Tren istasyonunun perona açılan kapısı dışında bütün kapı ve pencereleri kapalıydı. Fırtına bulutları gürlüyor ve sert bir rüzgâr esiyordu. Küçük istasyonda yürüdükçe etrafta kendisi dışında kimsenin olmadığını fark etti. İçeride voltalar atıp duruyor ve gelecek treni bekliyordu. Vücudundaki soğukluğun kendisini öldüreceğinden korkuyordu, teni rüzgâr değdikçe bir ölünün teni gibi beyazlıyordu.
Üstünde yürüdüğü yerin mezar taşlarından yapıldığını fark etti. Ayaklarının altındaki mezar taşları istasyonun giriş kapısından perona kadar uzanıyordu. Üstündeki yazılar okunmayacak kadar bulanıktı. “Nazif Erdoğan ” yazan mezar taşı dışında hiç biri okunacak hâlde değildi. Yürüdükçe mezar taşları çatırdıyor ve çatlaklarından dumanlar çıkıyordu.
Soğuktan korunmak için duvarda asılı TCDD armalı ceketi sırtına geçirdi ona sıkıca sarıldı. Kapıyı kapatmaya cesaret edemiyordu. Mezar taşlarına basmamak için bankın üzerine çıktı. Bir tren sesi geldi ama raylar bomboştu. Siyah bir duman raylardan yükseliyor ve ses azaldıkça kayboluyordu.
“Yardım et!” diye bir ses geldi dışarıdan “Yalvarırım yardım et!” Ses tonunda acı ve korku hissediliyordu. Tren yolunda ve istasyonun taş duvarları arasında yankılanan bu feryat fırtınanın gürültüsünü bile bastırıyordu.
Mezar taşlarının üstünde ürkek adımlarla yürüyerek perona çıktı. Sesin geldiği yeri arayınca rayların altında bir mezar gibi kazılmış çukuru gördü. Ses bu çukurdan yükseliyordu. Rayların üstüne atladı ve çukura eğildi.
Panayot, acı çeken bir yüz ile ona bakıyor ve yardım için yalvarıyordu. Teni bir ölününki gibi solgundu. Bacakları, kolları ve gövdesi bir duvar gibi yosun tutmuştu. Bilekleri ve boynu kesiklerle doluydu. Yaraları kabuk bağlamış ve sertleşmişti.
“Beni bıraktılar!” dedi Panayot “Senelerdir buradayım. Hepsi gördü beni, senin gibi geldiler, baktılar, korkup kaçtılar! Bıraktılar beni burada. Cesedim çürüdü ben esir kaldım! Senelerdir buradayım, insanlar doğuyor, yaşlanıyor, ölüyor, üzerimden trenler geçiyor, insanlar geçiyor ben buradayım! Ben hepsini görüyorum, hepsini duyuyorum ama kimse beni duymuyor! Yardım et bana… Yalvarırım yardım et.”
Panayot ağlamaya çalışarak ellerini gözlerine götürdü ancak gözyaşlarının akmadığını fark edince acı dolu bir çığlık kopardı. Boynunda ucundan kan damlayan sivri bir taş asılıydı. Ayaklarının altındaki toprak onu yutmaya başladı. Çığlık attıkça trenin ve fırtınanın gürültüsü şiddetleniyor, martının kahkahaları yankılanıyordu. Bora, ona elini uzattıysa da bir işe yaramadı. Toprak onu bir yılanın avını yuttuğu gibi yutmuştu.
Bora, kaçmak için ayağa kalktığında bir trenin kendisine doğru büyük bir gürültü kopararak geldiğini gördü. Gözlerini açmadan önce gördüğü son şey, trenin önünde parçalanan ve parçaları sağa sola savrulan bir beden oldu.
Uyandığında kendini Zehra’nın yanında buldu. Ayvalık’a gitmeden önceki son gecesini sevgilisiyle geçirmek istemişti. Uykulu bedeni ona büyük bir aşkla sarılmıştı. Zehra’nın kollarından kurtulup pencerenin kenarına geçti ve bir sigara yaktı. Odanın penceresi Rıhtım’a çıkan bir sokağa açılıyordu. Güneş, denizin üstünden gökyüzünün tepesine doğru yükseliyordu. Eski apartmanların birbiri ardına sıralandığı sokak, insanların, binaların otobüslerin kalabalığında bitiyor, ondan sonra parıldayan bir mavilik başlıyordu.
Sigara dumanını ciğerlerine çektiğinde uyurken ve uyanıkken gördüğü bütün kâbusları yok edecekmiş gibi hissediyordu. Güneşe bakınca İkarus’un hikayesi geldi aklına. İkarus’un en büyük isteği güneşe gitmekti. Bu hayalini gerçekleştirmek için marangoz olan babasına kanat yaptırmış ve bu kanatları kollarına balmumuyla yapıştırmıştı. Güneşe yaklaştıkça kanatlar eridi ve İkarus bu cesaretinin bedelini yere çakılarak ödedi. Bora, Panayot’un sesini kafasının içinde duydukça, gerçekliğinden bile emin olmadığı bu esaretten kurtulması için yardım etmek istiyor ama buna cesaret ederken sonunun İkarus gibi olmasından korkuyordu. Üstelik güneşe gittiğini zannetmek gibi bir heyecanı hiç hissetmeyecekti.
Zehra’yı uyandırmamak için parmak uçlarında yürüyerek salona gitti ve bilgisayarı çalıştırdı. “Nazif Erdoğan” ismi hâlâ aklındaydı. Bu ismi araştırmayı düşündü, büyük ihtimalle bir sonuç bulamayacak ve Panayot’un esaretinin bir kuruntu olduğuna inanıp peşini bırakacaktı. Meseleyi düşündükçe Kamuran’ın konuşmaları beyninde canlanıyordu. O eve yaklaşacak cesareti yoktu, asla olmayacaktı ama cesaretsizliği merakına yenik düşebilirdi ve bu bir felâket olurdu.
İsmi Google’a yazdığında karşısına birkaç Facebook ve Twitter profili çıktı. Birkaç sayfa ileri gittiğinde de ilgisini çekecek bir şey bulamayınca Milliyet’in arşiv sayfasını açtı ve ismi burada aradı. Sonuçları tarihe göre sıraladığında bir ölüm ilanıyla karşılaştı.
“Merhum Servet Paşa’nın torunu, Mevlide Hanım’ın eşi, Çetin, Levent ve Müjgan Erdoğan’ın babaları, Kuşdili Eczanesi’nin sahibi Nazif Erdoğan, vahim bir kaza neticesinde hayatını kaybetmiştir. Cenazesi 24 Mart 1986 tarihinde öğle namazını takiben Kızıltoprak Zühtü Paşa Camii’nden kaldırılacaktır.”
Ölüm ilanını gördükten sonra sayfayı kapatmayı düşündüyse de merakına yenik düştü. Panayot’un sesi hâlâ kafasında yankılanıyordu ve duyduğu tüm korkuya rağmen bu adama yardım edebileceğine dair bir inanç taşıyordu içinde.
“Kızıltoprak’ta Korkunç Kaza: 1 Ölü” başlıklı haberi açtı. Ölüm ilanından iki gün önce yayınlanmıştı. Tren istasyonunda toplanan bir kalabalığın fotoğrafı vardı haberde.
“Dün sabah saatlerinde Kızıltoprak Tren İstasyonu’nda tren beklemekte olan Nazif Erdoğan (48), dengesini kaybederek tren yoluna düştü ve Adapazarı Ekspresi’nin altında kalarak can verdi. Tren istasyonu çalışanları Erdoğan’ın uykulu göründüğünü ve dengesini kaybederek düştüğünü teyit etti.”
Bunu okuyunca trenin önünde parçalanan adam gözünde canlandı. Vücudunu bir titreme aldı, okuduklarının gerçek olup olmadığını anlamak için gözlerini birkaç kez ovuşturdu. Tren istasyonunda duyduğu soğuğun vücudunu okşadığını hissetti. Gördüğü şeyin bir kâbus ya da kuruntu olmadığına, gerçek olmasa bile bilinçaltının mahsulü olmadığına emindi artık.
Zehra’nın alarmı Salif Keita’nın “Folon” şarkısıyla çaldı. Bora, bu hâlini Zehra’nın görmesini istemiyordu. Bayıldığını ve birkaç gündür ışıksız uyuyamadığını öğrenmişti. Dün akşam bu yüzden büyük bir tartışma yaşadılar. Zehra bu hâlinin sebebini sordukça Bora kâbus ve uykusuzluk gibi kaçamak cevaplar veriyordu. Uzun süren bir tartışmadan sonra, yaşadıklarını anlatamayacağını, bir hastalık gibi ölene kadar taşıyacağını ve üstüne gitmemesi gerektiğini anlattı. “Tanımlayamayacağım bir şey” dedi “Daha önce yaşadığım, yaşadığın hiçbir şeye benzemiyor. Eğer üstüne gidersek zarar görürüm.”
Salondan bir tezgâhla ayrılan mutfağa gitti ve kattle’ı çalıştırdı. Telaşlı görünmemeye çalışıyordu ama gözleri bir savaş görmüş kadar korkulu görünüyordu. “İzinliyim bugün ama alarmı kapatmayı unutmuşum!” diye söylenerek salona girdi Zehra “Bu saatten sonra da uyuyamam ki off!”
Bora, ona gayri ihtiyari bir gülümsemeyle karşılık verdi. Zehra, buzdolabını karıştırırken bir yandan da uykulu bir sesle konuşuyordu.
“Seni gördüm dün gece rüyamda.”
“Hadi ya. Ne yapıyordum?”
“Böyle tuhaf tuhaf şeyler yapıyordun. Mesela elinde kahve kavanozu vardı, şimdiki gibi tutuyordun, su kaynıyordu sen hâlâ tutuyordun. Yüzünde bir korku vardı ama sen sırıtıyordun. Ben sana ne olduğunu sorunca da ‘Anlatamam, anlatabileceğim şeyler değil, lütfen sorma’ deyip duruyordun’. Ne garip rüya!” diye söylendi ve dolaptan çıkardığı salata tabağını Bora’ya uzattı “Kalkar kalkmaz kahve içme miden ağrıyor sonra!”
Elindeki kahve kavanozunu rafa bıraktı ve kanepeye oturup salatayı yemeye başladı. Açlık duygusuna sahip olduğunu bile unutmuştu. Ruhunun ağrısı benliğini midesininkinden daha çok rahatsız ediyordu.
“Bu ne?” diye seslendi Zehra bilgisayarın ekranını göstererek.
“Ha öyle canım sıkıldı, bir şeylere bakayım dedim.”
“Canın sıkıldı? Ne güzel bir uğraş bulmuşsun. Seksenli yılların ölüm haberleri!”
Telefon çaldı. Arayan Erdinç’ti. Bu saatlerde yola çıkacağını söylemişti. Bora ise Ayvalık meselesini neredeyse tamamen unutmuştu.
“Efendim baba. Evet, iyiyim iyiyim… Ha yok ben şimdi gelmeyeceğim. Ya Zehra da dört gün sonra Antalya’ya gidecekmiş, son günleri birlikte geçirelim dedi kabul ettim ben de. İlaçlarım? Evet baba alıyorum. Haklısın, unuttum aramayı. Siz yola çıkıyor musunuz? Tamam, ben de dört-beş gün sonra geçerim. Görüşürüz. İyi yolculuklar size.”
Telefonu kapattığında Zehra’nın şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. Bir yandan gezindiği ilanlara bakıyor, diğer yandan kendisini şaşkınlıkla süzüyordu.
“Bora niye yalan söyledin adama?”
“Gidesim yok… Birkaç gün burada kalayım şimdi evde kalırsam…”
“Bir yıl kal!” diye sözünü kesti Zehra “İstediğin kadar kal ama niye benim üzerimden yalan söylüyorsun babana? Birkaç ay sonra nişanlanacağız ve bu yalan bir şekilde karşımıza çıkacak!”
Cevap vermedi. Başını önüne eğdi ama bunun sebebi pişmanlık değildi. Sevgilisini telaşlandıran ihtimaller onun için önemsizdi. İçinde olan biteni anlatmaya karşı derin bir istek vardı, anlatınca rahatlayacağını ve Zehra’nın onu anlayacağını düşünse de boynuna kadar ulaşan bataklık çamurunu sevgilisinin paçalarına bulaştırmak istemiyordu.
“Seni tanıyamıyorum” dedi Zehra “Dün akşam geldiğinden beri tanıyamıyorum. Bambaşka biri var sanki vücudunda. Tepkilerin, konuşmaların o kadar yabancı ki. Ayılıp bayılıyorsun, ben mesaj atana kadar sokaklarda boş boş dolaşıyorsun, kâbuslar görüyorsun, hep korkmuş görünüyorsun, sebebini anlatmıyorsun. Önemsemen gereken meseleleri önemsemiyorsun. Yalan söylüyorsun, açıklamasını bile yapmıyorsun. Sabahları ölüm ilanlarına falan bakıyorsun. Tuhafsın Bora… Anlayamıyorum seni.”
Bir süre konuşmadılar. Bora, duvardaki Afrika totemlerini tekrar tekrar incelerken Zehra kafasını eline yaslamış, sayfadaki gazete haberlerine bakıyordu.
“Anlatacağım” dedi Bora “Ama senden söz vermeni istiyorum. İşin peşine düşmeyeceksin, konu burada kapanacak ve bana psikologa gitmemi falan söylemeyeceksin.”
“Tamam. Çözümü yoksa bile, sen bir şeylerden korkarken ben hiçbir şey yokmuş gibi yanında güle oynaya dolaşamam. Birimiz mutsuzsak diğerimiz de öyle olmalı. Anlat hadi.”
Kelimeler ağzından dökülürken bir rahatlama hissediyor ve hissettiği bu duygudan nefret ediyordu. Her şeyi anlatmaya başladı, sarhoşluk gecesini, odasını dolduran dumanı ve martıyı, ihtiyar Panayot’u, Kamuran’ın anlattıklarını, gördüğü kâbusu… Ruhunu kemiren ve ona korku veren her şeyi, sanki kurtulacakmış gibi kusuyordu. Kendini Amerikan filmlerinde gördüğü günah çıkarma seanslarından birindeymiş gibi hissetti. Ağzından çıkan her şey anlatınca bitecekmiş ve bu itirafları sayesinde tanrı tarafından affedilecekmiş gibi bir rahatlık duyuyordu.
“İnanmadığını biliyorum” dedi Bora “Delirdiğimi falan düşünüyorsun. Ben de öyle düşünüyorum bazen. Ama hepsini gördüm, duydum, hissettim… Sıvının döküldüğü yerde rutubet izi var. Dün gece rüyamda trenin önünde parçalanan bir adam gördüm, ismini mezar taşında okudum, önünde açık işte… Berbat bir şeye bulaştım, hayatımın sonuna kadar taşıyacağım ama bir yandan ihtiyarın yüzü aklımdan çıkmıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum.”
Kalan son ruh kirleri gözyaşlarıyla temizlenecekmiş gibi ağlamak istiyordu ama gözyaşlarını tuttu. Ne zaman ağlamaya kalksa dedesinin öfkeli yüzü aklına gelir ve gözyaşlarını yutardı. Zehra ise şok içindeydi. Bora’nın yanına oturdu ve yüzünü okşamaya başladı. Ne tepki vereceğini, duyduklarını nasıl karşılayacağını bilmiyordu. Gerçek olmadıklarını düşünmenin sebepleriyle, gerçekliğin kanıtları arasında kalmıştı.
“Doğa üstü şeylere inanırım Bora biliyorsun. Sevgili olmadan önce çok tartışmıştık bu konuları. Ama olayda kopukluk var gibi. Kamuran Abi’nin sağlıklı olduğuna emin misin? Uyuşturucu falan kullanıyor olabilir mi?”
“Sanmam. Olsa bile fark etmez ki. İkimiz de delirsek bile aynı hayali nasıl görelim…”
Zehra, başını öne eğdi ve bir süre konuşmadı. Israrcılığından pişmanlık duysa da sevgilisinin acısını paylaştığı için kendini mağrur hissediyordu.
“Bizim kafeye gelen bir adam var” dedi Zehra “Antikacı normalde ama Kadıköy’ün tarihiyle ilgili bir kitap yazıyor. Geçen gün biraz konuştum, on yıldır bu kitapla uğraşıyor ve Kadıköy civarındaki tarihi yapıları iyi biliyor. Telefonunu vermişti. Elinde o köşk hakkında bir şeyler olabilir. Bir arayalım istersen.”
“Faydasız… Bir işe yaramaz. Hiçbir şeyi çözmez.”
“Olsun. En kötü ihtimalle yine depresif bir zombi olarak takılırsın. Zaten ölene kadar taşıyacağım diyorsun, öyleyse kaybedeceğin bir şey yok. Eve girip martıyı da rahatsız etmezsin böylece.”
İlhan’ın dükkanı İngiliz Protestan Kilisesi’nin sokağında, iki katlı eski bir evin alt katındaydı. Dükkanın önünde eski fotoğraflar ve ucuz biblolar vardı. İçerisi oldukça genişti. Raflar eski pikaplarla, televizyonlarla, radyolarla ve elektronik aletlerle doluydu. Duvarlarda sinema, konser afişleri ve şarkıcıların posterleriyle kaplıydı.
İlhan, Zehra’yı görünce purosunu söndürdü ve ayağa kalktı. Bilgisayarın hoparlörlerinde Deniz Kızı Eftalya’nın “Kadıköylüm” şarkısı çalıyordu. İlhan, şarkıyı mırıldanarak Zehra ve Bora’nın elini sıktı. İfadesinde her zaman olduğu gibi sebepsiz bir mutluluk vardı.
“Çalışmıyor musun bugün?” diye sordu Zehra’ya “Aman diyeyim ha Zafer abi pek hoşlanmaz işi ekenlerden.”
“Yok yok izinliyim. Aslında senden bir konuda yardım istemek için geldik buraya” dedi Bora’yı göstererek “Erkek arkadaşımın bir araştırması varmış eski evlerle ilgili. Belki elinde bir şeyler vardır.”
“Tabi tabi bakarız. Otursanıza şöyle.”
Çalışma masasının önündeki koltuklara oturdular. İlhan, kül tablasındaki puroyu tekrar yaktı ve derin bir nefes çekti. Bilgisayarda bir şeyleri kurcaladıktan sonra “Anlatın gençler” dedi “Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“Kızıltoprak’ta bir köşk var” dedi Bora “Eski bir köşk. Yıkılmaya yüz tutmuş. Ben de mahalleyle ilgili ufak bir araştırma yapıyorum ama o evle ilgili bir şey bulamadım. Zehra da sizin bir kitap yazdığınızı, bu konularda bilgili olduğunuzu söyledi.”
“Eh işte biliriz üç beş bir şeyler. Neresinde Kızıltoprak’ın?”
“İstasyonun arka sokağında.”
Biraz düşündükten sonra “O bölgeyi gezdim beş-altı sene önce” dedi “Bağdat Caddesi’nin üstü, o Öğretmenevi’nin oralar, Üst Feneryolu falan oraları sokak sokak dolaşıp eski binaları fotoğrafladım. Çoğunun da arşiv kayıtlarına ulaştım. Bilgisayarda fotoğrafları olacak, istersen bir göz at eğer arşiv kaydına ulaşabildiysem tutmuşumdur.”
Bora’nın fotoğrafı bulması fazla zaman almadı. Fotoğraf gündüz çekilmiş olmasına rağmen korkunç görüntüsünü koruyordu. “Buldum” dedi ve laptopu İlhan’a uzattı. Zehra hiç konuşmuyor, meraklı gözlerle olan biteni dinliyordu. Bir an burada olduğu için pişmanlık duydu Bora. Lanetine alışması gerekirken onun peşine düşüyordu, üstelik Zehra’yı da bulaştırmıştı. Korku ve umut arasında bir duygu hissediyordu ruhunda.
“Arşivim aşağıda” dedi İlhan “Gel bakalım istersen. Zehra, sen de burada kal gelen falan olursa seslenirsin.”
Giriş kapısının karşısındaki merdivenlerden bir mahzeni andıran bodruma indiler. İçerisi çekmecelerle, kitaplıklarda dizilmiş dosyalar ve defterlerle doluydu.
“Babamın tuhaf bir alışkanlığı vardı” dedi İlhan “Küçük bir büfesi vardı Fikirtepe’de. Orada gazete satar, sattığı gazetelerde Kadıköy ile ilgili bir haber olursa kesip saklardı. Bu huyu bana da geçti. Çocukluğumdan beri içinde Kadıköy geçen bütün gazete haberlerini sakladım. Böyle böyle başladım olaya. İnternette bir veritabanı kuracaktım da gazeteler bik bik etti. Yok telif hakkıymış falan filan bir sürü şey.”
Çekmecelerden birini açtı ve üstünde “Köşkler / Kızıltoprak / M.A” yazan dosyayı uzattı. Bora, elindeki dosyayı açtığında köşkün bahçesinde çekilmiş bir fotoğrafla karşılaştı. Fotoğrafın üstüne 12 Nisan 1934 tarihi atılmıştı. Genç bir kadın, elindeki papatyayla poz vermişti. Uzun boylu bir adam kolunu kadının omzuna dolamıştı ve Panayot bu çiftin yanında oturuyor ve gülümsüyordu. Bora, Panayot’u ilk defa fotoğrafta mutlu görüyordu.
“Tam aradığım şey” dedi Bora “Çok teşekkür ederim.”
“Estağfurullah. Yardımımız dokunduysa ne mutlu. Yalnız o bana lâzım olabilir, sokağın başında bir büfe var oradan fotokopi çektirip getirirsen elinde bir kopyası olur.”
*******
Madam Angelapulo’nun köşkü, 1927 yılında yapıldı. Dolores Angelapulo, Fransa’da doğup büyüdüğü için “Madam” olarak tanınıyordu. Kibar bir kadındı Dolores, piyano çalar, kadınlar ve çocuklar için uygun fiyata piyano dersleri verirdi. Eşi Stavro Angelapulo dönemin müzik çevreleri arasında tanınan bir ud sanatçısıydı. Geçimini meyhanelerde ve tavernalarda ud çalarak sağlıyordu. İşlettiği taverna Tatavla Yangını’nda kül olunca, Dolores’in annesi tarafından yaptırılan Kızıltoprak’taki köşke yerleştiler.
Stavro, yardımseverliğiyle ve kibarlığıyla tanınan bir adamdı. Ancak zaman zaman olur olmaz şeylere sinirlenir, bağırıp çağırır ve kavga ederdi. Bazen de kimseyle konuşmaz, insanlardan kaçardı. Sarhoş olduğu zaman taverna işlettiği günlere duyduğu özlemi anlatırdı. Bir meyhane müzisyeni olarak eskisi kadar kazanamıyordu. Bazen sabah saatlerine kadar çalmak zorunda kalıyordu. Paraya düşkün bir insan değildi Stavro ama zengin hayatından sabahlara kadar çalıştığı bir yaşama düşmek ruhunda yaralar açmıştı. Karısına düşkündü, en büyük hayali ondan bir çocuk yapabilmekti. Genellikle kibar davranırdı ona ama son zamanlarda evlerinden kavga sesleri yükselmeye başlamıştı.
1934 Mayısı’nın bir akşam günü Stavro’nun elinde büyük bir bavulla evini terk ettiği görüldü. Önceki akşam Madam ile kavga ettikleri duyulmuştu. Stavro, bir süre sonra yurtdışında ünlenmeye başladı. New York’taki Club Port Said’de bir süre çaldıktan sonra birkaç plak doldurdu ve bir orkestra kurup dünyayı dolaşmaya başladı. Paris’te, Kazablanka’da, Kahire’de, Sicilya’da, Atina’da gece kulüplerinde büyük konserler verdi. Bir daha Türkiye’ye dönmedi. İki yıl sonra Londra’da bir otel odasında ölü bulundu. Bileklerini kesmiş ve yere kanıyla bir şeyler yazmıştı ama ne yazdığı hiçbir zaman anlaşılamadı.
Madam’dan ise o günden beri ses çıkmıyordu. Onun evi daha önce terk ettiğine dair dedikodular vardı. Bazen evin ışıkları yansa da etrafında kimse görünmüyordu. Stavro’nun orkestra arkadaşı kemancı Panayot, zaman zaman “Madam’ın evi yanıyor!”, “Madam’ı öldürüyorlar çiğ çiğ yiyorlar!” diyerek ortalığı birbirine katıyordu ama Madam’ın ne kendisine ne de ölüsüne rastlayan olmadı.
********
Bülent, arabasını sokağın girişinde durdurdu ve kapısını öfkeyle çarparak istasyona doğru ilerlemeye başladı. Tren rayları üstünde yaşlı bir adamın cesedi bulunmuştu. Cinayet mahali, on iki yıl sonra bir film seti gibi aynı yerde kurulmuştu. Siyah bir martıdan bahsettikten sonra bileklerini kesen ve kanıyla masaya bir şeyler yazan ruh hastası gözlerinin önünden gitmiyordu.
Meraklı bir kalabalık polis barikatının başına toplanmıştı. Bülent, ağzına bir naneli sakız atıp çiğnemeye başladı. Sigarayı bıraktığından beri öfkesini böyle kontrol etmeye çalışıyordu. Polis barikatını aşarak birkaç aydır kullanılmayan istasyona girdi ve hızlı adımlarla perona ilerlerdi.
Altmış yaşlarında bir adam, rayların üstünde sırt üstü yatıyordu. Elindeki köpek tasmasını sımsıkı tutmuştu. Kafasından akan kanlar, tren yolunun raylarını ve taşlarını boyuyordu. Böyle duygularını acemilik döneminde bırakmış olmasına rağmen üzüldü bu adam için. Üstünde eşofmanları vardı. Kısa bir gezinti için dışarı çıkmış ve bir daha evine dönememişti.
Olay yeri inceleme ekipleri cesedin etrafında delilleri topluyor, gazeteciler fotoğraf çekiyordu. Bülent bu kalabalığa baktı. Arabalar değişse de sirenleri, insanları değişse de korkulu ve meraklı kalabalıkları hiç değişmemişti.
Ersin’i görünce yanına çağırdı. Bu genç polisi fazla heyecanlı bulsa da azmi ve araştırmacı ruhunun takdir edilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona kalırsa Ersin bir polis değil gazeteci olmalıydı, çünkü ölülerle uğraşmak için fazla temiz ve çıkar sağlayamayacağı işlerin peşinden koşmak için fazla kurnazdı.
“İsmi ne maktulün?”
“Fahrettin Edipoğlu…”
“Ne zaman bulmuşlar adamı?”
“Bu sabah amirim. Balkona çıkan bir kadın görmüş. Dün gece öldüğü tahmin ediliyor.”
“Nasıl ölmüş peki?”
“Otopsisi henüz yapılmadı ama kafasını raylara vurup ölmüş büyük ihtimalle. Dengesini mi kaybetmiş yoksa oraya itilmiş mi otopsiden sonra öğreneceğiz.”
“Köpeği yanında mıydı?”
“Yok komiserim değildi.”
“Sence köpek gezdirmek isteyen bir adamın tren yolunda ne işi olur? Civarda üç dört tane park var, adamı deli mi dürttü gecenin köründe raylarda köpek gezdirsin?”
“Sokakta kamera olmadığı için bilemiyoruz komiserim. Ama doğrusunu isterseniz bu durumun doğal olduğunu düşünmüyorum.”
“Herhalde değil oğlum! Adam doğal yollardan ölse bize ne zaten anasını satayım! Yarım saat dişini sıkıp evde kalp krizinden ölse şu an yayılıyor olurduk.”
Sigarayı bıraktığını bir anlığına unutup gömleğinin cebine uzandı ve kutudan bir sakız daha çıkarıp ağzına attı.
“Otopsiden sonra beni mutlaka ara. Şu ileride inşaat varmış, git işçilerle mişçilerle konuş. Eğer otopside bir boğuşma, vücutta bir zorlama çıkarsa, öldüğüne değil de öldürüldüğüne dair bir şüphen olursa sokağa gizli kamera taktır. On iki senede bir gelmekten sıkıldım koyduğumun yerine!”
“Emredersiniz amirim.”
Ersin’e birkaç emir daha yağdırdıktan sonra tekrar cesedin başına gitti. Barikatın önünden bir kadının çığlıkları yükseliyordu. Bu çığlıklar ona bir şey hissettirmiyordu. Acemilik yıllarında her duyduğunda kendini kötü hissettiği bu çığlıklar siren sesi kadar sıradanlaşmıştı. Ölümler, acılar, cesetler, insanların korkup kaçtığı her şey bir mesleğin parçası olarak sıradanlaşmıştı.
Sıradanlaşmayan tek şey “On iki sene önce kendini kesip Siyah Martı’dan bahseden ruh hastası”ydı.