora, bu kadına karşı nedensiz bir korku duydu. Tavırları ve ruh hâli onu korkutuyordu. Masanın altından tarot destesini çıkardı ve kartları masaya dizmeye başladı.
“Fal baktırmayacağız Gülseren abla” dedi Zehra “Başka bir şey konuşmaya geldik.”
“Biliyorum tatlım. Görüyorum. Fal bakmayacağım zaten.”
  Gülseren, Bora’nın şaşkın bakışları içinde eline iki zar sıkıştırdı. Kendisine güvenmesini istermiş gibi tuttu elini.  Ama gözlerini Bora’dan kaçırıyor ve göz göze geldiğinde acımayla bakmaktan kendini alıkoyamıyordu.

“Zarları kartların üzerine doğru at.”

  Gülseren, zarların üzerinde durduğu iki kartı eline aldı ve diğerlerini ortadan kaldırdıktan sonra masanın üstüne koydu. Birinde yıkılan bir kule, ötekinde ise gökyüzünde trampet çalan bir melek resmedilmişti.
“Bu kart yıkım anlamına gelir” dedi Gülseren parmağını kulenin üstüne koyarak “Büyük bir felâket yaşıyorsun. Kıyamet senin için kopmuş. Kıyameti hayatınla yaşıyorsun. Öteki de ‘Son hüküm’dür. Hâlâ bir şeylerin değişebileceği anlamına gelir. Savaşarak yenilebilirsin, ama savaşmazsan yenilgin kesindir!”
“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Bora “Kendimi bu şeyin içinde buldum ve ne yapmam gerektiğini bilmiyorum!”
“Sana yardım edemem. Benden bunu beklediğinizin farkındayım ama bu şeyin üstesinden gelecek güce de uğraşacak cesarete de sahip değilim. Çok yoğun bir enerjin var, eğer denersem sana da kendime de zarar veririm. Sana yardım edebilecek tek kişi var. Başkasıyla uğraşman vakit kaybı olur.”
“Kim o?” diye sordu Zehra. Bora’nın elini tutup onu iyi hissettirmeye çalışsa da içindeki telaşı önleyemiyordu. Gülseren, defterine bir şeyler karaladı ve yazdığı kâğıdı koparıp Bora’ya uzattı.
“Adresiyle telefonu var burada. Benim gönderdiğimi söyleyin, sizi kabul edecektir. Işık sizinle olsun.”

  Gülseren’in bahsettiği ev, Burgazada İskelesi’nin karşı sokaklarından birindeydi. Duvarları maviye boyalı ve kapısında bir gül çizili olan evi fark etmeleri zor olmadı. İki katlı, eski bir evdi burası. Kapıyı birkaç kez çaldılarsa da içeride pencereden onlara bakan İran kedisi dışında hiçbir canlı yoktu.

 Orta yaşın üzerinde, uzun boylu bir adam bisikletini evin önünde durdurdu ve hasır şapkasını çıkarıp onları selamladı. Yüzünde yorgun, neşeli bir ifade vardı.
“Hoş geldiniz çocuklar. Ben Feridun. Gülseren gönderdi sizi değil mi?”
“Evet” diye cevap verdi Bora “Ancak sizin yardım edebileceğinizi söyledi.”
“Anladım” dedi ve Bora’nın omzuna dostça dokundu “Merak etmeyin her şey çözülür. Hadi içeri girelim de konuşalım şu meseleyi.”

 Evin salonu üst kattaydı. Duvardaki birkaç yağlı boya tablo dışında sade bir evdi. Feridun, salondaki şovaleyi “Kusura bakmayın gençler çalışıyordum” diyerek balkona kaldırdı. Bora burada nedensiz bir güven hissediyordu.

  Bora başından geçen her şeyi anlattı. O geceden, gördüğü rüyalardan, Panayot’tan, Fahrettin’in ölümünden önce gördüğü kâbustan, Kamuran’ın anlattıklarından ve yaşadığı her şeyden bahsetti. Anlattıklarına kendini kaptırıyor, ses tonunda ani değişmeler yaşıyor ve vücudu bir drama oynar gibi kendinden geçiyordu.  Feridun, bazen şaşırsa da büyük bir soğukkanlılıkla dinledi onu. Borayı dinlerken diğer yandan notlar alıyor ve soğukkanlı görünmeye çalışıyordu.

 “Öncelikle ben doğaüstü diye bir şeye inanmam çocuklar” dedi Feridun “Nasıl gözlerimiz belli renkleri görebiliyorsa, kulaklarımız belli frekansları duyabiliyorsa tabiatın da bizim göremediğimiz bir yönü vardır. Ben bu işlere bir bilim disipliniyle yaklaşırım. Öyle falcılıkla soytarılıkla olacak bir şey olarak görmem.
 İnsanın altı duyusu vardır. Beşini doğumumuzdan itibaren kullanırız. Yaşamımızı onlardan istifade ederek sürdürürüz. Ancak altıncı duyuyu açmak zor iştir. Buda rahipleri olsun, tasavvuf ehli olsun, bunlar uzun inzivalardan ve sıkı bir disiplinden sonra altıncı duyularını açmayı başarırlar. Dediğim gibi, evrende beş duyumuzla algıladığımız bir yaşam vardır ve altıncı duyu bu yaşamı algılamamızı sağlar.
 Ancak bazen bir uğraş, bir çaba olmadan kendi kendine açılır. Senin yaşadıkların bundan kaynaklanıyor. Altıncı duyun senin istemin dışında açılmış ve etrafındaki kötü şeylere şahit olmuş. Altıncı duyun bir kere açıldıktan sonra geri dönüşü yoktur.”

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordu Bora. Ses tonunda bir çaresizlik seziliyordu. Zehra’nın gözlerine bakarken dudaklarını sıktığının farkında değildi.

“Onu eğitmen lâzım. Ama önce neyle karşılaştığını bilmen gerekiyor.
 Mesela bir köpekten bahsettin. Aslında köpek falan yok. Birisi sana vurduğunda canın yanar, bu beynin seni zarar göreceğine dair uyarmasıdır. Köpek de öyle, bilincin korkularını kullanarak seni uyarıyor. Bilincini eğitmende yardımcı olurum ama onu neye karşı kullanacağını öğrenmen lâzım.”

Savaşarak yenilebilirsin, ama savaşmazsan yenilgin kesindir. Gülseren’in bu sözleri Bora’nın beyninde defalarda yankılanıyordu.
Düşüncelere daldıkça bataklık çamurunun boğazına kadar yükseldiğini hissediyordu. Onu hayatta tutan şey ise çırpınarak batmanın usulca gömülmekten daha iyi bir son olacağının düşüncesiydi.
Çırpınmak dışındaki zamanını medeniyetin eski bir alışkanlığını devam ettirerek, bütün yaşamını ölümün reddi üzerine kurarak geçiriyordu.
Gözü duvardaki eski saate ilişti ve yelkovanın ilerlediğini görmek bile dehşete kapılmasına yetti. Aynalar ve saatler hiç son zamanlardaki kadar korkunç olmamışlardı.
********

Bülent, kapısında Prof. Dr. İsmail Cangören yazılı kapıyı tıklatarak içeri girdi. İçeri girince onu Erysikhton’un kendi kendini yemesini tasvir eden bir tablo karşıladı. İsmail, okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve gözlüklerin ardından Bülent’i süzdü.

“Hoş geldiniz komiserim” dedi İsmail “Nasılsınız görüşmeyeli?”
 Bülent, masanın önündeki koltuğa oturdu ve “İyiyim çok şükür” dedi gayri ihtiyari bir ifadeyle. İsmail ile birkaç yıl önce bir öğrencinin ölümünü araştırırken tanışmıştı.
“Hatırlarsanız telefonda konuşmuştuk hocam…”
“Hatırladım hatırladım” diye Bülent’in sözünü kesti “Bir tabletten bahsettiniz. Yanınızda mı?”
 Bülent, tableti paketinden çıkardı ve İsmail’e uzattı. İsmail, birkaç dakika tableti inceledikten sonra “Bunda benlik bir şey yok” dedi.
“Günümüz Yunancasıyla yazılmış. Muhtemelen yüz yılı bile bulmayan bir el işi. Yunan adalarında bolca bulunur bunlardan. Büyük ihtimalle yerel bir halk inanışıyla ilgili. İlk defa karşılaşıyorum.”
“Ne yazıyor peki?”

 İsmail, gözlüğünü düzeltti ve tablette yazılanı yavaşça okumaya başladı.
“Glavros mavro klopta onira sas
Sas skipnai mia alli zoi otan kimaste

Tercüme edeyim; Siyah martı düşlerini çalar, bir dünyada uyuduğunda bir başkasında uyandırır…”